Merkez Kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Merkez Kitaplar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Kasım 2018 Perşembe

Uzodinma Iweala - Sınırsız Canavarlar

Idris Elba'nın Komutan performansını, kestirdiği ve delik açtırdığı uzuvları hatırlıyorum. Hotel Rwanda'nın katliam tugaylarının cephesinden bir parçadır Beasts of No Nation, bir çocuktan katil yaratan karanlığın çeşitlemesidir. Filmde ufaklığın deneyimleri üzerinden gidiliyordu, metinde direkt iç monoloğun peşinden gideriz, doktor veya mühendis olmak isteyen zeki bir çocuğun köyünün ele geçirilmesini ve sonrasını bir çift gözden ve sıkça guruldayan bir mideden biliriz. Açlık mühimdir, açlığı bir şekilde içeren pek çok metin vardır ama buradaki açlık, susuzluğun yanında Afrika sıcağıyla ve sayısız sivrisinekle birleşince, Conrad'dan sinekleri, Bowles'dan sıcağı ödünç alıp ufaklığın içine düştüğü yeşil cehenneme kondurunca belki de en edebi işkencelerden birine dönüşür. Uyuşturucu da var, son nokta; çamurumsu bir macun çocukların zihinlerini yakar, midelerini mahveder ve onları ölüm makinelerine dönüştürür. Ellerde palalar ve tüfekler, üstte başta birkaç beden büyük kıyafetler, aileye dair yok olmaya yüz tutmuş anılar, çocuk askerlerin sahip oldukları şeyler bunlardan ibaret.

"Şöyle başlıyor." (s. 9) Başlangıç noktası, çocuğun saklandığı yerin keşfedildiği an. Bağırışlar ve silah sesleri geliyor, sonra saklanılan mekân tekmelerle ve dipçiklerle yıkıldıktan sonra koca göbekli, çırpı bacaklı ve sarı gözlü bir oğlan, çocuğu keşfediyor. Tokadı basıyor, çocuğu Komutan'a götürüyor. Bu koca göbekli çocuğun adı Strika, ailesi gözlerinin önünde katledildikten sonra hiç konuşmuyor, ağzından tek bir sözcük çıkmıyor, sadece verilen emirleri yerine getiriyor ve görevi yeni askerler bulmak. Çocuk biçilmiş kaftan, tek başına saklandığına göre ailesi parçalar halinde bir yerlerde kokuşuyor. Komutan'ın emirlerine göre çocuklara bir şans verilebiliyor ama yetişkinlerin şansı yok. Kendi askerlerinin bile yok; rüşvetle "teymen" olmuş zengin çocuğu bir adamının çuvallamalarını görmezden gelmiyor, adamı gerçek bir asker yapabilmek için, belki de sadece ölmemesini sağlamak için herkesin içinde azarlıyor, dövmekten beter ediyor. Çalıya çırpıya değil, erkek gibi yolun ortasına sıçılması gerekiyor, koşulların gerektirdiği bir şeffaflık. "Komutan Sah!" diye bağırıyor Teymen, "sir"ün "sah"a evrimi. Kendi aralarında konuştukları dil İngilizce, kendi dilleri bir tek esrime dolu danslarında görülüyor, o da pek sık değil. Çeviride bu detay verilmiş; Afrikalıların konuştuğu İngilizcenin çarpık, melez bir dil olduğu malum, yanlış sözcüklerin kullanımıyla ve anlatım bozukluklarıyla dolu, çocuğun konuşmalarında bu durum ortaya çıkıyor. Komutanın, "Kapasesini," diye bağırmasını o coğrafyada geçen filmleri izlediysek canlandırabiliriz, yoksa bir çocuğun yarım yamalak bildiği İngilizce olarak anlaşılıyor.

Agu -bizim çocuğun adı- komutanın yanına getiriliyor, komutana baktığı zaman mezarlık gibi bir ağızla karşılaşıyor. Çarpık dişler, kararmış diş kökleri. Kocaman bir adam, sert ama adil. Agu'dan adam öldürmesini istiyor, yoksa palayla tek vuruşluk canı gidecek. Teymen'e göre düşünmemek lazım, kafanın çürük meyvenin içine dönmemesi için. Komutan'a göre aşık olmak gibi bir şey. Hakkında düşünülemez, sadece yapılabilir. Birini öldürmenin aşka benzetilmesi ilginç. Bir açıdan aşık olmayı öğreniyor o zaman Agu; uygun adım yürüyüş, silah talimi, hepsi tamam, geriye bir tek birini öldürmek kalıyor. Komutan'ın tuttuğu el Agu'nun eli, Agu'nun tuttuğu el palanın eli ve Komutan eli kaldırıyor, pala kalkıyor, esir alınanlardan birinin kafasına iniyor. Bir süre sonra Agu kendisi kaldırıp indiriyor elini, adamın haykırışlarını duymuyor, sıçrayan kanı ve beyin parçalarını görmüyor, sadece metalin kemiği çatırdatışını duyuyor ve geriye çatırdayacak bir şey kalmadığı zaman palayı bırakıyor, kusmaya başlıyor, her şeyi korkunç bir parlaklıkla algılamaya başlıyor. "Bacağımın arasında sertleşiyorum. Âşık olmak buna mı benziyor?" (s. 27) Başkalarının aşık olma biçimlerine bakıyor, kesilen bir kolla kafasına vurulan insanları görüyor, bacağı vurulan bir adamın yerde sürüklenişini izleyen, bilim adamı havasındaki askerleri görüyor, hemen kendine yabancılaşıyor ve aklını bu yolla koruyor. Anılarını ortadan kaldırmak zorunda, daha fazla kafa parçalayabilmek için. Kötü bir çocuk olmadığını tekrar tekrar söylüyor. Asker olduğunu söylüyor, askerse yaptığı hiçbir şey kötü değildir. Savunma mekanizması. "Asker asker. / Öldür öldür. / Ancak böyle yaşarsın. / Ancak böyle ölürsün." (s. 29)

Askerliğe uyum sağlamadan önce son bir adım; son bir hatırlayış, sonra hiçbir şey kalmayacak. Anne, baba ve kardeş, köyde huzurlu bir yaşam. Baba öğretmen, Agu'yu İncil'le besliyor ve çocuğun ne kadar zeki olduğunu biliyor ama okula gitmesi için henüz erken. Agu okumak istiyor, doktor veya mühendis olup köyüne gelen beyaz derililer gibi sağlıklı, besili olmak istiyor. Beyaz derililer şişman, çok yiyorlar ve her zaman yiyecek bulabiliyorlar. Yerlilere yardım ediyorlar, onlar için kilise kuruyorlar, yiyecek getiriyorlar, sömürünün güzellemesi kusursuz bir şekilde yapılıyor. "Ama bu şeyler savaştan önce ve bir tek rüya gibi hatırlıyorum." (s. 33) Son bir hatırlayış olarak kalmıyor hiçbir şey, askerlerin besinsiz, susuz kalmasıyla zorlaşan yaşam anıları tutunulacak bir dal haline getiriyor, bu yüzden olayları anlatan Agu'nun metni çok daha sonra yazdığını sezebiliyoruz. Anılarla anlatının güncelliği iç içe geçiyor, fragmanlara ayrılmış bir zihni takip ediyoruz. Önce okul tatil ediliyor ve Agu'nun hayalleri suya düşüyor, sonra BM askerleri köye gelip insanları güvenli bir noktaya götürüyor ama Agu'yla babası kalıyor, köylerini savunacaklar, anneyle kardeş gidiyor. Askerler köye gelince savunacak pek bir şeyin kalmayacağını çok geç görüyorlar, belki biraz umutları varsa da medeni bir diyalog kurulamayacağını anladıkları zaman kapıları çoktan kırılmış oluyor. Babasının yediği kurşunlarla dans ettiğini görüyor Agu, "Kaç Agu!" haykırışını duyuyor ve kendini karanlık geceye atıyor. Anlatının sonların doğru, gerilimin zirvesinde.

İnsan öldürmeyi seviyor Agu, vücutlardan fışkıran şeyleri seviyor, kopan ve parçalanan kafaları seviyor, uyuşturucu çamuru seviyor, yağmayı seviyor. Kadınlara tecavüz edilmesini sevdiğini söyleyemeyiz, çünkü geri dönme ümidi hâlâ var ve annesiyle kardeşinin onu bir yerlerde beklediklerini biliyor. Diğer askerler için böyle bir ihtimal yok, onlar bir başlarına kaldılar ve kurtaracakları bir ruhları da yok. Hitler döneminin çocuklarını, çocukların oyuncaklarını hatırlıyorum; bir sürü tank, asker, uçak, sokaklarda kollarını kanat yapıp uçarak bombanın düşerken çıkardığı sesi çıkaran çocuklar, her şey korkunç bir karanlığın izini taşıyor. Asker çocuklar da tahtadan yaptıkları tüfeklerle birbirlerini vurma oyunu oynadıklarını hatırlıyorlar, aslında o masum oyunların içinde bugüne hazırlanmanın izleri mi var? Öldürmeye hazır olsalar da hiç olmaya hazır değiller, Komutan onlara hiç olduklarını sık sık hatırlatmasa kaçmaya çalışabilirler ama böyle bir şey olmuyor, Komutan son derece deneyimli bir asker ve insanları nasıl yönlendireceğini iyi biliyor. Bilmediği şey, tecavüz ettiği çocukların bir gün canını korumaktan vazgeçebilecekleri. Sonu böyle geliyor, Agu'nun tetiği çekip çekmeme kararsızlığı sürerken kendi adamlarından biri tarafından vuruluyor, açlığın katlanılmaz boyuta ulaştığı zaman. Çocuklara ne kadar adil, iyi davranırsa davransın askerlik mantığının onlara ulaşamadığı noktalar var, en azından Agu'ya.

Agu'nun öldürmeyi sevmeye başlamasıyla birlikte Şeytan olarak görülmek istememesinin gerginliği metin boyunca sürüyor. Acıkan, susayan, annesini özleyen ve doktor olmak isteyen bir çocuk Şeytan olarak görülmemeli, aklında bu fikir var, basılan köylerde tecavüze uğrayan kadınları izlerken, kopardığı uzuvlarla uzuvların sahiplerine vururken, kopardığı kafaların yavaş yavaş sönen gözlerine bakarken bir yanı her şeyin rüyadan ibaret olduğunu söylüyor, sanki bir başkasının yaptıklarını izliyormuş gibi. Depersonalizasyonun kusursuz bir örneği. Zeki bir çocuk olduğu için kendi dünyasını kapayıp bir başkasınınkine geçiş yapabiliyor, hatta biraz Holden Caulfield tadı var, Onca Yoksulluk Varken'deki evladımızdan da esintiler alıyoruz, yazar Iweala zaten yazı çizi temelli bir iş yapıyor, muhtemelen bir üniversitede veya kolejde yaratıcı yazarlık dersi veriyordur şimdi. Her neyse, tecavüz bölümlerinde aslında izlediği veya izlemek zorunda bırakıldığı eylemden kendisini soyutlayıp hatıralarına dönüyor, biraz buradan yırtıyor aslında, köyündeki dansları, arkadaşlarını, öğretmenini hatırlayıp ânın dehşetinden sıyrılabiliyor, iyi bir şey. Ölümden döndüğü son bölümlerde BM askerleri tarafından bulunup kampa götürüldükten sonra dehşet çoktan anılaşmış, bilince ve daha derinlere yerleşmiş oluyor ama unutulur bir hale geliyor, artık aşılabilir. Kamptaki psikolog yazmasını istiyor, ne yaşadıysa yazsın; ölen arkadaşlarını, Komutan'ı, babasını, her şeyi. Kurmacanın unutmaya bir faydası olabilir. Olur. Dönüştürülen her şey taşıdığı saflığı yitirir.

Gerçek bir dehşeti taşıyor bu metin, kurmacanın içinde bile gerçek. "Şimdi gece çok sessiz, çünkü o kadar açız ki ses çıkaran her şeyi yiyoruz." (s. 73)

1 Eylül 2018 Cumartesi

David Grossman - Aslanın Balı

Ara ara aklıma geliyor, Tanrı'nın kendisi için yaptığı planları bozan olası bir peygamber, bir yüce insan varsa elden gelsin. Düşünüyorum, o insanla Tanrı zaten birdir, öyle şey olmaz. Bu durumda üzülecek pek bir şey yok. Sonra biraz daha düşünüyorum, adam akıl hastası olduğunu düşünse de kutsal mesajları görmezden gelse, zorlama peygamberliğini intiharıyla sona erdirse. Sırasını savsa veya, ilahi hiçbir görev istemediğini söylese. Kendi iradesiyle göksel planlarda bir çatlak oluştursa. Kudreti sarssa, cezalandırılmadan yırtsa bir şekilde. İşlerin böyle yürüyeceğini sanmıyorum gerçi, kafasına maşrapalar yağabilirdi o zaman. Profiller de değişiyor; Tanrı'nınki dahil olmak üzere karakterlerin değişimleri inanılmaz, dinden dine. Helak eden, lütfeden, merhametli, şefkatli, intikamcı, sevecen, bir sürü ama bir Tanrı. Dediğim dedikçiliğini bir insanda görebilmek isterdim. Benzerleri var ama tam bir savaş haline geçip yok olana kadar mücadele edeni yok sanırım, varsa ben bilmiyorum, belki hikâyesi anlatılırken kırpılmıştır, başına bin türlü iş gelince çark etmemiştir de tamamen silinmiştir bu yüzden.

Samson, Grossman'ın gözünden biraz bu mertebeye yaklaşıyor ama yine de son bir intikam için göklere başvuruyor, Filistinlilerin evlerini başlarına yıkarken Tanrı'dan gelen iman gücüyle kendisini ve düşmanlarını yok ediyor. Yaratıcının sillesi olarak görevini yerine getirdiği söylenebilir, peki Grossman'ın günümüzün bilimsel verileriyle on bin küsur yıl önceki bir karakteri yorumlayarak yeniden inşa etmesi, karakterin silleliğini ve kulluğunu doğru bir biçimde oluşturabilir mi? Sanmıyorum, günümüzden geriye bakınca her şey güncel şemalara uydurulabilir ama bu Freud'un çıkarımları gibi bir iş değil; Freud Oedipus'un komplekse yakalanmış olduğunu söyleseydi bu saçma olurdu. Eh, Grossman biraz maniple ediyor Samson'u açıkçası, çok daha basit yaşamların sürdürüldüğü zamanları karmaşık aygıtlarımızla yorumluyor. İyi bir uğraş aslında, Samson günümüzde yaşasaydı icat ettiğimiz kavramlara uyum sağlama biçimlerini davranışların kodlarını çözerek anlayabilirdik böylece. İbrani mitolojisi olay ağırlıklı olduğu için malzeme zenginliği had safhada, psikolojik çözümlemeler etimolojik veriler incelenerek, Samson'un ve ailesinin edimleri üzerinden gerçekleştiriliyor. Grossman sadece psikanalizden yararlanmıyor, edebiyattan sosyolojiye pek çok disiplinle bağlantılar kurarak kahramanın yolculuğunu inceliyor.

Samson'dan biraz bahsetmek gerekir. Saçları efsane, gücünü saçlarından alıyor. Çok güçlü bir herif bu, Herkül ve türevlerinin arasında yer alıyor, tipik bir kahraman. Çocuğu olmayan bir çiftin çocuğu, zamanında aileyi ziyaret eden melek sağ olsun, Samson'u konduruyor annenin karnına. Sonra çocuk büyüyor, gelişiyor, aslan parçalıyor bir tane, parçaların arasından akan balı avuçluyor ve hem kendi yiyor, hem ailesine yediriyor. Filistinlilerle savaşıyor bir yandan, Filistinli bir kadına aşık oluyor, onun yatağındayken gücünün kaynağını söylüyor ve kadın saçlarını kesince Samson tüyleri yolunmuş tavuğa dönüyor, Filistinliler mekânı basıp Samson'u kör ediyor. Samson sergi nesnesine dönüyor, insanlar etrafında dönüp dolaşırken sessizce bekliyor. Tanrı onu terk ettiği için umutsuzluğa düşüyor önce, gücünü yitirmesiyle birlikte kapana kısılmış gibi hissediyor ama Tanrı'nın elini omzunda hisseder hissetmez iki kolonu yerle bir ederek koca yapıyı çökertiyor, binlerce Filistinli ölüyor. Kendisi de ölüyor. Mevzu kabaca bu. Grossman'ın çıkarımları, işte ilgi çekici noktalar burada başlıyor. Kendisine göre Samson'un olayı: "Ne cesur bir lider (zaten halkına hiç liderlik etmiyor), ne Tanrı'nın Nezîr'i (itiraf edelim, fahişelere ve şehvete kaptırıyor kendini), ne de kas yığını bir katil. Bana göre, kendisine dayatılan güçlü alın yazısına, asla kavrayamadığı, besbelli tam olarak anlayamadığı yazgısına karşı bitmek bilmeyen bir mücadele sergilemek zorunda kalan bir adamın öyküsü." (s. 5) Annesiyle babasının sevgisini kazanmaya çalışan bir adam Samson, onaylanmak ve sevilmek istiyor ama dünyaya gelişi sağlıklı bir ilişki kurmalarını engelleyecek nitelikte. Hasar ilişki kuramamakla kalmıyor, Samson'un dünya üzerinde huzur bulacağı tek bir yerin bile olmadığını düşünerek yaşamını mahveder gibi yaşamasına yol açıyor.

İsrail'in bir kralının, bir otoritesinin olmadığı, Midyan, Kenân, Moab, Ammon ve Filistiya İbrani kabilelerinin birbiriyle mücadele içinde olduğu zamanlarda Tanrı'nın meleği kısır bir kadına görünür. Kadın, meleğin "kendisine geldiğini" söyler, çiftleşme anlamı da taşıyan bir deyiş. Kadının bir çocuğu olacaktır, bu çocuk Tanrı'ya Nezîr olacaktır, işi budur yani. Annesiyle babasına ait olmayan bir çocuk aslında, Tanrı'nın mülkiyetinde bir evlat. Misyonu Filistinlilere kan kusturmak olacak. Olağanüstü özelliklere sahip bir çocuğu tam olarak kendi çocukları gibi göremiyor anneyle baba, bu yüzden sağlıklı bir ilişki kuramıyorlar. Kadın daha en başta kocasına olanları anlatırken çocuğun görevinden bahsetmiyor, taşıyıcı anneliği uzun süredir yolu gözlenen bir çocuğun doğuracağı mutluluğu baltalıyor. Kocayla arasında bir mesafe, çocukla arasında çok daha büyük bir mesafe. "Tanrı tarafından sömürülme" izlenimi çıkıyor ortaya, sonuçta kadın çocuk istiyordu ama bu biçimde değil. Öleceği günün de melek tarafından dile getirilmesi sonucunda anne, çocuğundan iyice kopuyor ve onun sağlıklı kararlar verebilme becerisini daha en başından baltalıyor, aklı zaten karman çorman olmuş babanın da pek bir yardımı dokunmuyor çocuğa, o halde Samson'un kendini mahvetmesinin ilahi emir mi, yoksa öz yıkımdan kaynaklanan bir mesele mi olduğu konusunda hâlâ muallaktayız. Birincisinin temelinde ikincisi de anlaşılır hale geliyor, darmadağın edilen umutlar ebeveyni yıkıyor, ebeveyn çocuğu yıkıyor, çocuk kendini ve Filistinlileri yıkıyor. Tanrı'nın pek de adil davranmadığını söyleyebiliriz Grossman'a göre.

Rembrandt'ın resmini inceleyen Grossman, Manoah'ın -kocanın- yüzünü patates çuvalına benzetiyor, bir eblehin vereceği tepkiyi yüzünden okuyabiliyoruz. Adsız anneyse dimdik, göğüslenmiş. Şöyle bir tabir var, hoşuma gitti: "Oğlu daha doğmadan önce 'kamulaştırılan' bir çift." (s. 43) Kocasına meleğin söylediği her şeyi söylememesi kadınlığın bilgeliğiyle ilgili, adamın böyle bir meseleyle başa çıkamayacağını düşünüyor ki daha hamile kalma durumunun yarattığı huzursuzluk var. Babanın meleğe çıkışır gibi olması bundan. Sonrasında gerçekten de Tanrı'nın elçisiyle karşı karşıya olduğunu anlayıp gereken saygıyı gösteriyor ama o zamana kadar olanlara pek bir anlam veremiyor gibi gözüküyor. Samson doğduktan sonra da oğluyla pek yakın değil, araya ilahi bir duvar girmiş durumda. Çocuk büyüyor, güçleniyor ve Filistinlilere kafa tutar hale geliyor. Bir anlamda kendini tartıp aslan öldürdüğü zaman ortaya çıkan bal onun sanatçılığını da uyandırıyor, sebep olduğu ölümün güzel bir şeye dönüşmesi yaratıcılığını tetikliyor ve ölüm makinesine dönüşmesine yol açıyor.

Samson'un çıkmazlarına bakıp bitiriyorum, Samson'un sevdiği bir kadınla başlayalım. "En büyük dileğinin, birinin onu mucizevi niteliklerinden dolayı değil, onlara rağmen, basitçe, bütünüyle, doğal olarak sevmesi olduğu gerçeğini kucaklayabilseydi?" (s. 50) Samson'un kabul edilme isteğini hiç kimse göremiyor, kahramanın yalnızlığı o kadar büyük ki yaşam alanındaki insanlardan anlayış göremeyince en olmadığı şeye yöneliyor; zıddına. Muhtemelen Filistinli, fahişe Delila'ya aşık oluyor ve onun yatağına giriyor. Kendi sonunu getirecek adımları birer birer atıyor Samson, özgürlüğü yakalamak uğruna. Tanrı tepede bir yerde izliyor ama Samson umutlu, anlaşılacak ve anlaşıldığı gibi sevilecek, olduğu kişinin sevilmeye değer biri olduğunu anlayacak. Kenara kadar yürüyor, kendini tamamen açmadan önce üç kez yalan söylüyor, en sonunda gerçeği söyleyip -Delila'ya gücünün kaynağının saçları olduğunu söylemesi son nokta- uçurumdan aşağı bakmaya başlıyor. Kendisi atlamayacak, o gücü bir başkasına, aşık olduğu kadına vermiş durumda. Aşkla ilgili o söz, hemen bir yerlerden çıkar: Aşık olduğunuz kişiye bir silah vermiş olursunuz, namlunun size çevrilmemesi tek dileğinizdir. Çevrilir, Delila satışı koyar, Samson'u yakalatır. Sonrasında yine yıkım, yok oluş, Samson'un gitmek istemediği bir yere sürüklenmesi.

Basit, anlaşılır bir insan olarak Samson oldukça ilgi çekici, semavi meselelerden sıyrıldığı zaman, sıyrıldığı ölçüde tutunacak bir şey arayan, acısını dindirmeye çalışan bir adam. Grossman, mitik imajın arkasındaki çocuğu insan olmanın -insan olmamanın, bir yandan- sancılarıyla değerlendiriyor, çok iyi.