Monokl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Monokl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ağustos 2019 Salı

Mark Z. Danielewski - Yapraklar Evi

Aylak Adam Yayınları için iki düzelti yaptım, bir tane daha yapıyorum şimdi. Bu metnin çevirmeni Gökhan Sarı -Aylak Adam'da çalışıyor- metne gömülü birkaç bulmacayı söyledi bana, dipnotların ilk harflerinden anlatının içindeki gizlere kadar pek çok zamazingodan bazılarını onun sayesinde gördüm. Daha fazlası için Reddit'e bakmamı söyledi ama bakmadım, metnin kendisiyle boğuşmak bana yetti. Normalde yetmez ama hikâyeler, yan hikâyeler, yan hikâyelerin yan hikâyeleri derken kafa kalmadı, kurcalamadım. Daha en başta, "Bu sana göre değil." şeklinde bir uyarı var, Cehennem'in kapılarındaki uyarıları andırıyor, okur kendisine uygun olup olmadığını birkaç sayfadan sonra çıkarabilir ama şunu söyleyebilirim, bu metin bomboş bir zaman için. Boş zaman, belki gerekir diye bir not defteri ve sabır, başka bir şey lazım değil. Anlatım tekniklerinin zenginliği açısından Köpekbalığı Metinleri'ni ve Kâğıt İnsanlar'ı hayli hayli aşıyor, bu ikisi gerçekten çok şenlikli ve oyunlu metinlerdir ama Yapraklar Evi gerçekten bir edebiyat olayı, muazzam iş. Metin hakkında internette zibilyon tane site ve tartışma başlığı var, insanlar hâlâ metnin içine saklanmış bulmacaları bulmaya ve çözmeye çalışıyorlar. Bakınız, daha en başta yazarının Zampanò olduğu söylenen bir metinle karşı karşıyayız, ön sözün ve notların Johnny Truant'a ait olduğu söyleniyor üstüne, doğrusal bir anlatıda Truant metni sunduktan sonra kenara çekilir, dipnotlarda da arada bir gözükür ve anlatı da düz bir çizgide ilerlerdi ama ne Zampanò ne de Truant düzlükten hoşlanıyor. Truant'ın yazdığı bir giriş bölümüyle başlıyoruz. Adam kâbuslar gördüğünü söylüyor, kullandığı sayısız ilacın durumunu iyileştirmediğinden bahsedip metni ne şartlar altında bulduğunu ve nasıl düzelttiğini anlatıyor, tabii kendisine pek güvenemeyeceğimizi anlıyoruz bu girişten sonra. Kısaca şu, 1996'nın sonlarında Truant'ın arkadaşı Lude, yaşlı bir adamın öldüğünü ve evinin yerleşmeye müsait olduğunu söylüyor. Truant o sırada Hollywood'da dövmeci olarak çalışıyor ve Lude'la birlikte kadınların peşinden koşuyor, serserinin teki. Eve yerleşmeden önce Zampanò'nun geçmişi hakkında bir şeyler öğreniyor: Adam tek başına yaşayan bir kör, çok yaşlı ve binanın bahçesinde durmadan geziniyor. Başka ne bir kimlik, ne bir sürücü belgesi, hiçbir şey yok. Bir de Lude'un gösterdiği yerden çıkan, zeminin altına gömülü kağıtlar, o kadar. Yüzlerce sayfalık bir metin. Posta pullarının, ilaç kutularının üstüne ve arkasına, sayısız kağıda, sayısız fotoğrafa yazılı kargacık burgacık, deşifresi zor, yırtılmış ve lekelenmiş zeminlere yazılmış onca deli saçması. Truant parçalar arasındaki ilişkileri anlamaya başlayınca metni yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlıyor, pencerelerini çivileyip kapılarını kilitleyerek sadece bu işle uğraşıyor bir süre sonra. Lude veya işvereni, kimse ulaşamıyor kendisine. Zampanò'nun ölmeden bir gün önce bıraktığı notta metni yayımlayacak kişinin gelir konusunda tek hakim olacağı yazıyor ama Truant zaten kafayı kırmaya çok müsait bir adam olduğu için elinin para göreceği kısma ulaşamıyor ne yazık ki. Dipnotlardaki delilikleri hakkında da bir şeyler söylüyor, örneğin adını andığı pek çok kitabın uydurmasyon olduğunu söylüyor. Yaşamına ve metni bir araya getirirken başından geçenlere söylenecek bir şey yok, olabildiğince doğru. Bunun yanında dipnotların Zampanò'nun asıl "oluşturduğu" metin olan Navidson Kaydı'yla pek bir ilgisinin olmadığını söylemek pek doğru olmaz, çevrilmesi gereken bölümler için vs. kadınların peşine düşen Truant'ın hikâyelerini dinleyeceğiz. İki farklı anlatı çizgisi olacak metinde, dipnotlarda Truant'ı izlerken asıl metinde Zampanò'nun araştırmasını takip edeceğiz, tabii metnin içeriğini de hesaba katarsak Navidson Ailesi'nin başından geçen doğaüstü olayı da gözlemleyeceğimiz için üç farklı çizgi çıkıyor ortaya.

Truant girişi tamamladıktan sonra direkt ana metne geçiyoruz. Fotoğraf ve sinema arasındaki benzerlikle farklılıkların irdelendiği bölümden sonra kaydın niteliğine geçiyoruz. Pulitzer sahibi Will Navidson ve ailesi, çatırdayan birlikteliklerini kurtarmak için kırsalda bir eve taşınmaya karar verirler, taşınırlar ve evde garip işler döndüğünü fark ederler. Bu garipliğe gelmeden önce evle ilgili çekilmiş iki filmden, Miramax'in bu filmleri vizyona sokmasından ve görüntülerdeki olanaksızlıklar hakkında birtakım atıp tutmalarda bulunan uzmanlardan ve uzmanların demeçlerinden bahsedilir. Okur olarak bir evin ne ölçüde garipleşebileceğini görebilmek için hazırlanırız açıkçası, 1990'da ortaya çıkan filmin pek çok ödül aldığını ama Will'in ödülleri almak için ortaya çıkmadığını öğreniriz mesela. Aileden de bahsedeyim, Karen eş. Chad ve Daisy çocuklar. Ev, ev. Metinde geçen bütün "ev"lerin maviyle yazıldığını da belirteyim, "house" olsa bile. Neyse, Karen ve Will arasında birtakım sıkıntılar var, Karen biraz sadakatsiz ve Will de işi gereği fotoğraf çekebileceği yerlere seyahat ediyor durmadan, dolayısıyla aile bağlarının tekrar güçlenmesi için bir başlarına kalabilecekleri sakin bir yere gitmeleri şart. Gidiyorlar, evin ölçülenden daha geniş olduğu ortaya çıkıyor. İçerinin ölçümüyle dışarınınki birbirini tutmuyor. Eve kameralar yerleştiriyor Will, aslında orada olmayan koridorları ve kapıları böylece kaydediyor. Evin tarihini araştırdığı zaman 1720'lerde inşa edilen evde yaşayanların başlarına pek bir şey gelmediğini görüyor. "Ev sahiden de ruhsal ıstırapların neticesiyse, bu netice orada ikamet edenlerin ıstıraplarının kolektif neticesi olsa gerektir." (s. 25) Evin bütün bireylerinde az çok ruhsal bir problem var, hayatları yolunda gitmiyor. Chad okulda sıkıntı çıkarıyor mesela, Karen ve Will arasındaki kopukluk malum. Tom var bir de, Will'in ikiz kardeşi. Araları hiçbir zaman çok iyi olmasa da birbirlerine saygı duyan insanlar, bilinmeyene birlikte yürüyecekler. Tabii bilinmeyenin pek çok tanımı olduğu için varlık ve yokluk konusunda birtakım açıklamalara girişiyor Zampanò, metni sıklıkla bölüp bu tür açıklayıcı bölümlere yer verecek sonrasında da. Bir örnek, Heidegger'in varlıkla ve zamanla ilgili görüşleri, kavramları ve "tekinsizlik" üzerinden yarattığı felsefi parçalar genişçe bir bölümün içeriğini oluşturur. Olay örgüsü ilerler, maceraperest üç adam Will'in davetiyle meseleye dahil olurlar. İçlerinden birinin Karen'la öpüştüğünü görürüz, bunu Will de kayıt yapan kameralar vasıtasıyla görür ama eşini sevdiği için ve önlerinde çözmeleri gereken bir sıkıntı olduğundan ses çıkarmaz o sırada. Keşif Will'in orada olmayan koridorda ilerleyip geri dönmesiyle çoktan başlamışsa da profesyoneller metrelerce uzunluktaki ipleri ve tam teçhizatlı çantalarıyla koridora adım atar atmaz macera başlamış olur. Arada ontolojinin teolojik görünüşleri üzerine de güzel bir söylev okuruz. Varlık felsefesini içeren her bir filmi, metni ve zımbırtıyı düşünün, bir şekilde karşınıza çıkabilir. Hepsini saymayacağım, canavar gibi bölümler var. Neyse, kaşiflerin yaşadıkları hem çekim yapan kameralardan, hem de anlatıcı vasıtasıyla izlenir, dönüşümlü bir şekilde. Girerler, ilerlerler, inerler, çıkarlar, tırmanırlar, boşlukta salınırlar ve sonu bir türlü bulamazlar. İlk keşiften sonra bir ikincisine kalkışırlar, profesyonel adamların yavru kedilere döndüklerini görürüz ve üçü de orada bir şekilde "sıkışırlar", üstelik kışkırttıkları boşluk bir deliğe dönüşerek her şeyi içine çekmeye çalışırken Tom da hayatını kaybeder. Son olarak Will gider, tek başına. Bilinmeyenin anlamını bulmak istemektedir ama bilinmeyen aslında son derece bilinen bir şey olarak Will'in yaşamındaki amacın anlamsız olduğunu göstermek için onu yavaş yavaş siler, sonlarda. Yer çekimi kaybolur, beden kaybolur, düşünceler kalır ve en sonunda düşünceler de kaybolur. Temel hikâye bu, Truant'ın hikâyesi dipnotlarda akar, akar, akar. Kadınlarla kurduğu ilişkilerin yıkıcılığının yanında hapların ve metinle uğraşmasının etkisini de görürüz, yavaş yavaş kafayı yer. En sonunda akıl hastanesindeki annesinin mektuplarına yer vererek kendi anlatısına noktayı koyar. İki farklı anlatının kesiştiği bir nokta var mı, varsa neresi, o da okura kalmış bir şey. Bir yorum yapmak gerekirse Truant'ın düzenlediği metnin aslında kendisinin Yapraklar Evi olduğunu düşünebiliriz çünkü yapraklar duvarlar olarak belirebilir, insanlar aynı insan olarak belirebilir, sonuçsuz veya anlamsız bir çabanın insan üzerindeki yıkıcılığı pek çok metaforlar gösterilebilir. Ev, kitap, iş, hepsi bir yıkım metaforu olarak görülebilir, işin kolayına kaçarsak.

Hikâye çok kabaca bu, içinde sayısız oyun zaten var ve tek başına da müthiş bir metni çatabilir ama zeminin/sayfanın/grafiklerin/sözcüklerin kullanımı son katmanın gerçekliğini sağlamlaştırmış oluyor. Elimizdeki metinde yer alan birkaç çılgın şeye değineyim, örneğin Truant dipnotlarının bir bölümünde bir dünya isim sayıyor, sayfalar boyunca. Bazı paragrafların üzeri çizilmiş ve paragraflar kırmızıyla yazılmış. Truant dipnotlarında bunu yaptığı gibi kendi tasarrufuyla Zampanò'nun bölümlerini de karalayabiliyor, çizebiliyor. Bazı bölümleri aynaya tutarak okuyabiliyoruz, bazı bölümleri içlerinde yer aldıkları kutucukları takip ederek okuyabiliyoruz, bazı bölümleri kitabı yan, çapraz veya değişik açılarla tutarak okuyabiliyoruz, keşfin anlatıldığı bölümlerde karakterlerin yaşadıklarıyla sayfa kullanımının garipleşmesi, sözcükleri oluşturan harflerin aynı satırda yer almaması gibi durumlar ortaya çıkıyor. Düşülen bir bölüm varsa harfler alt alta geliyor örneğin, bir kapı açılmadan önce koca bir boşlukla karşılaşıyoruz, sayfada birkaç harf dışında hiçbir şey yok. Fotoğraflar, çizimler, Einstein'ın teorileri, kimya formülleri, uçsuz bucaksız bir bilgi yığını. Onca şeyi bir araya getirmek, eklemlerken kopmamalarını sağlamak gibi pek çok şey için yazara hayranlık duyulabilir. Gerçi yazar kim, düşünmekten yoruluyor insan. Danielewski herhalde.

Konusuyla, anlatımıyla müthiş bir metin bu. Okursanız halinde kurmacanın gidebileceği noktaların en uçlarından birini görmüş olursunuz, güzel olur.

9 Nisan 2019 Salı

Joseph Fink & Jeffrey Cranor - Night Vale'e Hoş Geldiniz

Kasaba kendi halinde, çağlar öncesinden günümüze gelmiş bir kasaba, çöldeki en eski yerli halk kadar eski. Tarihi bu kadar. Çöl Çiçeği Bovling Salonu ve Atari ve Eğlence Merkezi var, Tüm Gece Açık Mehtap Lokantası var, Ralphs nam bir süpermarketi var, başka da değinmeye değer bir tek rehincisi var, ona geleceğim. Dört tarafı bomboş, dümdüz. Her kasaba gibi bir kasaba ama bir farkla, burada kuantum gereği gerçekleşmesi mümkün olan şeyler gerçekleşiyor. Bildiğimiz dünyada böyle bir şey pek olmuyor, duvarın içinden geçen insanlarla pek karşılaşmasak da teoride bu mümkündür, atom altı parçacıklar atomları çılgın serseri haline getirebilir, böylece suda yürüyebiliriz. Sonsuzun içinde mümkün ihtimaldir. Mesela rehinci Jackie Fierro, hep on yedi yaşındadır. On yediden bir gün bile almamıştır. Travmasının doğumuyla birlikte aynı yaşa çakılı kaldığını düşünebiliriz, yahut kuark ve arkadaşlarının bir boyut olarak zamanı delik deşik edebilmeleriyle zamandan münezzeh olduğunu da düşünebiliriz. Jackie bir atom altı parçacıktır, kasaba başka bir kuarktır ve bu ikisi ayrılamaz. Gerekirse başka kuarklar oluştururlar ama ayrılmaları mümkün değildir. Metindeki bütün mekanlar ve karakterler kuarkların metaforları olabilir mi, belki. Hatta nötrino bile diyebiliriz Jackie için. "Dünya ve kendisinin onun içindeki yeri bir hiçti ve o, bunu anlıyordu." (s. 9) Nötrino kardeşler normal şartlar altında yüksüzdürler, herhangi bir bilgi kırıntısı taşımazlar, Kurzweil'ın, "Bundan kesin bir şey yaparım ben," diyebileceği elemanlardır. Etkileşime girdikleri zaman, ancak o zaman bir şeyler taşırlar, enerji çalarlar. Eh, mevzular başlar başlamaz dükkanından ve kasabadan çıkamayan, mekandan kurtulamayan Jackie için hareket de başlamış olur. Aralarda fiziğin uç beyliğiyle ilgili göndermeler var, onları alacağım. Jackie'den gidiyorum; belli bir çalışma saati olmadığı için kafasına göre takılıyor, İhtiyar Kadın'ın bir dünya ucuz plastik flamingosunu on bir dolara alıyor. Jackie kendisine getirilen her şeyi on bir dolara alıyor, uzay gemisinden bozona kadar ne getirilirse getirilsin. Bu sırada İhtiyar Kadın evine çağırıyor Jackie'yi, meleklerin kendisini özlediğini söylüyor. Melekler var, cinsiyetsizler, ev işlerini yapıyorlar. İlahi bir kadınla karşı karşıyayız. Aslında çok şeyle karşı karşıyayız ama neyin ne olduğunu mantığımızla veya kuş kadar bilgimizle anlayamayacak durumdayız. Daha ne gariplikle karşılaşabiliriz diye düşünürken işlerin daha da garipleştiğini görmek çok keyifli. Biraz da birikimliysek okur olarak bu metne hazırız demektir, bölümler arasındaki geçişler ve olay örgüsü takibi elimizden öper. Yapboz benzeri bir anlatı dünyası var metnin; anlam veremediğimiz ayrıntılar ilerleyen bölümlerde anlam kazanıyor ve parçalar oturmaya başlıyor. Zaten absürttü olaylar, bir de bu parçaların yerine yerleşmesini beklerken her birine anlam vermeye çalışıyoruz, kolay değil.

Dükkana en son Diane geliyor. "Jackie'ye göre Diane pek çok şeye benziyordu. Çoğunlukla, hem bir mekânda hem de bir zamanda kaybolmuş bir insana benziyordu." (s. 11) Hmm, tamam. Diane oracıkta bir damla gözyaşı döktüğü mendilini on bir dolara bırakıyor, Jackie rehin bırakılan her nesne için bir an ölüyor ve tekrar diriliyor, teşekkür edip müşteriyi yolluyor. Tam dükkanı kapatacakken taba rengi ceket giyen bir adam geliyor dükkana, Jackie çığlık atıyor. Adamın elinde bir çanta var. Bu kadar. Neden çığlık attığını, üzerinde KING CITY yazan kağıdı aldığında neden otuz dolar ve zaman hakkında bir düşünce verdiğini sonra anlayacağız. Adam kendini Emmett olarak tanıtıyor, sonra Elliott olduğunu söylüyor ve dükkandan çıkar çıkmaz karanlığa doğru koşmaya başlıyor, etrafında kum bulutları. Neler oluyor?

Ev. Normal bir ev ve normal bir ev değil. Bu tür bir anlatım şeyleri yerine oturtmamızı zorlaştırıyor ama maksat bu; tekinsiz ve sürekli değişebilen bir doğa kurulmuş. Neyse, on beş yaşında bir eleman yaşıyor evde, Josh Crayton. Annesi Diane Crayton, gözyaşı damlattığı mendili rehin bırakan kadın. Josh bazen bir kuş oluyor, bazen elbise dolabı oluyor. Ergen benmerkezciliği onun istediği kılığa girmesini sağlıyor, adeta bir nanobot bulutu bu çocuk. Sadece iki ayaklı olduğu zamanlarda hoşlandığı kız da ondan hoşlanıyor, bu iyi. Annesiyle arası iyi değil, bu kötü. Arabayı sürerken insan formunu alması yönünde uyarı alıyor, aslında annesi pek çok konuda onu uyarıyor çünkü baba yok, para yok ve ergen bir evlatla uğraşmak kolay değil. Bir de suratı olmayan bir kadın yaşıyormuş evde ama bu olay hikâye için önemli değilmiş. Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol. Jackie dükkanı kapıyor, nihayet, çöldeki ışıklara bakıyor. Bu ışıklar her gece belirip kayboluyor, ne olduğu belli değil. Yazı gereçleri kasabada uzun süredir yasaklıymış, kamu refahı için. Tamam. Arkadaşları kasabadan gitmiş, kendi yaşamlarını kurmuşlar ama Jackie orada kalmış, Cecil Palmer'ı dinleyerek günlerini geçirmeye başlamış. Cecil'in deliliğini ayrı bir paragrafta inceleyeceğim, radyoda sunduğu programın delirticiliği akıl almaz bir şey. Bir şey daha, her şeyin keder olduğunu biliyor Jackie, kendisinin dahil. Neyse, elindeki kağıt kaybolmuyor. Çekip atıyor, kağıt elinde. KING CITY yazan. Yakıyor kağıdı, yine avcunun içinde.

Cecil'in haberleri birkaç bölümde bir karşımıza çıkıyor. Beyni yakmadan birkaç şey söyleyeyim, bilinçlilik hakkında bildiklerimizi sayıyor: Kum bilinçli, çöl bilinçli. gökyüzü bilinçli değil. Bitkiler aralıklı olarak bilinçli, bizler bilinçli değiliz ve benzeri bilinç akışları. Pek çoklarının bilgisayar kullanmasına izin yok. Örümceklerin çoğu ağ örmeyi ve daha küçük böcekleri yemeyi tercih ettikleri için örgün eğitime hiçbir zaman dahil olmuyorlar. Az sonra yeni bir insana uyanmanın bilinç kaybı. Taba ceketli adamla ilgili bir şey söylenecek ama ne söyleneceği unutulmuş. Adam kasabalılar tarafından sıklıkla unutuluyor, civarda at koştursa da. Diane ve Jackie'nin hikâyeleri bir noktada birleşiyor, kasabanın dışına çıkmayı başarıyorlar ve yakınlardaki efsanevi King City'ye gidiyorlar, bütün yollar kendi kasabalarına geri dönse de döngüyü kırmayı başarıyorlar ve yasla karşılaşıyorlar; yasları onları hep aynı mekanda tuttuğu için, ceketli adam ikisinin de tanıdığı biri çıktığı için ve açtığı yaralar kapanmak bilmediği için, kasabadaki hemen herkesin yarası adamın ardında bıraktığı yıkıntılardan doğduğu için, her keder için kasaba yerleşim yeri olmaktan çıkıp sürekli kanayan bir yaraya dönüşmüş. VanderMeer'in Bölge'si gibi. Depresyonun çarpıttığı yaşamların arasında mantığa uygun bir şey bulmak zor, bildiğimiz dünyanın sonu gelmiş durumda.

Lovecraft'in evrenine benzetilmiş kasaba ortamı, benzetilecek pek bir şey yok. Özgün bir mekan oluşmuş, belki Keret'in müntehirler için düşündüğü mekana benzetebiliriz biraz. Diyeceğim şu; okunmalı ki kafalar yanmalı.

31 Temmuz 2018 Salı

Clarice Lispector - G. H.'ye Göre Çile

Ekelund'un Knausgaard'a yolladığı mektuplardan birinde karşılaşınca Lispector'ı daha fazla ertelemeyeyim dedim, ertelemedim. Şu sıralar Proust'un meşhur eserini okuyor olmam lazımdı, geçen yaz yaptığım plana göre işler başka türlü olacaktı ama planlar bir yana, yaşam değişti. Umduğum şeyler umduğum gibi olmadı, her şey bambaşka bir yola girdi. Tanrı'ya gülücük gönderdim, "Ben de kendime gülüyorum," dedim. "Nihayet çaktın mı köfteyi?" dedi. "Nihayet," dedim. Hemen Lispector'ı okudum. Planlarımı kendim bozmaya başladım, böylece güç bendeydi artık. Sonra metnin içinde yittikçe aslında gücün Lispector'da olduğunu anladım. Yaşam Suyu'nda da kendine binlerce parçaya ayrılmış bir aynadan bakış vardı ama çok da uzağa düşmüyordu bu bakışlar, bu kez uzam biraz daha geniş. Metinde Xavier de Maistre anılıyor muydu hatırlamıyorum ama bir odanın genişleyebileceği ölçünün kırıldığı, bir hamam böceğinin taşıdığı ikinci yaşam üzerinden insanın düşüncesinden çok uzağa sürüklenilen bir anlatı bu. Lispector yine benliğinin izini sürüyor ve sonsuzu yakalamaya çalışıyor, bu bir çile ve çilelerin en yaşam dolusu.

Epigrafta Bernhard Berenson'ın bir şiiri. Tamama ermiş bir hayatın benlik yokluğuyla özdeşleşmesi, ölecek bir benliğin kalmaması. Ölümün farkına varacak bir bilinçten söz etmek mümkün değil artık, benlik sayısız parçaya bölündükten sonra yaşamın herhangi bir parçasını taşıyabilmesi için ihtiyaç duyduğu tekilliği tekrar sağlayabilecek duruma gelemez, yaşamın parçaları etrafa dağılır ve toparlanabilenler toparlanır. Hatıralarla aynı meşreptendir bu mevzu, hatta onun bir parçasıdır, belki de yaratıcısıdır, parçalanmadan bilemeyiz ama bir kez dağıldıktan sonra artık her yerdeyiz, ölüm yanımızdan geçip gider, evrenin ilk ışıkları yolumuzu aydınlatır, bir sonsuzun gözlemcisi oluruz. Neredeyse. Çileden geçiriyor yolunu Lispector, okurlara seslendiği bölümde G. H. karakterinin zamanla zorlu bir mutluluk verdiğini, buna yine de mutluluk dendiğini söylüyor. Yaşamın en saf olduğu zaman, bir çilenin uyandırdığı hassaslık ortaya çıkınca beliriyor. Bir yaklaşmanın tamamlanmaması gerek, yarımlıkta uyanıyoruz, yarım kalmanın kıyısında anlıyoruz ki o biricik anda hemen her şeyi anlayabiliriz. Beklentinin ve hiç bir araya gelemeyecek olmanın tam ortasında.

"Oldu mu bir şey ve ben, onu nasıl yaşayacağımı bilmediğimden, onun yerine başka bir şey mi yaşadım?" (s. 13) Varoluş şeklinin sınırlarını çizmeye çalışan anlatıcı, yaşadıklarını düşündüğü zaman kesinliğe ulaşamadığını görüyor. Kuantum mekaniğine -mekanik denebilirse- yakın bir durum; kendini sabitlediğinde yaşamını çözümleyemiyor, yaşamını çözümlemeye kalktığında hangi parçasının eyleme geçtiğini, hangi parçalarının atıl hale geldiğini bilemiyor. Aradalığın metni diyorum buna, dedim gitti. Devam, "içeriye bir yol" gerekiyor, anlamlandırma çabasının odağında bir şeyin yitirilmesi var, kaybedilen bir temel parça, anlatıcı o parçayla birlikte kendini de kaybetmek istiyor, benliğinin ötesine geçmek istiyor ve bunun için çabalıyor, çilesinin hedefi bu. "Beni altüst edecek o korkunç özgürlükle ne yapacağımı bilmiyorum." (s. 15) Görebilmenin özgürlüğü, hiçbir şeyin gerçek olmadığı noktasına ulaşmak çok olası, anlatıcı bu ihtimali düşünerek yola çıkıyor. Kendini bir hiçlikte bulabilir, bu kez elinde hiçbir parça kalmaz, insanlığını hatırlatan parçalara sıkı sıkıya sarılı ama onları ardında bırakamadıkça hedefine varamayacak. "İnsanileştirilmiş hayat. Çok fazla insanileştirilmiş hayatım oldu." (s. 16) Anlatıcı için insanın duygusal anlamda ulaşabileceği eşiğin çok daha ötesini biçimleyebilecek sözcükler, yeni sözcükler, yeni duygular gereklidir, bunlara ulaşabilmek için tek bir yaşamın toplayabildiği bütün veriler kullanılır ama çaba yeterli değildir, bu noktadan sonra devreye böcek girer. "Başıma gelen şeyi yaratacağım. Çünkü yaşamak anlatılamaz. Yaşamak yaşanabilir de değil. (...) Bana olan şeyin gerçekliğini yaratacağım." (s. 22) Adını taşıyan insanın kendisi olmadığını, bir başkası olduğunu ve ona ihtiyacının olmadığını söyler anlatıcı, başkalarının kendinde gördüğü olan kendinden ötesine geçmek ister, işi bırakan hizmetçisinin odasında karşılaştığı böceğin yaşamını ödünç alır. Böcek kendisi tarafından yaratılmış değildir, kendinin dışında bir varlıktır, eşyaların, insanların ve gerçekliğin bir parçasının dışındaymış gibi bir izlenimi vardır.

Odanın anlatıcıya bakan gözleri karanlığın içindedir, o bir diğeri olabilecek niteliklere sahip değildir. Nitekim, ışık yandığı an ortadan kaybolur ama böceğin varlığı ışıktan bağımsızdır. Anlatıcının yarattığı kendi "ben"i olmadan bunu anlaması mümkün değil, çatlatıp binlerce çizgiyle ayırdığı bilincinin yansıması, bir başka ben olarak böceğin varlığı olumlanır. Yeryüzünün ilk varlıklarından sayılan hamam böceği, anlatıcının sonsuz yolculuğunun başlarından beri oradadır, ikisi de dünyayla yaşıttır ve Tanrı olarak da adlandırılan o yüceliğin parçaları olarak birbirlerini tamamlarlar. Yine de huzursuzluk kaybolmaz, eminsizliğin bataklığında hiçbir şey yüzeyde kalamaz. "Şimdiye kadar ne ölçüde kendime bir kader uydurup gizli gizli başka bir kaderi yaşadım?" (s. 58) Olanla "muhtemel olan" arasındaki ikilik, huzursuzluğun kaynağı gibi gözükür. Hakikatle ilk temaslarının kirletici olduğundan bahseder anlatıcı, hiçliğe karışır. Böcekle birlikte hiçliğin bir parçası olurlar, "gören" olmaktan çıkıp "görmek" olunur, bedenler değiştirilir ki bilincin içinde ıstırap çekmediği bir hiçliğin ne olduğu anlaşılabilsin. Dilin bu hiçlikte hiçbir anlamı yoktur, canlı olan sevginin sözcük olarak bir anlamı yoktur, o sadece bir edimdir ve bu boşlukta anlaşılabilir, edimin bilinçle olan bağlantısı ortadan kaldırılarak. Monolog olmayan bir monolog belirir, bu boşlukta varlığın sesi tek başına yankılanmaktadır. Yaşamın Cehenneme benzerliği ele alınır, ulaşması beklenen şey/kişi için ulaşılan bu noktadan vazgeçilip vazgeçilemeyeceği düşünülür. Ardından "şimdi"ye düşülür, birbiri ardına açılan varlık kapıları ardından.

Beklenen hatırlanır; öpüşlerin bıraktığı tuz tadı, hiçliğin ve yaşamın nötrlüğüne kazılı tek bir an. Bir sonsuz olarak nokta. Dünyayı kapsayan bir nokta. "Dünya ancak dünya olursam beni korkutmazdı. Eğer dünyaysam korkmam." (s. 86) Bütün oluş biçimleri dünya yoluyla olur, anlatıcının hedefi buraya ulaşabilmektir. Sevgi de bu oluşta kendine yer bulur ve anlatıcının sözcükleri tarafından biçimlenir. Hamam böceği anlatının yardımcısı olarak hâlâ odada bulunmaktadır ama konuşan o değildir. Şimdi beklenen içindir onca söylenen söz, uzaktaki bir düş için ağıt.

Lispector'ın kendini yaratış biçimleri her kezde ayrı bir şaşkınlık doğuruyor, ürkütüyor ve hayran bırakıyor. Tek bir noktadan bir evrene ulaşılabilir, bunu pek az kişi yapabilmiştir, Lispector da onlardan biridir. Bence.

7 Temmuz 2018 Cumartesi

Karl Ove Knausgaard & Fredrik Ekelund - Evdeyken Deplasmanda

Okumayı bitirdiğim sırada İngiltere attı bir tane, Ekelund'un üzüntüsü gözlerimin önünde belirdi. İsveç iyi bile geldi aslında, çeyrek final görmeleri bile büyük bir olay. Belçika-Hırvatistan finali oynansın istiyorum. Bu yaz bitmesin istiyorum, 2022'ye kadar beklemek istemiyorum. İngiltere ikinciyi de attı, aldılar maçı. İngiltere-Hırvatistan eşleşmesi olursa Hırvatların yanındayız, iyice bir ezip geçsinler İngilizleri. Knausgaard da öyle ister. Ekelund tersini diliyor olabilir, futbol görüşleri biraz ayrı. Knausgaard makine futbolunu beğenmiyor, bireysel yeteneklerin sürüklediği takımları da beğenmiyor ama yine de mantıksız olduğunu bile bile bir onu, bir diğerini tutuyor. Ekelund biraz daha oturaklı, keyifli futbol izlemek istiyor ve takımların potansiyellerini kullanmasını diliyor. Ekelund on yıl daha yaşlı, Knausgaard'ın dengesizliğini stabilize edebiliyor. Keyifli sohbetler, okurun istediği de bu.

2014 Brezilya Dünya Kupası süresince birbirlerine elektronik postalar yollayarak maçları, takımları ve yaşama dair hemen her şeyi yorumluyorlar. Knausgaard'ın Kavgam'ından sonrasında neler olduğuna dair merakımız diniyor; adamın dördüncü çocuğu olmuş, İsveç'te kuş uçmaz bir yerde, Geir'in evinin az aşağısında yaşıyor. İmza günlerine gidiyor, sigarayı bırakmaya çalışıyor, bildiğimiz Knausgaard aslında. Maçları izlerken uyuyakalması, adamın elli yaşına bastığını öğrenince makul bir hale geliyor. Gerçi bu sene de bazı maçlar son derece uyutucuydu, daha fazla uyumuş olabilirler. Ekelund hâlâ Brezilya'da yaşıyorsa onun için aynı şey geçerli değil. 2014'te heyecanı tam kalbinde yaşamış bir adam Ekelund, Brezilya gözlemleri son derece renkli, melez bir dünyanın her ögesini taşıyor. Siyahla beyazın değil, grinin ülkesinde futbol büyük bir heyecan, katliamlara yol açabilmesi bir yana, rakip takım taraftarlarının kardeşçe maçı izlemelerine de sebep olabiliyor. Futbolun bu birleştirici ve ayırıcı doğası, mektuplaşmalardaki pek çok tartışma konusunu -milliyetçilik, globalizm, feminizm, ataerkillik, dünyanın ahvali- belirliyor bir yandan. Daldan dala atlıyorlar, güzel bir muhabbet çıkıyor ortaya. Bizde böyle bir şey yapılsa bir tarafın Ali Ece olmasını isterdim. Diğer tarafa herhangi birini düşünemiyorum.

Biri elli, diğeri altmış yaşında iki adamın geyik muhabbeti olabildiğince samimi ama mektupların yayımlanacağını bildikleri için ne kadar rahat olurlarsa olsunlar bazı konularda ihtiyatlılar, bu da işin doğallığını bozuyor açıkçası. Mektup çok özel bir şey, Turgut Uyar'ın Tomris Uyar'la mektuplaşmalarından hiçbir şey kalmamış geriye mesela, Turgut Uyar'ın isteğince onca mektup ortadan kaldırılmış. Bu işin bir kutbu, diğer yanda yayımlanacak mektupların aslında kapalı olan açıklığı var. Söz gelişi bir kulturmann tartışması var, kodaman abilerin genç kadınları istemedikleri şeyleri yapmaya zorlamalarına dair. Muhabbet erkek kokuyor; Knausgaard galiba, bu işin hep böyle olduğunu, bunun bir çıkar ilişkisi olarak görülebileceğini söylüyor. Erkekler gördükleri kadınla sevişmenin nasıl olacağını düşünürlermiş ilk, bu da bir iddia. Neyse ki daha fazla batırmadan kesiyorlar muhabbeti, biz de adamlara duyduğumuz saygıyı kendi kendilerine fazla baltalamadıkları için akıcı konuşmalarını okumaya devam ediyoruz ama bir kere çorbanın içindeki sineği gördük, keyif kaçtı. Çok yakınımda bir örneğini gördüm; düşüncesi bile tiksindirici ama bu ciddi ciddi düşünülüyor, bir erkeğin konumundan faydalanmak için kadınlığını kullanıp kullanmayacağını düşünen bir kadın, en az erkek kadar itici. Diğer meseleler bu kadar itici değil, mesela Brezilya'nın rengarenk sokakları, caddeleri ve havası ilgi çekici, Ekelund maçlardan önce ve sonra şahit olduklarını, Brezilyalı arkadaşlarını, kumsalda oynanan futbolu, yaşadığı hemen her şeyi anlatıyor. Knausgaard da gezdiği yerleri anlatıyor, aslında tam bir orta sınıf paslaşması bu. Kendileri de söylüyor zaten; yazdıkları kitapları kendileri gibi insanlar okuyor, muhabbetlerini kendileriyle özdeşleşebilecek olanlar, kendi yaşam standartlarına yakın olanlar okuyor, başkalarını ilgilendiren bir dünyaları yok. Az okunuyorlar, ortalamaya göre daha da az okunacaklar, bunun sıkıntısını duyuyorlar ama bir yandan da "Üçüncü Dünya" diye bir şeyin kalmadığını söylüyorlar, herkes orta sınıflaşmaya doğru gidiyor. Bu da goy goy muhabbetlerinden biri. Angola'nın IMF'ye -bunu sıktım, bir kuruluşa diyelim- yardım edebildiği, çetelerin giderek azaldığı, küreselleşe küreselleşe bir olmaya doğru ilerleyen bir dünyada yaşadıklarını söylüyorlar. Eskisi gibi savaşlar yapılmıyor, şiddet eylemleri azaldı, dünya artık daha süper bir yer. Bunları bu yaşlı heriflerin konfor alanlarından görülen dünya üzerine yaptıkları şımarıklık olarak görüyorum, zaten kendi iddialarını da bir noktada yok ediyorlar. Ekelund, favelalardaki çetelerin ortadan kalktığını, sokak ortasında adam öldürülmediğini vs. söylüyor. Bunun sebebi dünyanın en büyük turnuvalarından birinin yaklaşması/gelmesi olabilir mi acaba? Gözden ırak olan gönülden de mi ıraktır? Katranı kaynatsak olur mu şeker? Sonradan bir başkası, arkadaşı sanırım, söylüyor zaten; bela çıkaracak unsurlar başka şehirlere def edilmiş durumda. Hiçbir şeyin iyiye gittiği yok, sadece görünürlükleri azaltılıyor, hepsi bu.

Maradona, Pele ve Messi muhabbetleri müthiş. Pele'yi sevmezmiş Brezilyalılar, para için yapmayacağı iş yokmuş adamın, o yüzden kendilerinden görmezlermiş. Messi de erkenden İspanya'ya gittiği için Arjantinliler tarafından öyle pek de sevilmezmiş, Tevez daha çok sevilirmiş mesela. Maradona pek çok mektupta sohbet konusu oluyor, hepsini alamayacağım ama oyunun güzelliği açısından bir anekdotu aktarabilirim. 1986'da attığı çılgın koşulu golde kendisine neden pas vermediğini soran takım arkadaşına, "Biliyorum, pas vermeliydim, seni gördüm ama pas vermek hiç aklıma gelmedi," demiş, bireysel yeteneğiyle dünyanın farkını yaratan bir adama neden pas vermediğini sormak da ilginç bir şey. Neyse, oyunun doğası ve yaşamın doğası da karşılaştırılıyor, ilki diğerinin alt kümesi olmasına rağmen futbol gibi kitlelerin takip ettiği oyunlarda yaşama zıt bir durum da ortaya çıkabiliyor, gerçi bu yaşamın nasıl görüldüğüyle de ilgili bir şey. Kaos futbolunun pek sevilmediği malum, oysa yaşamın kendisi ne kadar rasyonel gözükse de kaotik. Bu yüzden Almanya'yı seviyorlar ve sevmiyorlar. Brezilya'nın yedi yediği maç için pek coşkulu yorumlar yapmıyorlar, Arjantin'in Almanya'yı finalde haşat etmesini bekliyorlar ama sonucu hepimiz biliyoruz.

Keyifli bir verkaç bu metin, iki genç ruhlu adamın bütün düşüncesizlikleri, incelikleri, ruhları ortada. Tam olarak ortada değil gerçi, olabildiğince ortada. Yeterli.

14 Haziran 2018 Perşembe

Karl Ove Knausgaard - Bahar Yağmurları

"Norveç edebiyatıyla uluslararası edebiyat hakkında ve kendi kitabım üzerine konuştukça konuştum, amaçlarımdan söz ettim: Minimalistten maksimaliste kaçmak, güçlü, çarpıcı, barok, Moby Dick bir şey, ama epik değil; bir kişiyle ilgili, eylemlerin dışsal değil içsel olduğu minik bir romanı alıp epik biçeme genişletmeye çalıştım, anlatabiliyor muyum?" (s. 563)

Hmm, sanırım. Knausgaard'ın ne yapmaya çalıştığı üzerinde fikir yürütüyorum. Yazıp yok ettiği onca metni, sonradan ün kazanan yazar arkadaşlarının kendisine mesafeli, biraz tepeden bakan yaklaşımları, aşık olduğu kadının abisiyle ilişkiye girmesi, babanın ilgisizliği, annesinin kendi planlarıyla ilgilenmesi ve benzeri pek çok şeye bakarak kendine güveni olmayan bir adamın erginlenme ayini olarak gördüğü yazma eylemine sıkı sıkıya tutunmasını, içinde yetenek kırıntısı olmadığına inanmasına rağmen yazmaktan başka bir şey düşünmemesini kendini bir yere sabitleme ihtiyacına -sayfalar iyi bir yerdir, bu çabada sözcüklere ihtiyaç duyulur ama sözcükler yerlerinden sökülemez- bağlayabiliriz. Serinin önceki metinlerinde Knausgaard'ın büyüme serüvenini izlemiştik; davul çalan bir ergen, bulduğu her şeyi okuyan bir münzevi, kendisini çok ciddiye alan bir umutsuz. Sadece ileriye bakıyor ve kendisini var edecek edimlerden başka bir şey düşünmüyor. Yaşadığını bu şekilde hissedebiliyor ama yazın onun hayatının merkezinde gibi gözükse de aslında bir araç, dünyada bir yerde olduğunu ve yaşadığını söyleyebilmek için. Her zaman tedirgin, suçlu ve korkulu. Yazdıkları yeterince iyi değil, yaşamı ve kendisi de öyle, o zaman yapabildiği tek iyi işe odaklanmak zorunda ki onda bile iyi olmadığını düşünüyor, etrafındakiler iyi olmadığını düşündürüyorlar. Ego kaynaklı bir durum var ortada ama çevredeki insanların Knausgaard'a pek de yardımcı oldukları söylenemez. Sosyal ilişkilerde büyük mesafeler var, aşılacak gibi değil. Adamımızda Papinivari bir sıkıntının olduğunu söyleyebiliriz; sadece çabalamakla bir şeylerin değişebileceğini pek düşünmüyor. Güdüsel olarak yaptığı şey bu ama; öyküleri reddedilse de yazmaya devam ediyor, çok iyi giden ama iyi gitmesiyle yetinmediği ilişkisini bitirebiliyor, yaşamda doldurması gereken boşlukları dolduruyor kısaca. Alkolle doldurduğu da sıklıkla görülebilir, sarhoşluğunda yaptığı şeyler dudak uçuklatıcı ve asıl kişiliğini ortaya çıkarıyor, sıklıkla kendisiyle yüzleşmesine ve yüzleştiği şeyi pek sevmemesine yol açıyor. Knausgaard kendisini susturmuş durumda, en azından, "İyi gidiyorsun be oğlum," sözü hiç duyulmuyor, bazen çok derinlerden bir yerden yankısı gelse de yeterli değil. Kendisini susturmuş ama bunun farkında; metinde geçmiş zamanın içinde şimdiki zamanın sesini duyabiliyoruz, olayların analizi yapılmış ve değerlendirilmek üzere bir kenara konmuş. Bu büyük bir çaba istiyor, zaman katmanlarının seslerini birbirine karıştırmamak, o zamanı o zamanın Knausgaard'ının anlatması, bu zamanınkini bu Knausgaard'ın, büyük iş.

Serinin dördüncüsünde Karl Ove'un öğretmenlik macerasından sonra hızlandırılmış bir biçimde Bergen'e dönüşünü görüyorduk. Yolculuklara çıkıyor, aşık olacağı Ingvild'le tanışıyor ve memleketine dönünce başlayacağı yazarlık akademisini düşünüyor, 1988'de. 2002'ye kadar Bergen'de kaldığını söylüyor, ara ara başka ülkelere gidip oralarda yaşasa da on dört yıl boyunca bu kentte takılıyor. Bu metinde Bergen yıllarına odaklanmış Knausgaard, özellikle beş yıla. Yazarlığının başlangıcını, alkolle olan problemlerini ve inişli çıkışlı ilişkilerini görüyoruz. Arada bir günlük tutup yaktığını, fotoğraflardan ve mektuplardan başka bir şey kalmadığını söyledikten sonra ekliyor adamımız: "Mektupları şöyle bir karıştırdım, aralardan birkaç satır okudum ve her zamanki gibi kederlendim, ne korkunç bir dönemdi. Bilgisizdim, aşırı tutkuluydum, hiçbir şeyi başaramamıştım. Oysa oraya yerleşmeden önce nasıl da heyecanlıydım!" (s. 7) Arkadaşı Lars'la çıktığı Avrupa yolculuğundan dönüşte yaşadığı sıkıntılar heyecanını yitirmesine sebep olmuyor, gelecek parlak günler için ödenmesi gereken bir bedel varsa aç kaldığı, saatlerce otostop çektiği yollar bu bedelin ödendiğini söyleyebilir. İlk romanını yazmaya da bu dönemde başlıyor, Yunan adalarından birinde. Leonard Cohen'la aynı denize baktığını bilmek mutluluk verici bir şey, aynı şeyi yapmaya çalıştığını bilmek de. Tabii bu roman çalışması da denizin dibini boyluyor, ilk çalışmalarının tümü gibi. Knausgaard, Bernhard'ı pek sevdiği için ulaşılamayan yaratıyı ararken ve yazdıklarını yok ederken büyük yazarın çerçevesini çizdiği karakterlerden biri haline geliyor sanki. Her ne kadar kendisini parlak bir yazar olarak görmese de yok ettiği, yarım bıraktığı metinlerden -bunların bir kısmı sonlara doğru verilmiş- iyi bir yazar olduğu düşünülebilir. Zamanla olgunlaşan bir yeteneği var adamın, başlarda sadece parıltıları yakalamaya çalışırken sonradan sözcüklere parıltıları yerleştirmeyi öğreniyor ama öncesinde neyi nasıl yapacağını bilmediği için deniyor ve beceremiyor. "Dünya bomboştu, hiçbir şeydi, bir imgeydi ve ben bomboştum." (s. 20) Büyükbabasının yaşadığı yere yaptığı yolculuk da kendisine iyi gelmez, dağlarla denizden çok kente ihtiyacı vardır onun. Yeni ilişkiler kurabileceği, yenilgilerini yaşayabileceği bir kent. Bergen.

Abi Yngve bir otelde çalışıyor, bir yandan okuyor. Karl Ove'un edindiği ilk çevre abisinin çevresi. İlk yılın anlatıldığı kısımda akademiyle sosyal yaşam ele alınmış. Okuldaki öykü ve şiir denemelerinin, arkadaşlarının ve hocalarının değerlendirmelerinin Knausgaard için çok önemli olduğunu görüyoruz, yazdığı şeylere kendisinden daha çok önem verdiğinden ötürü en ufak bir olumsuz eleştiride morali bozuluyor ve bu işi kotaramayacağını düşünüyor. Ne yapması gerektiğine dair fikirleri de yavaş yavaş oluşuyor, baştaki alıntıyı metnin sonlarına doğru söylerken daha en başta kendisine gereken şeyin "Hamsun gibi, bir fikir bulup çıkarmak" olduğunu belirtiyor. Basitten karmaşığa. Yaşamın zorluğunu gördükçe her şeyin o kadar da basit olmadığını anlıyor diyebiliriz, sıkı bir metin yazabilmek için kurmacanın çok ötesinde bir şeylere ihtiyacı olduğunu anlıyor. Sarhoş olup abisinin kafasında bardak kırması, sevgilisini aldattıktan sonra, tekrar aldattıktan sonra, bir daha aldattıktan sonra pişmanlıktan kıvranması, parasızlık, sıklıkla ev değiştirmesi, ailevi problemler ve abisiyle olan gerilimli ilişkisi ona lazım olan görüyü, yaşam deneyimini sağlıyor ve hayatın katman katman açıldığını gördükçe metinleri de derinleşiyor, düz anlatılar olmaktan çıkıp daha duyarlı bir bakış açısı kazanıyor. Daha çok kendisi başarıyor bunu, okulundaki Jon Fosse gibi -Monokl sağ olsun, bir metnini bastılar sanırım, çok iyiydi- hocaları veya arkadaşlarının çok faydalı olduklarını söyleyemeyiz ama bir paradigma kazandırıyorlar adama, yaşamını derinleştirmesine de istemsizce katkı sağlıyorlar. Mesela bir kızın metnindeki fikri çalıyor Karl Ove, kızla yüzleşince yalan söylüyor ve metni çalmadığını iddia ediyor. Anlatının çeşitli yerlerinde bu iç hesaplaşmalarla kaşılaşırız; Karl Ove sayısız halt yer ve sonrasında pişman olur, davranışlarının nedenini anlamaya çalışır ama pek başarılı olamaz. Başarılı olamaması bir yandan iyi, arayışını sürdürmesini sağlar. Karl Ove daha iyi bir insan olmaya çalışırken daha iyi metinler yazmaya başlar denebilir. Hiçbir zaman çok iyi bir insan olmayacaktır, müthiş metinler de yazamayacaktır ama çok iyi ne demektir zaten? Kim kusursuzluğa yaklaşabilmiştir, herhangi bir konuda? Kusursuzluğa ulaşmayı sonsuza ulaşmanın çok yakınlarına koymak gerekir. Karl Ove bunu anladığı, hatalarını ve zaferlerini sahiplendiği an ne yapması gerektiğini bilir. Bu sefer de evlilik, çocuklar, ailevi problemler belirir. Yine önceki kitaplarda gördüğümüz sıkıntıları yaşar; evden uzaklaşmak ve her şeyi geride bırakmak ister. Kendine karşı sorumlu, diğerlerine karşı sorumsuzdur bu kez. Arayı bulamaz. Arayıp bulamamayı gösterir Knausgaard, en azından denediğini gösterir.

İzlanda yıllarında Björk'ün evinde takıldığı zamanlar eğlencelidir çünkü müzikal anlamda bir iddiası yoktur. Birkaç grupta davulcu olarak yer alır, kendine güvensizliği yine zirvededir ama çalabiliyordur, dahi olmasına gerek yoktur. Ünlü olabileceklerken zamanlarını müziğe ayırmazlar ve grup dağılır, küçük zaferler yetmiştir. Bu yüzden ünlü müzisyenler adamımızı severler, birlikte güzel zamanlar geçirirler ama aynı şeyi yazarlar için söylemek mümkün değil. Karl Ove'un ruhunu adadığı iştir yazmak, özellikle iyi yazmak. Bu yüzden kitapları birer birer basılmaya başlanan arkadaşlarını kıskanır, onlarla mesafeli ilişkisini sürdürür. Çok okuyan, çok bilen tiplerin yancısı gibi hisseder, hiçbir zaman rahat etmez çünkü yetersizlik duygusu onu ele geçirmiştir. Gecesini gündüzünü okumaya ayırır ama yetmez, her zaman okunmamış bir şeyler kalacaktır ve bu bile ona acı verir. Daha çok çabalar, daha çok çabaladıkça alkole daha sık sarılır. Kavgalar, kontrolsüz ilişkiler, yıkımlar arka arkaya gelir. Yıpratıcı bir döngüdür bu, yıllar boyunca devam eder, Karl Ove Bergen'i terk edene kadar. Çok detaylı ve derinlikli olaylar, bunlara girmiyorum.

Şöyle; geçen sene bu zamanlarda, belki biraz daha öncesinde dördüncü kitabı bitirdiğim sırada hayat berbat gidiyordu ve sonraki sene her şeyin düzelmiş olacağını, beşinci kitabı büyük bir mutlulukla okuyacağımı düşünüyordum. Eh, her şey bambaşka bir şekilde düzeldi ve kitabı büyük bir mutlulukla okudum. Şimdi serinin son kitabının çıkacağı 2019'un baharını, Karl Ove'a nasıl veda edeceğimi düşünüyorum. Game Of Thrones'a da veda edilecek. Sonra her şeye devam. Eyvallah çekerek. Ama şimdiden acısını çekiyorum bunun, bitiyor yahu. Ben Karl Ove'a şimdiden veda ediyorum, erken olması daha iyi. Okumayan varsa da seriyi, bir şey demiyorum. Okusanıza arkadaş.

23 Nisan 2018 Pazartesi

Clarice Lispector - Yaşam Suyu

Wittgenstein'ın gizem kavramı, Lispector'ın yakalamak isteyip istenciyle kaçırdığı parıltıyı içeriyor. Teğet bir durum var ortada; metnin kendisini parıltıya bir noktada temas eden bir girişim olarak görebiliriz ama bu girişimin hayata geçmesi, sözcüklerin biçimlenmeye başladığı an dışarıda bıraktığı onca diğer, suskunlukla yakalanabilecek gibi gözüküyor. Parıltı denirse parlamayan kısmı dışarıda kalıyor, hâl denirse hâl olmayan, oluş denirse olmayan. "Sorarsan bilmiyorum, sormazsan biliyorum" durumu ama anlamsızlık da bu anlamın dışladığı bir şey, parıltının parçası. It diyor buna Lispector, İngilizce zamir bunun en iyi karşılığı onun için. Antik Yunan'dan günümüze kadar pek çok filozof pek çok kavram üretmiştir bunu karşılayacak, yine de tam karşılanamaz bir şey var elde. Sözcüklerle yakalanmaya çalışıldığında dışarıda kalan, sözcüklerin arasındaki boşluklarda bile bulunamayacak olan, susulduğu zaman bile. Bakıldığında özneyi göstermeyecek bir ayna, hiçbir şey anlatmayan bir resim, Lispector için. Çeviride bulunabilecek boşluk; anlatıcı yapmak istediği resimden önce sözcüklerini kuşanıyor ve resme bir türlü geçemiyor, sözcüklerle resmetme çabası. Bu da bir çeviri, sanatlar arasında.

Lispector duygusal olarak bu parıltıya en yakın olduğu zamanda, "ayrılık acısından attığı en karanlık çığlıkla, şeytani zevkle karışık" bir şükür anı yaşar. Turgut Uyar'ın üzüncünü buraya ekliyorum, hep tazeleyen, hüzün veren ve kucaklayan. Parıltı bu anda bulunabilir. "Her şeyin var olduğu bir an var. Şeyin olmaklığını elimde tutup kavramak istiyorum." (s. 9) Havada süzülen nefeste bir parça, aşkın durdurduğu an. Sayısız parçaya ayrılan şimdi. Geleceği ve geçmişi de içinde taşıyan bir an, Augustinus'un zaman anlayışından izler taşıyor. Bu anın içinde "kendi olmaklığını kavramak" için çabalıyor Lispector. Titreşimleri yakalıyor, müzik dinlerken elini plağın üzerine koyuyor ve bedeni vasıtasıyla müziğe dokunuyor, aynı şekilde sözcükleriyle oluşturduğu resimlerde kendisini arıyor. Çiçekleri sayıp döktüğü ve imgelemiyle yarattığı bölümlerde, özgürlüğünün harflere döküldüğü anın ötesindeki tezahüründe, tohum halindeki anda. Sen dediğiyle bir olmaktan cesaretsizliği nedeniyle uzak durup ben demeye itildiğini söylerken Deleuze'ün anlamı farklı kutupların bir noktada birleşmesi olarak temellendirdiği akla geliyor; birlikte olunamayan birlikte olandır ve bunun gerçekleşmesi, hiç gerçekleşmemesidir. Bu aradalık, tek bir kristal anda ve Lispector bu anın tam ortasında.

Sayısız parçaya ayrılan şimdi, her anın fotoğrafının çekilmesi. Hopilerin zaman algısına paralel olarak bilinci oluşturan her bir parçayı şimdiye sığdırma çabasının ürettiği birçok benlik, zamanın parçalarından akışa dönüşüyor. Tek bir kaynağa ulaşma çabası. İçinde mağaraların cehennemi, kuyutluğun karanlığı ve belli belirsiz formlar var. "Ve bütün bunlar benim." (s. 15) Aitlik değil, varlık. Varlığın inşası, anlatılandan ve anlatıcıdan bağımsız. Lispector için "ölüme varan özgürlük". Öte tarafın özlemi de bunun içinde bir yerde, gerçekliğin bir parçası ama gerçeğin ne olduğunu tekrar tekrar sorguluyor anlatıcı, sembollerden bir rüya-yaşamın içinde mutlaktan, kesinden emin olamıyor ve akışın kendisine dönüşüyor. Metinle anlatıcıyı ayıramayacak bir noktaya geliyoruz, gerçeklik düzleminde değil de sanatsal düzlemde oluyor her şey. Kendisini bir sanata, sembollere, çizgilere dönüştüren ses. Sessizliğe ulaşan, hiçe çıkan bir kurmaca-bilinç. "Anlamlı olabilecek şeylerle yaşayanların korkunç sınırlarına hapsedilmek istemiyorum. Hayır istemiyorum bunu: uydurulmuş bir gerçek istiyorum." (s. 22) Lispector gerçekliği dönüştürüyor ve dönüşen gerçekliğin kendisini yaratmasına izin veriyor. Ne yazdığını bilmiyor, kendisini belirsizleştiriyor, büyük bir farkındalık bu. "Kendisini olmaya bırakıyor", doğaçlama bir yapı ama doğaçlamanın doğası kendini değilleyen bir fenomen. Her şey sadece olur, olma biçimi yoktur.

Bu mevzuda Derek Bailey'in Doğaçlama kitabını önerip devam ediyorum.

Zıtlıklarda beliren parıltı, dünyayla yüzleşmenin temeli. Akışın iki yönünde de ilerlemek gerekiyor, sezilenlere başka türlü ulaşılamaz. Yaratının olanakları ve içerilmeyenlerin olanaksızlığı birlikte var olur, bu birliktelikten hayatın gizli üslubuna ulaşan yolda Lispector. Kendisini anlamaya, sınırlamaya çalıştığı ve sınırlamaya çalıştıkça bunun imkansızlığını gördüğü için anlatıyor. Tanrı ve diğer her şey It halinde, her şeyle birlikte kişi de bu zamirin içinde yer alıyor ama her şeyi taşıdığı halde, onların bir parçası olduğu halde farklı bir bütün oluşturan parçalardan değil. Anti-gestalt. Ether burada, her yeri dolduruyor ve her şey haline geliyor, görülen ve görülenin dışındaki bu, parıltının malzemesi. Hayvanlar ve bitkiler, anima, anlatıcı bitkinin ve hayvanın oluşunu olmak istiyor, kendi ölümü olmaktan çıkıp bir başka oluşun bilincini yaşamak. Soyut varsayımlardan yola çıkarak kendini dönüştürüyor ve her bir dönüşüm ölüme ulaşıyor, bilinmeyene ve sezilemeyene. Ölümün sezilemezliği onu gerçek bir tanrı yapabilir.

Durmadan yazan bir el, ışığın ve karanlığın ortasında bir yerde coşkun bir akış, görkemli yalnızlık, sadece doğumunu ve ölümünü bilen bir ruh. Şeyin saflıkla yaratımı. "Her birimiz sembollerle uğraşan sembolleriz, her şey gerçeğe sadece tek bir referans." (s. 85) Yitik aşkın duyurduğu hüznün rehberliğinde, uzam yolculuğu. Bir noktanın içinde. Darmadağın olduğum bir alıntı, son:

"Ben seninkileri severken, sen benim hatalarımdan etkilenmediysen ne yapabilirim ki. İçtenliğim ayaklarının altında çiğnendi. Sen beni sevmiyorsun, tek bildiğim bu." (s. 88)

22 Kasım 2017 Çarşamba

Kobo Abe - Kanguru Defteri

Tohumun adını bilmiyorum, şu mor çiçeklerin arasındaki, siyah. Çocukken bir tanesini yutmuştum, midemde kök salan ve gözlerimi çıkarıp dallarını büyüten ağacın kabuslarıyla uyuyamadığım geceler olmuştu.

The Evil Dead, Ash. Yabancı El Sendromu denen naneyle ilk karşılaştığım zaman ödümün kopuşunu hatırlıyorum, sonrasında Dr. Strangelove'da da gördüm. İnsanın kendi vücudu tarafından saldırıya uğraması, kendi vücuduna yabancılaşma kadar korkutan çok az şey vardır. Uykuda elim tarafından boğulmak, bıçaklanmak... Vücudun harekete geçip uyuyan bilinci yok etmesi, mesela.

Anlatıcının bacaklarında beliren turp filizlerini gördüğü an bütün kabuslarım, çocukluk ve yetişkinlik için ayrı ayrı, özenle kurduğum kabuslar geri döndü. Aynanın öbür tarafına iki günlük bir yolculuk; cehennemin katlarında Dante'nin bir parodisi, Kafka'nın çıkmaz sokakları, daha kimlerin neleri, hayır, Abe intiharından önce yazdığı bu son kitabında belki de ansızın beliriveren kanguru defteri fikrinin devamını gösteriyor. Pazarlama çalışanı fikir uydurmada başarılı, belki ilk kez üstlerinden övgü alıyor ve... Buna alışkın olmadığı için kendini kaybediyor olabilir mi? Belki karoşi öncesi muhteşem bir cinnet. Yediği yemek, içtiği bira, vücuduna aldığı herhangi bir şey halüsinojen bir etki yaratmıştır belki, kim bilir. Biz çıktığı yolculukta kendisini yalnız bırakmayacağız, karşılaştığı her abuk duruma hayatın sıradan bir gerçeği muamelesi yaparken kafayı kırmazsak. Olasılıklar olağanlıktan uzaklaştıkça gerçeklikten kopmama çabası zorlayıcı hale geliyor, okur oldukça zorlanacak.

Kutu Adam gibi emek isteyen bir okuma şart. Abe'nin son metni olduğunu söylemiştim, deli gibi yazarken neler olduğuna çokça dikkat ettiğini düşünüyorum. Anlatının random olaylardan oluştuğunu söyleyenler var ama karmaşanın kasıtlı olarak çıkarıldığını düşünüyorum, Abe çeşitli maddelerin etkisi altındayken -su, alkol, kesinlikle keyif verici madde- eklemli bir dünya yaratmış. Pink Floyd'un Marooned'u ve Echoes'u kendine yer bulur mesela, psychedelic ortamlara gidebilecek müthiş bir playlist.

Fikir kutusu, patronların yeni icadı. Anlatıcımız kanguru defteri diye bir şey uydurur, kutuya atar ve fikri en umut vadeden fikir seçilir. Kanguru defterinin açıklanması istenir -anlatıcıya Şimizu diye bir isim uyduruyorum- ama gevelemekten başka bir şey yapamaz Şimizu, hani hayvanat bahçelerindeki en dikkat çeken hayvanlar kangurular, cepleri var, defter vardır cepte, böyle şeyler. Hafta sonuna kadar süre verilir, fikrini geliştirmesi beklenmektedir. Büyük baskı, adamın kafayı kırması veya cehenneme gitmesi veya bacağında yetişen turpları yemesi için yeterli süre. Filizleri fark eder etmez doktora gider, bürokratik hadiselerden illallah etmiş bir şekilde muayene olur. Doktor filizleri görünce kusar, yemekte turp yemiştir. Şimizu kendi bedeninde yetişen turpları yemek zorundadır, tedavi için bağlandığı yatak, takılan sonda, damara yol yapan iğne onu yarı mekanik bir hale sokar. Kendisini yemek zorunda kalan, düşünce gücüyle sedyeyi hareket ettirebilen, yabancılaşmanın dibine vuran bir garip Şimizu. Damar yolu açılırken, "'Kanguru defteri kesenin içerisinde ısınınca dışarı zıplar,'" (s. 20) dediğinde fikrini derinleştirmektedir, cehennemini de.

Doktorunun yüzü yangın söndüren su püskürtücüsüne dönüştüğü an kendi dönüşümünün de farkına varır Şimizu, gerçeklikle hayal dünyası arasında bir yerde olduğunu sezer ama bir şeyin halüsinasyon olduğunun farkına varıldığında aslında öyle bir durum olmadığının anlaşıldığı fikri aklına gelir ve gerçekliğinin içinde olduğunu sanmaya devam eder. Zihninin uyarı çanlarını önemsemez, yaşadığını yaşamaya devam eder. Cehennem Vadisi'ne giderken de gerçek bir cehenneme gittiğini düşünmez hiç, kükürtlü sularda yıkanırsa bacağındaki turplardan kurtulacağını düşünür ve yola koyulur, sedyesiyle. Sedyeyi organıymış gibi düşünür, hatta sedye pazarlama işinde çalıştığını ama her şeyi unutmaya meyilli olduğu için bunu hatırlayamadığını kurgular. "Zavallı bir hastayken birden iğrenç bir canavara dönüşüvermiştim." (s. 26) Yatağını bırakacak bir yer bulamaz, bir noktada yolu kapadığı için görevlilerden azar yer. Yatak hareket etmez ve görevliler hastaneyi mi yoksa polisi mi arayacaklarını bilemezler. Şimizu ve yatağı ontolojik olarak nedir? İşin içinden çıkılamaz, Şimizu'ya belki de kayıp bir eşya olduğu söylenir. Şimizu kimdirden önce, nedir? Kabustan uyanması gerektiğini düşünür ama kabusta değildir, her şeyin hayal olduğunu düşünür ama... Zaten cehennemde yaşadığını düşünüyorsan yaşamı biçimlendiren koşullar ne kadar uç noktalara giderse gitsin şaşırmaz insan, sorgulamaz bile. Daha iyi yenilmek bir yana, gerçeklik yitirilir ve sürükleniş başlar. Şimizu sürüklenir. Vadinin sularında kanguru leşi olduğunu düşündüğü bir ceset görür, arkada Sorrow çalar. Şimizu'nun Pink Floyd hayranı olduğunu öğreniriz, muhtemelen keyif aldığı maddeler de var ama ne olduklarını bilmeyiz, bilmememiz gerekir, yolculuğu ortaya çıkaran etkenler yolculuktan bağımsızdır.

Yeşil Suratlı Şair adında bir yazarın kitabı, Daikokuya Bomba Vakası aklına gelir Şimizu'nun. Babasıyla kurduğu sağlıksız ilişkiden kalan bir anı. Kitabın diğer yarısında Pijamalı Uçan Balık nam bir yazarın eleştiri yazısı bulunmaktadır, aslında ikisi aynı kişi olabilir mi? Distopik bir roman, 1920'lerdeki ağır sansürden yırtmak için sembollere boğulmuş. Şimizu bu ikiliği yaşadığını fark eder, yazdığı bir şey yoksa da yaratıcı fikri kendi kişiliğini ikiye bölmüştür, iki parça arasında kurulan anlık bağlantılar, anı akışı dışında başka bir ilişki yoktur. Serumdaki kalamarlar bir sembol mü, gerçek mi? Şimizu bilemez. Mikkado yazan bir kapının altından geçer ve imparatorun sarayına girer. Cehennem bir saray. İmparator tahta çıkmak üzere, tahtına yaklaşıyor.

Ölü anneyle karşılaşma anı, cinlerin söyledikleri şarkılar, belediyenin cin işçileri, vadiden sonra hastanede geçirilen günler ve edinilen ucube arkadaşlar... Anlatı boyunca yinelenen, "İmdat, imdat, yardım edin / Ne olur ne olur yardım edin"  çığlıkları en sonununda Şimizu'nun girdiği kutuda da duyulur. Ön tarafta bir gözetleme deliği. Şimizu gözlerini deliğe dayar, kendisini arkadan görür. Bir boşluktan dışarı bakmaktadır.

"Çok korkmuş gibiydi.
Ben de en az onun kadar korkuyordum.
Korkunçtu." (s. 187)

Kutu Adam'a dönüşmüş olabilir mi?

Gazete haberiyle bitiyor anlatı, terk edilmiş tren istasyonunda bir ceset bulunmuş. Kaval kemiklerinde jilet kesikleri var. Yine bir kimliksizlik, ölünün kimliği bilinmiyor. Ölüm sebebi kesikler değil. Muhtemelen korkudan kaynaklanan şoktur, Şimizu her şeyin farkına vardığı an ölmüştür. Belki.

Delirmek yirmi pare top atışıyla ve Kobo'yla kutlanmalıdır, bu akış çağında delirmeyenlerin sağlıklı olduğunu düşünmek mümkün değil. Delirmeye övgü diyesim geliyor, şahane bir anlatı.

Ek: Gazete cehennemde de bulunabilir, bu ironik ve haliyle komik. Şimizu'nun dışarıdaki dünyadan rezillik olarak bahsetmesi de güzel. Cinsellik, reddedilme ve havada uçuşan penisler de güzel bir detay.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Giovanni Papini - Bitik Adam

Bernhard'a sonsuz saygı, o tür bir bitiği tercih ederim. Dışa soluksuzca patlayarak açılan öfkenin müptelası olan Bernhard'a yönelir, iyi eder, Papini'nin olayı biraz daha farklı. Benmerkezciliğiyle yanıp kavrulan, odasında otururken düşünceleriyle bir başına kalamayan adamdır Papini. Tanrı olmaya giden yolda inkar ettiği tanrıyı devirip kendi hükümdarlığını ilan edecekken hiçlikle karşılaşan ve potansiyelinin maksattan kopmasıyla yıkılmamaya çalışan Papini'nin çocukluğundan itibaren otuzlarına kadar izini süreceğiz. İmgeleri yoğun, üzerine onlarca kez düşünülmüş, onlarca kez parça parça edilip birleştirilmiş duygularından fırlayan sözcükleri keskin, olamamış bir adam. Olmaya çalıştığı şeyler daha önce zaten olduğundandır; yeninin ve denenmemişin peşinden gittiğini söylemesine rağmen kullandığı araçlar, varmaya çalıştığı hedefler daha önceden başkalarınca belirlenmiştir. Bir anlamda kendi düşünce yapısından kurtulmaya çalışır ama mümkün değil. Tanrı olmak ister dedim, zaten olmuşu var. Aşağıda gördüğü insanlara öncü olmak ister, olmuşu var. Düşünülemeyen bir şey nasıl olunur?

Zonguldak'tayken Düşsel Konçerto'larını okumuştum, tokat yemiş gibi olduğumdan yazamamıştım. Onları tekrar okumam gerek ki yeni oluşan Papini kimliğini kısa metinleriyle ilişkilendirebileyim. Monokl bastı onları da. Okuyacaksanız önce bu, sonra onlar. Gog'u Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları bastı, yeni eve getirmedim, onu da okumak şart. Yeni ev... Evlendiğimi söylemiş miydim? Tavsiye ederim. Sabah kahvaltı hazırlıyorsunuz, insan kahvaltısı. Ben öğretmenim, bugün boş günüm, yarın ve öbür gün de öğleden sonra okul. O yüzden kız işe gitmeden karnını doyurunuz, ortalığı toparlayınız. Sevdasını, şuyunu buyunu geçtim, temelinde evlilik, yaşamı kolaylaştırma üzerine bir kurumdur/kuruluştur diye düşünüyorum. Biz kurduk bir tane, tam alışamamış olsam da iyi gibi, bir yandan da değil. Bu ne biçim şeymiş böyle diye dolaşıyoruz etrafta. Hayırlısı. Papini diyorduk.

Sondan gidiyorum, Papini bitik olmadığını, İtalya'da dolanan dedikodulara rağmen egosundan ve gücünden bir şey yitirmediğini söyler. Hâlâ ukala dümbeleklerini yerin dibine sokmakta, ağırbaşlı kerkenezleri bilgisiyle tokatlamaktadır. Genç olduğunu ve daima genç kalacağını söyler. Bu azmiyle ruhunun yaşlanması mümkün değil zaten, neyse, söyleyecek çok şeyi vardır ve yeni nesli överek, biraz da gençlere giydirerek b(i/e)tiğini sonlandırır. Yeni nesil bomba gibi gelmektedir; felsefe, edebiyat, teoloji ve dahi pek çok dalda sözü ve bilgisi olan tayfa putları yıkmak amacıyla ilerlemektedir. Papini korkmaz, bazı gençleri destekler ve çoğunu da er meydanına çağırır. Anlatıcı açısından görüyoruz, belki de ihtiyacı olan tek şey sağlam bir tokattı ve bunu yemesine rağmen yansıtmamış olabilir. Karşımızda bir dahi var. Dahi ve deli. Megalomanlığının sağlam bir temeli var ama temelden yukarısı sıkıntılı zaten.

Başa dönüyorum. Çocukluğundan otuzlarına demiştim, Papini anlatısını müzikteki terimlerle tempolara/bölümlere ayırır, her bölümde de alt başlıklar halinde farklı bir meramını anlatır. İlk meramı, metin boyunca sürecek yaşsızlığı olabilir. Adamımız hiç çocuk olmadığını söyler, çocukluğu yoktur. Gençliği ve yaşlılığı da yoktur sanırım, genç kalacağını söylerken ruhsal durumunu -bence ölümünden sonra bile- sabit tutabileceğini söylemek ister. Ailesinin yoksulluğundan, anlaşılmamanın acısından girer ve çekilmiş ilk fotoğrafındaki gibi olduğunu söyler, her zaman o fotoğraftaki gibi solgun ve donuk. Psikolojiye giriyorum ister istemez; Papini kendini çirkinler çirkini gibi görür. Miyop, karışık saçlı, kara kuru bir velet. Dikkat çekmez, hayalet gibidir. Okuldan nefret eder, durmadan okur. Gerçeğin ne olduğunu sorgulayarak başlar ve bu sorgulama felsefenin, haliyle metafiziğin ve edebiyatın kıyılarından geçerek bir nihayete varır. Papini öyle olduğunu düşünür ama yaşamı bir masa başında sayfalara tıkıştırmaya çalışmış adamların söylediklerinden çok daha fazlasının olduğunu hissettiği an boşluğun kara gözlerine bakmaya başlar. Bu noktaya kadar ayrıksı kişiliğini kurar, etkilendiği düşünürlerden bahseder, ateizmini ve fikir haydutluğunu borçlu olduğu kitaplardan dem vurur, düşsel yolculuklara çıkar, bir dünya şey. Oysa yaşamı gerçeğin -kitapların- yakınından dahi geçmez haliyle; aşağılanır, kitapçılarca dükkanlardan kovulur, babasının cüzdanından para aşırır ve daha çok kitap alır, daha çok okur. Yoksuldur, itilmiştir, nefretle doludur, kendini gerçekleştirmek ister. Etrafındaki güzel kadınlara, yakışıklı adamlara, her şeyi bilirmiş gibi yazan yazarlara, zenginlere, kendi haricindeki herkese sonsuz bir kin güder. Tanrı olma düşüncesi buradan doğar; herkes bir gün onun dehasını kabul edecek ve ona saygı duyacaktır. Bunun için önce evrensel bir tarih kitabı yazma çalışmasına girişir, sona erdiremez tabii. İlk yenilgisidir bu, kişiliğinin bir parçası haline getirerek devam eder.

Kendisine benzer dostlarıyla -kaçıklar, şairler, filozof benzeri insanlar, işe yaramazlar vs.- dergi çıkarır ve bu süreçte dünyayı, insanları değiştirip müthiş bir uygarlık doğuracağını düşler. Bunun için pozitivizmi ve idealizmi çekiştirir, zıtlıklardan yenilik çıkarmaya çalışır. Gerçeğin kitapların dışında olduğunu keşfeder keşfetmez kendi algılarının biçimlendirdiği dünyayı irdeler, tanrılık fikri de böyle doğuyor aslında. Locke-Hume-Berkeley üçlemesinin biçimlendirdiği dünyayı benimser, ahlak kuralları gibi toplumsal mevzuları kendince biçimlendirir, bir manada tanrı olur. Yazı çizi işlerinde de belli bir başarıyı tutturur, yavaş yavaş tanınmaya ve saygı görmeye başlar ama başardıklarının uzun vadede hiçbir anlam ifade etmeyeceğini çözdüğü an beynindeki saatli bomba patlar, yapacak hiçbir şey yoktur, insanları yola getirmenin hiçbir anlamı yoktur, tanrı olmanın hiçbir anlamı yoktur ve yaşam kitapların sayfalarında değil, doğanın devinimindedir, zamandadır. Zamanın da pek umrunda olmadığımıza kani olan Papini için büyük yıkım, bir anlamda da yeniden doğuş. Yeniden doğmayı geçtim, bir parlak an için, zihnin bir üst mertebeye ulaşabilmesi için yıldızlara daha çok bakmalıyız. Sözlükte çok güzel bir entry gördüm, alayım: "Şuurunu bir tık yükseltmek isteyen denizi izlesin. Orada bir cins hakikat var."

Başka, Papini'nin kadınlara etkisiz eleman gözüyle bakmasında kendisinin fedakarlığını gösterme çabası var diye düşünüyorum. Kadınlar sadece alır, alır, alır diyor, vermezler, sadece duygu doğurmak içindirler, onun dışında pek de mühim bir mevzu değildir diyor. Dinler ve tanrı da öyle. Aslında her şey öyle. Papini için.

Ruhun yolculuğu, acılarla ve tekamüllerle dolu. Böbürlenişinden ve kendini alçaltmasından bıkmazsanız büyük bir yazarın otobiyografik çorbasını kaşıklayabilirsiniz.

23 Temmuz 2017 Pazar

Kobo Abe - Kumların Kadını

Beton Ada'nın kaçışsız köşelerinde bir adam duvarlara adını yazıp birileri tarafından görülmeyi umuyor, yerleşmemiş toprağın kaymasıyla tırmandığı doruktan aşağı düşüyor ve düştüğü yerde geçmişini tekrar tekrar kurgulayıp çıkmasını sağlayacak bir güç bulmaya çalışıyor. Kişinin kendisini yenmesini sağlayacak bir süreç için nelerden vazgeçilebilir? Alışkanlıklar? Bilinenin konforu? Yaşamın biçimlenebileceği sayısız olasılıktan korkmak doğal bir şey, şehir değiştirmek gibi. Üstesinden gelinebilir, eğer bırakıp gitme özgürlüğü orada bir yerde duruyorsa. Nöbetteyiz, önümüzde bomboş bozkır uzanıyor, daha da iki saat dikileceğiz orada. Bir nimettir; görevin yerine getirilmesinin saadeti günlerin aynılığını katlanılır hale getirir. Kapanmaz bir yaradır; insan kendiyle kalamadığı için, istediği zaman gidemeyeceği için elindeki silahta mermi olmasını umar. Gidememeye yol açan şu duvar, şu dikenli teller, şu erk sahipleri namlunun ucuna yakışır. Bundan sonra kalmak isteyenlerin huzuruna göz dikilir. Kabullendikleri için aşağılıklaşırlar, birkaç kurşun onlara. Gidenlere de tabii. Tellerin ardındaki otoyoldan hızla geçen arabalar kaza yapsın, yukarılardaki uçak düşsün, dünyayı döndüren her şey dursun, burada unutulmuş bir acı çekiliyor ve bu acı dünyanın tamamını kapsıyor, her şey her yerle bir oluyor, bu nasıl oluyor? Durduğum yerde kalbim sökülüyor ve onca şeyin bundan haberi yok, bir tek şu ağaç biliyor, bastığım toprak biliyor, otobanın arasında kalmış beton ada biliyor, kendine sığıştırmak isteyen kumlar biliyor. Onların bildiğini bildiğimiz sürece, başka bir kendiliğe yürüyemediğimiz sürece kurtulamayacağız.

"Cezası olmadıkça, kaçmanın da zevki olmaz."

Epigraf. Ölüme varacak bir kapalı devre. Bilinmeyenin korkusu, kaçmanın/gitmenin cazibesiyle çatışır. Bir daha gidemeyecek olmanın korkusu daha büyük, ölümden önce son bir çıkış olmayabilir. Kafka'nın karanlığındaki her boşluğu kumlar doldurmuş. Tırnak aralarını temizlemek, bütün bir köyü kumdan temizlemek kadar büyük bir iş, büyük olduğu kadar anlamsız. Yaşam ne kadar kapansak da bir çatlak buluyor ve içeride birikiyor. Kendiliğin sonsuz çeşidinden ve dışarıdaki fırtınadan hiçbir zaman kurtulamayacağız. Kumlar bunu çok iyi biliyor, bütün açıklarımızın farkında.

"Bir ağustos sabahı bir adam ortadan kayboldu." (s. 9) S. istasyonundaki görevli adamı çok iyi hatırlıyor. Hayır, onu bir daha hiç görmemiş. Evet, üzerinde böcek toplamak için gereken aygıtlar varmış. Koskoca bir yetişkin neden bir anda böcek toplamak ister, kimse anlamadığı için psikolojisinin bozuk olduğuna karar verilmiş ve kanunlar uyarınca kayboluşunun üzerinden yedi yıl geçer geçmez resmen ölü ilan edilmiş. Bir şey fark etmemiştir belki. Joyce Vincent'ın hikâyesini biliyor musunuz? Gerçeğin kurguya en çok yaklaştığı hikâyelerden biridir. Bu vakadan yola çıkarak Saki'nin Lady Anne Susuyor nam öyküsünü de okumanızı tavsiye ederim. Aradaki ince çizginin ortadan kalktığı nadir örneklerden biri. Neyse, adamın böceklere duyduğu tutku hiçbir canlının hayatta kalamayacağı ortamlarda yaşayabilmelerinden, uyum sağlama yeteneklerinden kaynaklanıyor. Beton Ada'da Maitland'ın kazayı bilerek yaptığına dair duyduğu kuşkunun bir benzeri bu adam için de söylenebilir, belki de dönmemecesine gitmiştir ve henüz bunun farkında değildir. Hayranlığının etkisi çok güçlü olduğu için dönmeme fikri aklına gelmiyor ama çöldeki habitata uyum kurma fikri onu heyecanlandırıyor. Kum dinlenmiyor, sürekli bir akış halinde ve çölün kendine özgür bir ekolojisi var. O bunun bir parçası olabilir mi yoksa sadece bir gözlemci olarak mı kalacak? Karar ona bırakılmıyor, kumların arasındaki bir köye düşüyor. Yaşamın sürdürülebilir kümesi. Av için tuzak. Kumların ötesinde hiçbir şey yok, avcı köylüler yakaladıkları yeni insanı orada tutmak için pek bir şey yapmıyorlar, köyün ayakta kalması için yapılması gerekenler, gündelik yaşamın getirdiği görevler örümcek ağı gibi sarıcı. Adam diğerlerine uyum sağlamamayı, evine düştüğü kadınla çekişmeyi ve hiçbir şeye dahil olmamayı bir çözüm olarak görse de her kaçış teşebbüsü, kaçtığını zannettiği özgürlük anlarının geçiciliği karşısında hüsrana uğradıkça kumların içine dolmasına müsaade edecek.

Kumla şekillenmiş bir yaşam. Köyde bir an bile boş durmak yok, bir gün temizlenen onca kum ertesi gün rüzgarla tekrar geliyor ve bu temizlik her gün, her gün yapılıyor. Kumun üzerinde yüzen gemi imgesi beliriyor adamın kafasında, evler de kumda yüzebilir, hiçbir şey sabit kalmak zorunda değil, her şey hareket edebilir, değişebilir, yok olabilir ve yeniden belirebilir. "Akan evler, şekli olmayan köy ve kasabalar." (s. 36) Bu akışkanlık kendini konumlandırmaya çabalayan insan için büyük işkence. Adam gerçek kişi; nüfus kaydı, ödediği vergileri ve sair özellikleriyle, hatta iş arkadaşına dair anılarıyla toplumda yeri olan bir insan ama bilmediği bir tuzağa yakalandığı zaman, içinde doğup büyüdüğü toplumun normlarından uzaklaştığı zaman böcekten farksız hale geliyor. Uyum sağlama aşaması, avdan avcıya dönüşüp dönüşmeyeceği çatışmanın temelini oluşturan unsur. Cumpei Niki, bir böcek. 31 yaşında. Öğretmen. Tuzaktan kurtulmak için çabalıyor ve kendini kaybettiği oluyor; evinde yaşadığı ve avcı böceğe benzettiği kadına bağırıp çağırdıktan sonra yemek isteyip istemediğinin sorulması, hiçbir şey olmamış gibi sorulması, sanki tuzağa düşürülmemiş, kendi isteğiyle oradaymış gibi sorulması... Kadınla seviştiği zaman tuzak tamamlanır, kaçmanın büyüsü varlığını sürdürse de kumdan kurtulma çabası ötelenebilir hale gelir. Kimlik üzerine düşünüldüğünde geçmişin pek de tatmin edici olmadığı fikri doğar, öğretmen arkadaşla konuşmalar akla gelir.

"(...) ─ Bıraksanız bir tane tebeşir kutusu bile yapamayız ya...
─ Tebeşir kutusu konusunda haklısınız. Ama öğrencilerin, kim oldukları konusunda gözlerini açmalarını sağlamak bile yeterince yaratıcı değil mi?
─ Sayemizde, yeni acıları yaşamak için gerekli yeni duyguları zorla öğreniyorlar." (s. 82)

Belki de akışın getirdiği kendiliğinden yenilik gereklidir. Cinsellik de bu bağlamda ele alınır. Karanlıkta bırakılan noktalar çekiciliği sürdürür, kontrol edilemeyen arzu iktidarın varlığını tehlikeye atar. Kadının adam üzerindeki etkisi bu noktadan doğar, denetimsiz görünen bir isteğin doğurulması. Erkeğin kendi arzularını hissetmesi, dışarıdan bir bakışla farkına varması sağlanır. Kadın için de aynısı geçerlidir, böylece "karşılıklı aynalara yansıyan cinsel ilişkinin sınırsız bilinci" ortaya çıkar. Arzu doyurulur ama daima açtır. Döngü sürer. Hiçbir şeyin ortasında bir asker, kalede düşmanları bekliyor. Ufukta tozu dumana katan orduyu görünce alarm veriyor ama yardıma gelen kimse yok. Tek saldırıda devrildikten sonra hiçbir engelle karşılaşmadan geçip giden düşmanların ardından baktığında kendinden başka kimsenin orada olmadığını görüyor, kale de yok, hiçbir şey yok. Bir hayali koruyan asker, Tatar Çölü bu açıdan da okunabilir mi? Kum bu; gerçekliği büken bir gerçek. Satılabilir olması rüzgarda savrulup geri gelmesine engel değil, köylüler kumu satıyor ve yapı malzemesi olarak kullanılmasına ses çıkarmıyor. Barajlar, binalar kolaylıkla yıkılabilir ve vicdan buna elverebilir, eğer köylüler kendileri de terk edildiklerini düşünüyorlarsa. Öç, diğerlerini umursamamak demektir.

Son. "Buradan nasıl kaçacağını ertesi gün de düşünebilirdi." (s. 172) Biraz araştırdım, Ballard'ın Abe'den esinlendiği birçok kaynakta söyleniyor. Maitland'ın son düşüncelerinin adamımızınkilere benzemesi anlaşılabilir hatta denebilir ki Ballard, Abe'nin anlatısını Londra'ya uyarlamıştır.

Abe Kobo mu, Kobo Abe mi bilemiyorum ama bu adamın bütün kitapları Türkçeye çevrilmeli.

24 Haziran 2017 Cumartesi

Max Porter - Tüylü Bir Şeydir Şu Yas

Depresyona kapı aralayan bir yasın iki yönlü etkisinden biri, çok iyi bir yas tutucu olarak söyleyebilirim ki dönüşebileceğim ve olduğum her beni aynı ana tıkması. Sanki tek bir yas varmış da yaşamıma yayılmış oncasını birleştiriyormuş gibi, oradayız, sayısız parça -travma, nevroz, melankoli, ne varsa- halinde yere dökülebiliriz ve toparlanmak yerine öylece kalmak daha az çaba gerektirir. İkinci etki, parçaların birbirine dönüşebilmesi. Kolektif bir yasta daha belirgindir bu. Kimlikler değişir, zamanlar içindeki benler onlarca role bürünür; baba ben/çocuk ben/eş ben ve diğerleri. İçsel bir bölünme bu, bir de kişiler arasında yaşananı mevcuttur, ilişkileri yeniden yapılandırır. Çocuğun kendi anne veya babası olması mümkündür. Kaybettiklerimizin ardından kim olduğumuzu tekrar ve tekrar buluruz, belki de bulamayız ve ben bambaşka birine çıkar. Yıkıcı, buruk.

Zezé'nin arkadaşlarını, özellikle kurbağasını hatırlıyorum. Mekan değişimi sonucunda ortaya çıkıyordu ama asıl olay bir şeyleri geride bırakmaya yardımcı olmaktı, aynı şekilde geleceğin getireceklerine karşı da. Çocuk büyüyünce, kişiliği geliştikçe arka planda kalıyor ve ortadan kayboluyordu. Bir aşama olarak erginlik, zorlu bir yolun sonunda. Yas süreç olarak buna benziyor biraz, hatta bizim Karga da.

Anne düşüyor, başını vuruyor ve ölüyor. Baba iki çocuğuyla kalıyor, bir de karga ekleniyor aralarına. Çat kapı. Kurbağayla aynı muhabbet; kendisine ihtiyaç duyulmayana kadar orada duracak. Baba zannediyorum edebiyat araştırmacısı, Ted Hughes'un şiirleri hakkında Karga adlı bir araştırma üzerinde çalışıyor. Kuzgun da olabilir, bilemedim şimdi. Bu araştırma bitene kadar Karga orada. Kargayla birlikte temsil ettiği, çağrıştırdığı, imlediği her şey de orada. Mitik anlatılar, duygular, takıldığı bir iki şairden birinin melankolik şiiri de dahil. Yüzleştirecek, koruyacak, acı verecek ve mutlu edecek, annenin ölümüyle kopup giden yaşam geri gelene ya da doldurulana kadar bir replika olarak ailenin yanında kalacak. Karga yaşamın bir metaforu, ölümün de. Her şeyin.

Anlatı parçalara ayrılmış durumda, anlatıcı Karga, Baba ve Çocuklar arasında gidip geliyor. Karga'nın monologları başlarda son derece dağınık, çağlayan bir bilincin ürünü ama sonradan bunun bilinçli bir tercih olduğunu görüyoruz, Baba'nın yaşama uyum sağlama aşamasında ihtiyaç duyduğu biçem bu.

Her bir anlatıcı bir diğerini kendine veya diğer anlatıcının rolüne bürüyor. "Annesiz çocuklar saf kargadır." (s. 25) Karga'nın dediği. Çocuklar Anne'nin rolünü sürdürüyorlar. Büyük harfle Anne, kendisi anlatıcı olarak orada değilse de yokluğu bütün anlatıcıları bir araya getirdiği için orada aslında. Neyse, Baba'nın ironiye, Anne'ye ihtiyacı var ve Çocuklar'ın Anne olmaktan başka çıkar yolları yok. Baba için, kendileri için en iyisi bu. Herkes herkesin yerine geçebilir, geçiyor da ama kalıcı olarak değil, ödünleme sonucu belli bir oranda iyileşme sağlanana kadar. Kendi içlerindeki değişim de sürüyor bir yandan. "Karga'nın doğal benliği ile medeni benliğinin, leşçil ile filozofun, tam varlığın tanrıçası ile kara lekenin arasında, Karga ile kuşluğu arasında büyüleyici, devamlı bir yer değiştirme var. Bu bana yas tutma ile yaşamanın, o zaman ile şimdinin arasındaki yer değiştirmenin aynısı gibi geliyor. Ondan çok şey öğrenebilirim." (s. 31) On dört aylık bir sürecin üçe ayrıldığı bölümlerin ikincisi bu değişimlerin yol açtığı biçimde yasa alışma süreciyle geçiyor. Karga'nın gördüğü kabuslar başarısızlığı çağrıştırıyor, Baba'nın özlemi süreğen acının hiç dinmeyeceği duygusunu uyandırıyor, sanki hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi. Depresyon işte; yeni bir şey olamaz, her şey Kristeva'nın Kara Güneş'inin altında yitmiştir, akmayan bir zamana hapsolan kişi için yaşam o andan, o yoksunluktan ibarettir.

Ayrıntılara daha fazla girmeden bitireceğim. Yas görmezden gelinmez, benimsenir ve varlığı sözlü bir anlaşma olarak kanıksanır. "Üstümüze atılmış acıyı kimse ne yavaşlatsın ne hızlandırsın ne de düzeltsin." (s. 107) Baba'nın hayatına giren kadınlar kalıcı değil iyileştiricidirler, anıların yas zincirinden kurtulup birer birer ortaya çıkmaları da öyle. Birinde Baba'nın on sekiz yaşındaki haliyle karşılaşırız, Ted Hughes'un konuşmacı olduğu bir oturuma katılan genç hayran. Hughes hakkında bir yorum yapar, konuyu dağıtır, uyarılır ve gözleri dolu dolu olarak salondan çıkmaya yeltenir. O sırada Ted Hughes'un elini omzunda hisseder, adam, "Evet," deyip uzaklaşır. Bu iyi bir şey, şair hakkındaki araştırmanın bitmesi de öyle. Karga ayrılma iznini alır, Anne de. Küllerinin savrulmasıyla birlikte yas yaşama eklemlenmiş olur. Kabullenilmiş yas yaşamın önünde bir engel değildir artık, bir nirengi noktasıdır, her şeyi bir arada tutan taşlardan biridir.

Oyunculluğuyla, metaforlarıyla muhteşem bir kitap, Monokl yine yapmış yapacağını ama gömülecek bir iki nokta var, söylemeden edemem. Ambalajdan bahsedeyim biraz, mesela bu kapak niye böyle? Tamam, risk alıyorsunuz ve bir ilk kitap basıyorsunuz ama kapağı mahvetmenin lüzumu yok ki. Knausgaard hesabı, övgüler için ayrı sayfalar olabilirdi veya arka kapak kullanılabilirdi. Şu hali güzel değil.

Birkaç yazım hatası var, o kadar olur ama bence "Foo Dövüşçüleri" ayarında bir ayıp var, o olmamış. "Birçok insan, aslında Shakespeare'e, İbn Arabî'ye, Şostakoviç'e, Howlin'e Wolf'a ihtiyacım varken, 'Zamana ihtiyacın var,' dedi." (s. 48)

Howlin'e Wolf'a? Howlin' Wolf o, alemin en kral blues müzisyenlerinden. Bir şarkısını koyuyorum.

Jon Fosse - Sabahtan Akşama

Poe'nun bir öyküsünde sahibi tarafından çağrılan uşak odaya girer. Ölü olmasına rağmen. Alışkanlık.

Yüksek lisansta sınıf arkadaşım anlatmıştı, Ordu ve civarında nadiren görülen bir gelenek olarak tabut mezarlığa götürülürken sokak sokak gezdirilirmiş, ruh mezardan çıkıp evine dönmesin, dönüş yolunu bulamasın diye. Şamanların şarkılarını duyuyoruz, ne olduğunu bilmesek de.

"If I die tomorrow
I'd be alright
Because I believe
That after we're gone
The spirit carries on"

Dream Theater - The Spirit Carries On

Öte geçenin bilinmezliği hayal gücüyle tamamlanıyor, bu novella da mütevazı bir katkı. Norveç'in denizlerinin ve ağaçlarının arasında bir yaşam, sona erme biçimi yaşama dahil. Sabahtan sabaha aslında, ölümü bir başka sabah olarak düşünmek hoşuma gidiyor. Akşam faslı yokluğun ele alınış biçimiyle ortaya çıkıyor. Tanrı ve Şeytan çekişiyor, düalist mantığın işlerlik kazandığı yerde Tanrı'dan gelenle Şeytan'ın eziyeti birbirine karışıyor. Hiçlik, doğanın eninde sonunda bizi yüzleştireceği gerçek. Her şeye gücü yetmeyen Tanrı fikriyle insanın acizliği birleştiği zaman hiçliği sezmek olası. Olai bu orta noktayı oğlu Johannes doğarken saptıyor; Tanrı'nın hem çok uzakta hem de çok yakında olması insanın yalnızlığını artırıyor, insan pek umursanan bir varlık değil çünkü. Doğum da bu umursanmamanın acısını katlayan bir şey, zira Tanrı'nın bir hediyesi. Var olduğu varsayılan Tanrı'nın. Neyse, çocuk doğacak birazdan.

İki bölüm, ilkinde doğum ve Olai'nin sorgulamaları var. Fedakarlık, ceza, cılız bir, "Eli! Eli!" ünlemesi birbirine karışıyor, Johannes'in babası ilahi bir sorumluluğu da yüklenmiş oluyor böylece. Bebeğin feryadı bütün o seslere, seslerin kaosuna katılıyor. Birlik yok, her şey dağınık, dingin bir coğrafyanın boğucu sessizliğinde sezilmesi zor olan bir karmaşanın adı bir türlü konamıyor, sadece uyumsuz sesler var.

İkinci bölümde Johannes uyanıyor, olağanın aksine ağrısı sızısı yok. Güzel bir sabah, yaşlı adam her şeyi yapabilecek bir güce sahip. Kısa zaman önce ölen eşi Erna'dan kalan boş sandalye her sabah kendisini selamlıyor ama o sabah olabildiğince orada, Erna'yla ilgili anıları da orada, hatta Erna hiç gitmemiş gibi. Johannes ev işleriyle ilgilenirken arkadaşı Peter'la bir araya geliyor ve geçmişte yaşanan bir olayı tekrar yaşıyor. En başta köfte çakılmadıysa burada çakılır artık; birkaç fotoğraf, birkaç duygudan başka bir şey kalmıyor geriye. Ölü dost Peter'ın gözünden yaş geliyor, Johannes'in denize attığı zokanın batmaması kendi reddedilişini hatırlatıyor, tabii arkadaşı adına duyduğu üzüntü de var. Deniz artık Johannes'i istemiyor, dünyanın değişmesi gerekiyor. Yavaş bir değişim bu, Johannes'in yaşamından koparılıp alınması bir anda gerçekleşemeyecek kadar zor. Doğaya iz bırakmış ve doğayı ruhunun bir parçası haline getirmiş Johannes'in hazırlığı yavaş yavaş tamamlanıyor, zirve ve dip noktaları hatırlanıyor, tekrar yaşanıyor, biçimlendiriliyor ve kronolojik düzende işleniyor, yaşamdan sonra bile. Her şey olup biterken virgülden başka bir noktalama işareti yok, hayatın akışını bölmek mümkün değil. Akşama kadar bu minvalde ilerleyen hikâyenin sonunda Peter arkadaşını hazırlar, birlikte bir sandala(?) binerler, sandal gemiye dönüşür ve bir tek düşüncenin kaldığı o son anda beyaz bir dünyanın içinde bulurlar kendilerini. Bu gemiyle geçiş hadisesi de son derece mitik, Tolkien'ın dünyasından Kharon'a seksen çeşit örneği mevcut. Neyse, böyle bir son. Johannes'in cenaze töreninde gökyüzünde beyaz bulutlar vardır, güneş batmaya yakındır, yaşam göçmeye müsaittir. Ne güzel! Alışkanlıkların ölümden sonra da sürdüğünü görürüz, dostluklar sürer, her şey varlığını sürdürür, kişi kendinden başka bir şeye tutunmaz.

Dream Theater'la bitiriyorum, albümü de yıllar sonra baştan dinliyorum şimdi. Öldüğümde fonda çalacak beş albümden biridir herhalde, lisede onlarca kez dinlemiştim. Vay be. Kitap şahane kısaca, ıskalamayın derim.

15 Haziran 2017 Perşembe

Karl Ove Knausgaard - Karanlıkta Dans

"Bir sigara daha yaktım. Acelem yoktu, yetişmem gereken bir yer ya da görüşmem gereken kimsem yoktu." (s. 7)

Boşluğu bilirseniz sigara yakıyorsunuz, bilmezseniz ne yapmanız gerekiyorsa onun peşinden gidiyorsunuz. Ben vapurun gitmesini bekliyorum, iskele boş kalıyor. İnsanlar dışarıda bekliyor, deniz şu aralar turkuvaz. Eve gelip bir şarkı üzerinde çalışmak, bir şeyler yazmak istiyorum. Vapur geliyor, biniyorum. Kitabı açıyorum, Karl Ove benzer şeyleri düşünüyor. Yaşıyor da; öğretmenlik için Zonguldak'a yaptığım yolculuğun ve orada geçen iki yılımın yankısını Karl Ove'da görüyorum. Knasugaard'un yaptığı şey bizi kendi düşüncelerimizden, kendimizden kaçamayacağımıza inandıran bir anlatı sunması. Düşüncelerimiz neyse oyuz, Karl Ove da öyle, o zaman mutlak bir koşutluk sağlanıyor ve yaşanılanlar ne kadar farklı olursa olsun, kişilikler sayısız olasılığın katkısıyla ne kadar farklı biçimlenirse biçimlensin, değişmeyen iç sesin karşılığı bir yüzleşme olarak ortaya çıkıyor ve okuru çekiyor.

Salt bir otobiyografi değil, kuru bir anlatıda yer almayan birçok öğe mevcut. Yazar Karl Ove/anlatıcı Karl Ove/karakter Karl Ove arasındaki geçişler bir anlatım tekniği olarak kurmacanın enstrümanlarını oluşturuyor, bu bir. İkincisi de zaman sıçrayışları. Üçüncü kitapta Karl Ove'un -yanılmıyorsam- lise dönemlerini ve babasının estirdiği terörü görmüştük. İlk kitapta arkadaşlarıyla verdiği rezalet konser ve babasının ölümünün ardından uğradığı yıkım vardı. Buradaysa liseyi bitiren ve on sekiz yaşında öğretmenlik yapmak için Kuzey Norveç'e giden bir Karl Ove var, hiç bilmediği bir yerde ayakta kalma çabasından liseyi bitireceği yıla bir sıçrama yapıyoruz ve doğrusal bir zeminde hareket ederek ileri ve geri sıçrayışlarla, bazen oldukça derinleşen hikâyelerle çemberi tamamlayıp öğretmenlik günlerine geri dönüyoruz. Kargaşaya yol açacak bir anlatı yok, belirli izleklerle -baba, cinsellik, alkol, yazma güdüsü vs.- bağlantılar kuruluyor.

Bukowski, Bauer, Kerouac. "Toplumda yerini bulamayan ve hayatın getirdiği rutinden fazlasını isteyen, hayatın onlara armağan ettiği bir aileden fazlasını isteyen, kısacası burjuva toplumundan nefret etmiş, özgürlük arayan genç adamlar." (s. 9) Karl Ove onlardan biri olmak istiyor ve yolculuğa çıkıyor, kendi evi olacak ve durmadan yazacak.

"Zil çaldıktan sonra odadan çıkarken yorgunluktan bitmiştim. Savuşturulacak çok fazla şey, tolere edilecek çok fazla şey, görmezden gelinecek çok fazla şey, bastırılacak çok fazla şey vardı." (s. 53) Karar mekanizmasının sürekli, her an çalışmasının sebep olduğu zihinsel yorgunluk tam bir kabus, onlarca insanla uğraşmak gerçekten zor. Ne olursa olsun Karl Ove öğretmenliğe katlanabilir, yaşadığı küçücük yere katlanabilir, yazması yeterli. İşlerin yolunda gitmesini isteyen müdürü Richard'a, erken boşalmasına ve daha pek çok şeye gücü yeter, her ne kadar istifayı basıp memleketine dönmenin cazibesine ara ara kapılıyorsa da pes etmemek için enerjisi var. Öğrenciler küfürbaz ve kötü, baş edilecek gibi değiller ama iyi ilişkiler de kurulabiliyor ki Karl Ove'un devam etmesini sağlayan etkenlerden biri de bu. Müzik ve edebiyat da iki önemli kaide olarak yükseliyor; keşfedilecek çok grup ve yazar var. Genç bir adamın kendini inşa etmesinin sancılı ve keyifli sürecini takip ediyoruz, bu açıdan metin birçok şarkı ve kitaptan da beslenmiş oluyor.

İzleklerden gideyim. Baba. Karl Ove'un öğretmenlik macerasından önceki süreçte babasıyla ilişkisi son derece yıpratıcı, kendisinin de alkole ve uyuşturucuya bulaşmasında babasının büyük bir etkisi var. Anneden boşanıp başka bir kadınla evlenen babanın alkol problemi ve oğluyla kurduğu mesafeli, soğuk ilişki bir çocuk için yıkıcı etkiler doğuruyor. Abi Yngve'nin yaşadıklarıyla ilgili pek bir fikrimiz yok, zira bu konular pek konuşulmuyor. Katharsis sağ olsun, ister istemez kendi abimle ilişkimi düşünüyorum ve benzer bir noktaya çıkıyorum. Sanırım trajedilerin sessizlikle atlatılmaya çalışıldığı ailelerde susmak bir miras haline geliyor. Anneannemden anneme, annemden bize. Abimle sanırım hiç aşamayacağımız bir duvarla ayrıldık, yasını yirmi yıldır tutuyorum. Annemin sessizce ağlamalarının yasını yirmi yıldır tutuyorum. Yitirilmeye müsait sevginin yasını kendimi bildim bileli tutuyorum, bazen hepsini, her şeyi, beni oluşturan, biçimlendiren ne varsa hepsini bir silkinişle, boşluğa doğru atılacak bir adımla geride bırakmak istiyorum. Karl Ove'un anne evinden ayrılmasında ve kim olduğunu hatırlamayacak kadar içtiği günlerde bu kaçışın izini buluyorum, herkesin mücadelesi farklı biçimlerde ortaya çıkıyor.

Cinsellik. Adamımızın öğrencisine aşık olmasında ve kadınlara yaklaşımında tenasül organını bir türlü mesut edememesinin etkisi büyük. Karşısına birkaç fırsat çıktığını görüyoruz ama o kadar heyecanlanıyor ki mevzu tam başlayacakken boşalıyor, gerisi utanç. Finalde ne var, adam bir yazarlık bursu kazanıp Bergen'e dönüyor ve oradan bir kızla tekerlenmeli, güreşmeli anlar yaşıyor. Tam bir Bukowski finali; bir yıl boyunca öykü yazan adamımız muradına erdikten sonra erken boşalmadan kurtuluyor, öz güven kazandığı gibi -kendi deyişiyle- pompadan pompaya koşuyor. Bu uğurda evi dağıtmışlığı, annesinden papara yemişliği ve rezil olmuşluğu çok, adam hak etti yani. Kabız olmamak elde değil; insanın, "Lan dur bi', sakin ol!" diye bağırası geliyor. Neyse.

Babaya dönüyorum. Anneye göre babada büyük bir potansiyel vardı ama iç ve dış mihraklar bu potansiyelin açığa çıkmasına engel olduğu için akacak bir kanal bulamadı, birikip psikolojiyi harap eden bir hale büründü. Karl Ove ne yaptı, dinginliği içte aramaya başladı; kendine bir sürü plak aldı, kitap aldı, müzik eleştirileri yazmaya başladı ve kafayı cinsellikle bozdu, kendini mahvedecek ve geliştirecek ne varsa üzerine gitti. Sonuç: "Ben gerçek bendim, ama bu gerçek 'ben'ler birbiriyle örtüşmüyordu." (s. 310) Kendini tüketen bir çember. Neyse ki silinmeden bir uç verdi ve Karl Ove yaşamaya devam etti.

Bir günde bitti, son iki kitap. Üzülüyorum, siz de üzülmez miydiniz?

7 Haziran 2017 Çarşamba

Juan Pablo Villalobos - Tavşan Deliğinde Fiesta

İnsan bilişsel dönemlerden geçiyor, beynin işleyişi -özellikle çocuklukta- aylarla ifade edilebilecek kadar kısa sürelerde muazzam değişimler geçirebiliyor. Büyük zenginlik; yaratıcılığı zenginleştiren bir durum. Kendini çizgi film karakteri sanıp camdan atlayanlar ve benzerleri dışında güzel sonuçlar doğuruyor, Çavdar Tarlasında Çocuklar mesela. Onca Yoksulluk Varken de bir diğer güzel örnek. Filmlerde, dizilerde çokça görürüz, ekmeği iyi yenmiştir yani. Eh, bu açıdan Villalobos'un çocuğu yeni bir şey değil ama içinde yer aldığı uyuşturucu kartellerinin ortamında ilgi çekici hale geliyor. Tochtli nam velet, uyuşturucu taciri olan babasının yanında, çölün orta yerine konuşlanmış bir kalede yaşıyor. İki izbandut koruma ve babasının yardımcısı olan özel öğretmeni dışında ilişki kurabildiği kimse yok, yalıtılmış bir ortamda yaşıyor. Televizyon izleyebilir, kitap okuyabilir ve babasının kendisi için getirdiği hayvanları izleyebilir. Hayvanat bahçesine gitmek tehlikeli olduğu için kalenin bir kısmı hayvanat bahçesine çevrilmiş, kolay iş.

Çocuklukta hiçbir şey olduğu gibi değil, lunaparktan pek bir farkı olmayan beyinde olgular/nesneler arasındaki ilişkiler bağdaştırmaların doğruluğuna ve yanlışlığına bakılmadan, kendiliğinden beliriverir. Bu yüzden Tochtli'nin Japon kültürünün etkisi altındayken Liberyalı cüce suaygırları için delirmesi, vücuttaki delik sayısının ölüme yol açıp açmamaya etkisiyle ölülerin de sayılabilecek kişiler olarak görülüp görülmeyecek olması, kısacası dünyayı algılayış şekli tam bir kaos. Bütün eğlenceyi bu kaosa borçluyuz.

Çocuğun renkli dünyasının arkasında mafyanın katı dünyası yatıyor. Uyuşturucu baronunun azarladığı vali, para desteleri ve kilitli odalar, yeniliğin merak dolu objeleri olmalarının yanında karanlık bir dünyanın da dökümünü ortaya çıkarıyor. Kafası kesilen polisler, düzenlenen operasyonlar, kaçanlar, tutanlar, hepsi Tochtli'nin son biçimine kavuşmamış zihninin üzerinden akıp gidiyor. Bu noktada Mazatzin'i anmak gerek, Tochtli'nin akıl hocası, çocuğa dünyayı tanıtan bir sensei. Sömürgeci Batı'nın biricik düşmanı, Meksika yerlilerinin can dostu, çeteyi satıp itirafçı olarak paçayı kurtarmaya çalışan kardeşimiz. Karanlık tarafa geçmeden önce işinde gücündeydi, sonlara doğru Tochtli'nin sürekli tekrar ettiği gibi patetik bir halde kirişi kırdı.

Küçük bir çocuğun anlatıcı olduğu metinlere girişmeden önce iyi hazırlanmak gerekiyor; düşüncenin biçim değiştirdiği aşamaları bilmeden, literatürü taramadan bu tür karakterler yaratmak büyük risk. Belli bir pencereden görülen dünyanın bir anda yetişkinlerin dünyasına dönüşmesi, çocuğun kozmosunun dışına çıkılması bütünlüğü bozar. Villalobos bu konuda oldukça iyi, herhangi bir falso görülmüyor.

Üç bölüm. İlk bölümde bu kanun dışı dünyanın çeşitli halleri, ikinci bölümde Liberya gezisi ve son bölüm çözülüş.

Uyuşturucu ticaretinin Meksikalıları dışarıda bırakacak şekilde yapılması milliyetçilik, bu görüşe uymayanlar ortadan kaldırılıyor. Tochtli'nin tanıdığı cesetlerden biri bu yüzden ceset, Baba Yolcaut -El Rey olarak da bilinir ve meşhur devrim şarkısında dendiği gibi delikanlıdır, her zaman ayaktadır, kendisini tutan hiçbir şey olmasa da- bir rol model olarak oldukça önemlidir. Çocuğun bazı şeyler için büyüyüp büyümediğine o karar verir ve kararına göre çocuğun hiç görmediği dünyanın bir parçasını daha aydınlığa kavuşturur. Öldürülenler, kilitli odalar, kadınlar yavaş yavaş belirir.

Liberya. Çok ince mevzular var burada. "Belki de giyotinler krallar için, kurşun delikleri de başkanlar içindir." (s. 63) Kurşun delikleri sayılardan başka bir anlam taşımıyor, Baba da yeri gelirse bedenlerde delik açabildiği için kurşunlananlar pis herifler olmalı. Politikacılar mesela. Giyotinlerse krallar için. Temiz, o yüzden, tek hamleyle boynu keser. Şeref kurtarır, Japonların yaptığı gibi. Başka, nesli tükenmek üzere olan cüce suaygırlarından ikisini kaçırırlar ama hayvanlar ölür, kafaları doldurulmuş olarak Meksika'ya yollanır. Yeterlidir bu, Tochtli'nin başka uğraşları vardır çünkü. Dünya bir anda değişir, Mazatzin'in sırttan bıçaklamasıyla her şey daha gerçek bir hale dönüşür. Büyümek yani, acılısından.

Güzel, şu an Haydarpaşa'daki fuardan %50 indirimli olarak alabilirsiniz. Ben öyle yaptım, iyi oldu. Yaa.