Acıyla başa çıkma yollarını seviyorum. Anlatı boyunca ilerliyor, çatallanıyor, dallara ayrılıyor, anlatıyı biçimlendiriyor, dile getirme biçimleri doğuruyor, uçsuz bucaksız bir alan yaratıyor. Biricik bir şey, genellikle zorlayıcı, okurun bir parçası yapmayan, okuru bir parçası yapma amacı da olmayan bir alan, yabancı olmaya müsait topraklar. Bizde Gökhan Yılmaz bunu yaptı, ailevi meseleleri sözcükleri parçalayarak, garip biçimlerde birleştirerek, anlamlarını bozup tekrar çatarak anlattı. Pek beğenilmedi zannediyorum, öykülerinde oyundan başka bir şey olmadığı söylendi ama buna katılmıyorum, bir metnin yansımasında kendimizi -bir biçimde/anlamda/durumda görmemek o metni iyi veya kötü yapmaz. Bir metni iyi veya kötü yapan şey metne girmek, dahil olmak olmamalı. Birgül Oğuz da bu açıdan eleştirildi biraz, onun için de aynı durum geçerli. "Yazar farklı bir şey denemiş, olmamış" türünden yorumlar mevzu bahis metinle ilgili en ufak bir açımlayıcı yorum içermediği gibi aslında pek bir değer de taşımıyor, bu tür metinlerde öznel deneyim önemli, okuma deneyimi. Daha doğrusu bir nevi anlayış. Bir acının dile getiriliş biçiminin benzersiz, farklı olması kadar doğal bir şey olamaz. Esterházy de benzer bir doğallığın -aslında bu doğallık bazı okurlarca oyunun ta kendisi gibi göründüğü için yapay, zorlama bir anlatıya yol açıyormuş gibi değerlendirilmiş, ben bunun tam tersini düşünüyorum ve acının yörüngesinden ayrılmayan anlatının bütün uçarılıklarını doğallığın tam kalbinde buluyorum- anlatısını yenilikçi bir biçimde kuruyor. Annesi bir hastanede, uzun ve yorucu bir biçimde ölen anlatıcının anı parçalarından oluşan anlatının her bir bölüm için farklı yazarların metinlerinden alıntılanmış bölümlerle genişletilmesi iyi bir fikir. Metni didiklenen birkaç yazar: Thomas Bernhard, Jorge Luis Borges, Anton Çehov, Lautréamont, Arthur Rimbaud, Georg Trakl. Böyle gidiyor, bölümlerin sonlarındaki alıntılar anlatıcıyı çiftlemiş oluyor haliyle, metinlerin adı verilmediği için bağlamı bölümlerin anlatıcısının bağlamına doğrudan eklediğimizde, anlatılanlarla alıntılar arasında her zaman doğrudan bir bağ kurulmadığı için karmaşık bir yapıyla karşılaşıyoruz, kaotikliğe varan çeşitlemeler olduğu gibi iki paralel çizginin birleşmesiyle de karşılaşabiliyoruz. Kimi okurlar bu teknikten ötürü zorlanmış, zorlayıcı bir şey gerçekten, yine de tümden bir kopuş gerçekleşmiyor, sonuçta yardımcı fiiller eklendikleri cümleyi bambaşka yerlere götürebilirler, götürüyorlar. Anlatıcının niyetine de bakalım: "Dili kullanmıyorum, gerçeği anlatmak istemiyorum ve sizlere anlatmak gibi bir isteğim de yok." (s. 6) Devamı: "Konuşmuyorum; ama susmuyorum da; buna rağmen bu başka bir şey. Temkinliyim, söz konusu annem." (s. 6) Konuşmakla susmak arasında bir düzlem, her çağrışıma açık, annenin kaybından sonra düşünülenler sözcükleşiyor ama sözcükler tamamen kaybedene ait değil, alıntılardaki kayıplardan da sözcükler var, her bir bölüm için bir katman. Mallarmé anılıyor bir yerde, dünyada her şeyin kitap olması için mevcut olduğuna dair bir söz. Bir kitap başka kitaplarla kurulur, o halde bu kitap bir yankılar toplamı olarak da görülebilir.
Annelerinin kötü durumda olduğunu bilen kardeşler, babalarından gelen telefonla birlikte toplanıyorlar. Evde olsalar iyi olur, yani o aralar, sona yaklaşılırken yani, daha fazla ertelemeden ölümle yüzleşmeliler, anlatıcı ölümü sevecek cesareti olmadığını söyledikten sonra. Bölümün alıntısı Camus'den aparma: Anne öldü, dün, patrona da söylenmeli bu, anlamsız olsa da. Annenin çocuklara duyduğu sevgi kıyaslanıyor sonra, anlatıcıya göre erkek kardeşini daha çok seviyor annesi, yine de tam olarak bilinemeyecek bir şey. Anlatıcı bu konuda bir sonuca varamıyor, varamamasının sebebine bağlanabilirse şu var: "Kız kardeşim en güzel olanımız; onda babamın narin yapısıyla annemin canlılığı var. Gerçi erkek kardeşimi kadınlar daha çok seviyorlar ama benim kadınlarım da beni. Yalız bende gereğinden fazla kişisellik var — nev'i şahsına münhasır "metin bozulması"yım. Elbet bundan çıkarılacak bir sonuç yok." (s. 10) Davranışların amaca erişmesi anlatıcı için önemli, istenci dumura uğramış gibi gözüküyor, bu durumda edimleri de çarpık, gerçi kardeşlerin tümü için aynı şey söylenebilir. Yarım yamalak anılarda bütün kardeşlerin tek bir sözcükle gülmekten çatlamaları, ardından gelen derin sessizlik ve irkilme anları ne yapacakları konusunda bir fikirlerinin olmadığını gösteriyor, eylemlerinde bir tutarlılık veya dinginlik aramamak gerekiyor. Hastanede hemşire anneden "geriye kalanı" gösterdiğinde, kendi başına soluk bile alamayan bir bedenin ölüme yakınlığı ortaya çıkınca, bedenin orasından girip burasından çıkan borulardan gelen ıslık sesleri odayı doldurduğu zaman daha da geriye gidiyor anlatıcı, çocukluklarından, gençliklerinden bahsediyor, sonra doktorun, "Ölümü de istemek gerekiyor," sözüyle birlikte âna geri dönüyor. Anne ölmek istemiyor bir türlü, yaşama sıkı sıkı tutunuyor, o durumda. Kendine geldiği zamanlarda çocuklarına bağırıyor, geçe kalmış konuşmalar yapılıyor, haykırışlar odayı inletiyor. Yaz mevsimi, her yer yanıyor, odalardan leş kokuları yayılıyor, sokağın pis ve ağır kokusu hastanenin kokusuyla birleşince iş dönüp dolaşıp Tanrı'ya kadar geliyor. Acımasız Tanrı, çaresizlikten başka bir şey sunmuyor insana. İnsan sıklıkla çaresiz kalıyor, ne yapacağını bilemiyor, uzayda kapladığı yeri dolduramıyor bir türlü, zihnini işe koşuyor en sonunda. Düşünmek, daha çok düşünmek. Babanın geçmişteki hataları, kardeşlerin hoyratlıkları, her şey yüzeye çıkıyor, itiraflar, pişmanlıklar, her şey açıkta. Cenaze için verilen bahşişlerde, mezarın başına konan çelenklerde bir amaç, kendilerini rahatlatmak isteyen kardeşler ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını düşünmek istiyorlar, bahşişi en yüklü tutanın baba olması bir suçun affının dilenmesi olabilir belki. Anne güzel bir ölü değil doktora göre, herkes öldükten sonra çirkinleşir ama güzel ölmek, güzel bir ölüm, ölü güzelliği mümkün olmayan bir şey. Herkes ölüyor, kimse güzel kalmıyor, güzelse de. Beatriz'in ayakları hâlâ sıcakmış otopsi uzmanına göre, buradan bir güzellik devşirilebilir mi? O kadar da ölü olmayan bir ölü. Yarımlık herkesi canlı kılabilir, tamamlanmamış bir veda, bir ayrılık, kopuş, artık her neyse, ayakları sıcak tutabilir, parmakları hareket ettirebilir, hatta ölü bir bedeni konuşturabilir, yapay anılar yaratabilir. Metnin ikiye bölünmesini buna bağlıyorum biraz, anne oğluyla konuşuyor bu kez. Makinelerden, borulardan ve topraktan gelen ses. "Şu cümleyi sevmezdin herhalde (çünkü patavatsız ve kendini beğenmiş): ben aklıma gelebileyim diye aklıma geliyorsun. İçimde acı yok, sadece yorgunluk, büyüyen sessizlik ve artan dehşet." (s. 59) Annenin söyledikleri bir yansıtma, kendi düşünceleri değil, bu açıdan bakarak okumalıyız. "İyi annelik" yapmamış Beatriz, bu açık bir yara olarak kalmış. Her an aşık olabilirmiş, ölüme en yakın olduğu an yaşamı da açık bir gök gibi kuşatabilirmiş. Alman askerlerinin ısrarlı tacizlerinden kurtulan, savaştan sağ çıkan annenin eşi askerlere tokat atmış, evinden atmış onları, iyi ki öldürmemişler adamı, belki de tek zaferini bu şekilde kazanan adam kumar oynamış aslında, eşi elbise dolabında düzülme korkusuyla saklanan kadın ne zaman naftalin kokusu alsa kusarmış bu yüzden.
Birileri iki saatte on kilo karpuz yiyebileceğini söyleyip bahse girmiş, kazanmış. Yabancıları sevmenin mümkün olduğu anlaşılmış, her şey rağmen. Sadakatsizlik affedilebilirmiş, babanın açık saçık mektupları bir oyunun parçası olarak görülebilirmiş, günler boyunca ortadan kaybolabilirmiş insanlar, sonra hiçbir şey olmamış gibi ortaya çıkarlarmış, ölüler ne kadar ağır olduklarını sorabilirlermiş, anne sormuş en azından. Anne ölümünden sonra gerçekten konuşmaya başlamış, öncesinde çocukları onu tuvalete götürürlermiş, kasıklarındaki kıllar açığa çıkınca başlar çevrilirmiş, güldürülen insan rahat rahat işeyemezmiş, çişi geri kaçarmış. Bir anne ölümden korkarmış. Bu sonuncusundan daha korkunç bir şey düşünemiyorum. Aslında bu metni okumak iyi gelmedi bana, geçen yıl ananemi kaybettikten sonra annem iyice kötüledi, sağlığı bozuldu, şimdi zorlukla yürüyor, kaç gündür hastaneye taşınıyoruz. Emre'nin yanına, Fethiye'ye gidecektim, biletleri almıştım ama gidemedim, başka zaman. Neyse, sıkı bir metin bu. Okunur gayet. Okunmalı.
Kosztolányi'nin bahsi geçiyor arada bir yerde, büyük mutluluk. İki karnaval işçisi yazardan biri diğerine saygılarını sunuyor. Sunsun, iyi eder ama daha ağır, yaralı bir hal var, ustanın oyunculluğu aynen sürdürülecek olsa da mizahın karası, komiğin trajedisi her an tetikte, her an işkenceye uğramayı bekler halde. Ustanın zamanında ilk büyük savaş atlatılmış, acıları çekilir halde ve ülke kaotik; parçalanmalar, birleşmeler, Avrupa'nın geri kalanıyla uyuşma çabaları derken bir yerden tutunmaya çalışan insanlar beliriyordu, farklı dilleri konuşan iki karakterin sadece mimik ve jest yoluyla anlaşmaya çalışması bu mevzuya sağlam bir örnekti. Ghost Dog: The Way of Samurai'da dondurmacı Fransızla samurayımızın dostluğu da böyle. Sağlam, yarım. Esterházy'nin Macaristan'ı ikinci bir dünya savaşını daha görmüş, Sovyet zorbalığına maruz kalmış bir ülke. Daha parçalı, toplumun benimsediği ve yavaş yavaş delirmeye yol açan bir bilinmezin orta yerinde.
Sleeper'da Woody Allen'ın söylediği, yukarıda bizi izleyenin devlet olduğuydu. Bir tık ileri götürülebilir; Tanrı tasfiye edilmiştir, ortadan kalkmıştır. Komünist politikaların sonucu olabilir, Tanrı'nın aslında pek de bir işe yaramadığı fikrinden kaynaklanıyor olabilir, sonuçta Tanrı gücünü böylesi bir güruhu iyilikle denkleyemeyecek, denklemeyi tercih etmeyecek bir ölçüde hasır altı eder ve sadece bir gözlemci olarak varlığını sürdürür. İki meleği vardır, Cebo ve Blaise. Pascal da kendine yer bulur romanda, çoğu şey gibi. Engin sessizlik karşısında duyduğu korkudan bahsederken Tanrı'dan alıntı yaptığı söylenir, böylece adını meleklerin hizasına yazdırmış olabilir. Mümkün ama Cebrail daha eski, ne yapacağını daha iyi bilir halde. Sözde. Blaise yardımcı durumunda. Aileyi izliyorlar. Aileyi izlerken melekliğin neliğini, Tanrı'yı düşünüyorlar. Tanrı da düşünüyor, sessizliğin diliyle düşünüyor. Sessizliğin dili, sevginin dili. Tanrı'nın varlığının sezgisel olumlaması.
Esterházy'nin şöleninde anlatının nereye gideceğini, anlatıcının araya girip girmeyeceğini, Yazar nam karakterin yazdığı metinle okunan metnin ne ölçüde kesiştiğini fark etmek mümkün değil. Modüler bir anlatım sistemi vardır; Anna'nın evlenmeden önceki yaşamı ve ailesi, Yazar'ın ailesi ve yaşamı, yaşamlar ve aileler, devletin güdümündeki yaşamlar, ailelerin kepaze ettiği yaşamlar, korkuyla dolu olanlar, alenen gösterilen kolluk kuvveti sopasıyla birlikte aile içinde yaşanan ihanetler birbirine girer. Katmanı çok bir geçmişin içinde dolanırız, işin içine zamansız Tanrı girince akıştan kurtuluruz ve belli bir sabitte düşüncelere boğuluruz. Sürerliği olan bir şey değil, Anna'nın melekleri fark edip uyumalarını izlemesiyle sabit de akışa kapılır. Esterházy insan tarafından yaratılanlarda Tanrı'nın izlerini görmenin mutluluk verici olduğunu söyler, gerçi bu mutluluğun içinde Tanrı'ya duyulan küçümseme de işin içine girer. Suretler karışır, yücenin bayağılığı fark edilir. Tanrı'nın korkusu da budur; zaman gibi bir yaratının benzeri metinlerde doğabilir. Gocunulacak bir durum değil, boynuz kulağı geçse de kulak ve boynuz bambaşka şeyler.
Hrabal'ın mevcudiyetini Yazar'la Anna sağlar. İçimde ukte; Baran önermişti Hrabal'ı ama bulamıyorum. Trenler haricinde bir kitabı daha varmış, kitapların yok edildiği bir yerde çalışan bir adamla ilgili. Sıkı kitapmış, denk gelirsem alırım. Sanırım iki kitabı çevrilmiş Türkçeye, anlatıldığı kadar incelikli bir yazarsa neden çevrilmiyor, Dedalus göreve. Neyse, bu Çek yazarı karakterlerimiz çok sever ve evliliğe katmadıkları kişiliklerini bu yazarla sürdürdükleri hayali diyaloglarda canlandırırlar. Kızarlar, öfkelenirler, severler, Hrabal direkt muhataplarıdır. Hrabal Tanrı'yla da muhataptır, metnin sonlarında tiyatro sahnesindeymiş gibi görürüz ikisini, tiyatro metnine dönen diyaloglarla ikisinin absürtlüğü kapışır, Tanrı'nın gerçeğe ulaşan Hrabal'ı kucaklamasını görmek isteriz ama bu bir hakarettir, yaşam verilmiş hemen her şey sevginin diliyle söylenir ama sevgiye ulaşmak bir hakarettir Tanrı için. İnsanın ulaşacağı menzil, gazaptan fazlası değildir. Toplum için de geçerli bu.
Ulusların sevgiyle yönetilmediğine dair bir alıntı yapardım, bulamıyorum.
Konu muhtelif. Yazar'ın gerçek gibi edebiyat-edebiyat gibi gerçek ikilisinden yırtamaması onu yaşayan bir karaktere dönüştürüyor, romanlardan fırlamış bir adam. Anna rüyalarında Hrabal'ı görüyor ama bunu söyleyemiyor çünkü görmesi gereken Yazar. Olsun, o kadar giz her ailede mevcuttur ve Anna bir edebiyat duludur, kocasını edebiyata kaybetmiştir. Çocukları var ama pek önemli değiller, annelik ve babalığın hissettirdikleri daha mühim.
Diyeceklerim başlayacakken bitiyor, fazlasını demeye yeteneğim yok. Şenlikli bir metin, acısı kadar sevinci de çok. Oyunlarına biraz değindim, bir tane daha: Postacıyı eve alan Anna, adamın üzüntüsünü dindirmeye çalışır ve ağlayan adamın kırık kalbini onarmak için ona yemek yapar, rahatlasın diye kocasının kıyafetlerini verir. Yazar eve gelir, postacıyla eşini görür ve postacının kıyafetlerini giyip kalan mektupları dağıtmak için sokak sokak gezinir. Eve geldiğinde sessizce bakışırlar, mevzu kapanır. Bunca kapalılığın, anlatılmayanın içinde her olasılığı dahil eden bir açıklığı sağlamak zor ama Esterházy müthiş bir iş başarmış. Bence. Bir de şey; dehşetin izleri her yerde. İşkence yöntemleri, devlet adamları, polisler, işkenceler, her şeye rağmen yaşamak ve yine işkenceler, hep işkenceler... Tarihinden kurtulamayan, geçmişin şimdiyi boğduğu bir ülkede üç beş hassas insan.