Parantez Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Parantez Yayınevi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2015 Salı

John Fante - 1933 Berbat Bir Yıldı

Haftaya askere gidiyorum, yazacak onlarca kitap vardı ama kafa ayarı da lazımdı. Ege, Akdeniz ve Karadeniz'e yardırıp çok az şey yazdım.

İstikamet önce Ankara, sonra Kıbrıs. Ulan şimdiden şafak tıkandı, dsfd.

Son zamanlarda sallama iş yapıyordum, şimdi biraz daha abartıp kitapların canına okuyacağım.

Bu hikâyeyi başka bir Fante kitabından hatırlıyorum ama hangi kitap, onu hatırlamıyorum. Bu biraz şey gibi olmuş, Silmarillion'dan alınıp ayrı bir kitap olarak basılan Húrin'in Çocukları gibi. Yine de alın, bulunsun. Yeni baskısı var. Bir daha basılmaz falan, lazım.

1933 gerçekten berbat bir yıldı çünkü ekonomik bunalım yıllarının en civcivlisiydi. Gangsterler içki kaçakçılığından parayı kırarken banka soygunları tam gaz sürüyordu. John Dillinger henüz öldürülmemişti, diğer gangsterler istedikleri gibi at koşturuyorlardı. Bir de ergenliğinin altın çağlarında bir genç, meşhur bir beyzbol oyuncusu olmak istiyordu. Ailesinin maddi durumu çok kötüydü, duvar ustası olan babası uzun süredir işsizdi, dindar annenin yapabileceği pek bir şey yoktu. Çocuk büyümenin sancılarıyla parasızlığın muhteşem karışımında bunalıyordu. Fante'nin diğer kitaplarındaki ortam. Uç uca ekleyebilirsiniz.

Bandini yok, Dominic Molise var bu kez. 1.60 boyunda, Kol olarak adlandırdığı koluyla paraya para demeyecek. İyi atıcı, kaç kişiyi oyun dışı bırakmış bir aslan parçası. Bunun dışında sosyal zekası umut vaat etse de pek gelişmemiş. Acayip işler yaparken buluyor kendini. Biyolojik duvarın farkında, babası ölene kadar bir şeyler yapabilir. Bu da ne garip ölçüdür, neyse.

Amerikan Rüyası'nı yerin dibine sokan babaanne pek eğlenceli. Oldschool İtalyan, ABD'ye uyum sağlayamamış bir göçmen. Oğluna, gelinine ve torununa sokuşturuveren bir ninemiz.

"'Nedir okuduğun benim bilge ve zeki torunum? Açlığa ve sokaklarda dolanan işsiz adamlara dair bir kitap mı? Babanın yedi aydır işsiz olduğuna dair bir kitap mı, yoksa altın Amerika'nın zengin vaatleri mi? Amerika, eşitlik ve kardeşlik ülkesi, veba gibi kokan harikulade Amerika.'" (s. 13)

Dsfd.

Ken ve Dorothy var, bizimkinin şapa oturmasına yol açan zengin çocuklar. Ken ve Dominic iyi arkadaşlar. Ken'in babası Dominic'e pek iyi bakmasa da sallamıyor pek, Dominic beyzbolcu olmak için kaçmaya karar verdiğinde babasının harç makinesini çalmaya karar verene dek. Ken kendi payına düşen parayı bulur ama Dominic babasının makinesini çalmakta bulur çözümü, üstelik taşıma için Ken'in babasının şirketine ait olan bir kamyoneti ödünç alana kadar. Babanın haberi yok tabii, öğrendiğinde Dominic'i iyi bir silkeler ve oğluyla görüşmesini yasaklar. Bu bir, ikincisi Dominic eve döndüğünde babasıyla yüzleşir. Adam beyzboldan para kazanılamayacağını söylese de oğlunun tutkusuna daha fazla direnemez, makinesini kendi satar. Kitap burada bitiyor, çocuk gitmekten vazgeçmişti ama babasının fedakarlığına şahit olunca gitmekten başka çaresinin olmadığını düşünür.

Dorothy olayı. Dominic kız için kafayı yer. Ali Desidero olayı, ne eksik ne fazla. Bizimki kızın kalçalarına sarılır, diz çöker bir yerde. Utançtan yerin dibine geçer ama yapacak başka bir şeyi yoktur. Çok duygusal bir genç. Ersin Karabulut'un köşesinde yazdığı aptallıkları hatırlıyorum, özdeşleştiriyorum biraz ikisini.

Fante işte, saf yaşam. Mis.

26 Ekim 2014 Pazar

John Fante - Gençliğin Şarabı

Sabahlara kadar Fante okuyabilirim.

Piyasada pek bulunmuyor, sahaflarda ve internette pahalı, denk getirebildiğim sürece bıkmadan okuyacağım. Fante'nin anlatıları olduğu gibi yaşamın içinden. Saçmalık yok, süsleme yok, neyse o. Çocukluğundan gençliğine iz bırakmış birçok olay ve kişi var,

Ailede Bir Hırsız: Annenin gçençlik fotoğrafı, Jimmy için ailenin geçmişine açılan bir kapıdır. Çocuk sınırlarını denemek ister, fotoğrafı sandığın dibinden çıkarır ve babasına gösterir. Baba sallamaz. Anneye gösterince tanışma hikâyelerini öğrenir. Anne rahibe olmak ister, talipleri olmasına rağmen hiçbirine yüz vermez. Duvar ustası ayyaş genç ortaya çıkana kadar. Babanın umursamadığı hikâye, annenin sözlerinin yardımıyla çocuğun gözünde canlanır: Genç, güzel bir kadın ve berduş kılıklı, alkolik bir duvar ustası. Anneyi ikna edebilmiştir, gözlerden akan acı yaşlar belki kaybolan bir geçmişe ait, belki pişmanlıklara.

Karda Bir Duvarcı: Karda duvar örmeyi denediniz mi? Örülmez. Örülemediği için babanın evdeki can sıkıntısı başlı başına bir sorun, geçim sıkıntısının yanında bayağı büyük bir sorun. Yoksulluğa alışabilir insan fakat babaya alışamıyorlar. Can sıkıntısından anneye, çocuklara sarıyor adam. Kendisi de çocuk gibi bir şey zaten. İtalyan ailelerinde aile babası, eşinin yanında birazcık çocuk kalıyor.

Süper Topçu: İlkokula giden bir çocuğun rahibelerle, futbolla ve tekrar sınırlarını tanımaya çalışmasıyla ilgili bir hikâye. Oğlum bu rahibelerin pedagoji diye bir şeyden haberleri yok ha.

Dino Rossi'ye Bir Eş: Dino Rossi zamanında anneye talipmiş, derinden derine bir sevgiyi sürdürdüğü belli oluyor. Aile dostu haline gelmiş, belli zamanlarda yemeğe çağırıyorlar. Baba her seferinde anneyi kaptığını söyleyip eğleniyor, Dino'ya karşı bir üstünlük olarak görüyor bunu ama Dino'nun umrunda değil; hiç evlenmemiş ve kendi dükkanında yaşayıp gidiyor. Mülayim bir adam. Neyse, bir eş bulmaya çalışıyorlar Dino için, baba buluyor da. Lakin kadın deli gibi bir şey, anne kadını hiç sevmiyor. Sevmemesinin bir diğer sebebi de babanın Dino'yu iptal edip kadınla ilgilenmesi. Aile faciasıyla sonuçlanabilecek bir durum, aile yapılarının izin verdiğince çözümleniyor.

Cehenneme Giden Yol: Rahibe, çocuklara Taş Olan Çocuk'un hikâyesini anlatır ve onlardan günah çıkarırken dahi doğruluktan ayrılmamalarını ister. Görünürde bu. İşin arka planında ödü kopmuş çocuklar var, din eğitiminin bu şekilde verilmesi evrensel bir kanunla belirlenmiş falan herhalde. Korkunç.

Bunların dışında İtalyan kökenli olmakla, futbol oynamak, kazanmak ve kaybetmekle ilgili hikâyeler var. Bir çocuğun hayatı tanıması, küçük bir muhitte. Çok hoş!

Üşenip bitirecektim ama iki şey gördüm, demesem olmaz. Birinde Bandini'yi hatırlayalım, başına nahoş bir şey geldiğinde mektup yazar, "Sayın Bay X, şunu şöyle yapın yoksa kafanızı kıracağım," tarzı şeyler derdi. Fante'nin çocukluğundan geliyormuş bu stili, aynı şeyi yapıyor çocukken de. Bir diğer mevzu da savaş, milliyet gibi kavramların futbolla öğrenilmesi. II. Dünya Savaşı sırasında mahallenin çocukları futbol oynarken siyasi gelişmelerle birlikte takım dağılmaya başlıyor, çocuklar ayrı milletlerden olduğu için babalarıyla anneleri koparıyor çocukları birbirinden. Biri Japon, biri Polonyalı, biri Alman. Falan. Ne olursa olsun tekrar bir araya geliyorlar ve çok önemli bir maçı pestilleri çıkması pahasına kazanıyorlar.

Bulursanız almalısınız, Fante'nin dünyası çok güzel!

31 Ağustos 2014 Pazar

Douglas Coupland - X Kuşağı

Son büyük savaştan sonra doğanları büyük bir sürpriz bekliyordu: Hayatlarında pek bir şey olmayacaktı. Belki de her şey çok hızlı gelişip sona erdiği içindir. Yeni bir dünyaya uyanmak, savaşın izlerinin silindiği hızla büyümek, medyanın bombardımanı altında olaylara yetişememek, buna rağmen büyük bir şeyin, belki toplumsal bir hareketin bir parçasıymış gibi hissedememek, en büyük yaratıcılığın video kaset kiralamadaki seçimler olması, küçük odalara tıkılmak, tüketmek... Bu kirlilikte çöl birçok hayatı kurtarabilir. Oldukça minimal bir ortam. Hayırlısı.

Claire, Andy, Dag, birkaç insan daha, birkaç hikâye, geçici veya kalıcı işler, belki bitmeyecek bir moratoryum ve yine çöl. Çöl arı, dingin. Birbirini bulmuş kaçaklar için sıcak bir ev. Küçük klikte yapılacak belli başlı şeyler var, bir tanesi hikâye anlatmak.

"'Ya hayatlarımız hikayelere dönüşecek ya da onlardan kurtulmanın bir yolunu asla bulamayacağız.'" (s. 13)

En başta hepsinin bir kaçış hikâyesi var. Ofisin küçük kutucuklarından, aileden, ilişkilerden, rahatsız hissettiren her şeyden kurtulma çabası onları bir araya getirmiş. Claire'ın aileden direkt kaçışının yanında Andy de olan bitenden pek memnun değil: "(...) Onlara kendi yetiştiriliş tarzlarının ne kadar temiz, gelecek kaygılarından ne kadar uzak olduğunu kabul ettiğimi söylemek istiyorum. Ve dünyayı içine edip bize öyle bıraktıkları için de acımadan boğmak." (s. 93)

Yeni dünya düzeninde tutunmaya çalışan arkadaşlar da mevcut. Bunları daha sonra Fight Club, American Psycho gibi örneklerde görebiliriz. Bence bu kitaptaki karakterler, onların abileri falan. Kafayı kıracak kadar parçalara ayrılmamışlar, tek parça kalmaya çalışıyorlar. Hastalıklı bir toplumda münzevi olmakla meczup olmak arasında pek ince bir çizgi var. Her neyse, bu arkadaşlardan biri Andy'nin kardeşi. Son derece gösterişçi vs. bir adamken Andy'yle konuşurken yaşadığı hayatın sahte olduğundan yakınıyor ama kurtulması imkansızmış. Alışkanlıkları kırmak zor. Bir diğeri Claire'ın sevgilisi, ayrılık anında fena bozuşuyorlar ve Claire, düzene ayak uydurmadığı için bir dünya laf yiyor. Böyle şeyler.

Olaysızlık. Yıllar sonra Andy otobanda giderken büyük bir mantar dumanı görüyor. Çok büyük. Şaşkınlık içinde arabadan iniyor, belki düşünceler eskimiş, atom bombasının patlamasına şahit olmak eskiden büyük bir olaydı. Özlemle bekleniyordu, büyük bir arınmaydı, büyük bir yenilikti. Olmadı, anız yakılınca ufku duman kaplamış, o kadar. Bunun yanında zihinsel özürlü kızların Andy'yi sarıp sarmalaması, sevgi göstermesi biraz... Eh işte, karşılıksız sevgi. Kaos beklentisinden sonra bununla yetiniyor.

Bu kuşakla birlikte ortaya çıkmış olan bazı sinir bozucu olaylara dipnotlar şeklinde değinilmiş. Bir örnek mesela, şunu okuduğumda şaşırmıştım, yakın arkadaşlar arasında yapıyoruz şu geyiği çünkü:

"TELE-KISSADAN HİSSE: Günlük yaşama dair, televizyonlardaki komedi dizilerinin senaryolarından çıkarılan ahlaki değerler. 'Bu tıpkı Jan'ın gözlüklerini kaybettiği bölümdeki gibi bir durum.'" (s. 128) Sıfır bir duygu yok, yaşayacaklarımız zaten yaşanmış, hatta televizyon dizilerinde yer alıyor? Bireyselliğin ölümüne hoş geldiniz; duygularımız bile paylaşılmış, kolektif bilinçaltının yeni prototipi iletişim aygıtlarınca üretiliyor.

Bir de Sayılar bölümü var sonda. İstatistiklerle Amerikan toplumunun geçirdiği değişimler var, boşanma oranları, gelecek kaygısı gibi mevzular.

Böyle. Bir şey de diyemiyorum, daha gelişmiş bir teknolojinin haricinde farklı bir şey yok gibi bizim için.

"Biliyor musunuz, orta sınıftan biri olduğunuzu fark edince, tarihin sizi görmezden geleceği gerçeğiyle yaşamak zorunda olduğunuzu da kabulleniyorsunuz. Tarihin izi hiçbir zaman bir şampiyon ilan etmeyeceğini ve sizin için asla üzülmeyeceğini fark ediyorsunuz. Bu, günübirlik mutluluklar ve sessizlikler yaşamanız yüzünden ödemek zorunda olduğunuz bedel. Bu bedel yüzünden bütün mutluluklar steril, bütün üzüntüler tesellisiz." (s. 156)

15 Haziran 2014 Pazar

Charles Bukowski - Güneş, İşte Burdayım

Buraya pek yazamadım, bunu yazmaya niyetlendiğimde iki ay öncesiydi, nikah tarihi belliydi ve nişanlanmaya pek az kalmıştı. Her şey patladı. Dört yılın finali muazzam bir çöküş oldu. Stres, kilo kaybı (bu iyi oldu gerçi), arka arkaya yakılan sigaralar falan derken zamansızlıktan vakit ayıramadığım yazılara dönüş. Süper olay. Bu da biten çoğu şey için:



Bukowski okuma rehberi olabilir; anlatılarındaki olayların ve kişilerin pek çoğuna röportajlarda rastlamak mümkün. Hayatından başka bir şey pek yazmayan biri için Bukowski'nin röportajları bir yol hikâyesi demek aynı zamanda.

"Duvarların, daktilon, kağıdın ve biran varsa nerde yazdığın önemli değildir. Bir yanardağın kraterinde de yazabilirsin." (s. 19)

Bukowski, gençliğinde bir iki öyküsüyle kendini gösterdikten sonra yazamadığına karar veriyor ve ardından bunaltıcı yıllar arka arkaya geliyor. Alkol, kadınlar ve iş hayatının cenderesinde geçen onca yılın ardından yeterli yoğunluğa ulaşınca şiirler ve hikâyeler arka arkaya geliyor, kitaptaki çoğu röportajda bu dönemle ilgili pek çok bilgi var. "'Bukowski,' diyor insanlar bana, 'sen kaybetmeyi seviyorsun, acı çekmeyi seviyorsun, mezbahalarda çalışmayı seviyorsun.' Bu insanlar benden daha deli." (s. 26-27) Kavga ediyor adam, daktilonun başına oturduğu zaman önce bir iki boktan şey yazıyor, ritmini tutturunca gecenin sonuna kadar sayfalar dolusu yazıyor. Öfkeyle, usanmadan. Sarhoşluk geçene kadar, ya da bir şeyler yazdığını düşünüp sızana kadar.

Bukowski için leitmotif şu: Özünden uzaklaşıp goygoya girmiş her şey itin kaba etine sokulabilir. Solcular, politikacılar, yazarlar, şairler, kadınlar, her şey. Bu yüzden kesin sınırlardan uzak duruyor. Çoğu insanı embesil olarak görmesinin sebebi de onların bu sınırlar içinde mutlu olması. O ise sadece yaşamaya ve yazmaya çalışıyor. Roman ve öykülerinin bir ana temasının olup olmadığı sorulduğunda verdiği cevap yeterli: "Hayat, küçük 'h' ile." Türk bir yazar, Bukowski'nin satır aralarındaki solculuğu diye bir kitap yazmıştı, şimdi İstanbul'daki kütüphanemde olduğu için adını hatırlamıyorum ve internetten bakmaya üşendim. Bukowski'nin bu kardeşe cevabı şu olur: "(...) Siyasi dürtü yok bende. Dünyayı kurtarmak, iyileştirmek istemiyorum. İçinde yalayıp olup bitenler hakkında konuşmak istiyorum, hepsi bu. Balinaların kurtarılmasını istemiyorum, nükleer santrallerin yıkılmasını istemiyorum; her şeyi oluğu gibi kabulleniyorum. Dünyanın bu halinden ben de hoşnut değilim tabii ki, ama değiştirmek istemiyorum. Çok bencil bir adamım ben." (s. 182) Adam insanların posasının çıkarılmasını eleştirdiği için solcu yapılıyor, yeri gelince komünist bile yapılır. Öyle bir şey yok.

Yazma süreciyle ilgili cevaplar geniş bir yer tutuyor. Hepsini almayacağım ama temel mevzuları söyleyebilirim. Hikâye yazarken gerçeği kurguladığını söylüyor adam, onda dokuzu gerçek ve onda dokuzu yaratıcı kurgu. Şiir konusunda da sıkı ve yalın şiirler yazmaya çalıştığını söylüyor, betimlemeler ve vıcık sözlerle dolu şiirleri sevmiyor. Diğer sanatçılarla ilgilenmediğini, hatta onlardan bir halt öğrenilemeyeceğini söylüyor. "Yaratıcı olmayan insanlarla görüşmek en iyisi. Onlardan daha doğal sözcükler ve fikirler çıkar çünkü sürekli sanattan söz etmezler, dedikodu yapmazlar. Ya da dedikodu yapıyorlarsa da karısını dövüp onu tavandan başaşağı asan birini çekiştiriyorlardır -ki ilginçtir." (s. 129) Hangi kitaptaydı hatırlamıyorum, Bukowski -ya da Chinaski- şiir okumak için gittiği bir yerde otele yerleşirken yan odada Burroughs'un kaldığını öğreniyor ve tanışmak istemiyor adamla, şöyle bir bakıp gidiyor. Burroughs da aynı şekilde. Bu Chinaski olayı da ilginç; Bukowski bu yolla yazarlara parmak attığını söylüyor. Neyin kurgu, neyin gerçek olduğunun çözülemediğini, bunun da okurlarda heyecan yarattığını söylüyor.

Bir noktadan sonra bir şey okuyamadığını söylüyor Bukowski, yirmi yaşına kadar okuduklarıyla idare ediyormuş. Zaten keyif vermiyormuş çoğu yazar. Dostoyevski, Céline, Tolstoy, Chaucer, Hemingway'in ilk dönem metinleri ve Fante. En çok okudukları bunlar, zaten Fante'nin tozlu raflardan çıkmasında kendisinin de payı büyük. "Neredeyse" kendisinden daha iyi yazıyormuş Fante. Arkadaş da olmuşlar bir zaman. Fante hakkında düşündükleri genişçe bir yer kaplıyor.

Hipodrom, kadınlar, ölümden dönüşü, 20 küsur yıl süren iş hayatı ve girip çıktığı yüzlerce iş, edebiyat; Bukowski'yle ilgili hemen her şey var. Süper kaynak. Onun için her şeyin özünü verip bitiriyorum: "Ya bu işe girersin ya da sabah dokuz akşam beş bir iş bulursun kendine. Evlenirsin,, çocuk yaparsın, birlikte Noel'i kutlarsınız: 'İşte babaanne geliyor! Selam babaanne... içeri gir, nasılsın?' Hiç bana göre değil, ölümden farksız benim için, kendimi öldürmeyi yeğlerim! Bu çarka, hayatın sıradanlığına hiçbir zaman tahammül edemedim. Aile hayattına hiçbir zaman tahammül edemedim, iş hayatına tahammül edemedim, gördüğüm hiçbir şeye tahammül edemedim. O zaman şuna karar verdim; ya açlıktan ölecektim ya da bu işi kıvıracaktım, çıldıracaktım, yırtacaktım, bir şeyler yapacaktım. (...) Ama şansım yaver gitti, dayandım, birileri bir şiirimi ya da öykümü bir yerde bastı. Şimdi şurada oturmuş şarabımı içiyor, siz soru sorduğunuz için de kendime dair konuşuyorum, cevap verdiğim için değil, tamam mı?" (s. 212)

20-25 kitap birikti, bunları yazın yazarım. Umarım. Neyse, zinciri kırdım bu yazıyla. Nasıl diyeyim, özgür olduğumu hissediyorum. Motosiklet almaya karar verdim falan. Evlenmediğime göre bir sene daha Batı Karadeniz civarındayım, tadını çıkaracağım. Eh. Biri bana, biri size:




Şu da son kaydımız. Kavafis'in Şehir'ini besteledim. Hümeyra ve Ezginin Günlüğü yorumları pek hoşuma gitmemişti, ev ortamında böyle bir kayıt yaptık biz de. Amatör iş, mükemmellik beklemeyin dsf.

Sahtegi - Şehir

27 Mart 2014 Perşembe

Douglas Coupland - Komadaki Sevgilim

Tembellik yapıyorum ya, İstanbul'da 10+ kitap var yazacağım, burada da o sayıyı yakaladım. Yazamıyorum, zaman yok. Havalar çok güzel, evlilik hazırlıkları var ve tembellik hakkımı sonuna kadar kullanıyorum. 10 aylık bir maceraydı bu; Karadeniz'in denizi, ormanı ve uşaklarıyla birlikte geçirdik. 25 yıl boyunca evinden başka bir yerde yaşamamış bir adam için ilginç oldu. Neyse.

"Hayatınızı yeni baştan yaşamak ister miydiniz?"

Verilecek kararlar var, seçim yaptınız ve seçmediğiniz şeyler hayatınız boyunca sizi takip etti. Böyle yaşanır mı, bence yaşanmaz. Bu güzel bir soru mu, bence tercihlerine saygı duymayan adamlar için güzel bir soru. Mutlaka evet diyecekler çünkü. Oysa her şeyi kabullenerek yaşamak, kim olduğunu bilmek falan. Aman pff, böyle bir roman işte bu.

Fotoğraf da bulamadım dsfd. Jared var bir tane, grubun sportmen çocuğu. Yıldızı parlayacak, iyi bir futbolcu. Bir maç sırasında bayılıyor ve gözlerini hastanede açıyor, lösemi olduğu anlaşılıyor ve üç ay içinde ölüyor. Jared'ın ağzından olayları dinliyoruz, o bir hayalet. Anlatıcı. Daha sonra kendisini de kapsayacak bir hikâye anlatıyor. Mevzu burada başlıyor.

Karen, Richard, Pam, Hamilton, Wendy, Linus ve Jared, tayfa bu. Jared öldü, diğerleri Kanada'da küçük bir kentte birlikte takılıyorlar. Kurtulma düşüncesi var, küçük yerlerde yaşayanların hemen hemen çoğunda var, yaşadığım yerde de gördüm ben. Her neyse, kısa geçeceğim çünkü yazmaya değer farklı bir şeyler yok. Karen komaya giriyor, sevgilisi Richard'tan hamileymiş, komada doğum yapıyor. Lise bitince herkes dağılıyor bir yerlere, herkes hayatını yaşıyor ve dağılmış bir şekilde bildikleri yere, bildikleri insanların arasına dönüyorlar. Richard'ın kızının ergenlikleri, fena dağıtmış arkadaşlar, Karen'ın ailesi derken Richard alkolik oluyor, diğerleri uyuşturucu kullanıyor falan. Bu böyle gidiyor, 17 yıl sonra Karen komadan çıkana kadar.

Ya sonuç şu: Karen'ın gördüğü bazı şeyler vardı, hayal gibi. Meğer hayal değilmiş, bütün dünya bir salgın sonucu cortladığı ve sadece bizimkiler kaldığı zaman anlaşılıyor bu. Geçiş de acayip keskin, From Dusk Till Dawn gibi. Bunun üstüne Jared da geliyor ve hayatlarını bok gibi yaşadıklarını, daha iyisini yapabileceklerini falan söylüyor. Sonra salgın öncesi zamanı yaşamaya devam ediyorlar, bunun karşılığında Karen komaya dönüyor. Gibi bir şeyler.

Popüler kültür eleştirisi ama ucuzundan. Alıntı yapacaktım, türün diğer kitaplarının yanında pek bir şey ifade etmeyecekti. Ya 5 TL'den fazla vermeyin alacaksanız.

Yazar X Kuşağı'nın önemli yazarlarındanmış. Başlangıç pek iyi olmadı ama diğer kitaplarına da bakacağım bulursam. Eh. Avi Pardo çevirisi, Parantez Yayınları.

24 Şubat 2014 Pazartesi

John Fante - Roma'nın Batısı

Bir uzun hikâye, bir de hikâye var burada.

Dangalak Köpeğim: Üç oğlan, bir kız, bir eş ve şapşal, dev bir köpek. Roma'ya gitme hayalleri kuran Henry, bu hayalini gerçekleştirme isteği ortaya çıkmadan önce çocuklarını evden göndermeyi bekliyor, hayatlarını kazanmalarını. Çocuklar evde, her biri ayrı bir sıkıntı ve yaşlı yazar, karısına yenildiği, çocuklarıyla uğraşamadığı zamanlarda Roma'ya gitme hayalleri kuruyor; atalarının geldiği yere. Gidilebilir bir yer, orada olduğu düşüncesi her zaman rahatlatıcı. Orada da bir şey yok oysa. Biliyor.

Dangalak çıkageliyor bir gün. Dev bir köpek. Uyuşuk. Kimse evde istemiyor bu köpeği. Köpek de onları istemiyor gibi, çıkmıyor bir türlü. Henry her ne kadar bütün toplar kendisine dönmüş olsa da kovmak istemiyor köpeği, kendiyle bütünleştiriyor hayvanı bir şekil: "(...) Ben biliyordum o köpeği neden istediğimi. Utanç verici derecede açıktı, ama oğlana söyleyemezdim. Mahcup olurdum. Kendime itiraf edebilirdim ama, bununla ilgili bir sorunum yoktu. Yenilgiye ve başarısızlığa uğramaktan usanmıştım. Zafer açlığı çekiyordum. Elli beş yaşındaydım ve tek bir zafer yoktu görünürde, bir çarpışma bile. Düşmanlarım bile çarpışma isteği duymuyorlardı artık. Dangalak zafer demekti. Yazmadığım kitaplar, görmediğim yerler, hiçbir zaman sahip olamadığım Maserati, arzuladığım kadınlar, Danielle Darrieux, Gina Lollobrigida ve Nadia Grey. Senaryolarımı kan damlayıncaya kadar doğrayan eski konfeksiyoncu patronlarıma karşı zafer demekti. Ünlü üniversitelerde okuyan, dünyaya çok şey vaat eden çocuklara sahip olma düşümdü." (s. 38) Hayat muhasebesi. Henry senaryolarını, kitaplarını düşünüyor, çocuklarını düşünüyor ve sahip olduklarının kendinden pek az şey taşıdığını düşünüyor, belki de çok şey taşıdığını. Başarı açlığı çekiyor, başarının ne olduğu onun için bir muamma aslında. Senaryoları, kitapları satıyor, eleştirmenlerle çekişiyor ve bir süre sonra her şey kayboluyor onun için. Dangalak yeni bir başlangıç, her şeye. Mahallenin en büyük köpeğini döven bir köpek, hayata karşı alınmış büyük yenilgilerin avuntusu gibi geliyor. "Karanlık rahimde pusuya yatmış dört tohum" ve birlikte geçirilmiş yılların ardından yemek şapırtılarının arasında yabancılaşan bir eş, elde edilenler artık hiçbir keyif vermezken yük halin geliyorlar.

Köpek kaçıyor, Henry karısıyla kavga edip Roma'ya gitmek üzere yola çıkıyor ve köpeğinin bulunduğunu öğreniyor. Bulan adama yüzlerce dolar veriyor ödül olarak, biraz da zorla. Roma hayali sona eriyor bir anlamda, zafer Henry'nin yanı başında duruyor çünkü. Çocuklar da bir bir gidiyorlar evden, facia sonucu veya kendi istekleriyle, fark etmiyor. En yakın oldukları halde tanınmayan insanlar.

"(...) Çocuklarımı değil de köpeklerimi anlamamın şaşılacak bir yanı yoktu. Jamie'yi, Dominic'i, Denny'yi ve Tina'yı anlayıncaya kadar bir daha asla yazamayacaktım. Onları anlayıp sevdiğimde bütün insanlığı sevecek, etrafımdaki güzelliklerin farkına varacaktım ve her şey parmaklarımdan sayfaya elektrik gibi akacaktı." (s. 104)

Çocuklar gidince artlarında kalanlara bakınca ağlamaya başlıyor Henry. Bir basket potası, perdeler, boş odalar. Alışkanlıklar yıkılıyor, her gün görülen yüzler artık orada değil ve elli beş yaşında bir adam, zaferlerinin yerine koyduğu bir köpekle ve yabancılaştığı eşiyle bir başına.

Orji: Henry'nin çocukluğuna bir bakış, belki de bu karakteri biraz olsun anlayabilmek için en iyi yol.

Henry'nin babası duvar ustası, arkadaşlarıyla birlikte çalışıyor ve Henry de bu dünyaya girmek istiyor ama pek küçük. İşçi dünyasının adamları var bir sürü; Fante'nin çocukluğunun kahramanları belki de. Neyse, bir şekilde babayla arkadaşına bir altın madeni kalıyor. Her hafta sonu gidip kazıyorlar ve elleri boş dönüyorlar. Anne kıllanıyor bir gün, Henry'yi de yanlarında gönderiyor. Küçücük maden, bir bok çıkmaz. Kadın var bir de, iki ortağın takıldıkları bir hanım. Henry manzarayı görünce kutsal suyla madene dalıyor, üzerlerine döküyor. Annesini düşünüyor, babasını düşünüyor ve hayatın belki de ne kadar boktan olduğunu düşünüyor o an. Sonra birlikte dönüyorlar. Bu kadar.

Fante'nin mizahının bir savunma mekanizması olduğunu düşünmeye başladım, yazdığı olayların onda birini yaşamış olsa bile büyük bir yardım olmadan üstesinden gelinecek şeyler değil bunlar. Evden ayrılması, yazarlık serüveni, yenilgi olarak gördüğü her şey bir şekilde kendisini var eden olgular haline gelmiş. Bu yüzden öylesi komik ve gerçek.

Bulunmuyor bu kitap sanıyorum, nadirkitap.com'da 40 TL. Sahaflarda da rastlamadım, bulunca alacağım direkt. Ödünç bu.

16 Şubat 2014 Pazar

John Fante - Üzümün Kardeşliği

"Üzümün kardeşliği! Her kasabada görürsünüz onları;
kıraathanelerin önünde aylak aylak oturup önlerinden geçen
her eteğin arkasından iç geçiren yaşlı hergeleler." (s. 5)

Aile, karakterler aynı. Fante'nin bu seferki mevzusu baba-oğul ilişkileri. Bir yandan Dostoyevski'yle konuşmalar, mesela "Kim babasını öldürmek istemez ki?" sözünün tam olarak karşılığı olmasa da bir benzeri bu hikâyede mevcut.

Kardeş Mario'dan gelen telefonla babasının annesini aldattığını öğrenen adamımız Henry, Mario'nun hemen gelmesini istemesiyle birlikte babasıyla olan ilişkisini düşünür. Eşi Joyce'tan babasının Joyce'a sarktığını öğrenir. Baba yeri geldiğinde bütün mahalleyi ayağa kaldıran, bazen barış ilan edilmiş gibi tek bir ses bile çıkarmayan bir adam, sızdığı zamanlarda. Kendisi gibi yaşlı arkadaşlarıyla takılan bir duvar ustası. Yaşlandıkça huysuzlaşmış, diğerleri de öyle olduğu için birbirlerinden ayrılmaz olmuşlar. Eve döneceğini biliyor Henry, bütün o çocukluk sıkıntılarının onca yıldan sonra tekrar ortaya çıkacağını biliyor. Gitmek istemese de mecbur. 50 yaşında bir adam, babasının yaptıklarından dolayı hiçbir zaman mutlu olmamış ama babasına dönmek zorunda.

Baba, çocuklarını da duvarcı ustası olarak yetiştirmek istemiş ama Henry kasabadan kaçmış, Virgil bankacı olmuş ama kariyerine babasının sekte vurduğunu söyleyerek sürekli şikayet ediyor, kasabada anneyle babanın kavgaları dillere destan çünkü. Mario duvarcılığı deniyor bir tek, işi sevmeyip futbolcu olmaya karar veriyor. Üniversite bursu kazanıyor bununla ama gidemiyor, babası istemiyor çünkü. Bütün aile seferber oluyor, bari aileden büyük bir adam çıksın. Yok. Babanın değişmez fikirleri yönetiyor aileyi yıllar boyunca. Yetmişlerinde bir adam artık, hâlâ yaramazlık yapıyor ama İtalyan aile yapısı; saygı duyuluyor adama, ne yaparsa yapsın.

"Ben iyiydim. Bir şey yakalamıştım. San Elmo ve televizyon dışındaki hayata dair yeni bir his; heyecan verici, şaşırtıcı, adrenalin pompalayıcı. Neredeydim ben bunca yıldır? El arabası, harç? Kim engellemişti beynimin gelişmesini? Kitapları benden uzak tutan, onlardan nefret eden kimdi? Babam. Onun cehaleti, onunla aynı çatı altında yaşamanın çılgınlığı: tehditleri, tutkuları, zorbalığı, kumarı. Beş parasız Noel'ler. Mezuniyet için bir takım elbise. Borç, borç, borç. Birbirimizle konuşmuyorduk. Bir gün demiryolunu geçerken karşılaştık. Beni birkaç adım geçtikten sonra durdu ve gülmeye başladı. Döndüm. Beni işaret edip kahkahayla güldü. Kitap okuyormuş gibi yaptı ve güldü. Dalga geçmiyordu. Öfkesini, hayalkırıklığını, tiksintisini ifade ediyordu." (s. 59)

Adamın hayatı zor; 1900'lerin başlarında ailesini beslemek için delicesine çalışmış, para kazanabilmek için gecesini gündüzünü ayırmamış ama herkesin hayatının kendisi gibi olacağını, kendi bildiği işi çocuklarının da yapması gerektiğini, yoksa aç kalacaklarını düşünmüş her zaman. Kuşaktan kuşağa geçen bir kölelik. Başka tür bir hayatı düşünemiyor, hayalini bile kuramıyor. Henry yazar olup hayatını kazanmaya başladığı zaman bile aşağılamış onu, belki de duvar inşaatı için 50 yaşındaki oğlunu zorla götürmesi de bu yüzden. Bir zanaat öğrensin diye.

Henry isyan etse de babasının sözlerinden çıkamıyor, çünkü baktığı zaman onca mücadeleden kurtulmuş, kendisini büyütmüş adam var karşısında. Ayyaş, eyyamcı, sadıklıktan zerre nasibini almamış... ve baba. Belki öldürmek isteriz, belki bir daha hiç görmemek isteriz ama o orada işte. Peşinden gidiyor Henry, Dostoyevski nefretini hafiflettiği için minnettar.

Bir motel için bir şey yapacaklardı ama unuttum, fırın benzeri bir yapı. Babanın arkadaşları da orada, Henry'ye yükleniyorlar bir yandan. Yaşlı bir adama nasıl davranılması gerektiğini bilmiyormuş. Babası da arada sırada işi bilmediğini falan söylüyor. Tam cinnetlik bir ortam, Fante'nin üslubuyla okuyunca oldukça komik.

Yapı bitiyor ama parayı ödemiyor motel sahipleri, zaten şiddetli bir yağmur yağdığı sırada, herkesin önünde tuğlalar büyük bir gürültüyle yıkılıyor. Babanın ölmesi demek bu, bir dönemin sonu. Molise ailesinin esas adamının vedası, onca yıldan sonra yaptığı bir şeyin ilk kez yıkılmasıyla gerçekleşiyor. Baba bir süre sonra ölüyor ama Dostoyevski bırakmıyor Henry'yi, hep yanında olacak.

Aile draması ama değil, komik bir yanı da var. Fante'den on numara bir yarı otobiyografik metin. Bulunmuyor gerçi, nadirkitap.com'da bile bir iki tane vardı galiba, o da fahiş fiyatlı.

3 Şubat 2014 Pazartesi

John Fante - Hayat Dolu

Eş hamile, baba huysuz, peder baskıcı, Fante çaresiz. Otobiyografik öğeler taşıyan bu kitapta Fante, eşinin hamileliğinin son dönemlerini anlatıyor.

Teliflerden kazandıkları yetiyor, bir süre çalışmalarına ara veren Fante'nin tek amacı Joyce'un kaprislerine katlanıp sıkıntılı dönemi en az hasarla atlatabilmek ama bu pek kolay olmuyor.

"Bazen başımı kaldırıp baktığımda onu gözlerini bana dikmiş başını sallarken buluyordum.
'Tanrım, neden evlendim ki seninle?'
Tek kelime etmeden aptal gibi sırıtmakla yetinirdim, çünkü ben de nedenini bilmiyor, ama benimle evlendiği için mutluluk ve huzur duyuyordum." (s. 9)

Kadına haller geliyor; ev işlerini tek başına halletmeye çalışıyor, gece gündüz bebeklerle ilgili kitaplar okuyor ve bütün huysuzluğuyla doğumu bekliyor. Fante de makaleler okuyor, hatta doktorla konuşurken sürekli makalelerde okuduklarından bahsedip adamı bezdiriyor. Herkesin minik takıntıları var. Gecenin bir körü Joyce'un tuvalete koşup gümbür gümbür adımlarla yatağa dönmesi de bir başka ıstırap kaynağı. Fante, yazarlık kariyerini borçlu olduğunu söylediği, sevdiği kadına kavuşmak için bütün sıkıntıların geçmesini, çocuğun bir an önce doğmasını bekliyor. Joyce da öyle. Bebekten nefret edecekler neredeyse. Sadece bebekten de değil, pek sıkıntılı bir zamanda Fante geçmişi düşünmekte huzur buluyor, hüzün de buluyor gerçi.

"Sessiz sokaklar boyunca eve sürerken öbür kızları düşündüm, tatlı Avis'i ve sevgili Monica'yı, ve geçen onca yıldan sonra öyle bir özlem duydum ki onlara. Ne kadar güzel ve körpeydiler, vücutları ne kadar biçimliydi, hamilelikle şiş filan değillerdi, şimdi beni kendimden geçiren bıktırıcı bir arzuyla özlediğim kızlar geri gelmemek üzere gitmişlerdi ve onlara asla sahip olamayacağımı idrak edince az kalsın ağlayacaktım. Evlilik buydu, bir mezar, kendinden güçlü bir iyi ve doğru olanı yapma isteği ile sabahın üçünde insanın aptal konumuna düşmesine neden olan berbat bir hapishane. Evliliğin tek ödülü çocuklardı, onlar da nankördüler. Kendi çocuklarımı yaşlılığımda tahayyül edebiliyordum; beni kapıya koyuyorlar, ihtiyarlık maaşımı bağlatmak için bazı evrakları imzalıyorlar, böylece benden, hayatının en iyi yıllarını onlara daha iyi bir hayat verebilmek için dürüst bir işte alın teri akıtarak geçirmiş ihtiyardan kurtuluyorlardı. Böyle ödüyorlardı şükran borçlarını." (s. 19)

Baba mevzuları diğer kitaplarda da var, hatta direkt Dostoyevski'ye bağlamış Fante. Oralara sonraki kitapta geleceğim. Bu kitaptakini vereyim şimdilik. Evlerinin ortasında koca bir delik açılınca duvarcı olan babasını ziyarete gidiyor Fante, adamı tamirat amacıyla eve getirebilmek için. Şimdi İtalyan aile yapısı hakkında The Godfather'dan, The Sopranos'tan bir şeyler biliyorum, bu yüzden evde geçen bölümleri, aile üyelerinin ilişkilerini gözümde canlandırabildim. Tipik Amerikan ailesi gibi yaklaşırsanız zannediyorum bu bölümlerin güzelliği önemli bir ölçüde kaybolur. Bu aile yapısı bilinirse neden bazı şeyler üstünde öylesi ısrarcı olunduğu falan anlaşılabilir. Bunu göz önüne alarak okumanızı tavsiye ederim. Neyse, anne zaten evlatlarına bitiyor, John'ı her gördüğünde bayılıyor falan. Baba tam baba; sert ve otoriter ama anneye verilen değer her daim ortada. Kardeşler de kardeş işte. Bu anne-baba ikilisi, torunun erkek doğması konusunda batıl inançları gereği yapmadıklarını, demediklerini bırakmıyorlar. Ceplere sarımsak koymak, sabah çiğ yumurta içmek gibi. En komik bölümlerin çoğu bunlar. Bir de baba-oğul ilişkisi var, inceldiği yerden kopmuyor da orta yolu bulmak için uğraşıyorlar bayağı. Kopamıyorlar tabii birbirlerinden, kesin bir rest yok. Aile her şeyden önemli.

Baba ikna ediliyor, eve dönüyorlar ve karnaval iyice karışıyor. Baba Nick, dev göçüğü tamir etmek için uğraşırken oğluyla çekişiyor, Joyce ve Nick birbirlerini pek sevdikleri için eşine karşı Nick'i savunuyor. Bir de Peder Gondalfo çıkıyor ortaya. Hamile kalana kadar koyu bir ateist olan Joyce, katolik olmaya karar veriyor ama Fante'de bir değişim yok, ateist olmasından mutluluk duyduğu eşi gibi düşünmüyor. Sonrası üçlü ittifak, ortada kalan bir adam ve bir dünya tantana, bebek doğana kadar.

Mis ya, Mustafa Kutlu okurken aldığım keyfin hemen hemen aynısını Fante'den alıyorum. Süper.

29 Ocak 2014 Çarşamba

John Fante - Toza Sor

Fatih Hoca var çalıştığım yerde, İngilizce hocası. Beş aydır okul-ev zincirinden bunalmıştım, okullar da tatil oluyor diye çıktık perşembe gecesi, sohbet muhabbet. Evine gittik, plak dinledik, kütüphanesine baktım. Deli kitaplar var, Fante'nin kitaplarını görüp ödünç aldım. Dün İstanbul'a dönerken yolda okudum bunu. Bukowski'den duymuştum ama sahaflarda vs. hiç denk gelmediğim için okuyamamıştım Fante'yi. Bir de şey vardı, kitap fuarında 6 45'in standında elinde şarap, gençten bir dayı. "Oo, Fante'ye bulaşmamak çok büyük hatadır," demişti. Oğlum böyle adamlar var, çok garip. Aziz Kedi Kitabevi'nden Brautigan'ın Japonya Günlükleri'ni alırken orada takılan berduş-nerd karışımı bir kardeşimiz usulca yanaştı, "Dün programda söylediler, oradan mı duydunuz kitabın çıktığını?" dedi. Yok, duymadım oradan. "Ben dinlemiyorum programı," dedim, uzaklaştı. Tripler süper ama. Mütemadiyen kaybediyorlar ya, hayat berbat. Neyse ne ya.

Arturo Bandini'ye de aynı yaftayı yapıştırmaya çalışmışlardır ama loser değil Bandini, hatta kazananlar arasında en tepede güneş gibi parlıyor.

Kitabın başında Bukowski'nin bir tanıtım yazısı var. Fante, Bukowski'nin tanrısı, öyle söylüyor Bukowski. Bir kadınıyla kavga ederken, "Ben Bandini'yim!" diye bağırırmış mesela, sonra Fante'nin takıldığı Bunker Hill civarlarına gider, gezinirmiş. Bu olay bence tek başına yeterli, Bukowski'nin ne büyük bir hayranlık beslediğini anlayabilmek için.

Bandini Colorado'dan otobüse atlayıp Los Angeles'a geldi, bir otele yerleşti ve yazmaya çalıştı. Amacı büyük bir yazar olmaktı. Kütüphanelere gitti, şehirde dolandı, aylaklık etti ve aklına gelen her şeyi kağıda dökmeye çalıştı. Çoğunu attı kağıtlarını, elinde kalanların kendisini en iyilerden biri yapacağını düşündü. Bu bölümüyle biraz Martin Eden'a benziyor Bandini; hikâyeleri sürekli geri çevriliyor, deniyor ve deniyor. Tabii ki bundan ibaret değil bütün olay, loser olmasa da yenilgileri, dengesizlikleri ve aşırı özgüveninin dünyayla çatışması var. Git gelleri bol bir adam. Böyle bir adamın yaşama uğraşısı bu, benzerleri arasında Bandini'nin doğallığı ve bütün diğer şeyler fark yaratıyor.

Annesine mektuplar yazıyor Bandini. Uydurduğum bir örnek: "Anneciğim, yeni bir anlaşma yaptım; hikâyem basılacak ve yüklü bir miktar para alacağım ama şartlar gereği bir ay sonra ödeme yapılacak. Bana bir onluk gönderebilir misin? Seni çok seven oğlun Bandini." Gelen para striptiz kulüplerine, barlara gidecek ve Bandini yaşayacak, oradan oraya sürüklenecek ve hikâyeleri için yaşadıklarını biriktirecek.

"Bandini (İsveç yolculuğuna çıkmadan önce verdiği bir söyleşide): 'Genç yazarlara tavsiyem son derece basit. Yeni deneyimlerden kaçınmasınlar. Hayatı bütün yanları ile yaşasınlar, cesur olsunlar.'
Gazeteci: 'Bay Bandini, size Nobel ödülünü kazandıran bu kitabı yazmaya nasıl karar verdiniz?'
Bandini: 'Kitap bir gece Los Angeles'da yaşadığım gerçek bir olayı anlatıyor. Kitapta yazılı her şey gerçek, yaşadım hepsini.' (s. 21)

Bandini için gelecekteki kendisi üçüncü tekil şahıs, o büyük bir yazar çünkü. Kendi kimliğinin ötesinde bir varlık. Üne kavuşmuş, zengin, hayranları var, yüzlerce mektup alıyor ve aç değil, haliyle. Bandini aç kaldığında portakal yemekten iğrense de portakala güzellemeler yazıyor, yaşadığı odada takılan fareyle arkadaşlık kuruyor. Hayalindeki kendisini bir başkası gibi görmesi son derece normal. Bir üst-insan hayalindeki. Tanrıyla konuşmalarında bile fark ediliyor bu. Ateist Bandini, öyle olduğunu düşünüyor en azından. Kilise onun için "aptalların, ahmakların, cibbiliyetsizlerin ve şarlatanların sığınağı." (s. 20) Sonradan düşündükleri de yanar dönerliğine güzel bir örnek: "(...) Tanrım artık bir ateist olduğum için beni bağışla ama Nietzsche'yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onun şarabı var ve sıhhati yerinde, ama annem her şeye kaygılanır. Amin." (s. 20)

Bandini kendini de bilen bir adam aslında; ateist olmadığının, tanrıya isyan etmediğinin, iyi bir yazar olmak için feda etmesi gereken çok şey olduğunun, hepsinin farkında. Yine de anlık fırtınalar adamın düşüncelerini çok uzaklara savurabiliyor işte. Aşık olduğu zamanlar bunu daha iyi görebiliyoruz.

Camilla Lopez, Bandini'nin hayatına girince metnin anlatım tekniği ve odağı değişiveriyor. Yine Bandini var merkezde ama artık kadınlarla ilişkilerin üzerinde daha sıkça duruluyor. Adamın kadınlarla ilişkileri... Yok. Belli bir noktaya kadar ilerletiyor, sonrasında arazi oluyor. Kaçıyor kadınlardan, duygusal sömürücü, istediğini almak, daha ötesine geçmemek için yetiyor ona. Camilla'da böyle olmuyor. Camilla ezmeye çalışıyor Bandini'yi, adam da daha büyük ataklarla karşılık veriyor. Kırıcı, saldırgan bir ilişki bu. İlişki de değil aslında; Bandini aşık olduğu güzelliği yıkmak istiyor ve Camilla da kendisine acı verilmesini istiyor. Roller değişiyor bazen. Çok karmaşık. Aniden ortaya çıkıp bir gecede baş döndüren Vera Rivken, büyük bir depremde öldüğü zaman Bandini kendini suçluyor yine, günah işlediği için deprem olduğunu düşünüyor ve Camilla'ya dönüyor. Sonu üzücü bir hikâye, Bukowski, Kasabanın En Güzel Kızı'nı yazarken direkt buradan esinlenmiş. Ya da o da yaşadığını yazmıştır. Çok farklı hayatlar yaşamamışlar sonuçta.

On numara bir Bandini sözüyle bitiriyorum: "Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna." (s. 145)

11 Mart 2013 Pazartesi

Charles Bukowski - Ekmek Arası

Eh, onca gömüşün ve alkolün ve kavganın nerede başladığını merak edenler Akmar'a gidip bu kitabın korsanını alabilirler, 5 TL. Parası olan adam korsanını almasın elbet. Ben Elifim'le aldım, üç beş gün oluyor. İkimiz de parasızız.

Kimi en edebi romanı olduğunu söylüyor, kimi öyle söylemiyor da başka bir şey söylüyor. Bana göre bu adam Chinaski olarak doğmuş. Yani başlarda törpülenme süreci o kadar kısa sürüyor ki adam sanki doğar doğmaz içmeye başlamış gibi. Tabii tam olarak öyle değil.

Çocukluk anılarıyla giriyoruz, anlık görüntüler haricinde hatırladığı bir şey yok. Yemek yiyor, masa altında emekliyor, böyle şeyler. 1922, "Henry Junior" bir veya iki yaşında. Almanca konuşuluyor evde. Mantıklı, çünkü macera Almanya'da başlıyor.

Aile de bir acayip; babaanne, "Hepinizi gömeceğim!" deyip duruyor, tek başına yaşayan dede var bir tane, altın zincirli saat veriyor falan. Babayla anne hakkında belli belirsiz imajlar var, negatif bir şey yok. Başlarda. Babanın arızaları yavaş yavaş çıkıyor ortaya. Portakal toplamak için bir bahçeye giriyor adam, bahçenin sahibi gelince de tartışıyorlar ama sanırsınız Chinaski bir iki şey daha söyleyip adama girişecek. Chinaski için model, direkt. Baba belli ki zor bir hayat yaşamış. Kimi zor günlerden sonra rahatlar. Çocuklarına tutunur, eşine tutunur, annesine tutunur, alkole tutunur, ne bileyim. Düze çıkınca sıkıntıları da kaybolur, şeker gibi adam olur. Bazıları da hayatını bok eder. İşte Baba Henry böyle bir adam. Hayatını boka çevirdiği için düze çıkma ihtimali de yok, çıksa bile düzelmeyecek.

Baba Henry'nin iki kardeşi var, ikisini de sevmiyor. Çünkü alkolikler, başarısızlar. Bunlardan adı Ben olanı ölüyor, ziyarete gidiyorlar. Olaya gel:

"'Ben de istedim seni görmeyi Ben Amca. Çok güzel adamsın bence.'
'Kıçım gibi güzel,' dedi babam." (s. 11)

"'Hiçbir zaman iyi bir hayatın olmadı,' dedi babam. 'Yalan, içki, borç, orospular. Ömründe bir gün bile çalışmadın! Şimdi de ölüyorsun, 24 yaşında!'
'İyiydi,' dedi amcam. Camel sigarasından derin bir nefes daha çekip dumanı üfledi." (s. 12)

Adam böylesi arıza. Boktan işlerde çalışıyor, evde sürekli işten bahsediyor. Beyni çürümüş bir kardeşimiz. Çocuğunun görünmesini, fakat konuşmamasını istiyor.

Bu baba olayını biraz uzatacağım, çocuğun nasıl bir ailede büyüdüğünü göstermek istiyorum.

"Babamı sevmemeye başlamıştım. Sürekli bir şeylere kızıyor, gittiğimiz her yerde insanlarla tartışıyordu. Ama pek de korkutamıyordu onları; genellikle sakin bir şekilde ona bakıyorlardı ve bu onu daha da öfkelendiriyordu. Ender olarak dışarıda yediğimizde yemekleri beğenmiyor, ödemeyi reddediyordu. 'Bu kremada sinek boku var! Ne biçim bir yer burası?'
'Kusura bakmayın efendim, ödemeyebilirsiniz. Yeter ki gidin.'
'Gideceğim tabii ki! Ama geri geleceğim! Ateşe vereceğim bu allahın cezası yeri!" (s. 17)

Dsdf, adam düz manyak. Birkaç hadise daha var, adam olay çıkartmak için yaratılmış adeta. Sadece kendini yaksa neyse, çocuğu da zehirliyor bir yandan.

"Başka çocuklarla oynamama izin yoktu. 'Kötü çocuklar onlar,' derdi babam, 'fakir ailenin çocukları.' 'Evet,' diye katılırdı annem. Annemle babam zengin olmayı arzuladıklarından kendilerini öyle görüyorlardı." (s. 18)

Ya anne babadan daha kötü, tepkisiz çünkü. Dayak yiyor, tepki yok. Aldatılıyor, tepki yok. Bir tek Henry yaramazlık falan yapınca ağlıyor, yerlerde yuvarlanıyor. Dünyada kötü bir anneden daha kötü bir şey yoktur. Yedirmeyle, içirmeyle karşılarlar bu atağı. Bok gibi bir insan yaratmaktan daha iyi bir şey olduğunu düşünürler bunun. Çocuğa evcil hayvan gibi yaklaşmak, paha biçilemez. Ne kadar değersiz bir yaşamınız olduğunu hatırlatmada mükemmel hadise.

Henry okula başlayınca direkt dışlanıyor, dışlanma hız rekoru. İlk kavganın ardından müdürün verdiği mektubu anne okuyor, babaya mevzuyu söylüyor ve Henry ilk dayağını yiyor. Dayak da değil, babası kemerle girişiyor. Dayak olsa bir girişmede biter, öyle değil mi? Ritüel oluyor bu, Baba her vukuatta kemerle girişecektir artık. Bir süre.

"'Doğru değildi yaptığı,' dedim anneme, 'neden bana yardım etmedin?'
'Baba her zaman haklıdır,' dedi." (s. 28)

Donunu gösteren komşu kızıyla birlikte karşı cinsle münasebetler başlıyor. Erkekler için kendine güven duymanın kaynağı karşı cinsin ilgisini çekmiş olmak olabilir. Evet. Bu olaydan sonra "bully" şeklinde tabir ettiğimiz zorbalara ilk kez karşı çıkıyor Henry. Aydınlanma.

Çocuklarla münasebetler. Bunlar eğlenceli, nerede sorunlu genç varsa Henry'yi buluyor arkadaşlık için. Başlarından geçen acayip olaylar var, çok keyifli. Mesela biriyle gösteri uçaklarını falan izlemeye gidiyorlar, bir havacılık şenliği. Orada bir kadının kukişini görüyorlar çok affedersiniz. Küçük bir grup oluşuyor tribünlerin altında, kadını izliyorlar. Sonra uçak yarışında bir iki uçak yere çakılıyor, paraşütle atlamada da bir adam paraşütü açamıyor, hızla yere çakılıyor. Henry'nin yorum şu: "Dışarı çıkarken hangisinden daha çok heyecan duyduğuma karar veremiyordum, hava yarışından mı, başarısız paraşüt atlayışından mı, yoksa yarıktan mı?" (s. 59) Dsdf, arkadaşıyla otostop çekerken arabasına bindiği adamın bunlara yazması da ayrı bir olay.

İlk yazarlık deneyimi çok acayip, çok önemli. Başkan Hoover'ın konuşmasının çocuklar üzerindeki etkisini ödev olarak veren öğretmen, Henry'nin kağıdını çok beğeniyor, sınıfta okutuyor falan hatta. Ders çıkışında olanlar:

"İskemlemde oturdum, Bayan Fretag orda durmuş bana bakıyordu.
Sonra, 'Orada değildin değil mi Henry?' dedi.
Nasıl bir şey uydursam diye düşündüm ama hiçbir şey bulamadım. 'Hayır, orda değildim.'
Gülümsedi. 'Bu, yazını daha da olağanüstü kılıyor.'
'Evet efendim...'
'Gidebilirsin Henry.'
Kalkıp dışarı çıktım. Eve yürümeye başladım. İstedikleri buydu demek: yalanlar. Harikulade yalanlar. Buna ihtiyaçları vardı. İnsanlar ahmaktılar. Kolay olacaktı benim için." (s. 63)

Eh, pek de kolay olmayacaktı aslında. İlk hikâyesini dergilere 24 yaşında kabul ettirebildi, ondan sonra 10 yıl boyunca yazmadı. Hayatını anlatmama gerek yok. İşte, insanların ahmak olduğunu, kendisinin de bu ahmaklardan biri olduğunu anlaması bu olaya dayanıyor. Ahmaklar içinde daha az bir ahmak. Yine de aidiyetin izlenimleri belli belirsiz gösteriyor kendini. Ortaokul yılları da ilkokuldan farklı değil, kendisi gibi birçok fakir aile çocuğunun arasında. Kıymet bilmedikleri konusunda suçlandıklarını söylüyor Henry. Dövüşüyorlar ve yaşıyorlar. Suçlandıkları şey bu.

Alıntıdaki gibi fikirler artıyor, Henry çıbanlarıyla uğraşıyor, Henry evden ayrılıyor ve kiralık odalarda yaşamaya başlıyor. Üniversiteye gidiyor, kumar oynuyor, 2. Dünya Savaşı sırasında orduya yazılanları bir güzel yeriyor.

Ben yarısında anlatmayı bırakıyorum, öbür yarısı daha keyifli. Chinaski'nin doğuşu, burada.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Charles Bukowski - Kadınlar

Postane sonrası Chinaski dönemini anlatan ve en çok gömüşmenin yaşandığı roman. Chinaski'nin hayatını zaten biliyoruz. Dolayısıyla bilmeyen biri için bol içmeli, affedersiniz, bol potur potur sıçmalı, bol işemeli, bol yarıklı, bol kamışlı, iğrenç bir roman bu. Odun gibi yazılmış, doğru düzgün bir kurgusu yok, karakterlerinin derinliği yok, bu yüzden bok gibi bir roman. Evet, sahiden de götüm gibi bir roman, gerçekten çok özür diliyorum. Ama çok güzel bir göt. Bukowski'yi insanları iğrendirebildiği için seviyorum, basit yazdığı için, kendi deyimiyle "ciddi" olmadığı için.

Kadınlar, postaneden sonraki dönem. 50-56 veya 58 yaş aralığını anlatıyor. Postane'nin yazılışını görmek mümkün ilk sayfalarda; bolca viski, bolca puro, bolca klasik müzik ve bir gecede yazılan sayfaların hesabı. Chinaski kendini yazarlığa vermiş. Şiir yazıyor, roman yazıyor, at yarışlarına devam, kadınlar zaten bir dünya. Bukowski'nin romanlarında bunların hepsine rastlarız ama her bir romanda da ana bir izlek olur. Tayfalı romanda at yarışlarıydı, barlar da vardı. Postalı romanda postane ve saçmalıkları. Factotum'da bir dolu iş ve iğrenç iş hayatı. Burada da kadınlar. Kadınlar üstünden Bukowski'nin yazarlığı, içişleri, sıçışları, seksleri, yolculukları, geçmişi, sevdiği yazarlar, her şey.

Kişi: Lydia Vance. Chinaski'nin aşık olduğu kadın. Lydia da Chinaski'ye aşık. Manyak bir hanım. Heykeltraş. Chinaski'nin büstünü yapıyor. Ayrıldıkları zamanlarda büst kızın evine gidip geliyor. Arıza bir ilişkileri var, hanım tam şirret.

Kişiler: O'Keefe ailesi. Yaşlı bir karı koca. Chinaski'nin ev sahipleri. Pek yer alamasalar da Chinaski'ye oğul muamelesi yapıyorlar. Chinaski 50 yaşında adam, insan garipsiyor. Demek ki yalnız ve sefil bir hayat süren herkese çocuk gözüyle bakılabilir. Bunlara göre.

Chinaski, Lydia'ya kadar dört yıl boyunca kimseyle sevişmemiş. Lydia oluyor ve bir anda patlıyor kadın mevzusu. Lydia aşırı kıskanç, delirdiği zaman ne yapacağı belli olmayan bir kadın. Dans etmeyi çok seviyor, erkeklere yükselmeyi çok seviyor, gömüşmeyi çok seviyor. Chinaski'nin etrafında bir dünya yeni insan olduğu için de ne zaman patlayacağı belli olmayan bir saatli bomba gibi Lydia. Şuna gel: "'Evi tertipli bir erkek tanıdığımda bir sorunu olduğunu bilirim. Çok tertipliyse i.nedir zaten.'" (s. 22)

Şiir dinletileri genişçe yer tutuyor gömülecek hanım bulma konusunda. Chinaski artık yavaştan bilinmeye başlanan bir şair, şiir dinletilerine çağrılıyor yayınevleri ve üniversiteler tarafından. Gidip bol bol içiyor, şiir okuyor, seyirciyle küfürleşiyor ve bulduğu kadınlara yumuluyor. Arada Lydia arıyor tabii, kontrol amaçlı. Bir de mektuplar var, adama çıplak fotoğraflı mektup yolluyor kadınlar. Oradan da hanım buluyor Chinaski. Mektupla kız buluyor adam. Saygı göstermeliyiz.

Bir dinleti ertesinde bir profesörün karısı olan Selma'ya sarıyor: "Saat onda kahvaltı etmek için yukarı çıktım. Pete ve Selma'yı buldum. Selma harika görünüyordu. İnsan nasıl bir Selma edinirdi? Bu dünyanın köpekleri asla bir Selma edinemezler. Köpeklere köpekler düşüyordu. Selma kahvaltıyı hazırladı. Harikuladeydi ve bir erkeğe aitti, bir üniversite profesörüne. Haksızlıktı, bir şekilde. Eğitimli kaypak balonlar. Eğitim yeni Tanrı'ydı, eğitimli erkekler de yeni toprak ağaları." (s. 32)

Eğitime geçirmece bir yana, bir de Chinaski'nin her kadını aynı görmediğinin de kanıtı bu. Bir düdüklenecek kadınlar var, bir de düdüklenemeyeceği için uzaktan bakılan kadınlar.

Kişiler: Bobby ve Valerie. İki blok ötede oturan evli çift. Chinaski'nin arkadaşları. Bobby karısını Chinaski'ye sunuyor, birçok kişiye de sunmuştur zannediyorum. Acayip insanlar, Bobby de bulduğu kadınla sevişiyor. Özellikle Chinaski'nin yazdığı kadınlarla. Chinaski adama değil, kadınlara kızıyor. Kendisi de gençliğinde Bobby'den farksızdı çünkü. Köpekler köpeklere ses çıkarmıyor.

Bir cümlede varoluşla zamanın ilişkisini süper bir şekilde anlatıyor Bukowski: "Varoluş nabız gibi atan dayanılmaz bir şeye dönüştüğünde zaman geçmek bilmez." (s. 42) Lydia'nın kafayı yiyip durmadan Chinaski'yi aradığı, evini basıp içki şişesini kırdığı bir gecede Chinaski içki dükkanının açılmasını beklerken böyle düşünüyor. Alkol, adamın benzini.

Dee Dee giriyor sonra Chinaski'nin hayatına, Lydia'yla yine kavga gürültü ayrıldıkları bir dönem. Dee Dee adamı yazarların takıldığı bir bara götürüyor. Yazarlardan nefret ediyor Chinaski.

"İlk görüşte uyuz oldum hepsine, orada oturmuş zeki ve üstün görünmeye çalışıyorlardı. Sıfırlıyorlardı birbirlerini. Bir yazar için en kötü şey başka bir yazarla görüşmek, ondan da kötüsü, çok sayıda yazar tanımaktır. Aynı bok parçasına konmuş sinekler misali." (s. 55)

Şu paragrafın daha sonra deli bir şekilde açıldığını göreceğiz. Şimdi Lydia dönmeye karar veriyor, Chinaski de Dee Dee'yi çok sevmesine rağmen kadını terk ediyor, çünkü Lydia'ya aşık. Sonrasında Nicole'le tanışıyor mektup yoluyla. Yine bir Chinaski edebisi:

"'The New Yorker okur musun?' diye sordu. Çok iyi öyküler basıyorlar.'
'Katılmıyorum.'
'Neden?'
'Fazla eğitimliler.'" (s. 69)

Lydia Nicole'ün evine bira şişesi fırlatıyor, kafayı yiyor. Aynı felaketler, bunları geçiyorum. Chinaski'nin dağda kaybolduğu bir bölüm var. Lydia ve Lydia'nın kız kardeşiyle pikniğe gidiyorlar, salak Chinaski kayboluyor. Saatlerce yürüyor, kimseyi göremiyor. Umutsuzluğa kapılıyor falan. Sonra Lydia buluyor bunu. Chinaski'nin dediği: "'Hayır, cehaletim ve korkaklığım yüzünden kayboldum. Tam bir insan değilim -gelişmesi önlenmiş bir kent insanıyım. Sunacak hiçbir şeyi olmayan başarısız bir bok yağmurundan başka bir şey değilim.'" (s. 92)

Chinaski'nin bütün hayatı kocaman bir kent eleştirisi. Nefret ettiği insanları kullanıyor, onları düzüyor, onları dövüyor -arada dayak yediği de oluyor tabii- ve evine dönüp horul horul uyuyabiliyor. İnsanın olmadığı yerde küçük bir çocuk kadar çaresiz. Her şeyin farkında. Aslanın güçlü olduğu yeri bilmesi, güçsüz olduğu yerden uzak durması demektir, dolayısıyla ormanda Chinaski'yi bırakırsanız garanti ölür ama şehirdeyken kız arkadaşınızı yanında iki dakika bırakmayın.

Kadınlara da hiç girmeyeceğim artık, o kadar çok var ki. Gömüşmelerden bıktım. Chinaski'nin dediklerinden gidiyorum.

Katherine adlı süper bir hatunla beraber boks maçına giderler.

"Tuhaf bir duyguydu Katherine'le orada olmak. İnsan ilişkileri tuhaftı. Demek istediğim, bir süre biriyle birlikte oluyor, onunla yiyor, yatıyor, sevişiyor, konuşuyor, geziyor, hayatını paylaşıyordun. Sonra bitiyordu. Bir süre kimseyle birlikte olmuyordun, sonra bir başka kadın çıkıyordu karşına, bu sefer onunla yiyor, onunla düzüşüyordun ve her şey çok doğal görünüyordu; siz hep onu, o da hep sizi beklemiş gibi. Hep eksik hissettim kendimi yalnızken; iyi hissettiğim de oldu, ama hep eksik." (s. 106)

Ne eksik ne fazla, kitabın olayı bu. Bir de Bukowski'nin yazarlığa yaklaşımı var aynı sayfalarda:

"İlk dövüş sıkıydı, bol kan ve cesaret. Boks maçlarına ve hipodroma giderek yazmak hakkında bir şeyler öğrenebiliyordun. Mesaj açık değildi ama bana yararı oluyordu. Önemli olan da buydu zaten: Mesajın açık olmayışı. Sözsüzdü, yanan bir ev gibi, deprem gibi, sel gibi, arabadan inerken bacaklarını sergileyen bir kadın gibi. Başka yazarların neye gereksindiklerini bilmiyordum; merak da etmiyordum, okuyamıyordum onları zaten. Kendi alışkanlıklarımın ve önyargılarımın tutsağı olmuştum. Nedeni sadece kendi cehaletinizse hiç de fena değildi aptal olmak. Bir gün Katherine hakkında yazacağımı ve kolay olmayacağını biliyordum. Fahişeler hakkında yazmak kolaydır, ama iyi bir kadın hakkında yazmak zor." (s. 197)

Okuyucusuna biçtiği rol de belli değil Bukowski'nin; bir "siz" diyor, bir "sen". Yine de okuyucuya yakın hissettiği söylenebilir, zaten okurları da ya gömdüğü kızlar, ya da hiç sallamadığı erkekler. Hepsi aynı. Bir yerlere sürüklenen ve buldukları tahta parçalarına sarılan, bazen onları düzen insanlar. Chinaski'nin kaybolma deneyiminden sonra bu duruma dikkat etmeye başlaması son derece doğal, anlatıcının kendini çözmeye başlaması da kayboluştan sonraya rastlıyor: "(...) Beni boks maçlarındaki ve hipodromlardaki insanlarla özdeşleştirdiğini biliyordum; ve doğruydu, onlarla birdim, onlardan biriydim. Sağlıklı insanların olduğu anlamda sağlıklı biri olmadığımın farkındaydı Katherine. Hep yanlış şeylere meyletmiştim: içmeyi seviyordum, tembeldim, tanrım yoktu, siyasetim yoktu, fikirlerim yoktu, ideallerim yoktu. Hiçliğe razıydım; yoktum aslında, ve bunu kabullenmiştim. Bu ilginç kılmıyordu beni tabii ki. İlginç olmak da istemiyordum zaten, fazlasıyla zahmetliydi. Tek isteğim yumuşak ve puslu bir yerde bir başıma, rahatsız edilmeden yaşamaktı. Diğer taraftan içince nara atıyor, sapıtıyor, kontrolden çıkıyordum. Genel halimle sarhoş halim çelişiyordu. Umursamıyordum." (s. 110) Umursamıyordu, umursadığı zaman düşüncelerini aklından şöyle bir geçirip içkiye devam ediyordu, basit ve güzel olan oydu çünkü. Fikirler de güzeldi ama zordu, yaşamaksa kolay. İçkiyle.

William Burroughs içeren bir bölüm var, süper. Kendisi Beat yazarlarının krallarından biri. Neyse, yine bir şiir dinletisi vermeye gidiyor Chinaski, işleri ayarlayan adam da Joe. Burroughs'u görüyorlar odanın penceresinden. Ertesi gece o şiir okuyacakmış. Chinaski, Burroughs'la tanışmak istemediğini söylüyor, Joe tanışmaya gidiyor.

"Joe Washington döndü. 'Burroughs'a yan dairede senin kaldığını söyledim. 'Burroughs,' dedim, 'Henry Chinaski yan dairede.'
'Oo,' dedi, 'Öyle mi?' Seninle tanışmak isteyip istemediğini sordum. 'Hayır,' dedi." (s. 198)

Dsdf, iki yazarın gerçekten de konuşacak neleri olabilir ki?

Alıntı yapmayacağım; Chinaski en sevdiği iki yazar olarak Fante'yi ve Céline'i gösteriyor. Fante: Dugusallıktan korkmayan, cesur bir adam. Céline: Bağırsaklarını deştiler ve güldü, onları da güldürdü. Çok cesur bir adam. Hemingway'i sevmiyor. "Fazla ciddi. İyi bir yazar, cümleleri güzel. Ama onun için hayat kesintisiz bir savaştı. Hiç bırakmadı kendini, hiç dans etmedi." (s. 216)

Bukowski'nin bütün tanıştığı kadınları düzmediğini biliyoruz; bazıları gerçekten çok iyi kadınlar. İnsan olarak. Erkeklere aynı gözle bakmasa da kadınların iyi olanlarını da ayırt edebiliyor kendisi, bir et manyağı değil. Zaten kendisi de belirtiyor, duygusuz, makineleşmiş seksten nefret ediyor. Onun için öpüşmek başta olmak üzere duygu dolu bir seks önemli. Böyle diyor ama köklüyor, makattan düdüklüyor, bütün ayrıntıları da veriyor yani ayıcık. Oh. İnsanlık için hissettikleri belki de en belirgini: "İnsanlık, baştan kokuşmuştun zaten. Budur benim düsturum." (s. 241)

Bir bunun kadar daha yazılacak malzeme vardı ama sıkıldım, bitiriyorum. Bukowski işte.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Charles Bukowski - Postane

Ayyaşın önünde saygıyla eğilelim. Şimdi kalkalım.

Bukowski'nin ilk kitabı. Chinaski'nin ilk ortaya çıkışı. Bir yanda beynini hafif ateşte kırk dakika pişiren, sevişerek yaşama gücü bulan bir uyumsuz, öbür yanda savaş çığlıklarının duyulduğu bir ülkenin çarpık iş düzeninde tutunmaya çalışan bir işçi. Henry "Hank" Chinaski. Tanıştığınıza inanın ki mutlu olmadınız.

Chinaski'nin 11 yıllık bir dönemi var burada, anlattıklarından çıkardığımıza göre 39-50 arası. Kendisine göre bu iş bir yanlışlık olarak başlamış. Herkesin işe alındığını duyunca kendisi de başvuruyor. Yanlışlık dediği de deneme sürecinde bir kadını fikfiklemesi. İşi seviyor, sırf düzüş ve rahat dağıtım olduğunu düşünüyor. Yani seks olmasa işe girmeyecek belki. Birazcık şeyimize mukayyet olmalıyız zannediyorum.

Sonra Jonstone diye bir ayının yönetiminde çalışıyor. Jonston bir ayı. Anlayışsız, kaba ve tam bir sistem adamı. Tipik bir dişli. Chinaski elbette "kaşınıyor" bu durumda.

"Yedek taşıyıcıların kendileri olmayacak emirlerine itaat ederek Jonstone'ı mümkün kılıyorlardı. Acımasızlığı bu denli bariz birinin böyle bir konuma nasıl geldiğini anlamakta güçlük çekiyordum. Kadrolu taşıyıcıların umurlarında değildi, sendikalı işçinin beş paralık değeri yoktu." (s. 9)

Sonuçta bir şikayet mektubu yazıyor Hank, biri daha üst mercilere, biri Jonstone'a. Sonunda paparayı yiyip bir de Jonstone kendisine iş vermediği için çalışırken boşta kalıyor. Sonra Jonstone mecburen, tahminimce kanunlar gereği kendisine iş vermek zorunda kalıyor ama en kazık güzergahı veriyor. Belli bir zaman veriliyor ve imkansızı başarmasını istiyorlar Hank'ten. Tamamen götlük çok affedersiniz. Bu sırada Hank'in köpeklerle maceraları, postacılarla sıkıntısı olan bazı insanlarla maceraları... Hank tepkileri var buralarda bol bol. Sabah işe giderken otobüste ıhsı tıhsı diye kendi kendime güldüm. Tutanaklar da var. Jonstone, kendisi gibi lüzumsuz tutanakları Hank'e yolluyor bıkmadan. Hank de çöpe atıyor bunları. Sürekli bu döngü devam ediyor. Delirmemek elde değil, böyle böyle insan alkolik oluyor işte. Hank'in mektup bırakırken girip şarap içtiği, tuvaletine sıçtığı kilise bölümü de var, yoksa değil yemek yiyecek, uyuyacak zaman yok. Tam bir sömürü düzeni.

Ya Allah aşkına, bok gibi bir sabahı güzelleştirecek şöyle bir bölümden daha güzeli olabilir mi? Şöyle:

"Kaçık ve donuk insanlardan geçilmiyordu sokaklar. Çoğu güzel evlerde yaşıyor ve çalışmıyorlardı, bunu nasıl başardıklarını anlamakta güçlük çekiyordu insan. Mektuplarını posta kutusuna koymana izin vermeyen bir tip vardı mesela. Kapının önüne dikilip üç blok öteden gelişini izler, yanında vardığında elini uzatırdı.
Aynı güzergahta çalışan birkaç kişiye sordum.
'Kapının önünde durup elini uzatan adamın sorunu nedir?'
'Hangi kapının önünde durup elini uzatan adam?'
Hepsinin sesi de aynıydı.
Bir keresinde o güzergahta mektup dağıtırken elini uzatan adamı gördüm, evinden yarım blok ötede durmuş komşusuyla konuşuyordu. Bir blok ötede beni görünce evine yürüyüp beni karşılayacak kadar zamanı olduğuna karar verdi. Arkasını dönünce koşmaya başladım. Ömrümde bu kadar hızlı mektup dağıttığımı hatırlamıyorum, müthiş bir depara kalkmıştım, hiç düşürmedim tempomu, öldürecektim onu. Mektubu posta kutusunun aralığına sokmak üzereyken döndü ve beni gördü.
'HAYIR HAYIR HAYIR!' diye bağırdı. 'KUTUYA KOYMA!'
Bana doğru koşmaya başladı. Bulanık ayaklarını gördüm sadece. Yüz metreyi 9.2'de koşmuş olmalıydı.
Mektubu eline bıraktım. Zarfı açtı, verandayı katetti, kapıyı açtı ve içeri girdi. Ne anlama geldiğini bana birinin anlatması gerekiyordu." (s. 26)

Otobüste onca asık surat, Dudullu'ya doğru gidiyoruz. Bir gülme aldı beni. Sahneyi gözümde canlandırdım, duramıyorum. Çok iyi geldi, günüm de süper geçti. Şu paragrafı okumayı nasip edenlerden, yazarından çevirmenine Allah razı olsun.

Bunun dışında işyerinde kafayı cozutan adamların hikâyeleri de tam bir kara mizah örneği. Bir tanesini alıyorum: G.G adlı amca. Gittiği güzergahlarda çocuklara şeker veriyor, bir gün mal bir anne tarafından çocuk tacizcisi olduğu öne sürülüyor. Sonrasında bir gün işini bırakıp ağlayarak kaçıyor G.G.

"G.G'yi bir daha görmedim. Kimse bilmiyordu ona ne olduğunu. Sözünü de etmiyorlardı. 'İyi adam.' Kendini posta hizmetine adamış adam. Yerel bir marketin reklam broşürleri yüzünden gırtlağı kesilmişti -özel indirim: üç doların üzerindeki her alışveriş için bir kutu çamaşır tozu bedava.' (s. 37)

Bütün bu postane hikâyesi sırasında Henry üç kadınla beraber oluyor: Betty, aileden zengin, nemfoman Joyce ve Fay. Bukowski'nin Fay'den çocuğu oluyor, otobiyografik bir karakter. Diğerleri de muhtemelen öyle, belki Joyce değil öyle. Kadınlarla yaşadıklarına girmiyorum, hipodrom olaylarına girmediğim gibi. Sadece Joyce'un ısrarıyla alınan muhabbet kuşlarının Hank'i nasıl delirttiğini söyleyebilirim ama söylemem, inanılmaz keyifli bir bölüm. Alın da okuyun, onu da mı yazayım.

Hank için nokta cümle:

"'Yarın hangi ata oynamayı düşünüyorsunuz?' diye sordu barmen.
'Yarın çok uzak,' dedim ona." (s. 115)

Tez görüldüğü yerde alına. Süper kitap.

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Charles Bukowski - Factotum

Bilgisayarın bozulmasıyla ilgili ibretlik olay.

Sene geçen sene. Şubat'ın Şubat gibi günlerinden biri. Evden çıkılamaz, buz keser. Arkadaşlar aranamaz, herkesin işi var. Benim o sırada düzenli bir işim yok, yeni mezunum. Bilgisayar bozuldu, yaptırabilmek için iki gün bekledim. O iki günde 770 sayfası kalan Monte Cristo Kontu'nu bitirdim. İki ayda 270 sayfa okuyabilmiştim. "Sübhanallah bro, ibret share," dediğinizi duyar gibiyim. Nereden çıktı bu? Dün sabah elektrikler gitti üç saat kadar, ben de Factotum'u bitirdim.

Okumadığım Bukowski kitabı pek kalmasa da genelleme yapmaktan çekiniyorum, yine de yapayım: Bu kitapla başlamak lazım Bukowski'ye aslında. Kaptan Bir Şeye Gitti ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi Aman adlı türküde Chinaski'nin at yarışı eksperi olduğunu biliyoruz. Factotum'da işi daha yeni öğreniyor oysa. Zaten Chinaski 24-25 yaşlarında zannediyorum. Bukowski'nin gençliği yani, her şeyin başladığı dönem. Diye düşünüyorum.

Filmi de izledim, bence izleyin ama kitabı okuduktan sonra. Kurgu belasına olayların yerleri değiştirilmiş falan, gerek yok. Kitaptan öğreniniz.

Factotum vasıfsız gibi işçi demek. Chinaski/Bukowski böyle bir adam. İşe giriyor, işten çıkıyor. İşsizlik kurumu kendisine başka bir iş buluyor, ona giriyor. Ondan çıkıyor. Çoğunlukla kovuluyor. En fazla üç hafta çalışıyor, sonradan sigorta olayları başladığı için. O sürede ucuz şarap, viski ve oda parası çıkıyor zaten.

Aliesiyle ilişkileri sıkıntılı. Anne normal pamuk anne tadında bir insan. Sorun babasında. İki yıl gazetecilik okumuş Bukowski, sonra devam ettirmemiş. Babasına göre düzenli bir iş, düzgün bir yaşam her şeyden önemli, böyle yaşamamak cinayet işlemekle bir. Eh, durmuyor Bukowski yerinde.

Dövüşler, dayaklar meşhur. Büyük Zen Düğünü'nü hatırlar mıyız, ben orada yenen sopa kadar hiçbir şeye gülmemiştim kitap okurken. Gerçi gülmüştüm; Mezarlık Kitabı'nda kötü adamlardan birini haklayan Nobody'ye şair hayalet, "Adamı çok süper hakladın, bunun için şu kadar yüz dizelik kaside yazmamı ister misin?" diye bir şey söylüyordu. Ölüyordum gülmekten ya. Tabii böyle anlatınca komik olmadı. Evet, burada da dövüşmeler var ama bunların hiçbiri bir macera hevesiyle yaşanmıyor. Ya da şöyle diyeyim; Chinaski için bu on sene süren odalar, işler spiralinde kavga, sokakta yatmak, açlık normal şeyler. Adamın hayatı bu. Biz ekmek almaya gidiyoruz, adam kavga ediyor. Şuradaki olağanlığa bak:

"Biriyle dövüşmek için dışarı çıktım bir kez. İyi bir dövüş olmamıştı. İkimiz de çok sarhoştuk, yerdeki büyük çukurlar dengemizi kaybetmemize neden oluyordu. Vazgeçtik..."

Chinaski'nin modern dünyaya giydirmeleri de güzel. Al:

"Otobüs garı Times Square yakınlarındaydı. Elimde eski bavulumla yürümeye başladım. İş çıkışıydı. Akın akın insan çıkıyordu metrolardan. Karıncalar gibiydiler, yüzleri yoktu, çıldırmışlardı, üstüme geliyorlardı, gergindiler. Zaman zaman itişip, çarpışıyorlardı; çıkardıkları sesler korkunçtu."

Bitmek bilmez bir kalabalık bir yanda, Bukowski bir yanda. Tam böyle değil de, kalabalık fobiniz varsa anlarsınız. Felaket bir şey.

Bir tane daha:

"Patronlar daha fazla adam çalıştırmaktansa birkaç kişiyi fazla çalıştırmayı yeğliyorlardı. Adamlara sekiz saatini veriyordun ama yetmiyordu, fazlasını istiyorlardı. Altı saat sonra seni eve yolladıkları görülmemiştir mesela. Düşünecek zaman kalmamalıydı."

Düşünecek zaman kalmamalıydı, bu kadar. Daha çok örnek mevcut bu konuda.

Chinaski, kendini yazar olarak tanıtıyor. Çünkü o bir yazar, her girdiği ortamda yazarlığı bir şekilde geçiyor. Rehincilere daktilo bırakmaktan bıktığı için öykülerini deftere yazıyor, büyük dergilere yolluyor. Bu şekilde on yıl yaşamış Bukowski; dolanarak ve yazarak. Öyküleri sürekli geri geliyor ne var ki. Bir gün biri kabul ediliyor gerçi. Jack London paralelliğine geleceğim, biraz var.

Bir yerde Chinaski insanların doğuya ve batıya gittiğini söylüyor, herkesin aynı yöne yürümesi halinde dünyada hiçbir problemin kalmayacağından bahsediyor. Başka bir bölümde, sanırım Jan'le ayrıldıkları zaman, Jan'in gittiği yönün tersine gidiyor. Böyle bir şey bu da. Jan'le ilişkileri ilginç, kitabın yarısından sonra olaya giriyorlar. Çok sayıda insan var romanda, hepsini anlatsam buradan bilmem nereye yol olur. Anlatmıyorum.

Jack London'a bakalım. Kendisi fabrikalarda, atölyelerde, ütü mekanlarında(?) vs. çalışmış bir adam. Çalışırken öykülerini yolluyor sürekli bir yerlere, reddediliyor öyküler. En sonunda biri kabul ediliyor, sonra diğeri, sonra diğeri... Alıyor başını yürüyor, London. Martin Eden'dan biliyoruz, gayet güzel yardırıyor. Sonra parayı bulup kendine ev, tekne falan yaptırıyor, lakin ki, "Bu nasıl sosyalist lan?" diyen adamlar evini yakıyor, teknesi de cortluyor bu arada. Sosyalist hareketlere katılmış bir insan kendisi. Bir de boş zamanlarında kütüphaneden çıkmaz, durmadan okur. Özellikle Spencer okur, deli gibi etkilenir.

Bukowski'nin ne ev yaptırayım, ne dünyayı gezeyim derdi var. Adam zaten geziyor. Kitap okuma gibi bir derdi de yok, zaten kendisi de en son on yıl önce okuduğunu mu ne söylüyordu kitapta. Zengin olma gibi bir kaygısı yok, lakin biraz para bulunca pahalı elbiseler almaktan da geri kalmıyor. İkisi de aynı tutkunun peşinde, hayatlar farklı. Bukowski'de alttan alta kapitalizm eleştirisi mevcut, Uçurum İnsanları gibi keskin, köşeli eseri yok zannediyorum. Alter'den çıkan Charles Bukowski'nin Kavgası ve Satır Aralarındaki Solculuğu diye bir kitap var bende. Okumadım. Alter'den bir şey almayın rica ederim, ucuz etin yahnisi, nerede bu yahninin soğanı. Yaa.

Böyleyken böyle. Bukowski ne güzel.