Borges'in seçkisinde yer alıyor Alarcón, söylencelere dayanan öyküleri Latin folklorunu anlatının olanaklarıyla derinleştiriyor bir güzel, okura da tertemiz korkmak ve gerilmek kalıyor. İspanyolların hikâye anlatıcılarından biri olarak görülebilir, Üç Köşeli Şapka'dan sonra böyle düşündüm. 1946'da Remzi basmış, kapakta "don pedro antoniode alarcon" yazıyor. Çevirmen Cezmi Tahir Berktin. Öyle bir dil kullanılmış ki sanırsınız Ahmet Mithat anlatıyor, okura sesleniyor, Tanzimat romanlarından birini okuyorsunuz adeta. "Muhterem kari! Bu işe başlarken senin sıhhatli hükümlerinden ümidimi kesmiyorum. Estabanillo Ganzalez'in kendi eserinin başlangıcında dediği gibi, 'onu sen okuduktan sonra ve şeytanı görmüş gibi birkaç kere istavroz çevirdikten sonra eser tabedilmiş olmuya hak ve kıymet kazanacaktır." (s. 11) 1874'te yazılmış bu, Ahmet Mithat'ın da o sıralarda yazdığını biliyoruz, Ahmet Mithat'ın da söylencelerden yola çıkarak yazdığı metinler var, karşılaştırmalı bir okuma lazım aslında ama Ahmet Mithat'ın metinlerini okumak istemiyorum, makale kukale çıkarmak isteyenler bu meseleye eğilebilirler. İmzasız bir giriş yazısı var, orada şöyle deniyor: "Anadolu köylerinde söylenen yanık havalı türkülerin her biri bir roman ve bir hikâye mevzuu olmak kabiliyetini gösteren hadiselere ve vak'alara bağlıdır. Yurdumuzda on binlerce mevzu işlenmemiş, dokunulmamış bir halde dilden dile dolaşmaktadır. Muhakkak olan bir şey varsa Türk romancılığının bir Alarcon'a ihtiyacı vardır." (s. 7) Sonradan çıktı bu aranan yazar tipi, aklıma gelen ilk örnek Yücel Balku, şahane öyküleri var. Neyse, bu giriş yazısında söylenceyi olabildiğince edebileştirerek anlatan Alarcón'un hayatına yer veriliyor, söylenceyi düzyazıya aktarma tekniğine değiniliyor biraz, bu kadar. Alarcón'un giriş yazısına bakalım, bu halk hikâyesini bilmeyen pek az İspanyol olduğunu söylüyor, milli bir değer bu. Yazar bunu doğduğu çiftlikten dışarı çıkmamış, kaba bir keçi çobanından dinlemiş, pikareskin ta kendisi. "O millî edebiyatımızda Picaros ismi altında mühim bir rol oynıyan cahil fakat neşe ve hikmet sahibi olan taşra halkından biriydi." (s. 9) Çobana hikâyeyi tekrar tekrar anlattırırmış dinleyenler, kızların yüzü kızarırmış, anneler açık saçık hikâyeler anlatan bu adama bilenmişler ama aslında bir iffet anlatısıymış bu, insanlar ders çıkarmak için daha fazla dinlemek isterlermiş. Ne hoş.
İlk bölümde olayların yaşandığı zamanın sosyopolitik yapısı anlatılıyor. 1800'lerin ilk yarısı, 1830 civarı olabilir, hatırlamıyorum şu an. Napolyon, IV. Don Carlos'u başa geçirip uydu devletini edinmiş, içeride ihtilaller kopuyor, insanlar İtalya, Almanya gibi evlerinden uzak ülkelerde savaşarak öleceklerini bilmeden Napolyon'u tutuyorlar. Dış dünyada olanlar bunlar, bizi bir köy ve kasaba ilgilendiriyor. Haftada iki gazetenin geldiği, dünyadan birkaç gün geride yaşayan bir mekanda birkaç memur, bir vali, bir zaptiye müdürü var. Halktan pek kimseyi bulamayacağız, pikaresk anlatı gereği dönemin çarpıklıklarının gözler önüne serilmesi için devlet adamlarının yediği herzeleri göreceğiz, dolayısıyla bu tiplerin ağırlık merkezi olması normal. Değirmenci Lukas ve eşi Mistress Frasquita mutlu mesut yaşıyorlar bir yandan, çok zengin değiller ama iyi kötü idare ediyorlar. Birbirlerini seviyorlar, Frasquita yörenin en güzel kadını olduğu için etrafında pervane olanın haddi hesabı yok ama sallamıyor hiçbirini, çirkin ve kambur Lukas'ı seviyor. Lukas delikanlı adam, eşi karşısında herhangi bir eziklik yaşamıyor, kadını kendince seviyor diyebiliriz. Bazen hoyratça davranışlarıyla karşılaşıyoruz ama iş kalp kırma noktasına varmıyor hiç, Frasquita'yı bu davranışların etkilediği ortada. Kadının güzelliği: "Etekliği yarım adım değilse bile bir adımdan daha geniş değildi. Ve adamakılllı kısa idi. O kadar kısa idi ki küçük ayaklarını ve asîl bacaklarının baharını teşhir ederdi." (s. 21) Lukas'ın da bir portresi var, kendisi askerlik hizmetini yerine getirip onca kahramanlıktan sonra ülkesine dönüyor, Frasquita'yla evleniyor, mutlu mesut yaşıyor. Ruhunda cesaret, sadakat, şeref, aklıselim ve öğrenme arzusu var, eşi için asıl çekici özellikler bunlar. Çocukları yok, tek sıkıntıları bu ama birbirlerini deli gibi sevdikleri için büyük bir sorun değil aslında. Zaptiye müdürü denen zırtapoz ortaya çıkana kadar. Bu adam kırk sekiz yaşında, evli ve çocuklu bir zampara. Frasquita'ya takıyor bir güzel, onu görmeye geldiği zaman Lukas meyve topladığı ağacın tepesinde gizlenerek olup bitenleri görüyor ve bir anda yere atlayıp müdürün ödünü koparıyor, korkarak gidiyor müdür. İkisi konuşuyorlar sonra, Frasquita kendisine aşık olan adamların hepsini bildiğini, Lukas'ın kendisini niye sevmediğiniyse bilmediğini söylüyor. Lukas, Frasquita'ya çirkin olduğunu söylüyor falan, bu şekilde bir diyalog. Birbirlerini kışkırtıyorlar, çok ileri gitmeden iğneliyorlar ve o gerginlikle de sevişiyorlar mı, öpüşüyorlar mı, bir şeyler oluyor. Bu biçim bir birliktelik yani, süper.
Frasquita müdüre yüz vermese çok daha iyi olurdu ama yapıyor bir hata, Lukas ağacın tepesindeyken adama yeşilleniyor, eğlencesine. Adam takık, hemen ağa düşüyor ve Lukas'ın ağaçtan inip ödünü koparmasıyla birlikte kadına kinleniyor, intikamını alacağını söylüyor. Ertesi gün Lukas'ı almaya geliyor bir memur, vali tarafından yollanan davetiyeyi veriyor, yola düşüyorlar. Lukas anlamıyor mevzuyu, sonradan jeton düşüyor. Müdürün işi bu, kendisini evden uzaklaştırıp eşiyle birlikte olmaya çalışacak. Yerleştirildiği ahırdan kaçıyor Lukas, evine gidiyor. Bu sırada Frasquita'nın yanına gidiyoruz, eve girmek üzereyken su kanalına düşüp boğulmak üzere olan müdürü kurtarmasını, adamla tartışmasını ve adamın bayılmasıyla birlikte doktor çağırmak için kasabaya gittiğini görüyoruz. Yolda karşılaşıyorlar ama birbirlerini tanımıyorlar, biri kaçak olduğu için gizlenerek gidiyor, diğeri de acelesi olduğu için umursamıyor. Eşekleri birbirini tanıyor oysa, anırıyorlar ama hayvanların tepkisini anlamıyor bizimkiler.
Lukas'ın aklına şüphe düşüyor, kendi eksikliklerinden ötürü Frasquita'nın kendisini aldatabileceğinden korkarken eve gelip yatak odasına baktığında orada uyuyan müdürü görüp şüphelerinde haklı olduğunu görüyor, intikam almak için müdürün evine gidiyor, amacı adamın çapkınlıklarını eşine anlatmak. Bu sırada doktorla birlikte dönüyor Frasquita, müdür kendine geliyor ve yardımcısının uyarısıyla hemen yola düşüyorlar, yardımcının söylediğine göre Lukas gelmiş, durumu görmüş ve hızla yola çıkmış, müdürün kıyafetlerini giyerek. Müdüre de Lukas'ın eski püskü kıyafetlerini giymek kalıyor, işler iyice karışacak demektir bu. Sonuçta müdürün evine gidiliyor, Lukas'ı eşi zanneden kadın kapı önünde çıngar çıkaran tipleri evine almıyor önce, bas bas bağıran kocasının sesini tanımıyor. Halk söylencesi işte, böyle detaylara pek dikkat etmemek lazım. Lukas iniyor, müdürlük yapıyor gerçekten. Sonuçta her şey ortaya çıkıyor, müdür iyi bir papara yiyor, Lukas'la Frasquita da mutlu mesut yaşamaya devam ediyorlar ama ilginç bir şekilde sonlanıyor bu anlatı, savaş çıkınca anlatıdaki karakterlerin çoğu savaşa gidiyor ve çoğu ölüyor, onların ölümleriyle finale varıyoruz.
Yerdeniz diye bir yayınevi 2006'da basmış metni, sahaflarda denk gelinemezse o baskı alınabilir. İspanyol halleri, toplumsal bir gülmece, güldürmece.
Çok öznel bir hadiseyle başlıyorum. İntiharı rasyonelleştirmiş, her zaman aklının bir köşesinde tutmuş, tanıdığı insanlardan evinin eşyalarına kadar eklemlemiş insanlar için muhteşem bir bölüm var, şimdiye kadar hiç böylesi bir "Hah!" duygusu uyanmamıştı bende.
"Bu dünyanın saçmalıklarıyla tatmin olmayan yüce ruhların keder ve sıkıntısı, kuşku ve korkusu, başka bir yurdun, bilim ve kudretten daha yüksek bir görevin, nihayet, İnsanoğlu'nun gelip geçici büyüklenmesinden ve kadınların zayıf büyülerinden daha sonsuz bir şeylerin varlığını seziyor olmalarından başka bir şey değildir." (s. 95)
İki öykü var, ilki aşk ve ölüm/intihar üzerinedir. Alıntıladığım bölüm yaşamın aşkla bir olduğuna, devamında yaşam coşkusunun daha ötelere duyulan arzuyu tetiklediğine, melankoliye ve varoluş acısının bir çeşitlemesine dair.
Baştan başlamak daha iyi olacak.
Alarcón, İspanya'ya geç uğramış Romantizm'in neferlerinden biri. Söyleyecek büyük sözleri olan adamlardan. Gençliğinde hukuk ve teoloji eğitimi almış. Borges'ten: "Aldığı eğitim, tüm esaslı eğitimler gibi, kendi kendini eğiten birininki kadar tutkulu ve başına buyruktu; manastır kütüphanelerinin tasfiyesi, asla tatmin olmayan merak duygusunu gideriyordu." (s. 5) Borges, yazarı çocukluğunda okumuş ve kaybolup gitmesine gönlü razı olmamış. Zamanında hemen her yazdığı fırtınalar koparan Alarcón'un en sevdiği yazarlar Dumas, Hugo ve Balzac. Anlatımı bizim Ahmet Midhat Efendi'nin üslubuna yakın; yazarın anlatıcıdan bağımsız sözleri araya giriyor, zengin bir betimleme gücü var.
Ölümün Dostu adlı ilk öykü bir çiçek dürbünü gibi renkli, Borges'in dediği gibi kurguyu bozacak uyumsuzluğa müsait, ikinci bölümüyle toparlayan bir yaşam-ölüm-aşk öyküsü. Romantik yazarların sıfırdan yarattığı soylu karakterlerinki gibi, sahip olduklarına karşı ödemesi gereken bedelin ölçüsüyle alakalı.
İlk bölümde Gil Gil'in ayakkabı imalatçısı bir ailenin çocuğuyken dibi görmesi, ailesinin ve koruyucusunun ölümü, çektiği sıkıntılar ve Ölüm'le dost olması sayesinde nasıl zirveye çıktığı anlatılıyor. Gil her şeyini yitirmişken cebinde bir zehir buluyor ve ağzına atmaya hazırlanıyor, o sırada omzuna soğuk bir el dokunuyor ve Ölüm ortaya çıkıyor. Gil Ölüm'ün dostu olarak özel güçlere kavuşuyor ve doktor olarak kraliyet ailesine yardım eli uzatıyor. Dumas'nın romanlarındaki gibi bir yükseliş. Ölüm'ün eğitiminden geçerken bütün bilimlerin, duyguların, arzuların doğasını keşfediyor, bir tek Tanrı'nın gizemi gözlerinden uzakta duruyor. Adamımız Tanrı'nın erişilmezliğine, anlaşılmazlığına ve sonsuzluğuna büyük bir hayranlıkla bakıyor.
Bunu Neil Gaiman Sandman'de anlatsa muhteşem bir şey ortaya çıkardı.
Soylularla olan ilişkiler, Ölüm'ün katakullileri derken Gil, çocukluğunda aşık olduğu kızla bir araya geliyor. Ölüm, kızı ya Gil'in, ya kendisinin kolları tarafından sarılacağını söylüyor, Gil duruma isyan ediyor ve ölümle bir daha karşılaşmamak için ölümden muaf olduğunu, Tanrı isteyene kadar ölmeyeceğini düşünüyor. İşte bunu Gaiman da düşünüp Sandman'in ilk cildine koymuştu. Neyse, Gil ve Elena Ölüm'ün bilmediğini düşündüklere bir yere gidiyorlar ve orada yaşıyorlar. Ne ki Ölüm Tanrı'ya bağlı ve farklı amaçları var, tekrar ortaya çıktığında gizem de çözülüyor.
Anlatmayayım, What Dreams May Come misali bir sonu var öykünün. Bazen kazandığımızı düşündüğümüzde kaybederiz, bazen de tam tersi. Ölüm ve hayatı anlamak için bütün yeryüzünü anlamak, bunun için kendimizi anlamak ve berrak, kristal parlaklığında bir bakışa sahip olmamız lazım. Öykünün anlattığı kısaca bu. Uzun Boylu Kadın: Stephen King'in bu kitaptan esinlenme olasılığı nedir?
Kabuslar Pazarı adlı kitapta King'in küçük bir çocukla alakalı sinir bozan bir öyküsü vardır. Anlatıcı bu çocuğu öldürmüştür çünkü bu çocuk anlatıcının çocukluğundan beri her felakette ortaya çıkmakta, anlatıcıyla dalga geçmektedir. Sonrasında anlatıcının avukatına da musallat olacaktır, bir açıdan lanet kişiden kişiye geçer.
Uzun Boylu Kadın da böyle, bir miktar daha korkutucu tabii. Ölümlerin ardından ortaya çıkan bir ucubedir aslında, her seferinde adamımızın arkasından gelir, yelpazesini sallar ve çarpık ağzıyla kahkaha atar. İlk seferde adam kadının kendisini takip edip etmediğinden emin olamaz, arkasını dönüp bakmaya korkar ve döndüğü anda kadının hemen arkasında olduğunu görür falan, bu arkaya bakıp bakmama olayı çok korkunç. Mitolojide ne yiğitler, ne hanımlar heba olmuştur bu yüzden.
Bir de hikâye içinde hikâyenin de içindeki hikâyedir bu, üç katmanlıdır. Bunu anlatan adam, gece vakti bir ateşin etrafında toplanmış beş kişiye hitap eder. Pozitivist, bilimin yolundan şaşmayan bir adamdır ve anlattığı hikâyeyi dinleyicilerinin yorumlamasını ister. Alarcón'un halk söylencelerinden faydalandığı söylenir, belki de hikâye anlatıcısı olarak öyküye kendini koymuştur, kim bilir.
Babil Kitaplığı'ndan nefis bir kitap bu, deli tavsiye ediyorum.