Philip K. Dick etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Philip K. Dick etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Aralık 2019 Cumartesi

Philip K. Dick - Yaratılan Dünya.

The World John Made aslında, determinist bir dünyada beliren çatlağın ne kadar büyüyebileceğine kafa yoran, erken dönem bir PKD metni. İnziva zamanlarının seri üretim metinlerinden yapısal farklılıklarıyla ayrılıyor bu, ilk bölümde anlatı boyunca karşımıza çıkan her ögeyle karşılaşıyoruz mesela, sonrasında parçalar yavaş yavaş bir araya gelirken PKD'nin arka planda ne işler çevirdiğini düşünebiliyoruz. Savrukluğa varan çok parçalı bir anlatımın belirli bir anlamı ortaya çıkarabilmesi, olacak olan şeylerin olmasına dayalı bir dünyada sekteye uğrayabilir gibi gözüküyor ama PKD diğer metinlerinde olduğundan daha, ne diyeyim, cüretkar. Parçaların verildiği ilk bölümle başlayayım, rahim şeklinde bir sığınakta biri bebek sekiz mutant yaşıyor, 1970'lerde yaratılmışlar, suni bir göğün altında ve suni doğanın içinde. Dışarıdaki dünyayı görebiliyorlar ama fanustan çıkar çıkmaz zehirlenmeye başlıyorlar, biyolojik yapıları Dünya'nın yapısına uygun değil, aralarında diğerlerine göre daha cesur olan üçünün "özgür iradeleriyle" sığınaktan çıkıp gitme teşebbüslerini izleyen Doktor Rafferty ve esas adamımız Cussick için onlar nedeni bilinmeyen bir amaçla yaratılmış mutantlar. Cinlere benzeyen minyatür erkekler ve kadınlar dışarıda olan bitenden, dünyayı neredeyse ortadan kaldıran büyük savaşın yıkımından haberdarlar, nükleer bombaların yol açtığı genetik bozuklukların ürünü olduklarını düşünüyorlar, aslında laboratuvar ortamında yaratılmışlar, haberleri yok tabii. Dışarıda yaşamak için yeterince güçlü olmadıklarını bilmelerine rağmen durmadan çabalıyorlar, dışarıda bir hayatın mümkün olduğunu düşünüyorlar. Tam bu noktada anlatı boyunca sürecek temel izleğe ulaşıyoruz, insanın gerçeğin ne kadarını bilebileceği ve bu gerçeğin somutluğuna, katılığına rağmen kendi yolunu bu gerçekten ne kadar ayırabileceği meseleleri hemen her karakter için büyük bir problem haline geliyor. Mutantlar ellerindeki yanlış ve kopuk bilgilerle irrasyonel davranışlarda bulunuyorlar, ölümün kıyısından dönüyorlar ama yine de çabalıyorlar, diğerleri için de benzer durumlar var, yeri geldikçe değineceğim. Doktor Rafferty'ye pek denk gelmeyeceğiz, çatlak bilim insanı olarak bir iki yerde görünecek, bunun yanında Cussick'in üzerinde biraz durmak gerekiyor ama önce ilk bölümde verilenler. Gençlik İttifakı'nın başındaki adam Jones'un adı anılıyor, Jones'la ilk kez burada karşılaşıyoruz. Bir isyanın veya toplumsal bir hareketin başındaki biri, bilemiyoruz tam olarak. Cussick'in Rafferty'le sohbetinden öğrendiğimiz kadarıyla her şeyden önce Jones'u tanıyan, hatta sonradan öğrendiğimize göre Jones'u ilk tanıyan ve sebep olabileceği galeyanların tehlikesini öngörebilen ilk insan Cussick. Hemen ikinci bölüme geçiyoruz, Cussick'le Jones'un tanıştıkları karnavalda ucube gösterileri, post apokaliptik dünyanın eğlenceleri göze çarpıyor, PKD yıkımın etkilerini bütün yaratıcılığıyla ortaya koyuyor. Yıl 1995, Cussick yirmi altı yaşında bir, ne bu, kolluk kuvvetlerinin bir elemanı. Hoff'un Rölativizmine yürekten bağlı, federal hükümetin Yeniden İnşa projesinde diğer tüm hevesli gençler gibi görev alıyor ve dünyayı eski çizgisine oturtma çalışmalarına kendince yardımcı oluyor. PKD'nin manevi değer çatışmaları erken dönem eserlerinde de var, Jones'la Rölativizm arasında patlayacak savaşın iki cephesinde de kaotik dünyanın çatlak neferlerini görebileceğiz, süper bir çekişme yaşanacak. Karnavalda ortalığın durgun olduğunu görüyoruz, PKD Cussick'i birkaç tiple diyaloğa sokarak dünyasını okur için anlamlı kılmak istiyor. Bazıları karnavalda gösteri yapan mutantların yok edilmesini istiyor ama Cussick bu fikre karşı çıkıyor, Rölativizm "onların yaşamasına izin vermek zorunda olduklarını" söylüyor çünkü. Çok başlı bebekler, tüylü, kanatlı, pullu insanımsılar ve hermafroditler, bilinen dünyaya çoktan el sallandığını gösteriyor, bu yüzden bu gudubetler için savaşmadığını söyleyip öfkelenen gazinin uzaklaşmaktan başka bir seçeneği yok, yeni dünya düzeninde sadece insan hükümranlığından bahsetmek mümkün değil. Aslında içten içe biriken bir gerilim var, insanların öfkesi giderek yükseliyor, Jones'un ortaya çıkışı son derece doğal bir şekilde gerçekleşiyor bu yüzden. Şartlar hazır, dünya bir devrime doğru yürüyebilir, öngörülenin ve öngörülemeyenlerin ışığında.

Jones bir masanın ardında oturuyor, yirmi dolara insanlığın geleceğini anlatıyor. Bir yıldan ötesini göremediği için dinleyenler bu süreyle yetinmek zorunda, tabii davasına ve Rölativizme değer veren Cussick için mesele büyüyecek. Jones'un müneccimliği: Ayrılıkçı bir tarikat mensubu olan Saunders başkan olacak, Cussick şaşırıyor. Gezginler adı verilen, yeni keşfedilen bir yaşam formu Dünya'ya inecek. Cussick iyice şaşırıyor ve Baltimore'daki karakoluna gidiyor. Max Kaminski'yle tanışıyoruz, Cussick'in akıl hocası gibi bir şey, amir. Pearson'la da tanışıyoruz, polis. Cussick'in söylediklerini, özellikle Gezginler'in bir tür uzay gemisi değil, yaşam formu olduklarını duydukları zaman şaşırıyorlar ve Floyd Jones gözetim altına alınıyor, çıkarabileceği sıkıntıları engellemek için. Altı ay geçiyor, Saunders gerçekten de genel konsey seçimini kazanıp başkan oluyor ve Jones tutuklanıyor. Bu sırada Cussick Danimarka'ya transfer ediliyor, Nina'yla tanışıyor, evleniyorlar, Nina hikâyeye dahil oluyor. Sanatçı ruhunu dizginleyemeyen bir kadın Nina, Rölativizmi umursamıyor pek, Jones'un serbest bırakıldıktan sonra vaiz olarak verdiği söylevleri takip ediyor ve dünyanın farklı bir düzene gireceğini öngörerek Jones'un fikirlerini benimsiyor. Acil bir çağrıyla Baltimore'a döndükleri zaman Cussick'in Kaminski ve Pearson'la birlikte Jones'u sorguladıklarını görüyoruz, Jones serbest bırakılmadan az önce. Üç adam Jones'u dinliyor: Rötarlı bir yaşam. Bir yıl öncesinden her şeyi görebilen adamın aynı hayatı iki kez yaşadığını görüyoruz, daha da önemlisi doğumundan önceki süreç. PKD'nin inanç derlemesinin bol hayal gücüyle beslenmiş haline göre yaşamdan önce hiçlik var, bir parça ışıkla birlikte. Yalnız bir bilinç, karanlığın içinde öylece duruyor ve doğumunu "izliyor", bilişsel süreç doğumdan önce tamamlanmış, yetişkin bir zihnin gözlemleri zamanın ötesine uzanıyor. Gezginler'i anlatıyor Jones, Dünya'nın işe yarar tek yer olduğunu ve zamanı gelince Gezginler'in Dünya'ya ineceklerini söylüyor, bunun yanında insanların kolonileşme sürecine geçmesi gerektiğinden bahsediyor. Yayılmalıyız, evreni keşfetmeli ve yakındaki gezegenlerden uzaktakilere doğru serpilmeliyiz. İnsanlığın geleceği buna bağlı. Sonraki bölüm Jones'un doğum öncesi zamanından anlatıdaki güncelliğine dek başından geçenleri anlatıyor, karakter temelleniyor böylece.

Altı ay sonra ilk Gezgin iniş yapıyor, çıkarılan bir kanunla bu varlıkların öldürülmemesi gerektiği söyleniyor. Rölativizm gereği. Zaman hızla ilerliyor, Jones güç topluyor ve insanları etkilemeyi sürdürüyor, kendi kültünü yaratan bir peygamber artık. İsa'nın dünyaya tekrar geldiğini düşünüyorlar, insanların mevcut halden uzaklaşmaları için bir kurtarıcıya ihtiyaç duymaları anlaşılabilir. Nina da bu insanlardan biri, zaman aralıklarıyla birlikte anlatının niteliği de değişiyor, bazen sadece Jones'a odaklanırken Nina'nın değişimiyle birlikte Cussick-Nina ikilisinin odakta olduğu başka bir bölüme geçiyoruz. Nina, Jones'un adamlarıyla takılmaya başlıyor, başka bir hayat istiyor ve Cussick'ten kopuyor, aşırı saykedelik olayların ortasında özgürlüğüne kavuşuyor. Bardalar, uyuşturucu alıyorlar, Nina bedenini yeni baştan keşfetmek istiyor ve oğlu Jackie'yle eşi Cussick'i kolaylıkla geride bırakabiliyor. PKD aileye de el atmış oluyor böylece, Rölativizmin bağlayıcılığını günümüz dünyasındaki erklere denkliyor, kadının bağımsızlığına kavuşmasını Cussick'in biraz acı çekmesi dışında hiçbir olumsuz sonuçla eleştirmeden olumluyor, süper. Cussick için sıkıntı çıkıyor tabii, Nina bir ajan olarak görülmeye başladığı için Cussick de şüpheli konumuna düşüyor, her ne kadar Jones'un Rölativizm karşıtı hareketlerine karşı çıksa da güvenilirliğini kanıtlaması zor. Kaminski'nin Jones'un ajanı olduğu ortaya çıktıktan sonra daha da zor. Jones toplumsal bir kurtuluş istiyor, insanlığın yıldızlara gitmesi gerektiğini ve zihinlerin özgürlüğünü istiyor, bu yüzden karakoldaki memurlar birer birer kayboluyor ortalıktan, Jones'un saflarına katılıyorlar. Pearson'a göre Kaminski'nin çalıştığı projenin bu kayboluşla ilgisi olabileceği için Cussick doğruca Rafferty'nin yanına gidiyor, böylece anlatının en başındaki sahneye gidiyoruz, çemberin uçları kapanıyor ve başka bir doğrultuda ilerlemeye başlıyoruz. Aslında süper bir teknik bu, Jones'un bakışıyla okuyormuşuz gibi düşünün. Bir yıl sonraki sahneyi en başta gördük, hikâye sürerken güncel yaşantımıza döndük ve en sonunda bir yol sonraya vardık, böyle bir şey. Aradaki zaman bir yıldan fazla ama olsun, zaman atlama mevzusu Jones'u biraz olsun anlamamızı sağlıyor.

Sonlara geliyorum. Mutantların, minik cinlerin Venüs'e yollanacaklarını öğreniyoruz, projeye göre Venüs'ün atmosferinde doğal yaşamlarını sürdürebilirler, biyolojileri başka bir gezegenle uyumlu. Jones'a düzenlenen suikast başarısızlığa uğruyor bir yandan, Dünya'da Gezginler yüzünden krizler çıkıyor, amibe benzeyen canlıları öldürüyorlar, tek hücreli dev varlıklar yaprak gibi süzülüp düşüyorlar ve başkaları tarafından öldürülmezlerse sıcaktan ötürü ölüyorlar. İntihar görevine benziyor ama başka bir mesele var altta, Venüs'e varan mutantlar başka bir varlıkla daha karşılaşıyorlar, Gezginler'in içine girip kozaya kapanmalarını sağlayan ikinci bir varlıkla. Bu yaşam formları gezegenleri rahim gibi kullanıyorlar, kozadan çıkan varlıklar uzayın derinliklerine doğru hızla geri dönüyorlar. Jones'a göre insanlığı Güneş Sistemi'ne hapsedecekler, insanın ne derece yıkıcı olduğunu biliyorlar ve Dünya'daki çürümenin evrene yayılmaması için ellerinden geleni yapıyorlar, Jones'a göre birkaç gezegene yayılmanın dışında sistemin dışına çıkışlar yasak, duvar örüyor Gezginler. Savaş başlıyor, Jones göremediği öte zamanla kumar oynuyor ve bir yıldan uzun süren çatışmalar sonucunda insanlık kaybediyor, Gezginler durmadan iniyorlar çünkü, durmadan. Jones güç kaybediyor, kendi sonunu görüyor: Ulaştığı en yüksek yaşam seviyesinden daha azına razı olmak zorunda, bir sonraki yaşamında hayvan olacak, bir sonrakinde bitki, en sonunda hiçlik, hiçliğe dönüş. Nina geri dönüyor tabii, Cussick'le Nina birlikte yola çıkarak Jones'u görüyorlar ve Jones'u öldürdükten sonra -burada spontane hareketlerin "kader" diye adlandıracağım "mutlak çizgiyi" değiştirip değiştiremeyeceğine dair şahane bir numara var, etkileyici- Venüs'e zıplıyorlar, oğulları Jackie'yi de alarak. Eskinin tecrit edilmiş varlıkları olan mutantlar bu üç yeni insan için bir sığınak inşa ediyorlar, kısacası olay tersine dönüyor, bu kez insanlar rahim şeklindeki bir alanda yaşamlarını sürdürüyorlar.

PKD'nin diğer metinlerini düşününce bunu bambaşka bir yere koyasım geliyor. Tek bir çatışma yok, tek bir zaman çizgisi yok, dağınıklığa varan bir karakter ve olay karmaşası varmış gibi gözüküyor ama her şey en sonda toparlanıyor, açıkta kalan bir nokta yok. İlginç, okunası.

4 Aralık 2019 Çarşamba

Philip K. Dick - Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?

Blade Runner adıyla sinemaya uyarlandı, sonra devam filmi çıktı falan, bunları biliyoruz. Bilmediğimiz şeyler arasında PKD'nin 1960'larda nörobiyoloji alanındaki gelişmeleri takip edip etmediği var. Muhtemelen etmiştir, muhtemelen Budist öğretilerde öznenin bir başkasıyla aynılığa ulaşmasının tekamül anlamına geldiğini de biliyordur, peki insanı insan yapanın sağlıklı bir empati kurabilme yetisi olduğunu o zamanlarda, Ramachandran'ın Öykücü Beyin'inde anlattığına göre nörolojinin "el yordamıyla" ilerlemeye çalıştığı yıllarda nasıl bilmişti, sezmişti veya kurgulamıştı, bunu ölümüne merak ediyorum. Voigt-Kampff Testi androidleri ortaya çıkarabiliyor, filmde de birkaç androidin katledilmesini izliyorduk, PKD'nin bu testi kurgularken Toronto Empati Testi'nden haberi var mıydı acaba? Testin tarihçesini bulamadım bir türlü, muhtemelen o yıllarda yoktu henüz. 1969'da Hogan Empati Testi diye bir şey varmış ama Voigt-Kampff'ın içeriğiyle benzer bir içeriğe mi sahip, bilemiyorum. Sonuçta PKD'nin müthiş bir öngörü sahibi olduğunu söyleyebiliriz. İkinci mesele de insanın geçirdiği evrimle hukuki gelişmelerin aynı hıza sahip olmaması. Androidler insanların empatik niteliklerini taşımadıkları için öldürülüyorlar, peki biyolojik yapıları insanlarla hemen hemen aynı olan androidler evrimin bir parçası olmalarını göz önüne alırsak kendilerini insandan ayıran eksik parçaya, empati yeteneğine kavuşurlarsa? PKD bu durumun tersini ele alıyor, çeşitli zihinsel hastalıklardan muzdarip insanların Voigt-Kampff'tan geçemediklerini ve androidlerden ayrıştırılamadıklarını, en azından böyle bir tehlikenin var olabileceğinden bahsediyor. Burada nörolojideki son gelişmelere odaklanabiliriz. Ramachandran aynı incelemesinde beyin ameliyatı geçiren bir hastadan bahsediyor, hastanın beynindeki acı bölgesini bulma çalışmaları sırasında hasta acı çeken başka bir hastayı görüyor ve kendi acısının beyninde yaktığı ışığın aynısı yanmaya başlıyor, sanki beyinler arasında henüz keşfedilmemiş kolektif bir bağlantı varmış gibi. İkiz parçacıklara benziyor bu olay, evrenin herhangi iki noktasındaki eş parçacıkların aynı değişimlerden geçtiği keşfedilmiş, bir parça kara deliğe girip farklı bir uzay-zamana doğru yolculuğa çıkarken -teorik bir şey bu tabii- diğer parça eşinin özelliklerini aynen yansıtmaya devam ediyor, arada ışık yılları ve belki de başka evrenler olmasına rağmen. Bu durumda androidlerin evrim geçirip empati yeteneği kazandıklarını düşünelim, onlara insan diyebilir miyiz artık, insanı insan yapan en büyük nitelik empati mi? "Sonradan insanlık" diye bir şey mümkün mü? Harari ve Kaku bu konu üzerinde duruyor, bilimsel gelişmeler öyle bir ivme kazandı ki hukukun yavaşlığı gelecekte büyük problemlere sebep olacak. İnanılır gibi değil ama bir örneğini günümüzde bile görebiliriz, hayvan haklarına dair yasayı düşünelim veya en önemlisi, erkek egemen toplumun bütün çürümüşlüğünü gözler önüne seren kadın cinayetlerini ele alalım, mevzunun altındaki temel problemlerin varlığı bir yana, hukuk tam olarak uygulanmıyor veya uygulama geç kalıyor, bu yüzden her ay onlarca kadın şiddete uğruyor, öldürülüyor. Bir dünya aksaklığın yol açtığı rezilliklerin yanında bilincin başka formlara kavuşmasıyla birlikte insanlığı tekrar tekrar düşünmeye başlayacağız, hümanizm sonrası -insan merkezcilik sonrası diyelim- dönem çoktan beri teorileştiriliyor, çeşitli çıkarımlarla geleceğin dünyası oluşturuluyor. PKD'nin de ucundan kıyısından dokunduğu bu mesele ileride insanoğlunun en büyük problemlerinden biri haline gelecek. Neyse, metinde bunlara benzer pek çok mesele ortaya konuyor kısacası. PKD 2000'lerin başlarında geçiriyor anlatısını, elli yıl öncesinde biraz iyimsermiş, o kadar ilerleyemedik sonuçta. Kendimizi büyük ölçüde yok etmeyi başaramadık, toz bütün dünyayı ele geçirmeye başlamadı henüz -bu toz olayı Interstellar'ın senaryo yazarına ilham verdi muhtemelen- ve androidler kaçak göçek yaşamaya başlamadılar. Kaku yüz yıl sonra yapay zekalı varlıklarla bir arada yaşayacağımızı öngörüyor, bilimin üstel ivmelenmesi kısa sürede aklımızı alacak gelişmeleri ortaya çıkaracak kısacası. Bunun yanında çok daha öncelikli problemlerimiz var tabii, önce bir arada yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor.

Anlatı bir gün süresince yaşanan olaylara odaklanıyor ama nasıl bir gün, görmelisiniz. Rick Deckard sabah uyanıyor, eşiyle tipik tartışmalarından birini sürdürüyor. Iran'a göre androidler zavallı varlıklar, Mars'ta kapana kısılmış bir şekilde varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar ve arada sırada Dünya'ya kaçmaları hoş görülebilir. İnsanlık böyle düşünmüyor, özellikle Deckard. Öldürdüğü android başına 1000 dolar alıyor, dünyanın ayvayı yediği bir zamanda iyi para açıkçası. Elektronik bir hayvanları da var, koyun. Statü göstergesi, sınıf atlama aracı. Gerçek hayvanlar inanılmaz pahalı, elektronik olanlar satın alınabilir seviyede ama gerçek olmadıkları ortaya çıkarsa insanlar aşağılıyor sahiplerini, bu yüzden Deckard ve eşi hayvanlarının elektronik olduğunu gizliyorlar. Zaten birine, "Hayvanınız gerçek mi?" diye sormak büyük terbiyesizlik olarak görülüyor, ahlaki değerler sahip olunan metaların gerçek olup olmamasına göre biçimlenmiş. Böylesi bir dünyada pek çok şey gizleniyor veya daha sanal biçimlerde yaşanıyor, sanal ortamlardan biri, adını "empati makinesi" diye üfüreceğim bir şey. Tuşlarıyla duygu durumlarını ayarlayıp unutulmuş duyguları yaşayabiliyor karakterler, başkalarıyla empati kurabiliyorlar, böylece zaman da geçiyor, tozlar bir süreliğine unutuluyor. Kıyamet sonrası zamanlar yeni inançlar da yaratmış, gerçek yaşamın da sanaldan aşağı kalır yanı yok açıkçası. Mercerizm denen bir nane var, Mercer denen varlığın/adamın müritleri yeni dünyaya yeni emirler vasıtasıyla uyum sağlayabiliyorlar, bunu "tavuk kafa" denen tipler de başarabiliyor. İnsanın beyin yapısı bozunuma uğramış durumda, bazı insanlar bilişsel yetilerini kaybederek bitki olmaya doğru hızla yol alıyorlar, bunlara önce "tavuk kafa", sonrasında "karınca kafa" veya benzeri bir şey deniyor. John Isidore'la karşılaştığımız zaman tavuktan hallice kafasının aşık olma açısından işlevselliğini yitirmediğini anlıyoruz, yarısı boş bir apartmanda yaşayan adam alt katına taşınan kadına aşık olacak, sonrasında kadınla kadının arkadaşlarına yardım elini uzatacak ama önce Deckard'ın bölümlerine bakmalıyız. Dedektifin öldürmesi gereken beş android var, yeni modeller ve insanlardan ayrılmaları çok zor, Voigt-Kampff Testi'nin işe yaradığı söyleniyor ama birtakım şüpheler var, insanların android sanılıp öldürüldüklerine dair söylentiler dolaşmaya başlayınca androidleri üreten şirkete gidiyor Deckard, kısa süre önce avın başındaki Dave Holden'ın androidlerce saldırıya uğrayıp ekarte edilmesinin ardından avın başına getiriliyor ve amirini indiren androidlerin peşine bu kez kendisi düşüyor. Filmin başladığı sahnedeyiz şu an, Deckard mekana gelip Rachael Rosen ve Eldon Rosen'la tanışıyor, Rosen Şirketi'nin esas elemanları. Bu noktadan sonrası av-avcı ve insan-android tanımlarının muğlaklığı üzerinde kurulu. Deckard, Rachael'a testi uyguluyor ve kandırılmanın kıyısından dönüyor, testin güvenilirliğinin çok düşük olduğu ortaya çıkıyor, androidler varlıklarını sürdürebilir, tabii ortaya çıkıp öldürülmezlerse. Kaçmaca, kovalamaca, insanın temel niteliklerini taşıyan androidleri eskisi gibi düşman olarak görememece, Deckard günün başında androidleri katil olarak görürken günün sonuna doğru fikirlerini toptan değiştirecek noktaya doğru yaklaşıyor ama karar vermek zorunda, ya düzenin sürmesini sağlayan piyonlardan biri olacak, ya da, eh, başka bir şey olmayacak zaten.

PKD'nin insanı terste bırakan oyunlarının en iyilerinden biri bu metinde yer alıyor. Mercerizm ve karşı güç olarak muhalif bir radyo programı yapımcısı, PKD'nin tipik düalizmini oluşturuyor, iki inançtan hangisi ağır basarsa insanlar o tarafa çekiliyor ama mutlak bir gerçek, mutlak bir doğru veya yanlış yok. Olay örgüsünün içinde Deckard'ın android olup olmadığından bile şüphe ediyoruz, android avlayan bir android olarak varlığını sürdürüyor olabileceği fikrinden kurtulamıyoruz bir türlü, zira android olduğunu bilmeyen androidler ortaya çıktıkça kimin ne olduğu iyice muğlaklaşıyor, bilinmeyenin içine doğru çekiliyoruz. Kurulan muazzam bir tuzaktan bahsetmeliyim, Deckard'ın ölümle burun buruna geleceğini hiçbir şekilde çıkaramayacağımız durumlar yaşanıyor, androidler şahane planlar kuruyorlar ama empati yetenekleri davranışlarında birtakım tutarsızlıklara, bozulmalara yol açtığı için eksiklerini iyi gizleyemeyenler hemen ortaya çıkıyor. Deckard'ın uğraştıkları sona kalan zeki tayfadan gerçi, bulunmaları kolay olmuyor. Liderlerinin sesini dinliyorlar, bunu Deckard da yapıyor ve iki ilahi güçten birinden yardım alıyor, Musa'nın dağa çıkıp Tanrı'yla konuşması gibi. Dinler tarihinden referanslar aralara derelere iyice serpiştirilmiş, dikkatli okur bulabilir bu göndermeleri.

PKD'nin en iyi metinlerinden biri, söyleyecek fazla bir şey yok.

13 Ekim 2019 Pazar

Philip K. Dick - Kozmik Kuklalar

Clive Barker'ın Kan Kitapları'nda bir öyküsü vardı, üç kitaptan birinin son öyküsü. Dağdan tepeden gelen uğultuların savaşmak üzere olan iki devin/şehrin homurtusu olduğunu görüyorduk ama devler dev değildi, şehirler de şehir değildi, üst üste yığılmış evlere benzeyen yapıların aslında insanlar tarafından bir arada tutulan ve yönlendirilen rakipler oldukları ortaya çıkıyordu, her bir darbede onca yapı ve insan yere düşüp paramparça oluyordu falan, çok ilginç bir öyküydü o. Bu metinle alakası şu sanırım, iki tane kocaman form durmadan savaşıyor. Ölenlerin yerine yenileri geliyor, savaş durmadan sürüyor, adeta kozmik bir çekişme. PKD bu metni inzivaya çekilmeden önce yazmış, gerçeklikle problemi yeterince ağırlaşmışken. Evrenin anlamını aradığı küçürek metinlerinde kozmik arayışına yeterince değinse de uğraşı yetmemiş olacak ki kurmacaya da -bu ölçüde ilk kez, belki- sokuvermiş meselesini. Bunun yanında yine çatlayan bir evlilik var, kahramanın karısı empati kuramayan problemli bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Adam doğduğu kasabanın değişimini anlamaya çalışırken kadını bir otele yerleştiriyor ve kendisine verilen mühlette gizemi çözmeye çalışıyor, aksi halde kadın bir daha geri gelmemek üzere gidecek. Kahramanın yerine PKD'yi koyuyorum, geçmişini geri getirmeye çalışırken ölümün eşiğinden dönesiye uğraşıyor ve karısı tarafından terk ediliyor, zor bir yaşamın metaforu olarak göresim var bu metni, bir de PKD'yi Bobby Fischer'a benzetmekten alamıyorum kendimi. İkisi de yaptıkları işlerde gerçeği aradığını söylüyor, ikisinin de gerçeklik algıları son derece oynak ve ikisi de üstün zekalı. Fischer hakkında bir iki film izledim, yaşamı hakkında az biraz araştırma yaptım ama PKD hakkında o kadar malumatım yok, biyografisini de yazdığı bütün metinleri okumadan okumak istemedim. Okuyunca ikisini yan yana getiren, goy goysuz bir şey yazmak istiyorum. Bakalım. Şimdi kuklalarla ilgili bu metni anlatayım, öncelikle PKD'nin en iyilerinden biri değil ama yine de adamın dünyasını -kurmaca olanını da- anlamak için rehber metinlerden biri olarak görülebilir. Anlatım tekniği olarak olay örgüsü de tipik PKD örgüsü şeklinde oluşturulmuş, önce ortaya büyük bir gizem, sonra karakter bazında daha küçük gizemler, bu gizemlerin sırayla çözülmesi ve sonrasında büyük gizemin çözülmesiyle birlikte final. Bunun yanında özgün buluşlar var, karakterin bilincini bir golemin içine yerleştirmesi sürprizlere yol açabiliyor örneğin, asıl bedenini onca kımıl zararlısı ve sürüngen yedikten sonra. PKD'nin böylesi bir faciayı ayrıntılarıyla anlattığını hatırlamıyorum, burada farelerin, yılanların ve örümceklerin saldırısına uğrayan küçük bir kız var, ağzından örümcekler giresiye paramparça ediliyor resmen, yazar için bile ekstrem bir öge. Neyse, bu metni okumak tanıdık bir sokakta yeni açılan dükkanları dikizlemeye benziyor diye üfürükten bir benzetme yapmaktan da geri durmayayım.

Bahçede oynayan çocuklarla açılıyor anlatı, Peter Trilling diğer çocukları sessizce izliyor, Mary kahverengi kil toprakları yoğuruyor, diğer tıfıllar da birbirlerini kovalıyorlar. Daha en başta Peter'dan işkilleniyoruz, Mary'yi de yaratıcı uğraşından ötürü ayrı bir yere koyabiliriz. Mary'nin babası Doktor Meade ve Bayan Trilling pansiyonun merdivenlerinden iniyorlar, Doktor kızını da alıp Shady House'a, araştırmalarını yaptığı mekana dönüyor, Mary'nin geride bıraktığı kil parçasıyla Peter oynamaya başlıyor bu kez. Başka bir bölüm, Ted ve Peg'le tanışıyoruz. Arabayla yolculuk ediyorlar, tatilden dönüş. Esas oğlan Ted doğduğu kasaba Millgate'i ziyaret etmek istiyor, karısının yakınmalarını ricalarla geçiştiriyor ve kasabaya giriyorlar. Ted'in benzi soluyor, Peg'e kasabanın tamamen değişmiş olduğunu, Millgate'in bambaşka bir yere dönüştüğünü söylüyor. Sokaklar ve caddeler yerinde dursa da binalar değişmiş, parklar kaybolmuş, kimseyi tanımıyor Ted. Kütüphaneye gidip kasaba hakkındaki haberlere baktığında salgın bir hastalık sonucunda ölmüş olduğunu görüyor, 1935'te, dokuz yaşındayken hayatını kaybetmiş. Aklı almıyor bir türlü. "Sahte anılar. İsmi, kimliği bile sahteydi belki. Zihninin içinde ne varsa hepsi - her şey. Birisi ya da bir şey, her şeyi tahrif etmişti. Direksiyonu sımsıkı kavradı. Ted Barton değilse, kimdi peki?" (s. 22) PKD'nin metinlerinin temelini oluşturan belirsizlik ortaya çıkıyor hemen, karakter kendisinin bir kurgu olup olmadığını merak etmeye başlıyor. Eşini komşu kasabadaki bir otele yerleştirip doğduğu -aslında doğmadığı- yere geri dönüyor. Bu sırada Peter'ın güçlerine tanık oluyoruz, kilden adamlar yaratıp golemleriyle takılıyor. Bu sırada Ted pansiyona geliyor ve annesinin yerine resepsiyonda duran Peter'la karşılaşıyor, oda istiyor. Bu ikisinin ilk karşılaşmaları, ileride bambaşka biçimlerde karşılaşmaya devam edecekler. Birbirlerinden hoşlanmıyorlar pek, sırlarla dolular ve Peter'ın birkaç sorusu Ted'in aklını kurcalıyor. Ted'e kasabaya nasıl girdiğini soruyor Peter, bariyeri hiç kimse geçemezmiş. Zamanı durdurabildiğini söylüyor üstüne, çok uzun bir süreliğine değil ama duruyor sonuçta. Böyle birkaç garip olaydan bahsediyorlar, Peter iki varlığı görüp görmediğini soruyor, Ted blöf yaparak gördüğünü söylüyor, bir süre sonra kandırıldığını anlayan Peter adama tilt oluyor ve Ted kazanabileceği en kötü düşmanı kazanıyor, süper güçleri olan bir çocuk. Konuşma bitince kasabada dolanmaya çıkıyor ve iki arı tarafından sokuluyor Ted, kasabadaki hayvanların davranışlarında da bir gariplik olduğu için bu bilgiyi de bir kenara atıyoruz, sonradan ne işler döndüğünü anlarken hatırlamak için. Neyse, Doktor'la muhabbet ediyor Ted ve Doktor'un ölen Ted'i hatırladığını anlıyor. Adıyla soyadının ölen çocukla aynı olması garip geliyor, buradan kasabanın geri kalanının da anılarının değişmiş olduğunu anlayabiliyoruz.

Gezginler var bir de, duvarların içinden geçip gidiyorlar. Ted iyice çıldıracak gibi oluyor, insanlara normal bir şeymiş gibi geliyor bu. Bariyeri merak ediyor, kasabanın tek yolunu kapatan kamyonun dibinde üst üste dizilmiş tomrukların üzerine çıkıp öteye bakmak istiyor ama ötede tomruk yığınlarından başka bir şey yok, yığınların sonu yokmuş gibi gözüküyor. Bir süre deli gibi koşturup bir çıkış yolu bulmaya çalışıyor ama bulamıyor, üstelik tomrukların arasında sıkışıp ölmekten güçlükle kurtuluyor. Saatler sonra kendine geliyor, zamanın anormal şekilde hızlı geçtiğini düşünürken Peter çıkıyor ortaya, en başından beri kendisini gözlemiş ve zamanın hızla geçmesini sağlamış. Yine iki varlıktan bahsediyor, Ted'in onların izniyle yaşadığını söylüyor. Ted iyice fıttırıyor ve çocuğu orada bırakıp -ikinci hata- kasabaya dönüyor, bardaki bir ayyaşla isteksizce muhabbet ediyor ve görüyor ki yaşlı adam geçmişi, gerçek geçmişi hatırlıyor. Heyecanlanıyor Ted, adamı da alıp sokaklara çıkıyor ve adamın elindeki garip bir teknolojinin ürünü olan aleti kullanarak düşünce gücüyle kasabasını geri getirmeye çalışıyor. İkisi de hatıralarını zorluyorlar ve hatırladıkları biçimde oluşturuyorlar kasabayı, daha doğrusu sahte görüntünün altında boğulmuş kasabayı tekrar görünür kılıyorlar. Ayyaşın anıları alkolün etkisiyle yıllar içinde bozulmuş ama Ted kasabadan çocukluğunda ayrıldığı için hatıraları bozulmamış hiç, böylece kasaba eski haline gelir gibi oluyor ama karşılarında henüz bilmedikleri bir güç var, yaptıklarını engellemeye çalışıyor, bir süre sonra iki adamı ve diğer hatırlayanları öldürmeye de çalışacak.

Düalist bir teolojiyi devreye sokuyor PKD, Ahriman'la Ormazd'ın kozmik çekişmesini Millgate gibi küçük bir kasaba ölçüsüne indirgemiş halde büyük gizem olarak ortaya çıkarıyor. Bu iki tanrı -iki varlıktan kasıt bunlar- birbirlerine üstün gelmeye çalışıyorlar, bu sırada insanların gerçeklikleriyle oynuyorlar ve kimilerinin zihinleri kusursuz bir biçimde değişiyor, kimileri arada derede bir yerde kalıyorlar ve Gezgin oluyorlar, hatırladıkları ölçüsünde aslında orada olmayan binaların içinden yürüyüp gidebiliyorlar. Sonuçta Peter'ın ve Mary'nin aslında kim olduklarını da anlıyoruz, cepheler belirleniyor ve savaş başlıyor. Her şey çözümlendikten sonra otelde bekleyen eşinin çoktan gitmiş olduğunu düşünüyor Ted, yaşamında temiz bir sayfa açacağı için mutlu olarak yoluna devam ediyor. PKD'nin karakterini kötü bir ilişkiden kurtarmadığı bir anlatısı yok galiba, ya ölümle kurtuluş ya da boşanmayla kurtuluş bir şekilde yer alıyor.

Bu metinden çıkarılacak şeyler var, biraz kafa yorayım. Birincisi, hiçbir zaman geri dönemeyiz. Ne, kim, neresi olursa olsun. İkincisi, golem yaratabilen çocuklara kafa tutmayın, çocuk görünümlerinin altında tanrılar olabilir. Üç, içinden çıkılmaz bir durumdan kurtulmak için bara gitmek gerekir. Dört, durmadan sızlanan ve şikayet eden bir sevgiliniz/eşiniz varsa ondan kurtulmaya bakın.

İyi bir PKD metni, diğerlerine göre biraz yavan ama ayıla bayıla okunur.

28 Eylül 2019 Cumartesi

Philip K. Dick - Gökteki Göz

Jonah Lehrer'ın bir metninde "aslında var bile olmadığımız" üzerine kafa patlatılan bir bölüm vardı, bilincin izini süren nöroloji çalışmalarında birtakım devrelerin kurulması sonucu oluşan akımlardan fazlası olmadığımız söyleniyordu. Beynimizde patlayan havai fişekler kadar biziz ama yine de bizliğin muğlak bir tarafı var. Nedir yani, bir devre koptuğu veya yanlış bağlandığı zaman ısırdığımız bir elmanın -elma nedir?- tadının -tat nedir?- tuzlu -tuzlu nedir?- olduğunu anlayabiliriz, hatta elmanın bir baston olduğunu sanıp kendimizi Devrekli gibi hissedebiliriz. Devrek'in bastonu meşhurdur, o açıdan. Bir meskenin meşhur olan nesnesinin baston olması üzerine söylenecek çok şey bulabilirim ama konumuz bilinç, devam edelim. Beyinde çok acayip işler dönüyor kısacası, sanki dış dünyanın ayarına hassasiyetle uyum sağlayan bir yapıymış gibi işlerliğini sürdürüyor beyin, bir süre sonra bazı kimyasallar azalıyor, bazıları artıyor, dünya çok daha acayip veya normal bir hale bürünüyor böylece. Dış etkileri de düşünmeliyiz, vücudumuzdan her an sayısız atom altı parçacık geçiyor. Milyonlarca ışık yılı uzaktan geleni var, Güneş'ten fırlayanı da vardır kesin, bedenimizin içinden geçip gidiyor hepsi. Bir fikir: Beynimizle etkileşime geçeni var mıdır? Yaratıcılıkla uğraşan insanların bu parçacıkların etkisinde kaldıklarını düşünmek hoşuma gidiyor, bir kuarkın saniyenin milyonda birlik süresince misafirliğinden etkilenen zihin yepyeni fikirler doğuruyor mesela. Üstelik tek bir zihinle de sınırlı değiliz, zihinler arasında bir bağ kurulduğunu düşünelim. Parçacıklar bedenden bedene yolculuk ettikçe veri taşıyor ve insanları birbirine karıştırıyor, galaktik bir bulamacın içinde bir yerdeyiz demektir bu. Gerçeklikler paylaşılıyor, bilinçler paylaşılıyor, bildiğimizin ötesinde bir yaşam formu ortaya çıkıyor böylece, çok uzun bir sürede ortakyaşar bir form geliştirebiliyoruz. Attali'nin Geleceğin Kısa Tarihi adlı metninde buna benzer bir formdan bahsediliyor, tabii parçacıkların etkisiyle ortaya çıkmıyor. Yine de... Gerçeklik dediğimiz şey bir çaba, insanın göstermekte en çok zorlandığı çaba hatta, hikâyeleri ve anlam parçalarını bir arada tutma çabası. Tek bir bilinci var etmek, dağılmayı engelleyerek sıkı sıkıya kavramak yeterince zorken başka bilinçlerin de işin içine karışması müthiş bir kaos yaratırdı, kimin parçası kimin gerçekliğiydi, kimin nesi kimin fesiydi derken kallavisinden bir tırlatmayla kafaya huni geçirir, parmağımızla dudağımızı bilibilibili şeklinde titreterek bir temiz delirirdik. Oysa gerçeklikleri ne ölçüde değişirse değişsin PKD'nin karakterleri kendi gerçekliklerini bulma mücadelelerini sürdürüyorlar, bu çok ilginç. Belki de ön kabulleri sağlamdır ya da çoktan oynatmışlardır, her türlü savaşıyorlar sonuçta. Gökteki Göz bu açıdan PKD'nin diğer metinlerini düşünürsek tipik bir gerçeklik kayması problemini odağa alıyor.

Belmont Bevatronu'nun Proton Işın Saptırıcısı -breh- gezginler tarafından sıklıkla ziyaret edilen bir zamazingo. Arıza çıkarıp altı milyon volt gücündeki ışın demetini salonun tavanına doğru yollarken tepesindeki taraçayı kül ediyor, sekiz kişi aşağı düşerek yaralanıyor. Hastaneye gidenler, yanık tedavisi görenler ve hafif bir tedaviyle salıverilenler karakterlerimizi oluşturuyor, sonuçta onca ışın, radyasyon, kimyasal zımbırtı yedikten sonra kafaları yanmasa olmazdı. Aslında bu mevzuyu kullanan, bu meseleye çok benzeyen bir mevzuyu içeren bir romanı daha var PKD'nin, adını hatırlamıyorum ama orada da tedavi altına alınıp zihinlerinin bağlantı kurduğu hastalar vardı, başka bir insanın zihnine hapsolan insanlar. Ubik diyesim geliyor ama emin olamadım şimdi, neyse, Hamilton ve Marsha'nın etrafında dönen bir anlatının temelleri böylece atılıyor. Kazadan kısa bir süre öncesine gidiyoruz, evli çiftin yaşamlarına göz atacağız. Hamilton kurumun füze araştırma laboratuvarlarının başkanı olarak çalışıyor, işini seviyor, eşi Marsha'yı da seviyor, bu yüzden kurumun başındaki Albay T. E. Edwards tarafından özel olarak çağrılınca içi sıkılarak icabet ediyor. Marsha'nın birtakım faaliyetlerde bulunduğu söyleniyor Hamilton'a, kadının komünist olma ihtimali var. 1950'lerin sonlarındayız, Elia Kazan'ın muhbirlik yaparak pek çok sanatçıyı kara listeye aldırdığı, "kızıl" damgası vurulanların toplumdan dışlandığı zamanlar, cadı avı tam gaz. Çiftin arkadaşı McFeyffe'ın raporu doğrultusunda Hamilton görevinden alınıyor, çalıştığı proje çok gizli ve eşi bir kızılsa devlet sırlarının sızma tehlikesi var, riskli bir durum oluşur oluşmaz icabına bakılıyor. Kariyerle aşk arasında kalan Hamilton aşkı seçiyor, en gerçek duygu onanıyor böylece. PKD'nin 1960'tan sonra yazdığı metinlerde sadakatsizlik ve akışkanlık ağırlık kazanırken 1957'de yazılan bu metinde tersi bir durum var, ilginç. McFeyffe'ın dostluğu konusunda ikinci kez düşünüyorlar, adam Hamilton'a yeni bir iş bulabileceğini ve dostluklarının sürdüğünü söylüyor derken kaza gerçekleşiyor. Marsha'yı düşmesin diye tutmaya çalışan Hamilton da aşağı uçuyor, McFeyffe uçuyor, Arthur Silvester adlı yaşlı bir asker ve birkaç kişi daha uçuyor. Hamilton'a gereken açıklamayı yapan doktor şoktan çıkan herkesin gerçeklik duygusunu bir süre yitirebileceğini söylüyor, Hamilton'a göre yolunda gitmeyen bir şeyler var, dünya rahatsız edici bir yoğunluğa sahipmiş gibi geliyor, buna bir açıklama bulamıyor Hamilton. İşler sarpa sarana kadar.

PKD tipik tekniklerinden birini kullanıyor yine, anlatıdaki karanlık noktaların varlığının sürmesi için karakterlerini olabildiğince gizemli bir hale getiriyor. Hamilton iyileşme sürecindeyken Marsha'nın ağzını arıyor, eşinin gerçekten kızıl olup olmadığını anlamaya çalışıyor ama Marsha bir noktada kestirip atıyor, soruları cevapsız bırakıyor. Sadece karakter bazında değil, olay bazında da bir süreliğine anlam verilemeyen eylemler var. Evlerine dönerlerken örneğin, Hamilton'ı arı sokuyor, sonra evde başından aşağı çekirgeler dökülüyor, sürü basıyor evi. Arada derede Miss Reiss adlı başka bir kazazedenin kedilerden hiç hoşlanmadığını öğreniyoruz, kısacası açıklanana kadar akılda tutulması gereken gizemler bunlar, anlatıdan çıkma yapan minik uçlar gibi düşünebiliriz ama tekrar ana çizgiye dönmelerini sağlayan bağlantılar var tabii. Bill Laws'un kadroya eklenmesiyle karakterlerin dünyası bir parça daha genişliyor ve yaşananların mantığa bürütülmesi kolaylaşıyor. Hiçbir karakter kendi normal dünyalarında yaşadığını düşünmüyor, özellikle Marsha'nın gördüğü rüya bir çözümleme aracı haline geliyor. Sekiz insan yerde yatıyor, hâlâ. Başka bir gerçeklik düzleminde olduklarını anlıyorlar böylece, Marsha ölmüş olabileceklerini söylüyor derken en sonunda başka bir dünyada yaşadıklarını anlıyorlar, sadece bildikleri dünyada değiller artık. Otomatlardan boş çikolata ambalajları çıkıyor örneğin, dünyadaki bütün çikolatalar ortadan kalkmış sanki. Daha da önemlisi, dualara cevap verip kullarını koruyup kollayan bir Tanrı var ortada. Çok ilginç bir fikir, Ted Chiang'ın bir öyküsünde meleklerini ve kendini görünür kılan bir Tanrı'nın peşine takılan insanların inançla ne yapacaklarını bilememeleri anlatılıyordu örneğin, dünya kaosa sürükleniyordu, Chiang'ın PKD'den esinlendiğini düşünüyorum. Neyse, Hamilton işinden şutlandıktan sonra kendisi gibi bilim insanı olan babasının eski bir arkadaşına gidiyor ve adam Hamilton'ı işe alıyor ama öncesinde manevi bir sınavdan geçiyor bizimki. Tek Gerçek Kapı'yı bulup bulmadığı soruluyor, fizik gibi bilimlerin tamamen soyut uğraşlara dönüştüğünü görüp üzerinde durulan tek disiplinin Tanrı'yla iletişim yollarını artırmak olduğunu anlıyor, mental sınavı da bu noktada başlıyor. 1946'dan beri süren Tanrı-insan iletişiminin tarihçesini öğreniyoruz, ardından şirketteki diğer çalışanlarla Hamilton arasında sıkı bir çatışma başlıyor. Hamilton ateist olmakla suçlanıyor, üzerine başka bir çalışanla bilimsel bir çatışmaya giriyor ve sorduğu sorunun havada beliren bir ağız tarafından kulaklara fısıldandığını görüyor. Tek Gerçek Tanrı, kullarının her konuda galip gelmesi için elinden geleni yapıyor bu dünyada, sonradan Silvester'ın kafasındaki ideal dünyanın içinde olduklarını anladıkları zaman kurtulmanın bir yolunu arıyorlar ve buluyorlar diyelim.

Zihinden zihne yolculuklar dört kez tekrarlanıyor ve her zihnin farklı bir dünya kurgusu var, Silvester dindar bir dünya kurguluyor ve çikolataları ortadan kaldırıyor örneğin, çikolata zararlı olduğu için. İki nokta önemli, her karakterin bu dünyalar için verdikleri tepki farklı. Kimi bulundukları dünyayı beğendiği için orada kalmak istiyor ve kendi gerçekliklerine dönmeyi engellemeye çalışıyor, kimi bir an önce oradan kurtulmaya bakıyor. Hiçbir dünya birbirine benzemiyor haliyle, her geçişte neyle karşılaşacaklarını bilmedikleri için gizemleri çözmek, kimin zihninde olduklarını anlamak zorundalar. Kedilerin ortadan kaybolması gibi olaylardan Miss Reiss'ın dünyasında olduklarını anlıyorlar örneğin, bu tür çıkarımlarla o dünyayı veya dünyayı yaratan kişiyi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Bir karakterin hemen her şeyden işkillendiğini öğrenir öğrenmez bütün dünyayı yavaş yavaş sildiriyorlar örneğin, en son havayı ortadan kaldırtıp koyu bir karanlığa gömülüp "ölüyorlar" ve başka bir zihne zıplıyorlar. En sonda Inception'daki topaç sahnesinin esin kaynağı olduğunu düşündüğüm bir sahne var, finale kadar gerçekten kurtulup kurtulamadıklarını bilemiyoruz. Belki finalde de bilemiyoruz, kesin bir sonuca varılıyor ama bildiğimiz dünyayla son derece sağlıklı bağlar kurmuş, dünyayı olduğu gibi kabullenmiş birinin zihninde olmaları da mümkün açıkçası.

Amerikan toplumunun geniş bir incelemesi olarak görülebilir bu metin, iki kutba ayrılmış dünyada paranoyaya dört elle sarılıp yaşamlarını gizli bir düşmanı yok etmek üzerine kuran insanlar hemen her şeyden şüphe duyuyorlar, bir tek Hamilton ve Marsha arasındaki sıkı güven bağının akışkanlıktaki tek sabitliği sağladığını söyleyebiliriz, bütün tartışmalarına rağmen tutunabilecekleri en küçük gerçeklik parçası bu aşk. Bunun dışında hiçbir karakter güvenilir değil, bilinçaltının da işe karışmasıyla birlikte ortalık cehenneme dönebiliyor, her karakter gerçek duygularını ortaya döküyor ve korku dolu bir dünya yaratıyor. Tamamen bir başkasına odaklı dünyada her şeyin nasıl kolaylıkla yıkılabileceğini görmek metnin en sıkı izleklerinden birini oluşturuyor, aslında genel olarak PKD'nin en sıkı izleklerinden biri bu.

Klasik, on numara. PKD'nin her şeyi su üzerinde yüzdürdüğü dünyalarını seviyorum, altmış yıl öncesinin süper devletindeki yaşam algısının bizde yeni yeni ithal edildiğini söylemek belki aşırı bir yorum olur ama aynı belirsiz dünyada yaşadığımızı düşünürsek, biraz da paranoyaya müsaitsek birkaç havai fişeği de bu metin patlatacak demektir.

8 Şubat 2019 Cuma

Philip K. Dick - Marsta Zaman Kayması

Bir başka insanın bilincinde oluşan dünyanın parçası haline gelmenin, gerçekliklerin çakışmasının yarattığı psikolojik yıkımı Ubik'ten biliyorduk. Zihniyle diğer zihinleri işgal eden adamın ruh sağlığının yerinde olmadığı barizdi ama hastalığı hakkında pek de bir şey bilmiyorduk, şizofrenisini bir ölçüde sezmemiz dışında pek bir şey söylenemeyecek kadar karanlıkta bırakılmıştı eleman. Marsta Zaman Kayması'nda benzer bir mesele ele alınıyor ama bu kez akıl sağlığı merkezde konuşlanmış, karakterlerin yaşadıkları ruhsal çöküntüler direkt isimlendirilmiş. Daha "açık" bir PKD metni bu, kendi şizofrenisini ve aldığı uyuşturucu maddelerin etkisini olduğu gibi metne aktarmış yazar, ortaya diğer öykülerine ve diğer romanlarına göre daha az gizemli, olay örgüsünün alacağı şekli daha belirgin, neredeyse tezli bir metin çıkmış. Karakterlerin tamamı anlatı sürecinde kurgusal ağırlıkları değişir halde ortaya çıkıyorlar, kayboluyorlar ve tekrar ortaya çıkıyorlar, PKD'nin entropiye harfi harfine uyan dünyası. Gerçeklik algısını oluşturabilen daha sağlam bir teknik bilmiyorum. Ölçülüp biçilmiş kurguları bu yüzden sevmiyorum; oyun olduğu ortada. PKD pek oynamıyor, çünkü neyin oyun olup neyin gerçek olduğunu o da bilemez durumda. 1964'te basılmış bu metin, yazarın iki yıl boyunca kapandığı zamanlarda yazdığı on bir romandan biri, psikozların zirve yaptığı zamanlardan.

Mars'ın kolonizasyon aşamaları sürüyor, Dünya'daki kalabalığın bir kısmı Mars'a göç etmiş ve karaborsacılıktan tamirciliğe kadar pek çok iş kovalanıyor. Edebiyat fakültesi diplomasına sahip olanlar bile insan gücüne duyulan ihtiyaçtan ötürü her türlü meslekte tutunabiliyorlar. Yeni İsrail gibi pek çok bölge doğuyor, Dünya'daki yerleşimlerin yansımaları Mars'ta hayat buluyor, kökeni tanımlayan pek çok etken -din, ırk vs.- insanları ayırmaya devam ediyor. Yeni gezegen yeni para babalarını doğuruyor, spekülatörler ortaya çıkıyor, bir karakterin dediği gibi yeni bir başlangıç için fırsat varken Dünya'daki düzen Mars'a sıçrıyor ve sürüp gidiyor. Aslında böyle bir fırsat yok tabii, insan içinde doğup özümsediği düzeni olduğu gibi sürdürüyor. Kim Stanley Robinson'ın Kızıl Mars diye bir metni var, Kabalcı basmıştı zamanında, o metinde Mars'ın Dünyalaştırılması meselesi enine boyuna inceleniyor, tavsiye ederim. Kabalcı sonradan basmadı iki devam metnini, internetten bulduklarımı okumaya devam ediyorum şimdi. Neyse, Silvia Bohlen phenobarbital kullanıyor, beynini uyuşturarak yaşamını sürdürüyor, oğlu David ve eşi Jack'le birlikte. Jack tamirci, gün boyu dışarıda ve çalışma koşullarının görece iyiliğine rağmen evde pek bulunamıyor, en azından Silvia'nın istediği biçimde. Radyonun ve çocuğun gürültüsü kulaklarını kapayıp Dünya'dan oraya gelmesinin sebeplerini sorgulamasına yol açıyor. Tatmin olamayan bir kadın Silvia. Jack çalışkan ve "iyi" bir adam, iyiliği metin boyunca dile getiriliyor diğer karakterler tarafından. David de çocuk gibi çocuk işte, "normal". İlk bölümde ailenin evine su getiren hendek binicisini ve ihtiyaçların karşılanma yollarını görüyoruz, PKD Mars'ta yaşayan bir çekirdek ailenin günlük rutinlerinden yarattığı manzarayla gezegendeki yaşamın özetini sunuyor. Jack'in babası Leo Bohlen, Mars'a gelip FDS Dağları civarından çok ucuza toprak alarak vurgun yapmak istiyor, BM'den o bölgedeki arazilerin değerleneceğine dair duyum aldığı için fırsatı kaçırmıyor, atlayıp geliyor. Jack'in şizofrenisini babasından öğreniyoruz, tedavi edilip ehlileştirilmiş ama şizofreni her zaman derinlerde bir yerde duruyor, yüzeye çıkması için gerçeklik algısının birazcık çarpıtılması yeter. Bu meselede Mars'ın yerlilerinin gerçeklik algıları kayışların kopmasına yol açıyor sonradan. "Zenciler" diyor Arnie Kott onlara, Çöladamları suyun izinde büyük çölleri aşıyorlar ve karşılaştıkları insanlara selam verirken yağmurun kendilerinden karşılaştıkları insanlara yağdığını söylüyorlar. Fremenlere benziyorlar bir açıdan ama kum solucanları yok tabii, daha pasifler. Arnie Kott için sömürülesi varlıklar, tıpkı insanlar gibi. Pragmatist bir adam Arnie, Mars'ın en kuvvetli adamlarından biri. İlk bölümde Jack'in komşusu olarak tanıdığımız Norbert Steiner'ın bunalıma girip intihar etmesiyle geride kalan tek çocuğu olan Manfred'i geleceği görmek amacıyla, otistiklerin bir arada yaşadıkları tesisten alarak, Jack'i de kendi adamı haline getirerek para kazanmaya çalışıyor. Kendince bir ahlak anlayışı mevcut Arnie'nin, pek bir şeyden korkmuyor ama en sonunda kendi zihninden korkması gerektiğini öğreniyor.

Olay örgüsü. Karakterleri tanıdık; Norbert'ın karaborsacılığı, Norbert'ın adamı Otto'nun doyumsuzluğu, Manfred gibi çocukların yaşadığı B-G Kampı'nın doktoru Glaub, Arnie'nin eski eşi, "anormal" çocuğunun annesi ve zaman zaman rakibi Anne Esterhazy, Arnie'nin tutkuyla bağlı olduğu kızıl afet Doreen, her biri yavaş yavaş belirdi ve her birinin tutkularını, acılarını öğrendik. Metnin önemli bir bölümü örülen olayların içinde ortaya çıkan karakterlerin kurulumuna ayrılıyor, daha fazla karakterin ortaya çıkmayacağı noktada PKD asıl meseleye giriyor ama anlatı dünyasını kurmaya başlayarak zaten girmişti, birbirini saran iki kök büyüyor, böyle bir imgesi var PKD kurgusunun. Karakterlerin kuruluş biçimleri ilişkilerin biçimine dair bir öngörü kazandırıyor ama bu öngörü yine tipik bir PKD hamlesiyle tutarsızlığa mahkum oluyor; paranoyalar ortaya çıktıkça insanların pek de stabil kalmayacaklarını görüyoruz, bu da anlatıyı her türlü sürprize açık bir hale getiriyor. Belli bir ölçüde öngörülemezlik iyi.

Ne oluyor, Jack helikopteriyle tamir işlerinden birine giderken BM'nin telsiz yayını duyuluyor. Çölde susuzluktan ölmek üzere olan Çöladamlarına yardıma gidilmesi gerekiyor, yakınlardaki bütün araçların mevzunun döndüğü bölgeye gitmesi gerekiyor ki kanunlarla belirlenmiş kallavi bir cezayı yemesinler. Jack gidiyor, Arnie'nin helikopteri de o sırada yakınlarda, o da gidiyor ama istemeyerek. Jack Çöladamlarına daha önce ulaşıyor ve onlara su veriyor, adamlardan biri çöl cadısı denen bir fetiş nesnesini Jack'e hediye ediyor. Bu nesnenin anlatı boyunca bir daha ortaya çıkması gerekmiyor, varlığı bile koruyucu bir özelliğe sahip. Neyse, Jack helikopterinde somurtarak oturan Arnie'yle takışıyor ve böylece Arnie'nin radarına girmiş oluyor. Kodaman dayının sıkıntıları var, işlerini büyütmek istiyor ve geleceği görebilse bunun çok kolay olacağının düşünüyor. Sonrasında Manfred çıkıyor ortaya, Jack bir şekilde Arnie'nin adamı haline geliyor, aslında Arnie'nin -himaye ettiği diyeyim- kadın olan Doreen, Jack'teki iyiliği görünce adamı sevmeye başlıyor, orada da bir karışıklık. Leo yatırımı için Mars'a geldiğinde bu kadının varlığını seziyor, Jack gizlemiyor mevzuları. Silvia'ya söylemiyor bir tek. Yaşamını kendince anlamlı hale getirmesi lazım, zaten sıkı bir bağ da yok Jack'le Silvia arasında. Silvia'nın da Otto'yla birlikte olması, sonrasında Jack'le Silvia'nın birlikte olmaya devam etmeleri, Arnie'yle Anne'in ilişkileri derken sadakat, aile yapısı, ilişkiler konusunda PKD'nin engin dünyasına girmiş oluyoruz. Yazar dört kez evlenmiş, evlilikleri büyük sıkıntılar doğurmuş, eh, yansımalarını bu metinde de bulabildiğimizi söyleyebiliriz belki.

Zaman kayması, asıl mesele burada. Manfred'in dünyasının gerçekliği yavaş yavaş ele geçirdiği bölümler, karakterlerin kendi psikozlarında çektikleri acılarla birlikte metnin zirve noktalarını oluşturuyor bence. Örneğin Manfred'in görüleri defalarca tekrarlanıyor, gelecekteki sahneleri çok küçük farklarla tekrar tekrar okuyoruz, flashforward nanesi sayesinde zaman algısının da çarpıtıldığını görüyoruz ve şizofrenlerin kendi "yaşam hızlarında" şizofren olmayan insanların zihinsel işleyişlerinin değişimlerine şahit oluyoruz. Arnie'nin Manfred'in zihniyle bütünleşmesinin sonuçları Jack'in yaşadıklarıyla bir olmuyor, Jack zaten şizofren olduğu için bir biçimde Manfred'in dünyasına ayak uydurabiliyor, Çöladamlarının zaman algısıyla şizofren insanlarınki bir olduğu için gezegenin yerlilerine de ayak uydurabiliyor. Şöyle aslında; akıl hastalığı olarak gördüğümüz şizofreni, Çöladamları için yaşamlarının doğal bir parçası. Soyut düşünebilme yeteneğinin hastalık olarak görüldüğü bir gezegenden gelen yaşam formlarını düşünün, Dünya'yı tımarhane olarak görürlerdi. Mars'a ayak uydurabilenler, Çöladamlarının doğallığına sahip olanlar varlıklarını rahatlıkla sürdürebilirlerken "normal" olanlar normalliklerini yitirmeye mahkum hale geliyorlar. Aslında Mars'ın doğası bu; bir gezegeni başka bir gezegene olduğu gibi taşımanın yol açabileceği problemleri de gösteriyor PKD.

Pek sürpriz olmayan bir son var, aslında metinde ağırlıklı olarak bu normallik-anormallik ikiliği irdelendiği için sonu değil, metnin bütün bölümleri önemli.

Sıkı metin, iyi yazar. Tamam bu iş.

21 Ocak 2019 Pazartesi

Philip K. Dick - Ubik

Ubik, saçlarınızı şekillendirir. Arabanıza jant, başınıza yastık, ayakkabınıza kerata, Ubik. Her yerde, her an size yardıma hazır. "Ubique" aslında, hep orada olan. PKD'nin 1960'ların sonlarına doğru, belki çok daha öncesinden kurmacaya bulaştırdığı bir fikir. Waking Life'ı izleyenler için referans hazır. Son rüya katmanında tilt oynayan bir eleman var, şimdi biraz araştırınca filmin yönetmeni Richard Linklater'ın ta kendisi olduğunu gördüm. Beğendiğim sayısız yönetmen var ama öznel nedenlerden ötürü Linklater'ın hastasıyım, benim için bir numara. Her neyse, oynayan adam PKD'yle ilgili bir hikâye anlatıyor, bu metnin yazıldığı zamanlardan. Hangi metin olduğunu söylersem spoiler olabilir, söylemiyorum, PKD bir metin yazıyor ve dört yıl sonra metindeki karakterle, karakterin sevgilisiyle ve birkaç kişiyle daha karşılaşıyor, aynı adlar ve aynı soyadlar. Kendi yarattığı kurmaca karakterlerle gerçek hayatta karşılaşmak, hatta olaylarla da karşılaşmak delirtici bir şey. PKD bir rahibe gidiyor ve olayları anlatıyor. Rahip, anlatılan mevzunun Elçilerin İşleri'nde birebir yer aldığını söylüyor ki PKD bahsedilen metni okumamış. Tam hatırlamıyorum, PKD metni okuyor ve gece uyuyunca rüya görüyor galiba, rüyasında bir karakter beliriyor ve PKD'nin her yerde bulunma meselesini açıyor. Aslında tek bir zaman var, şimdi. Milattan öncesiyle şimdi arasında herhangi bir fark yok, birbirine benzeyen ve aralarında iki bin yıldan fazla zaman olan metinler aslında aynı. Tek bir sonsuzluğun içinde yaşıyoruz ve bu gerçeği anlayabilmek çok zor, dünyayla çepeçevre sarılmış durumda olduğumuz için normlardan kurtulamıyoruz ama eğer biraz olsun sezebilirsek bunu, dışına çıkılabilir. Aşağı yukarı böyle bir şey. Tao'yla haşır neşir bir adam PKD, halusinojen maddelerle de kafayı bir temiz yıkadıktan sonra gerçeğe bir adım daha yaklaşıyor. Bu bağlamda Ubik belki de PKD'nin en saf, en PKD metni. Gerçeklik alternatifleriyle, kurmaca dünyanın geçirdiği zamansız değişimlerle, karakterlerin tekinsizliği ve numaracılığıyla, tüketim toplumunun yerin dibine gömülmesiyle, her şeyiyle. Sözlük'te bir yorum okudum, hoş: Bölüm başlarında Ubik'in reklam metinleri yer alır, tüketiciler için yol tabelaları. Okurlar için yazıldıkları söylenmiş, bir nevi uyarı aslında. Ubik'i kullanırsanız zamanın etkilerini ortadan kaldırabilirsiniz, kaldırmalı mıyız peki? Biçimlendirilmiş yaşamın sunduklarına ne kadar boğulursak gerçeği sezişimiz o kadar çarpılır, Ubik adamı çarpar, dikkatli olmalıyız. Evet.

Okumayı bitireli on gün oldu ve aklımda nesi kaldı, korkunç bir şaşkınlıktan fazlası değil. Karakterler tamam, mekanlar tamam ama kurguya ne oldu, hatırlamıyorum. PKD'nin zaman üstüne zaman üstüne zaman bindirmesinin sonucunda yön -yaşam?- duygusunu kaybetmiş karakterlerinin oradan oraya sürüklenmeleri, yaşadıkları dünyanın süreğen değişimine uyum sağlamaya çalışırlarken, evet, çok ilginç işler oluyordu. Bakayım bir. Öncelikle PKD'nin şahane bir twist ustası olduğunu söylemek lazım. Başlarda kayıp olduğu söylenen Melipone nam bir telepattan haberdar oluyoruz. Bu kayıp kişinin kuvvetli bir etkileme alanı var, benzerleri arasında çok önemli biri. Runciter'ın şirketi için benzeri zor bulunur bir nimet, ortada yok. Şirketin amacı, ihtiyaç duyanlara psişik bir koruma alanı oluşturmak, özellikle ticari örgütler için hayati önemde bir iş. Çeşitli yeteneklere sahip olan insanlar -mutantlar?- her an tehlike yaratabilecek durumdalar ve Runciter isteğe göre birkaç kişilik mutant grubu oluşturup bu tehlikeli arkadaşları durdurabiliyor, şirketin ortağı Chip'in önderliğinde. 1992'de geçiyor mevzu, Ay kolonileştirilmiş, ticari faaliyetler sürdürülüyor ve rakip şirketler, devletlerin de bulaştığı katakullilerle birbirine üstünlük kurmaya çalışıyor. Neyse, sonuçta Chip ve adamları kiralanıyor, Ay'a gönderiliyorlar. Meseleye pek çok karakterin karıştığını ve ara sıra ortadan kaybolup belirdiklerini buraya sıkıştırayım, hepsinin izini süremeyeceğim şimdi. Bir de yarı-yaşamlılardan bahsetmeliyim. Bunlar ölen insanlar, beyin aktiviteleri ara ara canlandırılabiliyor, Runciter'ın eşi bunlardan biri, şirketle ilgili taktikler veriyor ara sıra. Reklam fikirleri, ticari çözümler, bir sürü şey.

Adamlarımız Ay'a gidiyorlar ama aralara notlarımdan sıkıştırayım. Karakterlerden biri bir rüya görüyor, kırmızı bir sis bulutu içinde yürüdüğüne ve daha pek çok şeye dair. Bir başka karakter, rüyanın Tibet Ölüler Kitabı'ndaki olaylara benzer yönler taşıdığını söylüyor falan, bunlar PKD'nin kodları işte, ara ara yakalanabilir. Rüya, bir başka yaşam, sonsuz döngünün metinleri, her şeyin her şeyde bulunması, bilmem ne. Bir de detaylara dikkat ederek okumak zorundayız, bir anlığına beliren karakterlerden birinin sonradan kilit bir rolde ortaya çıktığı vakidir, PKD bunu yapmayı seviyor. Başlarda bir yerde anlatıldığına göre bu yarı-yaşamlıların bulundukları tesislerde bir cihaz aracılığıyla yürütülen görüşmelere kaynayan biri var, parazit gibi giriyor ve çıkana kadar konuşmayı kendi varlığıyla, konuşmalarıyla sabote edebiliyor, hatta yarı-yaşamlıların beyinlerini maniple edebiliyor. Ne işimize yarayacak bu diye düşünmüyoruz hiçbir şey için, her şeyi aklımızda tutup adım adım kurulan dünyaya eklemlemeye çalışıyoruz ama açıkçası tahmin edememiştim ben dönüm noktasını, Ay'daki patlamanın ve sonrasındaki olayların rakip şirketin mutantlarının -Psi'ler diye geçiyor aslında- bir olayı olduğunu düşünmüştüm. Neyse, Ay'a gidiyorlar ve söylendiği gibi bir durum olmadığını, tongaya getirildiklerini düşünüyorlar, sonrasında bir patlama, herkes iki seksen. Kalkıyorlar, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlar ama her şey yavaş yavaş değişiyor. Zamanda geriye gidiyorlar, para birimleri ve etraftaki nesneler değişiyor, bir tek Ubik sabit kalıyor. Ubik iyi bir ürün, biyolojik zamanı durduran ve hatta geriye alan bir zımbırtı. Sprey gibi bir şey. Belki de akışkandır, hatırlamıyorum, eczanelerde satılıyor. Chip'in özellikle buna ihtiyacı oluyor, zira teker teker avlanıyorlar. Ölümler başladıktan sonra ve hatta öncesinde de herkes birbirinden şüphelenmeye başlıyor ki yine PKD'in paranoyak dünyası çıkıyor ortaya, herkes şüpheli ve herkes birbirinden sakınmak zorunda, bir ölçüde. Nelerin olup bittiğini anlayabilmek için işbirliği yapmak zorundalar. Kolaylıkla kuruyor bu gerilimli noktaları PKD, son derece doğal. İmreniyorum, insanın nasıl düşündüğünü iyi biliyor.

Neler oluyor, zamanda geriye yolculuklar başlıyor ve dünyalara uyum sağlamak zorunda kalıyorlar. Zıplamalar aniden gerçekleşiyor, ne olduğunu anlamadan bambaşka bir yerde buluyorlar kendilerini. Chip, kendisine bırakılan mesajları fark edene kadar dolanıp duruyorlar, çözemiyorlar gizemi. Ne zaman ki Ubik şişelerine, reklam tabelalarına, televizyona dikkatle bakmaya başlıyor, o zaman kendisine kısa kısa mesajlar gönderildiğini anlıyor. Mesajları birleştirince, eh, ters köşeyi burada vermeyeceğim. Müthiş bir final ama, şaşkınlıktan gözlerim pörtlemiş olabilir.

Ne denir, PKD'nin en iyi metinlerinden biri denebilir. Kabus gibi, uyanılamayan bir düzlem var; Chip'in çaresizliği her seferinde başka bir kabusa uyanan insanın çaresizliği. Yaşama uyanamadığı için gerçeklik algısını kaybediyor, iyi bile dayanıyor aslında, sürekli değişen bir dünyadan kurtulmak için yapabileceği hiçbir şey yokken, zaman atlamaları ve içinde bulundukları katakulliyi düzenleyenlerin acımasızlığı sonucu arkadaşlarının başına geldiği gibi atomlarına ayrılma tehlikesi de varken üstelik, şişelerden gelen direktiflerle meseleyi çözemese de sağlam bir karakter olacaktı. Özetleyeyim; bunun en iyi üç PKD metninden biri olduğu söyleniyor, okumadığım çok şey var ama tepelere bir yere koyarım ben bunu. Yazarın hızlı zamanlarında yazdığı şeyler daha girift, bunun gibi. İyi yani, tür için bir klasik.

11 Kasım 2018 Pazar

Philip K. Dick - Sokaktan Gelen Sesler

Dr. Kan Bedeli'nden önce okunmalı bu, Jim Fergesson'ın korkunç sonunu bilmeden. 1950'lerin başlarında radyo, televizyon ve muhtelif ev eşyası satan, Amerikan Rüyası'nı yaşamak uğruna yaşamını sadece satış grafiğine indirgeyen, Yahudileri sevmeyen, yeni yeni palazlanan mağaza zincirlerinden ödü kopan Fergesson gibi kim bilir kaç karakteri birden çok metninde kullanmıştır PKD, bilmek için kronolojik bir okuma yapmak şart. ALFA buna ne kadar dikkat ediyor bilmiyorum, zaten daldan dala atladığım için sistematik bir okuma da yapamıyorum, Proust öncesi güç toplamak için PKD okuyayım demiştim ama araya bir dünya metin girdi, bir dünya işe battım derken rekor kırdım; ilk kez üç günlük bir atlama yaşadım, salı sandığım gün cuma çıktı geçende. Ayın ortası geldi, ben bunun farkına varamadan ay bitecek. Yaz bittiğinden beri korkunç hızlı her şey. İyi; hiçbir şeyi ertelemeden yapabiliyorum. Sodom ve Gomorra'ya başladım, Fransız sosyetesinde eşcinsellik meselesinden Dreyfus olaylarına, Odette'ten Oriane'e, yaşamındaki mikroskobik detaylardan bilincinin gerçekliğini kurmasına kadar pek çok meselede yine kafa beyin bırakmadı Proust, yaktı geçti. Kısacası gücümü topladım, Proust iyi. PKD pek iyi.

PKD'nin bilimkurgudan olabildiğince uzak, zamanının sosyal meselelerine odaklandığı metinlerinin en hacimlilerinden biri Sokaktan Gelen Sesler. Genelleyici bir yorum yapmak için yeterli değilim, adamın okumadığım çok metni var ama yine de cüret edip söyleyeceğim; belki de en dağınık metni olabilir. Stuart Hadley'nin yaşamının amacını bulmaya çalışırken karşılaştığı insanlar belirip kaybolurken akıbetlerini merak ederiz ama tiplikten öteye geçmezler, PKD belirli bir rolü üstlenip Hadley'yi bir noktadan bir noktaya götüren kişiler yaratmıştır, ötesiyle ilgilenmez gibidir. Anlatı Hadley'nin belli bir zaman aralığında aldığı veya alamadığı kararlara odaklanmıştır, çağın çok da uzağına düşmeyen bir distopik bildungsroman denebilir bunun için. Distopik yanı tamamen Hadley tarafından üretilmiştir, genç bir adamın yaşamıyla ilgili ne yapabileceği fikri uzunca bir süredir olumsuz bir dünyaya evrilmektedir, Hadley yavaş yavaş kayışı koparmaktadır. California'nın güneşli ve sıcak ikliminde, sayısız imkânın içinde yalnız bir adamdır Hadley, potansiyelini kullanamadığını düşünmektedir ve bir şey yapmak istemektedir, anlamlı bir şey. Yeteneklerini açığa çıkaracak, yaşadığını hissettirecek, derinlerde bir yerde durmadan kıvranan huzursuzluğunu dindirecek bir iş, eylem, oluş, artık her neyse. Aylaklık yaptığı gecelerden birinde kavgaya karışıp karakola götürüldüğü zaman bir hayalperest, bir düşünür, bir entelektüel olduğunu söyler ama sonradan gördüğümüz kadarıyla bunların hiçbiri değildir aslında, kendine biçtiği kimlikle uyum içinde değildir. Bencilliği ve toplumla uyumu arasında çıkan çatışmaların üstesinden gelemez. Mutluluk paradoksu; zaten çarpık temeller üzerine kurulmuş toplumsal bir yapının beklentileriyle kendi istekleri arasında kıvranıp durur.

PKD metni dört bölüme ayırmış; Sabah, Öğleden Sonra, Akşam ve Gece. Günler durmadan akıp giderken bu zaman aralıklarındaki olayları takip ederiz, örneğin ilk bölüm Fergesson'ın dükkânını açmasıyla başlar. Dr. Kan Bedeli'nde ortalığı süpüren Stu'yla karşılaşırız, Fergesson'ın ilgisini çeker, "erken saatlerde çalışan bir elektrik süpürgesi" olarak görür Stu'yu. Fergesson işkoliktir; çalışanlarını daha fazla satış yapıp ortalıkta oyalanmamaları için durmadan uyarır, tamir için gelen müşterilerin bekletilmemesini söyler, baskıcı bir patron olduğu söylenebilir. Dükkânını sıfırdan yaratmıştır, elindekilerin bir anda yok olabileceğini bilir, zira beyaz eşya dükkânları piyasayı ele geçirmek üzeredir, marketler karşısında bakkalların sıkıntısını çeker Fergesson. Dükkânını yenilemek için sayısız fikirle gelen Hardley'nin görüşlerine kulak asmaz, eski kafalı bir adamdır ve yenilikler ödünü koparır, harcayacağı paranın hesabını yaparken olmadık yerlerden kısıntılar yapar. Eşi Alice'le mutludur, muhtemelen Alice'in hoşgörülü olmasından ötürü, yoksa pintiliğe varan tutumluluğuyla pek de katlanılır biri değildir Fergesson. Eşiyle, çalışanlarıyla ve arkadaşlarıyla konuşmalarından çıkardığımız kadarıyla II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından gelen başkanları destekler, McCarthy yanlısıdır, Kızıllardan nefret eder. Düz bir adam.

Hardley için Fergesson'ın dükkânında yaptığı iş geçicidir, "karmaşık planların, projelerin içinde olan insanlar gibi" oradan oraya koşturup önemli işler yapmak istemektedir. Zamanında Sosyalist Gençlik Birliği mensubuyken hayalini kurduğu dünyayı yaratabilmek için bir noktadan başlamak gerektiğini düşünür, İsa'nın Gözcüleri Cemiyeti'nin ilanlarını tam da bu isteğin zirveye ulaştığı noktada görür. Theodore Beckheim nam yaşlı bir adamın başkanlığını yaptığı bu cemiyet, kıyametin gelmek üzere olduğunu ve insanın doymak bilmez açgözlülüğü yüzünden dünyanın ayvayı yiyeceğini savunur. Hardley'nin kolaylıkla sürüklenebileceği bir fikirdir bu; Hardley de aynı şekilde düşünmektedir ve dünyanın yok olmaması için elinden geleni yapmak ister, cemiyete sempati duymaya başlar, hatta arkadaşlarının kendisine deli gözüyle bakmalarına rağmen bir toplantıya da katılır ama sonrasında Beckheim'ın fikirlerinden uzaklaşır, aradığını orada da bulamaz. Ablasının ve eniştesinin belirip kayboldukları bölümde eniştesinin eleştirilerini kaldıramaz, adamın böbürlenmesinden nefret eder ve hamile olan eşiyle kavga eder. Ellen, eşi Hardley'nin huzursuzluğunun farkındadır ve eşine yardımcı olmak için elinden geleni yapar, bir noktaya kadar eniştenin çıkışlarına da katlanır ama içinde yaşadıkları düşük standartlı yaşamdan kurtulmak için eşinin uyarılmaya ihtiyacı olduğunu düşünür, aşkının zayıfladığı zamanlarda kocasıyla kavga eder ve Hardley'nin hayalet gibi dolanmasını eleştirir, sonuçta eşinin kırıcı olmaya başladığı noktalarda geri adım atar ve bu döngü hep sürer, kadın her şeyin iyi olacağını umup kocasının sorumsuzluklarını sineye çeker. Hardley biriktirdikleri paradan harcayıp durmaktadır, bebeğin doğumunda gerekecek olan birikimlerinin yavaş yavaş eridiğini gören Ellen, Hardley'yi uyarıp durur ama bir noktadan sonra o da her şeyi akışına bırakmıştır, eşinin ilişkilerinin ilk zamanlarındaki haline dönmesini bekler. Boşuna.

Hızlandırıyorum, Hardley'nin kafayı kırdığı bölümler. Metnin diğer bölümlerindeki kopukluklar, birbiriyle pek de uyuşmayan, biraz şişirildiğini söyleyebileceğimiz fragmanlar bu bölüm itibariyle ortadan kalkar. Hardley beklemekten vazgeçer ve kendisine verileceğini düşündüğü güzellikleri koparma safhasını başlatır. Cemiyetten tanıştığı, kendisine aşık olan bir kadını -kadın da en az kendisi kadar dengesizdir- kullanır, onunla sevişir ve bir motel odasında kafasına sert darbeler indirir, kadının arabasını yürütüp arazi olur. Yeni doğan oğlu Paul'ü yanına alıp Beckheim'la son bir kez konuşmaya gider ama adama ulaşamaz, üzerine bir ton dayak yer, oğlunu arabanın arka koltuğunda bıraktığı için bir anlığına pişman olur ama sürüklenmeye devam eder. Bar, sokak, dayak, bar, sokak, insanlar, içinden çıkılmaz bir karmaşa. Paul yaşadığı onca şeyden sonra kaburgaları kırık bir halde hastaneye kaldırılır. İyileşir iyileşmez yaşamını dehşet verici biçimde çarçur ettiğini görür, toparlar. Yeni ev, yeni iş. Yediği onca sopa aklını başına getirmiştir, yaşamdan yaşamaktan başka bir şey ummaz, ablasının pompaladığı "özel çocuk" algısını bir kenara bırakarak eşi ve oğlu için yaşamaya başlar. Eh, mutlu veya mutsuz bir son yok. En azından ölmedi, o da bir şey.

Varoluş sancısı, vahşi kapitalizmin modern yaşamı ele geçirme yöntemleri, doyumsuzluk, mükemmellik arayışı, pek çok mesele. PKD'nin uzay gemilerine başvurmadan insanı eleştirdiği bir metin bu. PKD'ye başlamak için doğru bir tercih değil, çok sonra okunması gerek. Bir şey daha; yine facia ya bu. Yazım hataları, eksik harfler, bir sürü şey. Gonca Gülbey çevirisi. 6:45'te de aynı facialarla karşılaşıyordum, haksız bir iddia olabilir ama sanırım pek dikkat etmiyor bu yazım olaylarına. O etmiyorsa yayınevi niye etmiyor ki, ALFA bir son okutsun bu metinleri. Gerçekten can sıkıcı.

3 Kasım 2018 Cumartesi

Philip K. Dick - Dr. Kan Bedeli ya da Bombadan Sonra Nasıl Geçinip Gittik

Pat Cadigan'ın giriş yazısında Dr. Strangelove'la bir kıyaslama var; filmin karikatür karakterleriyle PKD'ninkiler arasında bir benzerlik olmadığı söyleniyor ama aslında pek doğru değil bu, belki sadece psikozlu karakterlere odaklanılması sonucu filmin sürreal bir hava taşıdığını söylemek mümkün ama odaklanılan noktada dünyayı felakete sürükleyecek insanların bulunduğu bir odanın dışına pek çıkılmıyor, atmosfer aynı niteliği taşıyor film boyunca, PKD ise mekânları ve zamanları değiştirerek okuru tek bir bakış açısına hapsetmiyor. Tipik karakterler mevcut, psikotikliğin dibine vuran insanlar ve mutantlar sıklıkla karşımıza çıksa da küresel felaketlere rağmen akıl sağlığını koruyabilmiş, genetiği değişmemiş insanların sayısı da oldukça fazla. Hatta PKD bir karmaşa yaratmaya cüret edip bombaları patlatıyor, birçok karakteri birbiriyle çatıştırıp insanlığın sonuna hazırlıyor. İyilerle kötüler arasında bir mücadele değil anlatılan, insanın hangi koşulda yaşarsa yaşasın bir şekilde varlığını sürdürme isteğinin yol açabileceği kıyametler, özgürlüğün ancak toplumla birlikte var olabileceğinin ibareleri gibi pek çok mesele var. PKD karakterlerin ilişkileri üzerinden kendi yaşadığı dünyanın alegorik bir eleştirisini yapıyor bir yandan; ahlak, yabancılaşma, ötekileştirme gibi konular mutantlarla insanlar üzerinden anlatılıyor. Çok boyutlu bir roman kısaca, arkada her zaman olduğu gibi paranoyak sayıklamaları işitmek mümkün, metinde ne kadar sağlıklı olursa olsun bir karakterin başkasıyla olan ilişkisini sorgulamadığı yoktur belki.

Roman, bahsi geçen filmden daha önce yazılmış ama filmden daha sonra yayımlanmış, adı filmle bir bütünlük oluşturacağı düşünüldüğü için özellikle tercih edilmiş. Karşılaştırmalı incelenirse pek çok öğenin benzer olduğu görülür ama asıl malzeme iki eserin farklılaştığı noktada ortaya çıkar, en başta metnin filmi içerdiğini söyleyebiliriz, biraz oynamayla deli halayı çeken politikacıların, askerlerin ve bilim adamlarının bulunduğu odayı anlatıya yerleştirebiliriz örneğin. Anlatıda zamanın kullanımı konusunda muazzam bir fark var tabii, PKD atlamalarla kurduğu anlatısını pek çok konuyu irdelemek için bir araç olarak kullanıyor, karakterlerin değişimlerini ve toplumdaki konumlarını anlayabilmek için bu atlamaları dikkatle takip etmek lazım, arka arkaya patlayan bombaların kronolojik düzene oturtulmaması sonucu ani değişimlerin gerçekleştiğini görmek okuru metinden bir parça uzaklaştırabiliyor, PKD bu açıdan eleştirilen bir yazar ama okura güvendiğini düşünüyorum açıkçası, bir metni okuyorsak bu işi çok ciddiye almalıyız ve sürüklenmekten başka bir şey bekleyebilmeliyiz, anlatıya yer yer dahil olup anlamımızı aramalıyız. Heinlein'ın yaptığı gibi belli tezler üzerinden kurulan bir anlatısı yok PKD'nin, karakterlerin oluşturduğu koca bir bilinmeyenin izini sürüyoruz, nereye varacağımızı hiç bilmiyoruz.

Stuart McConchie'nin çalıştığı dükkanın önünü süpürmesiyle başlıyoruz, Stu gelip geçene bakıyor ve Doktor Stockstill'in ofisine giren adamı görünce ABD'nin saldırıya uğramasının sebebi olan Bruno Bluthgeld'in az önce önünden geçtiğini fark ediyor. Bluthgeld, 1972'de yaptığı yanlış bir hesaplama sonucunda ülkesindeki insanların çoğunun ölümüne yol açan, kalanları da radyasyonun etkilerine maruz bıraktıran bir fizikçi, deneme amaçlı patlatılan bombanın etkileri Çinlilerin ABD'yi işgaline kadar uzanıyor. Zaten patlamış bir bombanın yıktığı dünya var elimizde ama en kötü hali bu değil, nispeten toparlanmış halinde bir süre oyalanıp karakterleri tanıyacağız. Stu siyahi bir çalışan, PKD'nin o dönem için radikal sayılabilecek bir karakteri aslında. Derisinin renginden ötürü dışlanan bir adamı anlatının en önemli parçası haline getirmek cesurca bir iş. Neyse, Stu'nun patronu Bay Fergesson -kendisini Sokaktan Gelen Sesler'de de görüyormuşuz, zaten PKD bir süre yaşadığı kentleri anlatıyor bu iki metninde- yine o dönem için ilginç bir karakter, siyahi bir çalışanı var, üstelik "poko" denen mutantlardan birini de alıyor işe. Pokolar deforme olmuş bedenleriyle toplumca istenmeyen varlıklar haline gelmiş insanlar, kolları ve bacakları yok, üstelik mutasyonları zihinsel aktivitelerini de etkiliyor, ilginç güçlerle dünyaya gelebiliyorlar. Hoppy Harrington böyle bir poko, elektronik işlerden iyi anlıyor ve devletin verdiğinden daha iyi bir hareket gereci üretmeye çalışıyor. Bir dahi olarak o tür bir toplumda işi yok, dışlanıyor sürekli, hatta Stu bile kendini Hoppy'le kıyaslıyor. İki dışlanmışın arasında oluşan hiyerarşi oldukça ilginç, Stu için Hoppy uzak durulası bir yarım insan, daha alt seviyede bir canlı.

İç içe geçmiş anlatı parçaları. Bluthgeld, Stockstill'in ofisinde komünistlerin beyninin içine girdiklerinden, onlardan bir türlü kurtulamadığından bahsediyor. Jack Tree adını kullanıyor ama Stockstill adamı hemen tanıyor, televizyonda ve gazetelerde yer almaya devam ediyor Bluthgeld, insanoğlunun yaşadığı en büyük facianın sebebi olarak doktorun muayenesinde psikanalitik nesne haline geliyor ve Stockstill aslında asıl düşmanın komünistler değil, kendi toplumlarından çıkan insanlar olduğunu düşünüyor, bir örneği karşısında oturuyor ve arkadaşı Bonny'nin ricasıyla incelediği bu adamın paranoyanın esiri olduğunu düşünüyor. Devam etmeyebilir, Bonny'nin güvenini boşa çıkarabilir ama çabalıyor. Bonny Keller ve eşi George Keller mutlu bir evliliği sürdürüyorlar, Bonny çok mutlu, istediği hemen her şeye sahip. Hatalı hesaplamanın bir parçası olduğu halde elinden geleni yaptığını düşünüyor, devasa radyoaktif bulut kümelerinin dağılmayışı yıllar sonra anlaşılabilen bir fenomen haline gelmişti, kimsenin öngörmediği bir facia. Bu yüzden arkadaşı Bluthgeld'in suçluluk duygusundan kurtulmasını istiyor. Etrafındaki insanların iyiliğini isteyen, mutlu bir kadının ikinci faciadan sonra nasıl değiştiğini göreceğiz, daha değil. Şöyle denebilir; elindeki her şeyin bir anda yok olabileceğini anlayan bir insan, anlık isteklerinin peşinde koşarak geçmişi ve geleceği unutabilir.

Walter ve Lydia Dangerfield çiftini Mars'a doğru yola çıkmak üzerelerken tanıyoruz, fırlatılışlarını Bonny televizyondan izliyor. Yeni Adem ve Havva olarak Nova Terra kurmak için geri sayımın tamamlanmasını bekliyorlar. Onların birbirlerine aşkla bakmalarından George'la olan ilişkisini düşünüyor Bonny ve ilk çatlağı oluşturuyor; acaba George kendisini bu kadar sevmiş miydi? Bilmiyor, farklı bir dünyanın hayalini ilk o noktada kurmaya başlıyor. Bombardımanın başlamasından az önce. Hoppy öbür taraftan haberler aldığını söyledikten bir süre sonra. Stu'yu sıçan yerken görüyor, gri bir dünyanın orta yerinde. Geleceğe dair görüler, kimin ölüp kimin yaşayacağını biliyor. Bombalar düşerken Walter Dünya'ya bakıyor, yanıp sönen kibritlerinki gibi parıltıları görüyor, geride bıraktığı her şey birkaç dumanlı alandan ibaret artık. Hoppy kurtuluyor, çalıştığı yer toprağın altında olduğu için. O zamana kadar gördüğümüz hemen hemen bütün önemli karakterler yırtıyor ama dünya distopik bir hale dönüyor. Küçük kasabalar, ilkel bir para sistemi varlığını sürdürüyor ama takas usulü daha çok kullanılıyor, sigaradan yiyeceğe kadar pek çok şey çok zor şartlarda üretiliyor, toplumun en alt basamaklarında yer alan bazı yetenekli insanlar önem kazanıyorlar, yeteneklerine ihtiyaç duyanlar tarafından yüceltiliyorlar. Bombalar patlarken karşılaştığı erkekle sevişiyor Bonny, bir tütün satıcısı olan Gill'den çocuğu oluyor sonrasında. Yok olmak üzereyken en ilkel güdüler ortaya çıkıyor aslında, üreme gibi.

Sonraki dünya. Lydia'nın depresyona girmesi ve kapsüldeki bütün ilaçları yutup intihar etmesi Walter'ı yıkıyor, uzaydan tek başına yayın yapmaya başlıyor ve aşağıda kalan birkaç grubun iletişimini sağlamaya çalışıyor. Arada birçok kitap okuyor, müzik dinletisi yapıyor, dünyanın tek radyocusu ve hasta, uzayda yeterli ekipman yok, ölecek. Hoppy güçlerini geliştiriyor, toplumun vazgeçilmezi haline geliyor ama güçlerinin terbiye edilmesi lazım, insanlar ondan korktuğu için kontrol altında tutulmaya çalışılıyor. Kendince planları var, gerekirse katliam yapabilir, güç onu yozlaştırıyor. Mutantlar daha da türüyor, güç dengeleri oluşana kadar pek çok çatışma çıkıyor, bir sürü tantana.

PKD'nin notuna göz atıp bitireceğim. Öngördüğü olayların hiçbirinin gerçekleşmediğini, zaten bilimkurgunun da bir öngörü işi olmadığını söylüyor. Hoppy'nin yozlaşmasından bahsediyor, Walter'ın gezegendeki insanlara yardım etmesini anlatıyor, sonra yardıma muhtaç hale gelmesinden söz ediyor. Walter hasta olduğu zaman aşağıdakiler onu iyileştirmeye çalışıyor ama Hoppy'nin Water'la ilgili daha farklı amaçları var, ayrı bir çatışma konusu. Asıl korktuğunun Bluthgeld gibi adamlar olduğunu söylüyor PKD, "düşmanla" mücadele ederken düşmanlaşan, akli dengelerini yitiren bilim insanları. Onların halka karşı, kendisine karşı benzer duygular içinde olabileceklerini söylüyor. Yaşadığı yerlerde geçen bir metni yazmanın güzelliğinden de bahsediyor arada, hoş bir sonsöz.

Son bir şey, metin son okuması yapılmadan basılmış, 6:45'in facia baskılarından pek bir farkı kalmamış. Bölüm bitiyor, bir yenisi başlıyor, herhangi bir başlık, bir ayrım yok. Yazım hataları can sıkıyor, okuma kalitesini düşürüyor. Yeterince can çekiştiğimizi düşünüyorum, lütfen şu PKD'ye gereken özeni gösterin ya. Sadece PKD'yle sınırlı kalmasın tabii.

Yine muazzam bir metin, şahane bilimkurgu.

28 Ekim 2018 Pazar

Philip K. Dick - Ölüm Labirenti

Black Mirror'ın hangi bölümünde olduğunu hatırlamıyorum, bir şirketin deneysel meselelerinde gönüllü kobay olarak kullanılan gezgin gencin korkularıyla yüzleşememesine tanık oluyorduk. Yapay gerçeklik ortamında klişelerle dolu bir korku evine giriyordu adam, sonra bilinçaltında barınan kat kat korkuları ortaya çıktıkça delirmeye doğru adım adım ilerlemeye başlıyordu, deney kontrolden çıkıyordu, bilmem ne. Elemanın -benzerlikten kıllanıp bakmıştım, Kurt Russell'ın oğlu çıkmıştı falan- kendi zihniyle yarattığı cehennemine adım adım girişinin izleri insanoğlunun en ilkel korkularına kadar gidiyordu; en sonunda bilinmeyenin korkusuna varıyorduk. Eh, dizinin bu bölümünün PKD etkisi taşıdığı aşikâr. Bence. Bir dolu paranoya, gerçeküstü mekânlar, gerçeklik içinde gerçeklik ama gerçeklikten emin olamama derken bir insan kafayı yavaş yavaş nasıl kırar, detaylarıyla görüyorduk ki PKD'nin temel izleklerinden biri bu, birçok metninde karakterlerin başkalarından ve kendilerinden duydukları şüpheyle karşılaşırız. Bu metin sanırım bu konuda yazarın zirve noktalarından biri. Çok gerekli bir bilgi olarak ekliyorum, PKD'nin toplu öykülerinin üçüncü cildi birkaç hafta önce basıldı. Büyülü Fener'in ikinci cildi basmasının üzerinden dört buçuk yıl geçti, yeni ciltlerden umudu kesmiştim ama Alfa işe el attığına göre gerisi de gelir herhalde. Umarım çevirisi iyidir, Alfa'nın bazı PKD çevirileri için pek hoş olmayan şeyler söyleniyor. Bu metnin çevirisi iyi gibi geldi bana.

Bildiğimiz PKD anlatımı; teknolojik meselelerin ayrıntılarına pek inilmez, inilirse de karakterlerin diyalogları üzerinden inilir, her şey hızlı bir akış içinde gerçekleşir, genellikle tek bir bakış açısı kullanılır ve kurmaca dünya bu bakış açısı üzerinden anlatılır. Hangi karakterin bakış açısının seçileceğine dair iki ihtimal sunar PKD; Tallchief'in duasını Aracı yardımıyla Yaratıcı'ya yönlendirmesini ve duasının kabul olunur olunmaz iş değiştirmesini görürüz, hatta bir teşekkür duası gönderir üstüne. PKD, önsözde metinde yer alan teolojinin bilinen hiçbir dini temel almadığını söyler, "Tanrının varlığını gerçek kabul eden rastlantısal bir dinsel mantık sistemi" yardımıyla Yaratıcı'ya veya Yaratıcı'nın yardımcılarına ulaşılır. Sonucu kesin bir sistem, en azından duaların yerine ulaştığını biliyoruz. Tanrı'nın dengeleyicisi olarak Şekil Bozan'dan bahsedilir, Tallchief olumlu yanıtlanan duasının haberini aldıktan sonra Specktowsky'nin Boş Zamanımda Ölümden Nasıl Döndüm, Bunu Siz de Yapabilirsiniz adlı kutsal kitabından bir bölüm seçer ve Yaratıcı'yla Şekil Bozan arasındaki mücadeleyi okumaya başlar. Bu yeni inanç hakkında bilgi sahibi oluruz böylece; Tanrı şekil yaratıcıdır, her biri diğerinden daha büyük olan halkalarla kolay kolay bozulmayacak bir denge yaratmıştır ama Şekil Bozan'ın bozgunculuğuyla mücadele etmek zorundadır. Araya Legolas, Gandalf ve Fangorn karışır, birkaç yüzyıl önce Tolkien'ın yazdığı metinlerle Specktowsky'nin metni arasında bağlantılar kurulur. Tallchief yola çıkma gücünü içkide ve edebiyatta bulur, burnuğuna binerek yeni görevine başlayacağı Delmark-0 adlı gezegene doğru yola çıkar. Burnuk denen nane iki kişilik bir araçtır, tek atımlıktır, gidilen yerden döndürmez. Delmark-0'a gidişin dönüşsüz bir görev olduğunu sezeriz, yeni kurulan kolonide yapılacak çok iş vardır ve dönememe fikrinin başlarda pek de bir sıkıntıya yol açmadığını anlarız.

Mesele Tallchief üzerinden anlatılabilirdi ama ikinci ihtimal tercih edilir; Seth Morley bulunduğu çorak gezegenden sekiz yıldan sonra kurtulacak bir deniz biyoloğudur, Delmark-0'da yapılacak işler kendisini heyecanlandırır. Eşi Mary'yi pek heyecanlandırmaz, ilişkileri alışkanlık sonucu sürmektedir, birbirlerine güvenmezler ve birbirlerini umursamazlar. Seth biraz da savsaklayan, ciddiyetsiz bir adamdır, seçtiği burnuğun sağlam olduğunu düşünür ama sonradan ilahi bir yardımın, Aracı'nın -Tanrı'yla iletişimi sağlayan insan/kişi/kurum/kuruluş- yönlendirmesiyle gerçekten sağlam bir tane seçer. Her karakterin düşünce yapısı, insanlarla ilişkileri ve davranışları çok önemli, bu yüzden burnuk seçiminden eşle olan münasebete kadar her şeyi dikkatle değerlendirmek lazım, hatta zaman varsa metni ikinci defa okumak çoğu şeyi yerli yerine oturtacaktır. Neyse, yola çıkıyorlar ve gezegene ulaşıyorlar. Tallchief onlardan kısa bir süre önce geliyor ve gezegendeki bilim insanlarıyla tanışıyor. Bir teolog, bir sosyolog, bir makine ve elektrik mühendisi, jeolog, dil bilimci, sekreter derken çok renkli bir tablo çıkıyor ortaya, çeşit çeşit insan var ve hiçbiri koloninin amacını bilmiyor, yeni gelenlere soruyorlar ama onların da pek bir şey bildikleri yok. Gezegene inen ilk kişi psikolog olduğu için bir deneyin içinde yer aldıklarından şüpheleniyorlar, burnuklarla geri dönemeyeceklerini bilmeleri paranoyanın temelini atıyor. Yaşadıkları yerler kısa süre idare edecek şekilde inşa edilmiş, yeni yerleşim birimleri kurmayı düşünüyorlar ama hiçbir şey belli olmadığı için etrafı keşfetmekle uğraşıyorlar önce, birbirlerini de. Bir karakterin birkaç ilaç birden kullandığını öğreniyoruz, bir diğeri yaşlılıktan ötürü ölmek üzere ve kendi dünyasına çekilmiş durumda, aslında herkes -psikoloğun dediğine göre- hiper obsesif, herkes kendi egosuna odaklı, bu da her şeyin bir deneyden ibaret olması ihtimalini düşündürüyor. Morleyler gezegene iner inmez Tallchief'le yapılan konuşmalar birebir tekrarlandığı için karakterlerin psikolojilerinde de sıkıntı olduğunu anlıyoruz. Sonrasında mekâna duydukları paranoyayı kendilerine de yansıtıyorlar ve ortam yavaş yavaş karışmaya başlıyor. Üstlerinden gelen, orada bulunma amaçlarına dair bilgilendirme mesajını da teknik bir arızadan ötürü yitirdiklerinde tam bir bilinmezin ortasına düşüyorlar.

Civarda "Bina" denen bir yapı var, diğer zeki yaşam formlarınca inşa edilmiş ve keşfedilmeyi bekliyor. Karakterler birer birer ölmeye başlayana kadar kimse keşfe çıkmayı düşünmüyor ama önce Tallchief, sonra diğerleri garip biçimlerde yaşamlarını kaybediyorlar. Şüphenin tekinsizleştirdiği ortamda katilin veya katillerin içlerinden biri olup olmadığını bulmaya çalışıyorlar, işin içinde gezegendeki diğer varlıklar veya ilahi varlıklar da olabileceği için keşfi daha fazla ertelemiyorlar ve yola düşüyorlar. Binanın hologramını görüyorlar, bir algı oyunu. Gerçek binayı kısa süre sonra bulduklarında civardaki nehri görüyorlar, daha önce orada değildi. Burada iyice kıllanıyoruz, sanki Morley'nin deniz biyologluğunun bir yansıması beliriyor. Sonrasında Bina'nın içinde adı herkese farklı biçimde gözüken oda, tepemizdeki ampulü yakıyor. Herkes kendi gerçekliğini yansıtıyor ve böylece kolektif bir gerçeklik ortaya çıkıyor ama henüz karakter boyutunda bu, Delmark-0 hâlâ kendilerinden bağımsız bir biçimde var olmaya devam ediyor. Şekil Bozan'ı gören karakterlerin yanında öznel gerçekliklerini canlandıran karakterler farklı dehşetleri özgür bırakıyorlar, böylece gezegendeki varlıklarının amacı tamamen bağımsız bir birey olarak zihinsel faaliyetlerini sürdürmeye başlamalarıyla birlikte ortaya çıkıyor. O kadar çok verinin arasında mutlak gerçeğin ne kadar derinlere indiği yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bulundukları gezegenin Dünya/Terra olduğu anlaşılıyor, civardaki boş şehrin Londra olduğu ortaya çıkıyor, asit yağmurları tayfanın yaşayan son üyesi olan Seth'i eritirken asıl gerçekliğe varan karakterlerin hikâyelerini, her şeyin arkasındaki sebebi öğreniyoruz. Çok ağır spoiler var burada, vermeyeyim.

Devekuşlarından her şeyin cevabını veren alete kadar pek çok hoş ayrıntı mevcut, örneğin Terra'da kalanlar, başka gezegenlere göç etmeyenler aşağılanmışlar ve kafalarını kuma gömenler olarak nitelenmişler. İnsanlıktan çıktıkları düşünülüyor ki Terra'nın yaşanamaz bir yer haline gelmesiyle bu bir parça doğru olabilir. I Ching'in verdiği cevapları bir alete aktarıyor PKD, müthiş bir karışım çıkıyor ortaya. Karakterler Coleridge'ten alıntılar yapıyorlar, edebi klasiklerden bahsediyorlar, Terra'nı geçmişiyle yüzlerce yıl sonraki güncel zamanı birleştiriyorlar, bir sürü şey.

Biraz bilimkurgusal ve fantastik işlere eğileceğim, Proust'un dördüncü cildi için enerji toplamam lazım. Lovecraft bile okuyabilirim, öykülerini çok özledim. Neyse, PKD'nin dünyası kafayı karıştırıp toparlamada birebir. Tavsiye ederim.

28 Ocak 2018 Pazar

Philip K. Dick - Uzay Piyangosu

Şişenin seğireceğini gösteren alametler belirdikten sonra yeni Direktör'ün kim olacağını minimax adlı sistem belirliyor. Belirsizlik, eş zamanlılık, benzer işler. Heisenberg ve o zamana kadar bu kuantum mekaniği dalgasıyla kim uğraşmışsa hepsine teşekkür borçlu PKD, bilinmezciliği ortaya koyarak etrafına paranoid bir dünya kurmasına yardım ettikleri için.

Aslında basit; dokuz gezegeni yönetecek bir adam seçiliyor, şişe sağ olsun. Random bir şekilde ensesinden tutulan sınıflı -snfszlar oyunun ışında, kast sistemi işlevsel- arkadaş törenlerle koltuğuna oturuyor ve sistemin seçtiği suikastçı kendisini öldürene kadar yönetiyor. Son derece rastgele bir sistem, sebebini üç paragrafta özetlemiş PKD. Metin 1955'te yazılmış, öngörülerin tutup tutmadığını okur söylesin. Neyse, 1980'lere gelindiğinde tüketim toplumu daha fazla tüketemeyecek bir hale geldiği için arz fazlası mallar yığılırken piyango sistemi doğuyor. İnsanlar satın alamadıkları ürünler için piyangoya katılıyorlar, ödüller güce ve prestije evriliyor, sonuçta Oyunun Efendisi unvanı büyük ödül haline geliyor. İstikrarlı bir dünyayı çoktan geride bırakan insanlar için en mantıklı yaşam biçimi, piyangodan ödül çıkmasını beklemek. Sebep-sonuç ilişkilerinin ortadan kalktığı, tamamen tesadüflere dayalı bir dünya bu.

Aykırı sesler, alternatif dünyaları arayanlar da var tabii, çok iyi bir örnek olmasa da dünyanın eski hali özleniyor ve Preston gibi adamlar ortaya çıkıp özgürlüğün peşine düşüyorlar. Dokuz gezegen sisteminin dışında, yeni başlangıçlar için uygun olan gezegenleri aramaya giden yarı çatlak Preston'ın müritleri, 150 yıldan beri haber alınamayan üstatlarının peşinden uzaya gidiyorlar. Şişenin seğirdiği sırada. Seğirme, Efendi'nin değiştiğini gösteriyor. Bazı efendiler birkaç dakika yaşayabiliyor, bazıları yıllar boyunca sağ kalıyorlar, kendilerini nasıl koruduklarına bağlı. Verrick kendini iyi korudu, şişe seğirene kadar. Yerine geçen Cartwright, Prestoncı arkadaşlarını onuncu, efsanevi gezegen Alev Diski'ni bulmak üzere uzaya yolladıktan sonra Efendi olmak üzere ofise geliyor. Telepatlar ve askerler tarafından korunacak ama kime güvenebilir? Yaşlı bir adam Cartwright, öldürülmemek için elinden geleni yapacak ama paranoyalarla da mücadele etmek zorunda kalacak.

Belirsizliğin içinden inanç yükseliyor, radikal bir grubun eylemleri ütopyanın kapılarını aralayabilir. John Preston, bir deli peygamber, uzaklardan verdiği umudun kaynağı olarak çoktan toza dönüşmüş olabilir ama yarattığı devinim hâlâ sürüyor. Bir şeyler uğruna mücadele etmek, ütopyanın ta kendisi. Belki bir hiç uğruna mücadele.

Tam PKD işi, tekinsizlik. Emin olamamak. Kendinden bile şüphe duymak, bir önceki anın kişiliğiyle şimdininki farklı olduğuna göre korkunun bir mesafesi yok, kişinin sıfır noktası da kendine bir o kadar uzak. O kadar uzak ki tepeden inen bir sistem koşulsuz kabul ediliyor, herkes piyonluğunu biliyor ama herkes kendi zihnine hapsedilmiş durumda, tekinsizlikten ötürü. Bu üst yapı hakkında pek bir fikrimiz yok, PKD bu noktayı es geçmiş gibi geliyor bana. Psikolojik bir hikâyeyi takip ediyoruz, işin ekonomi politik boyutu anlatıyı çok daha derinleştirirmiş. "Toplumsal ve siyasi sistemi destekleyen endüstriyel yapı" olarak "beş Tepe" bahsi geçiyor ama yayılmacılığın durduğu bir noktada sistemin sürmesini sağlayan nedir, bu mekanizmanın doğrudan sömürücü eylemleri nedir, bilemiyoruz.

Verrick ve Cartwright arasında bir kovalamaca başlayacak, Verrick kaybettiği unvanın acısını çıkarmak için Cartwright'ın kellesine ödül koyacak, yanında çalışan hırs delisi bir adamın yarattığı android sayesinde Efendi'nin canını almaya çalışacak. Sanırım olay budur, biraz da detaylardan bahsedip bitireyim. Tabii daha Ted Benteley var ama o daha çok anlatıyı görmemizi sağlayan gözlerden ibaret, özgürlükçü ve sistem karşıtı olduğunu da ekleyebiliriz. Ayrıntılar, mesela her konuda en yetenekli insanların reklam sektöründe çalışması. Güzel, daha çok ve daha pahalıya satmak iyi ama ekonomik anlamda çökmüş bir toplumda nasıl bir reklam stratejisi gelişebilir, bilemedim. Android, tek bir bedenden geçen çok zihin, ruhun maddeye üstünlüğü. "Düşünüyoruz, o halde varım!" Bir android vecizesi.

PKD'nin ilk romanı bu, genişçe bir dünyayı sınırlı bir forma sokmaya çalıştığı için bağlantılar iyi kurulmamış gibi geliyor ama bu dağınıklık onun biçem denemelerinden kaynaklanmış olabilir veya romanın devamını getirecekti belki, belki de getirmiştir, bilemiyorum. Her koşulda türün müptelaları tarafından mutlaka okunmalı.

10 Mayıs 2017 Çarşamba

Philip K. Dick - Bir Palavracının İtirafları

Bertrand Russell'ın Batı Felsefesi Tarihi canıma okudu şu son on gün. Kitaplardan anlamamamın yanında analitik zekam vasat olduğu için bağlantıları tam kuramadım, bazı bölümleri tekrar tekrar okudum derken sahilde yürüyüşleri aksattım falan, mutsuz oldum. Okuması başlı başına bir uğraşken anlatmayı yaza bıraktım, Yuval Noah Harari'ninkiler yaza, Mailer'ın Çıplak ve Ölü'sü yaza, Cees Noteboom ve Kierkegaard yaza, aşağı yukarı otuz kitap. Şimdi tek atımlıklardan devam.

PKD'ye dün sabah başladım, akşam vapurda bitti. Adamın kitaplarını höy diye bir kalemde okuyup bitirmek istemiyorum ama elimde değil, bitiyor. Brautigan için de aynı şeyi hissediyorum. Başka da kimse için hissetmiyorum. Büyülü Fener öykülerini basmaya devam edecekti, bu bahar üçüncü cilt çıkacak söylentisi vardı ama ne oldu bilmem. Bassanıza arkadaşım.

Hume'dan bir kıllanıyoruz zaten de palavracının kim olduğunu düşünürken tahmin etmeye açık hale geliyoruz. Olaylar olayları izler, kişiler kişileri izler ama sonuçlar her zaman kişilerle, olaylarla bağlantılı olmayabilir, yıllar yılı özene bezene kurduğumuz evrenimiz bir başkası için hiçbir anlam ifade etmeyebilir, evrenler çakışmayabilir veya biri diğerini yutabilir, daha da iyisi anlatıcı bu bakış açısını çarpıtıp bambaşka bir hikâye anlatabilir. Güvenilmez anlatıcı nanesi saatli bomba gibi, zaten anlatıcı da sürekli karakterden karaktere atlıyor ve üçüncü şahısta belirebiliyor, o zaman karakterlerden bağımsız olarak üçüncü şahıs da güvenilmezdir ve hatta belki de tek güvenilmez odur, onun kurduğu evrende ilerlemeye çalıştığımıza göre mümkün.

Fay Hume, Charley (arka kapakta ne hikmetse Charlie) Hume, Nat, eşi Gwen ve kıymetli delimiz/akıllımız Jack Isidore arasında geçen bazı şamatalı mevzular gösteriyor ki bazı insanlar deli, bazıları daha da deli ya da hayatın akışı içinde her şey normal, her şey olabilir ve olabilirliğin içinde insanın yapabileceği pek bir şey, benimseyebileceği pek bir fikir yoktur, insan sürüklenmeye yazgılıdır çünkü bazı insanlar öyledir, öyleliklerinde kalacaklardır, sanki akışın içinde değillermiş gibi, sanki bilmedikleri bir şeye dönüşmekten korkarlarmış gibi, sanki yaşamazlarmış gibi ama yaşam tam da budur onlar için; dönüşmesiz bir sürek, tanıdık mutluluklar ve mutsuzluklar, hep aynı, hep benzer, sıkılmadan hep aynı hatalar yapılır, aynı zaferler kazanılır, so it goes.

Jack'i PKD'nin personası olarak görmek hoşuma gidiyor. Zihinsel farklılıkların akıl hastalığı olarak fişlenmeye başlaması hastalar üzerinde daha iyi kontrol olanağı sağladı, muktedir neyin ne olduğunu tanımlayıp her şeyi raflardaki yerine koydu ve görev tamamlandı ama cılız da olsa muhalif sesler duyulmadı değil. Alfa Ayının Kabileleri'nde PKD ne güzel giydiriyor bu paradigmayı dünyanın başına tebelleş edenlere, "Sizsiniz ulan deli!" diye bağırdığını hayal ediyorum geçirdiği krizler sırasında. Jack'e de söyletir bunu, dümensiz insanların daha sürüklenebilir ve ölümcül -kendileri ve başkaları için- olduğunu açıklar. Gerçi giydirdiği şey normallik değil normallik görüntüsüdür; herkes kırk cepheden saldırı altında olduğu için ilişkiler, teknoloji, tüketim çılgınlığı derken haydi, beyin yandı. Soyut düşünce yandı gerçi, beyin tamamen tepkisel, güdüsel bir halde işlerliğini sürdürüyor. Yapabiliyorsak yaparız, ötesinde hiçbir fikrin, ahlaki düşüncenin yeri yoktur.

Jack, ilginç koleksiyonlarının yakılıp durmasıyla delirmemişse savaşta mutlaka delirmiştir, dünyanın ortadan ikiye ayrıldığı ikinci büyük savaşın ardından eşyalarından geriye yine pek bir şey kalmadığını görünce evden ayrıldı, piromanik ailesinden pek bir hayır gelmeyeceğini düşündü ki haklıydı. Kız kardeşiyle eniştesinin gelip kendileriyle birlikte yaşamasını istedikleri zaman onlara uydu ve Fay'in zevkine göre sıfırdan inşa edilmiş, döşenmiş evin daimi misafiri oldu. Bundan önce marketlerin kampanya broşürlerini istifledi, çocukluğundan itibaren çok kitap okudu ve kitapları hep yakıldı, Fay'le de bir türlü geçinemediler, tabii bunda Fay'in delilikten, normun dışında olandan ölümüne korkmasının payı büyük.

Charley Fay'e pek vurmazdı ama ped almaya yollandıktan sonra kendini tutamayıp bir tane ekledi. Pedi alırken yaşadığı sıkıntı trajikomiktir; erkeklerin dünyasına ait olmayan bir nesne adamı fena irrite eder, sanki zayıflığın bir mabedini tutar elinde. Eh, eşinin huyunu da bildiğinden daha fazla dayanamaz ve fiziksel şiddete başvurur. O zamana kadar kimseye tek fiske vurmuş değildir ama yavaş yavaş kendi olmaktan çıkar, farklı bir tür deliliğin eşiğine gelir. Charley iyi kötü bir fabrikanın sahibidir, güzel para kazanır ve parayla birlikte bütün enerjisinin de Fay tarafından sömürüldüğünü görmekte çok geç kalır. Fay'in baskın karakteri adamı sindirir, patlama anları da birikmiş enerjinin dışa atılmasını sağlar ve sömürüyü sürdürür. Charley üniversite okumadığı için Fay kadar iyi konuşamadığını, konuşabilse her şeyin çok farklı olabileceğini düşünür ama olaylar karışana kadar idare eder. Estetik bir zevki yoktur, her şeyi maddi açıdan görür ama çoğu şey gibi bu da bir palavradan ibarettir; karısı başka bir dünyanın mümkün olabildiğini sembolize etmesinden korkarak Charley'nin iş yerinde beslediği kediyi yok eder. Öldürür muhtemelen. Adamın başka bir nesneyle ilişki kurmasını istemez, sadece kendisi ve ihtiyaçları olacak. Charlie Fay'in bankasıdır, ne eksik ne fazla.

Fay... Tam bir katliamcı. Çocuk yetişkin. Merakı sonsuz ama hiç var olmamış gibi kısa ömürlü. Vamp, kasabanın erkekleri Fay'i görünce iç geçirir. Normları iyi bilir ama içerikten haberi yoktur; Katolik köhneliğin son temsilcisine göre evlilik bir yeminle ölüme bağlanır ama geri kalanı güdülerle alakalıdır. Sadakat ölümedir, eşe değil. Nat tam bu noktada devreye girecek ama Fay'i biraz daha anlatayım. Pragmatist, işine ne gelirse. Spor salonunda vücudunu güzelleştirir, psikoloğuna yüzlerce dolar öder ki psikoloğu da kündeye alıp adama duymak istediklerini söyletir. Üniversite okuduktan sonra bir iki iş tecrübesi olur ama yaşam standardı yükselmez, Charley'le tanışana kadar.

Nat ve eşi Gwen. Kıt kanaat geçinen bu genç çiftin hayalleri vardır ama sevgileri yoktur, Nat kanadında durum bu. Gwen'in Nat için anlamına değinilmez, mühim olmadığı için olabilir. Nat ve Fay arasında önce münakaşalı bir ilişki kurulur ama Charley'yi başından atmak isteyen Fay dümeni kurmuştur bile, Nat'in nereye çekilse oraya gidecek doğasını kavrar ve adamın evliliğini yıkar, Charley'nin kalp krizi geçirmesine ve daha sonra intiharına sebep olur falan.

Metnin en çarpıcı kısmı, palavralarla okuru bilinmeze soktuktan sonra belli bir noktada olayları aydınlatmaması, belki de beklendiği gibi karmayı ortaya çıkarmamasıdır. Jack'in ihaneti bütün kasabaya ifşa etmesiyle birlikte "kötülerin" cezasını bulacağı umulur, öyle bir şey olmaz. Charley'nin evin yarısını Jack'e bırakmasıyla Nat'le Fay'in ıstırap çekecekleri, Jack'in varlığının onları rahatsız edip bir noktada ayrılmalarına sebep olacağı düşünülür, hatta bu konuda evin giderlerini karşılamak için Jack'in iş arayışına da önemli bir bölüm ayrılır ama yine böyle olmaz. Jack evin hissesini Fay'e satar. Charley'nin intikam planı suya düşer.

Nat'in düşünceleriyle romanı bağlayıp bitiriyorum. Nat kardeşimiz her şeyin farkında, nasıl bir tuzağa düştüğünün de farkında, hatta Gwen'e pislik gibi davranıp bin bir yalan söyleyerek boşanmalarının ardından neye dönüştüğünü sorgular da. Fay'in son derece açık politikası yüzünden acı çekmesine rağmen, neye dönüşeceğini bilmesine rağmen bir noktadan sonra düşünmeyi bırakır ve belirsizliğin olmadığı -Fay'in fikirleri son derece açıktır; ikisi de birbirini sever ve Nat yavaş yavaş Charley'ye dönüşür- şeffaf bir dünyaya adım atar. O an için şeffaf. Gelecek son derece karanlıktır. Binlerce "belki" var; belki Nat mutsuz olacak, belki Fay mutsuz olacak, belki sömürülmek Nat'in hoşuna gitmeyecek. Sadece sürüklenir Nat, bilinçli olduğunu düşündüğü anda bile. Sadece düşünür ve uygular Nat, sürüklendiğini düşündüğü anda bile. Palavraları yorumlayın, sanırım okur için de sonsuz "belki" var bu romanda.

Jack'in katıldığı çok deli bilimkurgusal, uzaylı istilası bekleyen ve 23 Nisan'da dünyanın yok olacağını bilen grup hem o dönemin kafayı yemiş, kültlere sarmış insanlarını, hem de bir şeyin gerçekleşip gerçekleşmeme ihtimalinin eşit olduğu, her şeyin mümkün ve hiçbir şeyin olası olmadığı bir dünyayı simgeler, PKD'nin anlatı dünyasını.

Vallahi müthiş, edinilse ne güzel.

Gönlümün efendisi de ortamlara yeni şarkı salmış. Şabloncu mabloncu, türe bir yenilik getirmemekle suçlanırsa suçlansın, Steven Wilson güzel bir insan.