Philip Roth etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Philip Roth etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Mart 2017 Perşembe

Philip Roth - Portnoy'un Feryadı

Psikolojik karnaval. Seksen çeşit okuma yapılabilir. Adler, Jung, Horney ve özellikle Freud ekolünün deli malzeme çıkarabileceği bir roman. Roth'tan semitik çıkmazda sonsuz libidosuyla mücadele eden bir adamın romanı. Yazarın psikoloğuyla arasında geçenlerin hikâyesi diye söyleniyor, bilemiyorum, doğrudur.

Epigraf niyetine Portnoy Sendromu tanımlanıyor. Kurgusal pikoloğumuz Spielvogel'in lieratüre kazandırdığı bu müstesna rahatsızlık, hadım edilme korkusunun zirvesinde her türlü teşhircilik, röntgencilik gibi olaylarla dışa vuruyor. Alexander Portnoy'un yetiştiği çok koyu, kopkoyu Yahudi ailenin binlerce yıl boyunca sürdürülen dışa kapalılık ve suçluluk geleneği içinde delirmesi kaçınılmazdı, nihayetinde feryadı patlatıverdi seansın ortasında. İnsan en yapmayacağı şeyi yaparken kendini buluyor ya, sanıyorum o hesap. En başta patlatılması gereken haykırış, baskıların, yanlış yönlendirmelerin, şiddetin ve korkunun biçimlendirdiği bir hayat berbat olduktan sonra geliyor. Ama geliyor.

Portnoy her şeyi seans sırasında anlatıyor, anlattığı her şey bırakılan izlerin zirvelerine kıyasla karışık, kronolojik değil. Çocukluk travmalarının ardından gençliğin ve orta yaşın karışıklığını aşıp anlatının günceline geliyoruz ve ıstırap dolu bir yaşamın söz edilen son anına geldiğimiz için rahatlama dolu bir uluma da biz koparıyoruz. Koparmalıyız, Portnoy'un kara yazısına bir omuz vermek gerek.

Daha başlarken kroşeyi yiyoruz: "Bilincimde öyle derin yer etmişti ki okuldaki birinci yılım boyunca, öğretmenlerin hepsinin aslında annem olduğuna ve kılık değiştirerek karşıma çıktıklarına inandım." (s. 7) Eyvah. "Hayatı daha da zorlaştıran şey, onun da beni sevmesiydi." (s. 8) Eyvah eyvah. Annecik ceza olarak oğluna bıçak çekip evden kovabiliyor ama yavrusunu da seviyor. George Carlin'in Tanrı'yla alakalı söylediklerini hatırlıyorum.


Yahudilerin tanrısıyla bizimkinin annesini aynı kefeye koyuyorum ister istemez. Deneni yapmazsanız acı çekeceksiniz, lanetleneceksiniz, kafanıza taşlar yağacak, kan kusacaksınız. O zaman itaat edin de rahatlayın. Çok kolay. Çok zor çünkü Alex uyumsuzluğunun yanında 60'lı yılların liberal, özgürlükçü ortamının havasını da taşıyor ve sessiz bir isyana sürükleniyor. Sivil itaatsizlik. Şiddet içermeyen eylem. Suskun öfke. Üniversiteye başladığı yıl Şükran Günü'nde eve ilk kez dönmüyor ve annesinin onu maruz bırakmakla korkuttuğu şeyi yapıp acı veren tarafa geçiyor. İntikam vakti. İşe yaramaz bir avuntu.

Baba müzmin kabız, anneyle rolleri değişmişler. Tanrı'nın kuzusu. Cehaletinden kurtulmaya pek niyeti yok, Alex'in okuması için aldığı kitapların kapağını dahi açmıyor ve... ilerlemiyor adam işte, çakıldığı yerde duruyor. Çerçevesinin dışını iyi bilmediğinden, eşinin baskın karakteri yüzünden kıpırdayacak hali yok. Çocuklarının sorgulamalarına cevap veremeyecek, çılgın anneyi durdurmak gibi bir niyeti yok ve bu yaralayıcı, Alex için bir noktada güvensizliğinin kaynağı. Ele geçirilecek bir anne yok, mücadele edilecek bir baba hiç yok, o halde ödipal eğitim gerçekleşmeyecek ve ebeveyn kimlikleri oluşmayacak.

Yahudi kültürü. Goyim bulaşıcı bir hastalıktır, Yahudi olmayanlardan uzak durulmalıdır. Onların gelenekleri, yaşamları ucuzlukla doludur, ailenin kutsallığını bilmezler, günü kurtarırlar ve ötesine karışmazlar. Suçlamalarının verdiği güçle yayıklaşmışlardır, peygamberlerini Yahudiler öldürmüştür sonuçta, bunun suçu bütün mensupların omzundadır. Öylesi derin bir suçluluk duygusudur ki bu, sonlara doğru Alex her şeyi geride bırakıp İsrail'e yerleştiğinde ve genç bir kadına tecavüz etmeye kalkıştığında büllüğü kaldıramaz. Yıllar boyunca süren süperego ve id arasındaki çatışma biter, id ketlenmiştir ama bu da mutluluk getirmeyecektir. Adam kamışından başka kendine ait hiçbir şeyin olmadığını söylüyor ve kaldıramıyor, yıkımdır bu.

Adamın ilişkilerine girmiyorum, her biri ayrı trajikomik. Yahudi komedi anlayışı tam gaz. Bir Jerry Seinfeld, bir Chandler Bing -Matthew Perry desek daha doğru- havası buram buram. Sevgililerden biri Alex'in sürekli kendiyle dalga geçtiğini, gerçekten de pek de bir boka benzemediğini falan söyleyerek adamımızı duman ediyor. İlişkilerdeki her bir detayda aile yaşantısının çürük kokusu ortaya çıkıyor, bir tanesinde çok, çok iyi bir kızla evlilik hayali kuruyor Alex, kıza din değiştirip değiştirmeyeceğini soruyor. Öylesine. Espri. Kız öyle bir şey yapması için ortada bir sebep göremediğini söylüyor ve Alex için her şey bitiyor, o kadar tahammülsüz ki kendi başlattığı geyikle kendini vuruyor ve belki de hayatını boktan çıkaracak bir fırsatı kaçırıyor falan. Böyle işler.

Ağır, ağır olduğu kadar gerçek. Bir Delinin Hatıra Defteri'nde gülenleri anlayamamıştım, arka kapakta gülmekten karna ağrılar gireceği yönündeki bir yorumu okuyunca benzer bir duyguya kapıldım. Gülemiyorum ben ya böyle bunaltılı hadiselere. Neyse artık.

13 Eylül 2016 Salı

Philip Roth - Sokaktaki Adam

Neden? Yirmili yaşlarımın başından beri en büyük korkum, yaşadığım son anın büyük bir pişmanlıktan ibaret olması. Bundan kurtulmamın tek yolu o son anı yaşamak. O zamana kadar aynı kaygıyı hayatımın her yerine yaymak zorunda mıyım? Anlık bir parıltı halinde gelen mutluluk bu düşünceyle gölgelenmek zorunda mı?

Dünya ağrılarını bir kendimde duyarım ama başkalarının da aynı şeyleri düşündüğüne adım gibi eminim. Edebiyat, müzik, ne olursa takip etmem bundan: İnsan bir kendi yaşasa da milyarlarca yaşıyor. Bunu görebilmek için kendime ayırmadığım her anı başkalarına, kitaplara ve şarkılara ayırıyorum. Sokaktaki Adam, ne yaşayabileceğime dair aşağı yukarı bir yol gösterdiği için severek okuduğum bir kitap oldu.

Roth, yaşayan en büyük yazarlardan biri olarak görülüyor. Seksenlerinde, ömrü yeterse Nobel'in en büyük adaylarından. Hayalet Yazar'ını okumuştum ama askerdeydim. Okumuş sayılmıyorum, tekrar okumam gerekecek. Askerdeyken beyin normal işlevlerini yerine getirmemeye programlanıyor, o yüzden.

Hikâyeyle anının ayrıldığı bir nokta yok, geçmişle şimdi arasında gidilecek bir zaman kalmayınca, mezardayken her şey aynı zamanda yer alıyor. Kahramanımız mezarında yatarken abi, çocuklar, herkes orada ve adamın arkasından söylenecek birkaç söz var. Kötü bir baba, daha kötü bir eş, duyarsız bir kardeş, bir sürü şey ama her şey yaşamın içinde erir, kaybolur. Adamımız istediği hayatı yaşamıştır ve sorumluluğu sadece kendine aittir, başka kimseye hesap vermek zorunda değildir. Bu yüzden bütün duyguları kendinedir, duygularını başkasıyla paylaşmak zorunda değildir, paylaşmaz da. Kızı konuşurken gerçekliğin yeniden yaratılamayacağını, her şeyin olduğu gibi kabul edileceğini söyler ve bir avuç toprağı mezara atar. Kızından babasına son bir armağan, babanın kırık bir hayattan daha fazlasını vermeyişine yıllanmış, yekten bir cevap.

Howie, abi. Babalarının mücevher dükkanında çalışan küçük çocuğu hatırlıyor. Küçük kardeş baba için güvenilirdir, ötesi bilinmez. Babanın cenazesinde şahsi eşyaların kefene doğru düzgün konması dışında küçük kardeşin başka bir duyarlığını görmeyiz, babanın düzenden başka bir anlamı yoktur.

Sıradan bir cenaze törenidir, adamımıza özel hiçbir şey yoktur. Bir hayat sona erdi, başka bir yerde başladığı zaman potansiyel vadediyordu. Burjuvanın tam kalbinde bir Yahudi aile, sevgi yoksunluğu biraz sıkıntı yaratabilir ama yine de ödünleme yoluyla üstesinden gelinebilecek bir problem. Adamımız ameliyat olmak için hastanede yatarken yanda yatan çocuğun ölümüne şahit olur, ölümle tanıştığı andır bu. Babasından ameliyat konusunda cesaretlendirici bir şey duymaz, "Oğullarımın ikisi de müthiş!" gibi bir cümle dışında. Babanın oğluna en yakın olduğu an, yetersiz bir cümle. Ardından gelecek yakın an, babanın mezarda toprağa boğulduğu andır. Adamımız, babasının canlı olduğunu ve gözlerine, ağzına toprak dolduğunu hayal eder, sanki gömme işlemi sonsuza kadar sürecekmiş gibi.

Oğlan büyür, ödüllü bir sanat yönetmeni olur ve başarısız bir evlilik yapar. Aradığı şeyi bilmeyen bir adamdan mükemmel bir hata. İkinci eşi Phoebe hayatının en büyük şansıdır, tabii bunu da yerle bir eder ve kendisine kin güden iki erkek çocuğu da ardında bırakarak acil bir durumda adeta kendisi bir risk teşkil eden genç ve ahmak bir kadınla evlenir, üçüncü ve son kez. Üçüncü yüzük, babasının pırlanta dolu geçmişiyle bağdaşınca oldukça anlamlıdır. Baba, işçilere krediyle yüzük satar ve ödemesini yapmayanların peşinde koşmaz, onun için ölümlü insanların dünyanın yok olmayacak bir parçasına sahip olmaları, heyecansız bir yaşamın daima süreceğine dair en kuvvetli inançtır. Geri ödenip ödenmemesi mühim değildir, ödenenler zararını çokça karşılamaktadır. Bizim adamımıza gelince, her bir yüzükle dünyada yerini bir parça daha sağlamlaştırdığını düşünür ama kârı zararından azdır; yaşamı her geçen gün sona yaklaşır ve elinden kayıp gidenler bir türlü geri gelmez.

Sağlık sorunları baş gösterir; stent takılır, anjiyo falan derken hastane seferleri başlar. "Üç defa evlenmişti, metresleri, çocukları ve başarıya ulaştığı ilginç bir işi olmuştu ama şimdi ölümden kurtulmak hayatının ana meşgalesi, vücudunun çöküşü de bütün öyküsü haline gelmiş gibiydi artık." (s. 45) 11 Eylül faciasından sonra Florida civarlarına taşınır, yaşlılar sitesi diyebileceğimiz bir yere. Resim kursu açar, insanların sanat uğraşı altında dertlerini dinlediği bu işle uğraşır. Gerçekten yetenekli bir öğrencisi olur, yaşlı kadın bir müddet sonra aldığı ilaçların doğurduğu sefilliğe dayanamaz ve intihar eder. Bütün bunlar olurken "tek zamana bağlı" olaylar ortaya çıkar, kızı Nancy'nin kalça kemiğini incittiği zaman yaşanır. Kızın cenazede kendisi için söylediklerinin aynını söyler: Gerçeği olduğu gibi kabul etmek gerek. Aldatan bir babadan kötü bir hayat dersi. Bir de eski iş arkadaşları var, parlak günleri çok gerilerde kalan bu insanlar ölür veya intihar eder. Adamımız ölüm tarafından kuşatılmaktadır ve buna hiç hazır değildir.

Ölümün yaklaşmasıyla birlikte gerçeğin katılığı başarısızlık olarak görünmeye başlar, böylece etrafındaki insanlara kin güder. Abisinin sağlıklı olması büyük problemdir, çocuklarının görüşmek istememesi de öyle. Kendine bir sürü soru sorar ve hepsini cevaplar: Tanıdığı hiçbir insana kötülük yapmamış, gerektiğinde onların yanında olmuştur. "Kimse herkese yetecek kadar mutsuzluk olmadığını veya kendi hayatının hikâyesini korumaya kalkıştığı bu sorular fügünü harekete geçirmeye yetecek derecede büyük bir pişmanlık duymadığını söyleyemezdi." (s. 58) Kimse söyleyemez, kendinden başka. Yüzleşmesi gereken kendidir, ölmeden bir an öncesine kadar vakti vardır ve bu vakte güvenmektedir. Ölümün aşamaları birer birer atlatılmaktadır, öfke safhası sona erdiğinde kabullenme kendini gösterir ama yüzleşilecek daha çok şey vardır, Phoebe'yle olan rüya evliliğinin sona ermesi belki de en büyük hesaplaşma olacaktır.

Elli yaşına kadar uslu durmuş olan adamımız, yolun sonunun gelmekte olduğunu fark ettiği zaman maceraya atılır, ajansta tanıştığı güzel bir kadınla Paris'e gider ve Phoebe'ye yakalanır. Phoebe'nin bir tiradı var ki yalan söylemekle ilgili okuduğum en güzel tirat olabilir. Öfke patlaması, pişmanlık, üzüntü, bir dünyanın dağılması. Kısaca birinin bir başkası üzerinde yalan yoluyla egemenlik kurmasıyla ilgili, bir hiç uğruna.

Sonlara doğru hesaplar kapatılır, özür dilenecek insanlardan özür dilenir, tabii cüret edildiği kadar. "Yaşlılık bir savaş değildir; yaşlılık bir katliamdır." (s. 93) Son yenilgisinden önce aile mezarlığına gider, mezarları kazan adamla konuşur. Hüzünlü bir an. Adama yüklüce bir miktar para verir ve bir sonraki çukurun iyi kazılmasını ister. Kabullenme tamamlanmıştır.

Adamımız son ameliyatı sırasında korktuğu gibi, ne olduğunu anlamadan hiçliğe sürüklenir. Bir an, bir göz kırpması. Toprağa verilişinden ölünceye kadar yaşamıştır, bir karıncanın adımı kadar.

İyi yazardan iyi kitap.

İyi gruptan iyi şarkı.