Anlatıcı Venedik'te yaşıyor, ara sıra Paris'teki evine gidip dönüyor. Yaklaşık üç saatte evler, ülkeler değişiyor. Gerçi evler değişmiyor, anlatıcı her yerde bir evin yalıtıcı huzurunu bulabiliyor ama bu huzurun Venedik'teki halini gösteriyor daha çok, sürekli gittiği restorandaki tanışlarından başlayarak. Kenti ev olarak hayal edebiliriz, anlatıcı şehirden şehre bir dünya anısını anlatsa da ayaklarının Venedik'e bastığını biliyoruz. Doğrulduğu noktadan gördükleri şunlar: vasatlık, Çinli restoran sahibi, dünya ahvali, Proust, Saint-Simon ve hepsinin karışımı, düşüncelerin akışında gündelik yaşamla yüzyıllar öncesinin sanatı bir araya geliyor, anlatımda bu iki katmanın iç içe geçtiğini görüyoruz. Proust'un an kayıtçılığı ve Saint-Simon'un karakterleri bir araya geliyor, sağlıksız bir topluma uyum sağlayamayan anlatıcının "karşı-delilik" adını verdiği kitabın içeriği oluşuyor. Metnin kendisi bir karşı-delilik tavrı olarak görülebilir. Ortalara kadar delirilecek bir şey yok ama anlatıcının yaşadıkları biriktikçe, çağı hakkında daha derinlikli düşünmeye başlayınca ani bir kopuşun sesini duymaya başlıyoruz bu sefer. En baştan alayım ben yine, kopmadan. Kısa bölümler halinde kurulmuş anlatının ilk bölümünde restoranı ve restoran ahalisini görüyoruz. Mekanın sahibi Çinli, "professore" diye seslenmiyor da sırıtkan bir laubalilik sergiliyor, bu sırada ülkenin yakın tarihi hakkında da malumat sahibi oluyoruz. 1970'li yılların başında İtalyan Komünist Partisi'nin karşıladığı gemiden inenlerden birine benziyormuş bu Çinli, yozlaşmış sol kanadın bir üyesiymiş, çağa hemen ayak uydurup finans güçlerinin etkisine girmiş, davayı anında satmış, daha iyi bir yaşam için diğer insanları sömürmeye başlamış. Tutunamıyor yine de, kültürel uçurumları açamayıp bir İtalyana bırakıyor mekanı, anlatıcı tekrar "professore" oluyor. Titrler başlarda anlatıcı için mühim, dolmakalemi ve Fransızlığı kadar. İtalyanların Fransızlar karşısındaki tutumlarını kendi kişiliğini göz önüne alarak değerlendiriyor, Devrim'den itibaren İtalya üzerindeki Fransız etkisi bariz. İnsanlarla ilişkilerinde de gösteriyor bunu anlatıcı, aslında düşüncesinde ve eyleminde aynı akışkanlıkla karşılaşıyoruz. Bir eylemin yer aldığı paragraftan düşünce akışıyla dolu başka bir paragrafa hemen geçiyor, İtalyanlardan Ada'ya geçişi de böyle. Haftada iki gün Ada geliyor, anlatıcıya masaj yapıyor, başka hizmetleri de var ama ticaret mahremiyeti gereği dillendirmemek gerek, zaten hemen ardından Loretta çıkıyor ortaya, restoranda çalışan bir kız. Notre-Dame-de-Lorette düşüyor akla, anlatıcı zihninde yolculuk yapıp Fransa'ya dönüyor ve Montaigne'in Alman bir rahibin, bir cizvitin önüne diz çöktüğünü hatırlıyor, büyük bir olay, Montaigne yorumcuları bu olayı hiç gerçekleşmemiş gibi unutmak istiyorlar ama tarihten parlak bir sayfa bu, gülünçlüğü ölçüsünde. Dini inanç mekanında adak adamak isteyen bir Montaigne, Fransızların aklı almıyor bunu. Şu da var: "Montaigne'in Roma'da özellikle Eski Yunan ve Latin klasiklerinin papa tarafından korunup korunmadıklarını araştırmak istediği biliniyor. Korunuyorlardı. 'Pagan bunlar' deyip Yunan ve Latin klasiklerini silmeye bir kalkın bakalım. Bu yüzyıllardır yapılan bir şey, şimdi yeniden başlıyor. Zararlarını göreceğiz." (s. 11)
Montaigne ve Loretta üzerinden ateizm mevzusu. Anlatıcının zıplayışlarına bir örnek: "Loretta, Lotta, Laure, Laurette... ve işte bir başka hayalet: Lotte, Hölderlin kulede kaldığı sürece ve ölümünden önce ona eşlik eden, marangoz Zimmer'in kızı." (s. 12) Gündeliğe dönüş, Hölderlin'in ölümü üzerinden yaşamın geçiciliği. Sakin sakin yok olmayı düşünen anlatıcı için geride dijital ormanda kalacak birkaç veriden başka anımsatıcı yok, hiçliği seviyor anlatıcı, Ada'nın gelişiyle birlikte yok oluş düşüncesi hatırlanacak zevklere, hatıralara geliyor, dini eğitim bahsi buradan açılıyor. Yahuda'nın solculuğu, sadece otuz dolara bedenini işleten kadınlar, her şey ansızın birbirine bağlanıyor. Sollers birden fazla dalı tek bir gövdede birleştirebiliyor, anlattığı şeyler ne kadar dağınıksa en sonda toplanıyor, ucu açık bir anlatı parçası kalmıyor. Ada'nın yoğurduğu şeyin gelecekteki kadavrası olduğunu düşünüyor anlatıcı, Mecdelli Meryem'in otuz dolar karşısında da değişmeyeceğini düşünüyor. Otuz bin dolar, milyon dolar, hiçbir şey fark etmez, kadınların zevk aldıkları eylemlere paha biçilemez. Fransız kadınlarıyla İtalyan kadınları kıyaslanıyor, Fransızlar daha sorgulayıcı ve tedirgin. İtalyanlar "yaşıyorlar", o andan ötesini düşünmeden sadece var oldukları zamanı yaşıyorlar ve ertesi günün bir başka gün olduğunu biliyorlar. Venedik'in medyumvâri büyüsünün bununla bir ilgisi var, hatta suyun üzerine kurulmuş şehrin akarlığı da insanların suya benzemeleri bağlamında düşünülebilir. Loretta'yla anne kucağı huzurunu yaşıyor anlatıcı, aynı duyguyu yaşadığı diğer kadınları hatırlıyor. Yanında fotoğrafları var, sıkıştırılmış zamana şahitlik ediyor ve kendini tekrar yakalanmış bir duygu olarak benimsiyor. Proust'a bağlantı noktası bu fotoğraflar olabilir, takip eden bölümde adı geçmese de Proust'u anıştıran anlatı parçaları var. Kadınların resmi geçidi sürüyor, kalabalığın içinde rollerini kusursuzca oynuyorlar. Kamusal insanın sahnedeki davranışları, Sennet çıkıyor bir yerden ama yazar bunun farkında değil, belki de farkında ama düşünürün adını geçirmiyor hiç. Tanrı'yla Şeytan arasında bir oyun: İnsan. "Dünya ne kadar da deli, insan kendisi için etkin bir karşı-delilik icat etmeli ve böylece olabildiğince kararlı bir karşı deli haline gelmeli." (s. 26) Saint-Simon'a bir ölçüde dayandırılan, daha çok anlatıcının bulduğu bir duruş. Karşı-delilik. Delilikle zıtlığına buradan başlayabiliriz. Deliliği biliyoruz, şikayetçi olduğumuz ve bir ölçüde iştirak ettiğimiz yaşam. Her şeyi kuşatmış durumda. Açık havada içimizde hissettiğimiz ağırlık, yük. Huzursuzluk. Uyumsuzluk. Uyamadığınız noktada karşı-delisiniz. Talepleri yerine getirmek derinde bir noktanıza ters düşüyorsa, topluma ve toplumun küçük bir örneklemi olan insana uyumla yaklaşamıyorsanız, bir şeylerin ters gittiğini düşünüp tepkisel bir eylem geliştiriyorsanız, bunu da yapamayıp sessiz kalıyorsanız bir karşı-deliliğe sahipsiniz demektir. "Siz kendinizi deliliğinizle ne kadar rahat hissederseniz, genel delilik de sizin varlığınız karşısında o kadar yönünü şaşırır. Karşı-deliliğinizin yarımıyla, kendini normal sanan delilerin düşüncelerini okursunuz. Onlar hep aynı şeyleri tekrarlar durur, siz de saçma sapan şeylerden bahsedersiniz. Israr ederler, siz konuyu değiştirirsiniz. Basmakalıp şeylerle içinizi bayıltırlar, siz onlara şiirler okursunuz." (s. 30) Onlar da size şiirler okurlar ama anlamanız için değil, anlatabilmeleri için. Dinlemekten başka bir rolünüz yoktur, sizin yerinize bir başkası da olabilirdi ama ağa yakalanan siz oldunuz, tebrikler. Artık gözlem altındasınız. Ortak payda, uyum, bu tür sözcükler sürekli kulağınıza çalınacak ama bir ortaklık veya uyumdan bahsediliyorsa kişisel bir ortaklığı anlayacaksınız, bir yere çekilmek isteniyorsunuz ve çekilmek istemiyorsunuz. Reddedileceksiniz. Anlatıcı için reddedilmek bir onur, gitmek için de iyi bir sebep. Gidebilirseniz.
Deliliğin bir boyutu, günümüzde hızla değişen bilgilerin çoğu insan için sabitliklerini sürdürmesi. Voltaire örneğini veriyor anlatıcı, bu özgürlük neferinin antisemit, eşcinsellik ve kadın düşmanı olarak görüldüğünü söylüyor. Bu ilginç bir mesele aslında, geçen haftalarda Mısır'da yeni lahitler, mumyalar bulundu örneğin, kalplerinden alınan parçalara bakarak ağır kalp rahatsızlıkları yaşadıkları ortaya çıkarılmış. Günümüzün pencerelerinden bakınca geçmişin bambaşka görünümleri ortaya çıkıyor, daha kaç çeşit pencerenin açılacağı da belirsiz. Voltaire günümüzde nasıl değerlendirildiğini görseydi şaşkınlıktan ne söyleyeceğini bilemezdi gibi geliyor bana, o zamanlar dört yaşından sonra çocuklara yetişkin muamelesi yapılıyordu, kadınlar yaşamı kolaylaştıran eşyalar olarak görülüyordu, dünya hakkında hemen her şeyi bildiğini düşünen insanlar aslında bildiklerinin çok daha ötesinin olduğunu bilmiyorlardı. Garip değil mi, yine çok az şey biliyoruz ve bu delirtmiyor insanı. Yıldızları gözlemleyen insanların gördüklerine şahit olmak istemezdim açıkçası, bir yıldıza bakıyorsunuz ama yandaki kara boşluktan daha ötelere bakabilirsiniz. Başka bir kozmik nesneye bakarsınız, daha da ötesi vardır. Teleskobun gücü yettiğince uzaklara gidebilirsiniz, en ufak bir odak değişimi sayısız yeni cismi ortaya çıkarır. Aklım almıyor, delilik bütün bunların bilinirmiş gibi hareket edilmesi işte. "Hammaddelerin akışı hakkındaki bilgileriniz kısıtlı. Genel olarak petrolün, gazın, uyuşturucunun, fuhuşun nerelerden geçtiğinden haberini yok. Siz küçük arabanızla yetiniyorsunuz. Onu kırda bir yola park ediyorsunuz, bir kuş size bakıyor, mest oluyorsunuz." (s. 36) Bunda yanlış bir şey yok ama her şey tümüyle, baştan yanlışmış gibi hissetmekten kurtulamıyorum ben, bilinç bütün bunlarla baş edemediği için mi kuşun ötüşünde, suyun akışında huzur bulabiliyoruz, bilinç bu huzur yansımasını sunarak kendini mi koruyor? Hiç var olmaması gereken bir şey varlığ(ın)a sımsıkı sarılmış gibi geliyor bana, yırtıp atılacak bir sayfaymış gibi atmak istiyorum bilinci. Tabii. Bu da kendimi savunma mekanizması sanırım, karşı-delilik saçmalığa karşı dik durmayı savunuyor. Duralım.
Devamında yazarların deliliğe uymaları, kadınların ve erkeklerin delilik halleri, Proust'un bütün bunları kayıt altına alması, Saint-Simon'un yüzlerce karakteriyle deliliğe farklı açılardan bakması, bu tür şeyler var. Keyifli, öfkelendirici. Karşı-delilik davranışlarından birkaç örnekle bitiriyorum, bu metnin okunmasını öneriyorum.
Üç otobüsün geçip gitmesini bekleyin, hiçbirine binmeyin. Bir ay boyunca hep aynı tweeti atın: "Dük sizi köşe başında bekliyor." Buna benzer şeyler yapan birkaç hesap var aslında, bir tanesi saat kulesi. Her saat başında, "ding" sesi çıkarıyor. Saat altıysa altı defa. Dairenin içinde bisikletle dolaşın. Bunu Kramer yapıyordu ki kendisi her şeyiyle bir karşı-delidir. Hiç açıklama yapmadan randevuları iptal edin. Herkes çalışırken uyuyun, herkes uyurken yazın. Hiç binmediğiniz bir otobüse binip son durağa gidin, sonra geri dönün. Ben bunu yanlışlıkla Sultanbeyli otobüsüyle yapmıştım, korku dışında oldukça eğlenceliydi. En iyisi şu: "Kötü" bir roman okuyun. Atölyeden, diğerleriyle aynı tornadan çıkmamış. Kusurlarının üsluba dönüşebileceği. "Şimdi kendinize Proust'un niçin durmadan Saint-Simon'u hayal ettiğini sorun. Cevap basit: Aynı şeyi dâhice ama tersinden yapmak için." (s. 81)
Son bir şey. Arada Proust'un yaşadığı 102 numaralı bina çıkabilir karşınıza, ben o olduğundan emin olamadım ama Paris'te bir bina işte, Sollers başka neyi anacaktı ki?
Derrida'nın merkezsizleştirme meselesi tam merkezde. Siklonun gözünde olduğunu söylüyor anlatıcı, bunun yanında yine Derrida'nın eleştirdiği gramatik hükümranlığı reddediyor: "Geçmişten kalma birkaç sözcük gezinip duruyor ama yazıya dökülemiyor, kalemim reddediyor. Tek gerçek renk beyaz." (s. 7) Anlatıda kullanılan zamanların hiyerarşisi de yok, anlatıda şimdi dışında bir zaman yok çünkü, sonsuz bir idrak anına göz atıyoruz. Sesin kaynağı bir özneyi değil de doğrudan sesi duyar gibiyiz, kasırganın oradan oraya savurduğu dünya parçalarından başka bir şeyi anlatmayan sesi. Ddağa almadığı Nora'yla sürdürdüğü ilişkiyi psikanalizden Shakespeare'e pek çok parçadan örer ve anlatmaktan başka bir eylemde bulunmaz. Kültürel ve edebi gevezelikleri dinler tarihinden günümüzün dünyasına kadar uzanan bu sesi Derrida'ya ve diğer yakın arkadaşlarına borçludur Sollers, beraber gezip tozarak çeşitli iştiraklerde bulunduğu Lacan, Barthes, Foucault ve Derrida gibi adamlardan deli beslenmiştir. Kristeva'nın etkisinden de haliyle bahsedilebilir, hatta metindeki Nora'nın ne ölçüde Kristeva olduğunu merak ettim durdum. Nora psikanalist, Freud ve Lacan'ın etkisi altında, Shakespeare hakkında söyleyecek çok şeyi olduğu için konferanstan konferansa gidip duruyor ve Shakespeare'in karakterlerini günümüzün toplumsal aidiyetlerine göre sınıflandırmada üzerine düşünülecek çok fazla veri sunuyor anlatıcıya, metnin önemli bir bölümü bu irdelemelerden, psikanalizin geçmişinden ve bugününden ibaret. Bir örnek: "Uyanıyorum, hiçbir şey yokmuş gibi telefonda Nora'yla konuşuyorum. Kontrol etmemi istediği detayı araştıracak zamanım olmadı. Sahi, neydi? Aa, evet, Shakespeare'in Venedik Taciri'ni yazdığı sıradaki çevresi. Ve gülmek için bir soru: Magripli Othello Müslüman, hain Iago da Musevi miydi?" (s. 7) Karakterlerin eşcinselliğinden Nora'nın eşcinsel hastalarının hikâyelerine zıplamalar, Lacan'ın Freud'dan mülhem inşa ettiği yapıdan baba-oğul ilişkisine atlamalar derken deneme-novella arasında bir türün çatılışını takip ediyoruz. Başlarda sık sık Nora'yla karşılaşsak da ilerleyen bölümlerde yavaş yavaş kayboluyor ortadan, düşüncelerin akışına kapılıyoruz. Freud ve Lacan müzikle ilgilenmedikleri için Nora da ilgisizmiş müziğe karşı, bu yüzden anlatıcının evindeki plaklarla karşılaştığı zaman şaşırmış. Sevgililermiş ama Nora'nın birlikte yaşamaya niyeti hiç yokmuş. Boşanmış, iki çocuğu ve dünyanın hemen her noktasında dinleyicileri varmış, psikanaliz için kendisine başvuran sanatçıların, politikacıların ve çeşit çeşit ünlü insanın hikâyeleri kendi yaşamını biçimlendirmeye de yarıyormuş, bu hikâyelerden bazılarına çok az değiniliyor. Daha çok anlatıcının bilinç akışı var. Araya dereye Nora'nın Kafka ve Dostoyevski hayranı olduğu sıkıştırılıyor ki edebi referanslardan da Freud'a ulaşabilelim. "Kayıp babanın izinde." (s. 12) Nora'nın dedesi New York'ta ünlü bir orkestra şefi, Epstein. Babasından bir haber yok. Anlatıcının babasından da bahsedilmiyor, bunun yanında ilahi babadan sıklıkla bahsediliyor, Nora'nın evinde İncil olmamasını göz önünde bulundurarak sadece anlatıcıya has bir durum olduğunu söyleyebiliriz, konuşmalarından çıkan bir şey değil bu. Birini anlatayım, "Krallar" bölümünde İbranice kökenli bir sözcük: Filistli. Marx bile kullanmış bu terimi, bayağı zihinli ve yeniliğe kapalı bireyi tanımlıyor. Ne korkunç. Musevileri sıklıkla alt ediyorlar, Samson gibi efsaneler sayesinde öç alınıyor ama bir parça işte. Sonra Davut'un Golyat'ı öldürmesi, Ahit Sandığı hareket ettiğinde Davut'un olduğu yerde oynaması, cinsel organının gözükmesi, duruma kızan Mikal'ın ceza olarak çocuk doğuramayacak olması. Zengin bir malzeme sunuyor bu durum anlatıcıya, sünnet derisinin bir kadından çok daha değerli olduğu çıkarımından başka pek çok sonuca ulaşıyor ve Nora'nın Shakespeare'i inceleyişi gibi kendisi de dinleri inceliyor.
Nora'nın kanıların kökenini bilmek istemesinden toplumsal hafızaya çıkılıyor bir bölümde, anıtların toplumsal hafızayı biçimlendirmesinden, topluluk yaratmak için bir enstrüman olarak kullanılmasından Lefebvre de bahseder ama burada başka bir bakış açısından yaklaşılıyor olaya. "Hafızaya el koyan, onu eğitimsel bir 'ödeve' dönüştüren yetişkinlerdir." (s. 21) Totaliter rejimlerin -aile uzantısı dahil- psikanalizi neden yasakladığına dair yapılan yorumlar kentin planlanmasına kadar ulaşıyor, sökülmesi ve değerlendirilmesi gereken parçalar söz konusu olunca anlatı bir şekilde Nora'ya dönüyor ve onun hastalarıyla olan ilişkilerine bağlanıyor. Gizleri açığa çıkaracak sorular, tahakküm altındaki insanların kendilerine neyin tahakküm ettiğini bulabilmeleri için sunulan bilişsel haritalar, bitmek bilmeyen bir analiz. "Sanki Nora'nın aynı anda elli roman okuması gerekiyormuş gibi. Nora olası bir analizin ipucunu hemen yakalayan mükemmel bir edebiyat eleştirmeni olurdu." (s. 24) Hayatın bir anlamı olduğunu kanıtlamak için yapıyor bunu, anlatıcıya göre hayat bir anlama sahip olmak zorunda değil ama Nora bu tartışmaya kapalı, böylece yaşamını yapılandırma sürecinde kendisini neyin motive ettiğini görmüş oluyoruz, başka türlü onca hikâyeyle başa çıkamazmış gibi gözüküyor. Anlatıcıysa başa çıkılacak bir şey olmadığını düşünüyor, yaşamdan yaşamayı ummaktan fazlasını beklememiz gerekiyor. Genazino söylüyor bunu ama anlatıcının ağzından çıkmış gibi duyuluyor metinde. Hemen ardından gelen sperm alışverişi de cuk oturuyor mevzuya, internetten satılan spermlerle doğan çocuklar ve spermleri satın alıp kullanan insanlar farklı bir sevgi tanımına ihtiyaç duyacak olabilirler ileride, ya da her şey şimdi olduğu gibi sürecektir, kim bilir. Aile kadar olmaması gereken bir kurum, bir bağ olamaz ve günümüzde olduğu gibi gelecekte de tehlike altında olacak bir iktidar uzantısı için şimdiden uğurlamaya girişilmez ama bir gün, mutlaka.
Müzik-rüya-matematik üçgenine dair muazzam bir bölüm var. Nora, Baudelaire'i seviyor, Freud'a ve Baudelaire'e uyarak pek çok maddeyi deneyip hastalarıyla yakınlık kurmayı amaçlamış. Sonucu bilmiyoruz ama adı geçen şahısların müzikle, esrar ve kokainle yapabildiklerini biliyoruz. "Freud müzik dinlemiyordu, ama rüyalarda çok seyahat etti, bu sayede rüyaların matematiksel olarak konuşturuması gerektiğini anladı. Hiyeroglifler aniden bir sese sahip oldu, arzunun çelişkilerini anlatıyorlar. Rüya gören erkek ve kadınlar Yunan trajedisinin tam ortasında yaşadıklarını biliyorlardı. Sophokles'in Viyana'ya girişiydi bu. Tüm dairelerde tiksindirici bir gösteri sahneleniyor." (s. 36) Nora dinliyor, analiz ediyor ve ustalarının yapmaya çalıştığını yaparak hastalarını rol aldıkları trajedilerden kurtarmak için didiniyor.
Freud-Lacan ilişkisinden Katolik ahlaka, Pascal'ın Çincede belirmesinden en zor hastaların entelektüellerden çıkmasına pek çok dünya hali. Sollers belli bir doğrultuda ilerlemiyor, belli bir olgu üzerinde öyle pek yoğunlaşmıyor, belki tek odağın psikanalizin ışığı altındaki dünya olduğu söylenebilir. En sonunda dünyaya dönüyor anlatıcı, küreyi terk edip merkeze doğru inmeye başlıyor ve dünyanın belirdiğini görüyor. Uzaktan bir bakışı okuyoruz kısaca, imgeler ve jestler uzakta kalıyor, ampirik bir zemine indiğimiz an metin sonlanıyor.
Sollers tanışılması gereken bir yazar. Ben bu metni sayesinde tanıştım, memnunum.