Ali Ünal'ın ilk romanı. Çocukluğun büyülü dünyası ister istemez bu temelde şekillenen bir gerçekçiliğe götürüyor insanı. Geçmiş zamanın güzel insanları, çocuklukta yer edip kaybolan yerler bir süre sonra sihirli bir dünyanın kahramanlarıymış gibi geliyor. Mutlu bir dünyadan geriye kalanlar bunlar, acılar bir şekilde güzel anılara bırakıyor yerini, tabii her zaman değil. Çocukların hafızaları berraktır ve yer yer acımasızdır, her şeyi olduğu gibi anımsarlar. Piaget namlı dayımıza göre somut işlemler dönemi var bir tane, çocuklar bu dönemde hayalmiş, empatiymiş, alayından çakmazlar. Somut dünya, algılanan dünya her şeydir. Katı bir gerçekçilik. Sosyal yaşamla yeni yeni tanışan çocukların zamanı. Hitler Oyuncağımı Çaldı mesela. Buram buram gerçeklik kokar, acı kokar. Ünal'daysa bahsettiğim sihirli dünya var, lakin böyle anlatılarda bir sıkıntı mevcut; geçmişin ne kadarı çocuk gözüyle aktarılıyor? Ya da şöyle diyeyim, çocukluk sadece bu somut dönemden ibaret değil, dolayısıyla bir adam çocukluğunu tahribata uğratmadan nasıl anlatabilir? Yıllar içinde çok şey yaşanmış oluyor, hele o dönemlerde. Hafıza da son derece eklektik bir şey olduğu için o anıların doğallığının bozulması büyük tehlike. Yani hepimiz bir şekilde kaybettiğimiz, hatırlamadığımız duygularımızın çöplüğünü de taşımak zorundayız. Sapla çöpü karıştırmadan nasıl olur bu işler, derdimiz bu.
Antakya'dayız, sıcak bir iklim ve sıcak insanlar. Şimdinin mumla aranan mahalle ortamı o zamanlar had safhada. Sevecen bir anne, ailesi için çabalayan bir baba ve küçük bir çocuk. Çocuğun bacağında sıkıntılar var ne yazık ki, ameliyat üstüne ameliyat oluyor. Bu süreçte babanın hayatta ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Valla ben göremedim, kendisi ben üç yaşındayken uzamış ama isterdim böyle bir babam olmasını. Her neyse, bu bölümlerde Necati Tosuner'in sancılarına benzer sıkıntılar mevcut, tabii o derece yoğun değil, sevecen bir anneyle baba birçok şeyin atlatılmasında, hele çocuklar için çok önemli.
Çocukluğun sıcak geceleri, aileyle geçirilen güzel zamanlar. Okul arkadaşları, mahalle sakinleri, süper ortam. "Yalnızlığım" kısmı böyle. Alaca Dünya'ysa... Gerçek bir sihir ve ne yazık ki kurgunun dokusunu bozan bir dünya bu, zaten kendi sihriyle işlenen anıların yanında keskin bir dönüşle alınan viraj gibi. Öyle keskin bir dönüş ki From Dusk Till Dawn'u bildiniz mi, orta yerde filmi alıp nerelere götürür, adeta beyin yakar, onun gibi. Sıkıntı şu ki bilinçli bir tercih değil bu; iki dünya bir şekilde tutturulmaya çalışılmış ama gedikler var, diyaloglar bile doğallığın oldukça uzağına düşmeye başlıyor bir süre sonra.
Mahiyar, anlatıcımızın arkadaşı bir büyülü çocuğumuz. Alaca Dünya'nın kapılarını anlatıcı için aralayan kız. Mahiyar'la birlikte o dünyanın kapıları aralanıyor, fantastik olaylar başlıyor. Anlatıcı da değişiyor bir anda, çocuğumuz kendi hayatını anlatırken hoop, diğer insanları anlatmaya başlıyor, bütün ayrıntılarıyla. Bu da ilginç.
Bir ilk romana göre güzel, gayet okunabilir. Çocukluğunuzu seviyorsanız bu kitabı da seversiniz.
Potkal Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Potkal Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
26 Nisan 2013 Cuma
17 Nisan 2013 Çarşamba
Müge Sandıkçıoğlu - Diş ile Düş Arasında
Yitik Ülke Yayınları var, bildiniz? Kapakları ilginç hani. Görseniz garanti bilirsiniz. Yayınevinin kurucusu Kadir Aydemir'e Ekşi Sözlük'ten ulaştım, dedim böyle böyle bir blog var, sizden kitap alıp da yazayım mı? Çok sağ olsun, kabul etti ve altı tane kitap verdi. Onları yazacağım bir süre. Mesela İthaki'ye de mesaj atmıştım ama dönüş olmadıydı. Yayınevlerinden çıkan bir incelemenin link'ini gönderince onu yayıyorlar gerçi. Her neyse, Kadir Aydemir'e deli teşekkür ederim, selam ederim.
Müge Sandıkçıoğlu'nun denemeleri. Arka kapağa Mario Levi'nin yazara destek verici cümleleri alınmış. Güzel de olmuş; bir yazarla tanışırken referans önemli. Sandıkçıoğlu'nun referansı gayet sağlam, Mario Levi'nin ve Murat Gülsoy'un yaratıcı yazarlık atölyelerine katılmış. Diş hekimiymiş, yazıdır çizidir pek severmiş, blog sahibiymiş, böyle şeylermiş.
Zannediyorum ki yazılar kronolojik olarak dizilmiş, çünkü ilk bölümler pek parlak değil. Nasıl diyeyim, üniversitede bir hocamız vardı ve sonradan öğrendiğime göre çoğu hocanın yaptığı bir şeyi yapardı: Heyecanla bir şeyler anlatan öğrencisini dikkatle dinledikten sonra, "Evlat, ilginç şeylerden bahsediyorsun ama bilmediğimiz/farklı bir şeyden bahsetmiyorsun," derdi. Biraz böyle; mesela yazma güdüsü, yabancılaşma, kendini bulma çabası, hayat-bir-tiyatro-ve-hepimiz-oyuncuyuz gibi metaforlar. Eyh diyoruz ama fark ediyoruz ki olay başka bir boyuta doğru kaydı kayacak. Bir şeyler geliyor ağır ağır, o yüzden şevk kırılması yaşamadan okumayı sürdürüyoruz. Zaten giriş bölümünde yazarın düştüğü notla beklentilerimizi aşırı yükseltmediğimiz için bir sıkıntı olmuyor.
O gelen şey, Biraz Gülse Birsel, biraz Gani Müjde kokan nefis yazılar. Kronolojik diye tahmin etmemin sebebi bu; Sandıkçıoğlu sonradan, yaza yaza açılmış sanıyorum. İkinci kitabı da çıkmış, daha yeni. Onu da okurum umarım.
90 küsur sayfa bir şey, maksimum iki saatte okursunuz. Kafa dağıtmak için birebir.
Müge Sandıkçıoğlu'nun denemeleri. Arka kapağa Mario Levi'nin yazara destek verici cümleleri alınmış. Güzel de olmuş; bir yazarla tanışırken referans önemli. Sandıkçıoğlu'nun referansı gayet sağlam, Mario Levi'nin ve Murat Gülsoy'un yaratıcı yazarlık atölyelerine katılmış. Diş hekimiymiş, yazıdır çizidir pek severmiş, blog sahibiymiş, böyle şeylermiş.
Zannediyorum ki yazılar kronolojik olarak dizilmiş, çünkü ilk bölümler pek parlak değil. Nasıl diyeyim, üniversitede bir hocamız vardı ve sonradan öğrendiğime göre çoğu hocanın yaptığı bir şeyi yapardı: Heyecanla bir şeyler anlatan öğrencisini dikkatle dinledikten sonra, "Evlat, ilginç şeylerden bahsediyorsun ama bilmediğimiz/farklı bir şeyden bahsetmiyorsun," derdi. Biraz böyle; mesela yazma güdüsü, yabancılaşma, kendini bulma çabası, hayat-bir-tiyatro-ve-hepimiz-oyuncuyuz gibi metaforlar. Eyh diyoruz ama fark ediyoruz ki olay başka bir boyuta doğru kaydı kayacak. Bir şeyler geliyor ağır ağır, o yüzden şevk kırılması yaşamadan okumayı sürdürüyoruz. Zaten giriş bölümünde yazarın düştüğü notla beklentilerimizi aşırı yükseltmediğimiz için bir sıkıntı olmuyor.
O gelen şey, Biraz Gülse Birsel, biraz Gani Müjde kokan nefis yazılar. Kronolojik diye tahmin etmemin sebebi bu; Sandıkçıoğlu sonradan, yaza yaza açılmış sanıyorum. İkinci kitabı da çıkmış, daha yeni. Onu da okurum umarım.
90 küsur sayfa bir şey, maksimum iki saatte okursunuz. Kafa dağıtmak için birebir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)