Big Sur'dan Henry Miller geçti, Kerouac gölgesini sahile düşürdü. Suda bir nevi hakikat buldular, ormanların sesini dinlediler. Böyle bir yerde yaşadıysanız sabahları ormanın söylediklerine akşamları denizin cevabını duyarsınız. Filyos'ta ikisinin arasında iki yıl yaşadım, susmayı öğrettiler. Su samuru ve orman çileği olmayı da öğrettiler, birinde dinleyip diğerinde benden çok daha büyük bir şeyin parçası olmayı bildim. Metne buradan yakınlaşabildim, Brautigan'ın yazdığı şiir böyle bir yaşamı uyandırabilir, arada tozlanan zaman mühim değil. Brautigan zaten bir ediptir, kendisi söyler bunu. Metinleri şiirden kırpılmıştır, bu iyi. Big Sur'da yaşanan birkaç olayı kurmuştur, bu da iyi. Güneyli generalle coğrafyanın gerçekliğine gerçeklik katmıştır, müthiş.
Subayların başına gelenlerle ilgili bir listeyle başladı. Ölenler, intihar edenler, kısacası zayi olanlar bir yerlerde gömülü halde duruyorlar. Liste iyi ama, "Kişisel sebeplerden ötürü çatışırken ölenler" maddesi aklıma takıldı. Bir kişi ölmüş bu yüzden. Acaba olay neydi, bizim general olabilir mi bu? Subayların yüz yirmi beşi profesyonel asker, yüz yirmi dokuzu avukat veya hukukçu. Bir orduyu yönetmenin kanunları vardır diye düşünmeli. Savaşın Wilderness olarak adlandırılan biçiminde General Robert E. Lee'nin Kuzey ordusuna karşı giriştiği mücadelenin yüz yıl sonrasında Big Sur'da yaşananları hukuksal bir zemine oturtmaya çabalıyorum, yaşamanın ta kendisinden başka bir şey çıkmıyor ortaya. Big Sur unutulmuş, yerlileri ortadan kaybolmuş, zaferler ve yenilgiler geçmişte kalmış, hayatın kendisinden başka bir şey yok orada. Lee Mellon, tam bu sırada çıkıyor Jesse'nin karşısına. Jesse anlatıcı. Lee Mellon'ın dişlerinden bahsediyor başta, oynak dişler. Sayı değişiyor, toplamda yüz yetmiş beş farklı diş görmüş adamın ağzında. Bu dişler sabit değil, yerleri değişiyor. Keyfi değişimler olduğunu sanmam, ruh haline ve iş kazalarına göre belirlenen bir şey. Dedesi General Augustus Mellon. Savaşını başka bir biçimde sürdürmesinin yanında dedesiyle olan benzerliğini bilemiyoruz. Sonlara doğru biliyoruz, biraz. Brautigan'ın bölümlemelerinin sonlarında savaş alanından fragmanlar veriliyor, dedeyle torunun yaşamak için yaptıklarını kıyaslayabiliriz.
Jesse ve Lee, San Fransisco'da tanışıyor. Lee, otostop çekerken arabasına bindiği homonun oral edepsizlik için teklif ettiği on doların yanında arabayı ve geri kalan parayı da almış. Homo için anlatılacak bir hikâye çıkmış, kaptırdığı şeyler önemli değil. Neyse, sokakta içiyor bunlar. Viski. Lee'nin parası var, Jesse'nin yaşadığı binada bir oda tutuyor. Binanın sakinleri ilginç insanlar, bizim iki yaşayıcı gibi. Usta yaşayıcılar bunlar; kafaları güzelken martıları izliyorlar. Martıları izlediklerinin farkındalar. Martılar durmadan izleniyor. "Geçmiş, şimdi ve gelecek gökte çalan davullar gibi geçip gidiyor." (s. 18) Lee'nin konuştuğu şeylere bakarak bu davulların sesini duyabiliriz, her şeyi içerir. KKK'nin hikâyelerini dinleyerek büyüyen Lee, dedesinin Mark Twain'le aynı yıl öldüğünü söyleyip Halley'i de o yıla sokuşturur, o anı da. Davranışlarında da her şeyi bir yere tıkıştırma huyunu görebiliriz, son derece uçucu bir adamdır. Jesse de ondan aşağı kalır gibi değildir. Uçuculuğun anlatısıdır bu.
Kütüphaneye gidip dedenin yaşamını araştırırlar ama pek bir şey bulamazlar, kütüphaneci polisi aramadan az önce oradan uzaklaşırlar. Lee odasına yerleşir ve binadaki tiplerle tanışırız. Yönetici emekli bir müzik öğretmeni, kendisine Mozart plağı verildiğinde çok ses çıkaran ayakların sahibine binada kalmaya devam edebileceğini söyler. Bir başkası: "İkinci kattaki diğer odada sabahları günaydın, akşamları iyi akşamlar diyen bir adam kalıyordu. Onun adına ne hoş." (s. 27) Sayım tamamlanır ve Lee'nin on altı yaşındaki kırığıyla tanışırız, Jesse bir gün Lee'nin odasına girer ve evinden kaçan kızla karşılaşır. Bu ayrı bir hikâye, kızın babası ve Lee arasındaki münasebet ilginç. Aslında metnin tamamında ilginç münasebetler, ilginç eğretilemeler ve pastoral keyifler vardır. Su kenarında bir yaşam, yiyecek bulmak için yapılanlar, kurbağalar sussun diye suya atılan timsahlar, beliren ve kaybolan kadınlar, şimdinin bitmez sakinliğinde geçen günler.
Son olarak birkaç güzellik. İkisinin aynı binada yaşadıkları zamandan sonra yollar ayrılıyor, mektuplaşıyorlar ve Jesse Big Sur'a, Lee'nin yanına gitmeye karar veriyor. Beş parasız, güzel çocuklar. Leş gibi şeyler yiyorlar, biri ne olduğu tam olarak anlaşılmayan Jack Mackerel. Paket ürün. "Jack Makerel yedikten sonra şiirden, estetikten ya da dünya barışından konuşmak imkânsızdır." (s. 56) Bu bir, ikincisi de okuduğum en naif yeşillenmeye denk gelmiş olabilirim. Jesse ve Elaine'in birbirlerini keşfetmeye çalıştıkları bir diyalog var, böyle bir sadelik olamaz. Alıntılayıp rezil etmek istemiyorum, anlatının atmosferiyle birlikte bir doz olarak alınmalı.
Ne güzel oldu, bugün Brautigan okudum ve biraz daha inceldim. Herkes okuyup incelsin. Sahilde bir gemi dağlara doğru gidiyordu. Bugün ben Brautigan okudum yahu, övünülecek bir şey!
Constance ve Bob: "Tavandan yüz voltluk olması gerektiği halde iki yüz voltluk bir ampul sarkıyordu. Bu Bob'un isteğiydi. Kadın bu kadar fazla ışığı sevmezdi. Bob severdi." (s. 6)
En başta neydi, aşık olurduk. O da benzer şeyler hissederse hayat ne süper derdik, acı fasıllarını mutluluklar izlerdi, severdik. Her şey bundan ibaretti, kolaydı. Sonrasında birlikte yaşamanın zorlukları belirince, bunlar aşkı olduğundan başka bir şeye dönüştürdükçe istekler kendilerine bir çeki düzen verdi. Yapılacak yemeklerden seksin düzenine ve biçimine her şey aynada kendine baktı, bazıları gördüklerini beğenmedi ve silkindi. Muhtemelen aşk parçaları döküldü, süpürüldü ve çöpe atıldı, evin temiz tutulması lazım. Düzen, en ortak olanından ama ortaklık kaypaklığa sebep olabilir, insan bir başkası olmak istemezse ev sıklıkla temizlenecektir. Bu ikisinin arasındaki şey tez elden temizliğe muhtaçtır; birlikte yaşamalarını sağlayan parçaların tavsadığı, birbirine oturmadığı anlar çoğalmaktadır, yeni heyecanlar işlerin iyiye gitmesini sağlamamaktadır. Çok bilmiş bilmiş konuşuyorum, üşenmesem kendimi tokatlardım.
Constance Bob'ı gerçekten seviyor, işleri zorlaştıran bu. Constance 23 yaşında umutsuz bir yazar, kitabını çok sevdiğini söylediği bir avukatla yattıktan sonra vajinasında siğiller çıkıyor ve dalgayı Bob'a bulaştırıyor. Bob'ın sevgiye yaslanıp devam etmesi hasarsız atlatılmış bir virajı gösteriyor -Constance'ın çok pişman olduğunu, evliliği bitirmek istediğini söylemesine rağmen Bob sevdiği kadını bırakmıyor- ama sanıyorum tam olarak öyle değil o iş, adam her işi yalapşap, döke saça yapmaya başlıyor ve Yunan Antolojisi'nden okuduğu parçalarla kadını çıldırmanın eşiğine getiriyor. Nevrozlar farklı şekillerde ortaya çıkabilir, bir anda peçete koleksiyonu yapmaya başlayan bir arkadaşınız varsa muhtemelen yardıma ihtiyacı vardır, yardımcı olun.
Vajinanın temizlenmesi süresince anal sekse yöneliyorlar, RP gereğince BDSM cenahlarında yüzüyorlar ama kendilerinden hiç bu kadar uzaklaşmamışlardır herhalde, geleneksel sekse düşkünlükleri düşünülürse. İki insanın arasında açılan yolları Brautigan'ın mizahına omuz vererek okuduğunuzda gülünecek pek bir şey yok. Hatta hiçbir şey yok. Kıçıma dayanarak bu kitabı Brautigan'ın en acı kitabı ilan ediyorum.
Kadın ticari başarı da bekliyor, eğer başarılı olsaydı avukatla yatmaz, siğil kapmazdı. Bu yüzden kırbaçlandığı, ağzına kumaş parçası sokulduğu zaman aklından gazetelerde çıkan övgü dolu eleştirileri hatırlar. Eyleminin sonucundan tatmin olmadığı ortada ama istediği ticari başarıya kavuşmuş olsaydı... İnsan ne istiyor, neyi ne zaman istiyor? Bir çıkmazın orta yerinde bırakıyor Brautigan, ikisinin hikâyesi bu kadar.
John ve Patricia: Bizimkilerin komşuları. Adam film yapımcısı, kadın öğretmen. Greta Garbo filminden dönüyorlar. Adam sevişmek istemiyor ama kadına karşı koyamıyor. Bir de Bob'ın o eski, parlak haline dönmesini dört gözle bekliyor, arkadaşının unutkanlığından ve pasifliğinden pek hoşnut değil.
Kadın, adamı Willard'ı kullanarak ikna ediyor ama Willard? Bir kuştur, cansızdır, yaklaşık elli bowling kupasıyla birlikte karanlık bir odada durmaktadır ve canlı olmamasına rağmen sahip olduğu kupalarla böbürleniyor gibidir. Bir ağacın dala sahip olmasından böbürlenmesi gibi. John, kupaları terk edilmiş bir arabanın içinde bulup eve getirmiştir, onlara sahip olmuştur, onlar üzerinde hakkı vardır, tabii Willard'ın ardından.
Logan Biraderler: Tam Coen Biraderler işi karakterler. Çok özgün adamlardır, anlatmaya çalışırsam berbat ederim.
Çalınan kupalarının peşine düşerler, arayışları Bob ve Constance'ın evinde biter. Yanlış numara; John evlerin numaralarını şaka yapmak için değiştirmiştir ve kabak bizimkilerin başında patlar. Silahlarını çekip kurşun yağdırırlar. O an Bob'ın Vedat Sakman'dan alıntı yaptığını düşündüm: "Aşk ateşi iki kurşun, birin' aldım yar." Sonra kitap bitti zaten.
İletişememizin başta gelerek anlatıldığı bu müstesna eserde bir insan nasıl yavaş yavaş yitirilir, akışkanlık nedir ve nereden gelir, bir insan kaç türlü değişebilir gibi soruların cevabını bulamayabilirsiniz, ben bulmak için kitabı birkaç kez daha okumayı düşünüyorum.
Brautigan'ın en beat romanı olduğunu söyledim. "Kendi serinletici gerçeğini yarattı. Bunun sayesinde kendini anlatabiliyordu." (s. 19) Kahve geldi, geri yolladım. Yeterince acı değildi. Üşüdüm, sandalyemin arkasına konmuş şalı alıp kızın omuzlarına koydum. O aynı şeyi benim için yapmadı, şalını dizlerine örttü. İncelikler söz konusu olduğunda, ah efendim, kimsenin durup da incelik düşünecek vakti yoktur da benim yaptıklarım nedir, onların yaptıkları nedir? Erkeğin kalaslığı toplumsaldır, kadınınki?
Böylece bahşiş bırakmamaya karar verdim.
"Bir sigara daha içelim," dedi. Kitabı anlatacak kadar vaktim kalmıştı. İşin yürünecek bir yeri kalmadığından kendimi geçtim, kitabı ön plana çıkardım. Şey, en kötü tecrübem olmadı. Geçen sene birini belki çağırır umuduyla evine bırakırken yaşadığımız 20 dakikalık entelektüel sessizlikten daha iyiydi. Harbi, o niye öyle olmuştu?
"Yollar, yolculuklar falan, değişim, tekamül, iyi bunlar, çok yazarı biçimlendirmiştir. Dönemin ruhu gereği. Söz konusu av olduğunda o artık başlı başına bir kişidir, Brautrock onu masaya da oturtur, içkisini önüne de koyar, ona çok şey sunar. Koca bir ülkenin sayısız ırmağını bir parça avla doldurabilir."
Sonuç ne olursa olsun hayvanlığın lüzumu yok, evine bırakayım da dönüşte kitabıma gömüleyim, sırf bu yüzden kendime araba almadım.
Bu kitap başlı başına mühim bir meseledir, ilk bölümde kitabın kapağındaki fotoğrafın çekiliş hikâyesi vardır. İşlem sırasında ihtiyaç sahiplerine sandviç dağıtılır, bir ıspanak yaprağından başka hiçbir şey sahip olmayan sandviçler, Kafka'nın iyimser olmaları sayesinde sevdiğini söylediği Amerikalıların hayatta kalıp kahkahalara gark olmalarına yol açar. Samsa da sağlıklıydı, o sabaha kadar. Bunu herkes hatırlar.
Birçok bölümden oluşan metnin avı birçok özelliğiyle anlattığı söylenebilir, buna sakın inanmayın ve söyleyeni polise ihbar edin. Av avdır, değişen insandır. Asla değişmeyeceğinizi düşünecek kadar kibirli olmayın, doğa bunu sevmez. Bakın, Av'la kız arkadaşı bir bölümde yemek yerken ceviz ketçabı yapmanın püf noktalarını öğreniyorlar. Demek ki Av da değişebiliyor, zevki değişiyor en azından. Siz kimsiniz de değişmeyeceksiniz?
Mekanın da pek bir önemi yok. Grider Çayı'nı içeren bir harita anlatıcının eline geçtiğinde ilk akla gelen ava gidileceğidir. Bunu destekleyen pek çok olay yaşanır; olaylar Indiana'da geçiyor ve adamın teki silahını alıp fare avına çıkıyor, kendisine tatlı tatlı bakan bir farenin kafasını uçuruyor. Bunun bahsettiğimiz avla alakası pekala var, espri anlayışı olmayan insanların fare avıyla oyalanabileceği sabittir. Bir de şu; altınızda arabanız olmayabilir ama bu av haritasının güzelliğine koca bir sayfa ayırmaya engel değildir. Avın imgesi bile iyidir, diri tutar.
Sonda Halil Turhanlı'nın Brautigan hakkında doyurucu bir yazısı mevcuttur. Bendeki ilk baskı, 1995. Baş köşeye koyuyorum.
Ne söylenir? Akışkan cinsellik, yıldızlara savrulan misinalar, av hakkında yazılmış onca kitabın sayımdökümü, basılmadan yürünen yüzlerce çizgi, mistisizm ve kurtuluş, av ve oyun. Av ve oyun; sonucunu asla bilemezsiniz ve başladığınız noktayla bitirdiğiniz nokta arasında bir miktar değişirseniz sevinç çığlıkları atıp yeni avlara çıkabilirsiniz.
Sevdiğim yazarların kitaplarını okurken işi aceleye getirmiyorum, bir yazarın bütün kitaplarını arka arkaya okumak istemiyorum. O evrende ziyaret edecek yerler kalmalı, tek seferde kuşatmak nedir? Açlıktır. Açlık iyidir ama bitirmek iyi değil. Bitirmemenin iki yolu var; yazarın bütün kitaplarını okumamak veya okunan bir kitabı tekrar okumak. İkincisi pek yaptığım bir şey değil. Kitabın duygusunu yitirmekten korkuyorum, önceden açtığı dünyanın üstüne bir yenisini oturtmak istemiyorum. Tarihimi bölümleyen şeyler içinde kitapların belli bir zamanı imlediği noktalar var, bunlar bozulmamalı. Bu yüzden üzgünüm; Tezer Özlü'yü, Vüs'at O. Bener'i, Truman Capote'yi ve aklıma gelmeyen birçok yazarı geçmişte bıraktım, bir daha kolay kolay yakalayamayacağım onları, ya da onlar beni yakalayamayacak, nasıl yürüyorsa artık. Geriye okunacak kitap bırakmak kalıyor, bırakıyorum ben de. Brautigan'dan pek bir şey kalmadı geriye, kendisini 10 yılda bir okumaya başlasam iyi olacak.
Brautigan ve Fante, iki naif ayna. İşlemelerden olabildiğince uzak durduklarını görürsünüz. Fante'de hemen hemen hiç yoktur, Brautigan'da sıkmayan, yormayan oyunlar şeklinde görülür. Kitaba gelelim, bu kitaptaki kütüphane kadar oyuncul, yaşamın belirsizliğini taşıyan başka bir kurum/kuruluş yoktur. Sanki Tutunamayanlar Ansiklopedisi'nden fırlayan tipler kitaplarını bırakıp ortadan kaybolur.
Yine bodoslamadan girdim, başa alıyorum. Brautigan, naifliğine aşık olduğum üç, beş yazardan biridir ve yazdıkları kadar tetiğini çektiği tüfekten sebep beyin parçalarıyla duvara işlediği son eseriyle de dikkat celbeder. Halil Turhanlı demiş: "Duyarlılığı bu hayatı kaldıramayacak kadar keskinleşmişti." Şu an yağan kara bakıyorum, küçük taneler sonsuz sayıda. Brautigan gündelik yaşamın kaç parçasını/tanesini taşımak zorunda kaldı, inceldiği yerden anlayabilirsiniz. Kürtaj, incelikli bir romandır.
Epigraf olarak Richard'ın Frank'e bıraktığı bir not var; iki saate kadar döneceğini söyleyen yazar, arkadaşından romanı okumasını istiyor. İki saatte okuyabilirsiniz gerçekten, ağırlığıysa hayatınızda kitabın duygusunu yaşadığınız her an hissedilecek.
"Kitapların varlığını, üzerinde durdukları ahşabı onurlandırış biçimlerini seviyorum." (s. 9)
Kütüphane San Fransisco'da. Posta yoluyla kitap kabul edilmiyor, yazarlar kütüphaneye kadar gelip kitaplarını bırakmak zorunda. Belli bir sıralama düzeni yok, zira kitapların talibi de yok. Bildiğimiz kütüphanelerden değil bu, kitaplar depolanıyor, o kadar. 24 saat açık, vaat edilen maaş hiçbir zaman ödenmiyor, ölü doğumların teslim edildiği bir yer. Kitapların sahipleriyle kurulan diyaloglara bakılırsa kitaplarından bir an önce kurtulmaktan başka bir dilekleri yok. Çocuklar, yaşlılar, herkes kitabını bırakıyor ve tarih sahnesinden siliniyor. Kaybedenler Kütüphanesi, kaybettiklerinizin anıtlara dönüşeceği yegane yer.
Kütüphaneci, adı K olsun, 31 yaşında ve geleceğin kendisi için sakladığı bir yığın şeyi bulana kadar kütüphanede çalışacak. ABD'de bu işi yapabilecek tek kişi kendisi, öyle hissediyor. Önceki kütüphanecilerin hayatlarının sayımını yaparken yenilgilerinden başka bir şey anlatmıyor. Kitaplarını kabul ettiği insanları anlatırken sadece o anı inceliyor; birkaç cümle, kitabın teslimi ve puf, her şey bitti. Kitabını teslim edenler arasında Richard Brautigan da var. "AMERİKAN GEYİĞİ, Richard Brautigan. Yazar sarışın, boylu posluydu ve ona yanlış bir zamanda yaşıyormuş gibi bir görünüm kazandıran uzun, sarı bir bıyığı vardı. Başka bir çağda yaşasaymış kendini daha fazla yuvasında hissedecekmiş gibiydi." (s. 22) Diğer kitapların içerikleri: Dostoyevski'nin kitaplarındaki yemek tarifleri, kediler, elbiselerin ölümü, ki ölen elbiselerimi hala giyen biri olarak çok merak ettim,
yazımı yirmi yıl alan bir kitap ve sürüsüyle metin, kavanozlarda yüzen ceninler gibi.
Vida var bir de, kapaktaki hanım oluyor kendisi. Vücudu kendinden önce kadınlığını keşfettiğinden etrafındakilerin bakışlarından tiksiniyor, vücudundan çıkıp saklanmak istiyor. Ablasıyla vücutlarını değiştiklerini rüyasında gördüğünden beri işler yolunda gitmiyor onun için, K karşısına çıkana kadar. Kahveyi çok iyi yapıyor ki bir kadına aşık olmak için yeterli bir sebep. Sutyen kopçasını açamama ata sporunu pek iyi beceren K, Vida'yla birlikte yaşamaya başlıyor. İnceliklerden bir inceliktir bu sutyen olayı, kimileri içinse beceriksizliklerin en büyüğü. Davranışların kişilere göre anlam kazanması... Yaşamın kaotik yapısı en çok burada biçimleniyor sanıyorum.
Kürtaj. "Dünyada çok fazla çocuk var ama yeterince sevgi yok. Kürtaj tek çözüm." (s. 59) Yolculuğa çıkacaklar, kütüphanedeki kitapları dağdaki depolara taşıyan Foster'ın salık verdiği doktora gidecekler, istikamet Tijuana. Foster gibi şenlikli, hayta bir adama kütüphane emanet edilir mi? Etmek zorundalar.
Yolculuğun büyüsünü kaçırmak istemiyorum, uçağın kanadındaki kahve lekesinden daha şiirsel bir şey varsa o da geri geri giden uçaktır, hatta ding dong sesinden ibaret bir bölümdür, diyalogların bir tarafının üç noktayla geçiştirildiği bölümdür, hoş Brautigan oyunculuğudur, anlatım tekniğinin değişmesinin sayısız fırsat taşıyan geleceğin gelmesiyle, kütüphanenin dışındaki hayata adım atılmasıyla gerçekleşmesidir, ABD ve sınırın ötesindeki dünyanın karşılaştırılmasıdır, kısacası her yeni şey şiire özgüdür ve Brautigan bunu anlatırken kürtajı adımladığı dünyanın her yerinde sezdirir. Soğuk neon ışıklar altında ABD dışındaki dünyalar, terk edilen kitaplar, kütüphaneden ayrılış, hemen her şey kürtajın bir yüzünü imler. Daha iyisi -diyemiyorum, daha başkası için eldekinden kurtulmak lazım gelir.
Bir sene boyunca Brautigan okumayacağım, bu güzelliği uzunca yaşamak istiyorum. Başka bir güzellik, Jackson C. Frank'i şuraya bırakıp bitiriyorum. Bana göre ikisi de benzer ruhu paylaşmış adamlar. İkiniz de bu dünyadan geçtiniz, bunu bilmek bile bir adım daha atmak için yeterli.
Gözlerim doldu, şu adamları düşününce... Dünya nasıl sevilmez?
Herhangi bir öykü kitabını aylar sonra anlatmaya çalışmak, onu yeniden yazmakla bir midir? Göreceğiz. Tek hatamı düzeltiyorum, bu kitap herhangi bir öykü kitabı değil. Bu, Manitu Brautigan tarafından papirüslere yazılmış, defter kontrolünün hemen öncesinde kareli deftere çekilmiş, kenar süsü kırkyama şeklinde tezhiplenmiş enfes bir müretteptir. Mürettebat, oku!
Arka kapakta hayatının geri kalanıyla ne yapacağını soruyor yazar, karakter, kimse. Sorarsan değil, sormazsan bilirsin arkadaş. Sana derinlerden sezgi olarak gelmiştir zaten, mesajı alamadıysan deniz kenarına git, bir bira al, otur. Bu kadar. Düşündüm de, öyküleri okumak için de iyi bir fikir aslında.
Çimlerin İntikamı: Anlatıcının dedesi büyük bir savaşta ölmüş mü ne, ninesinin evine yerleşen Jack adlı şahıs otuz yıldır aylak mıymış, sonra bahçeyi hiç sevmezmiş de türlü işkencelerle yeşilliğin canına tak ettirmiş de doğa bu adamın kolunu yarmasını sağlamış mıymış, arılar falan bir araya gelip saldırırmış da bir şeymiş, sonuçta adam koca bir ağacı benzin döküp yakmış mı, öyle bir şey. 1/3, 1/3, 1/3: Her zamanki gibi yıl 19beatbirşey, yer ABD'nin kuş uçmaz bir yeri, anlatıcının o zamanlar ne yaptığıyla ilgili hiçbir fikri yok. Fikirsizlik kaynaklı bir öykü.
Adamımız yazacak, kadın düzenleyecek, kadının adamı da romanı yaratacak. Anlatıcınınkinden daha iyi bir iş. "Yaptığım şey bir nevi meslekti benim için. Gökyüzüne bakma ve elma yeme işine bulaşmıştım." (s. 16) Anlaşıyorlar, mekana gidiyorlar ve hikâye ortaya çıkıyor; rezil bir metin var elde. Olabildiğince yazım hatalı. Amerikan edebiyatının kapılarını yumruklarken bitiyor. Herkes yazmasıncılık mı, çağın edebiyatının o olması mı, her neyse.
1692 Mather Haber Filmi: Salem'de cadılar yanardı her gece, kimler durmadan sevişirdi?
Bu tamam, tipik bir çocukluk macerası, veletlerin korktukları bir kadının evine girip cesaretlerini sergiledikleri bir öykü ama bomba şurada, bittim: "El arabasını dolduracak ölçüde sıcak ejderha boku yığınının içine düşmüş gibi ses çıkartıyordum." (s. 14)
Ya Allah senin cezanı vermesin adam dsfdajşi.
Pasifik Radyo Yangını: Ah...
"Sevdiği birini kaybettiği için bok gibi hisseden birini mutlu etmek için söylenecek bir şey yoktur." (s. 23) İki arkadaştan teki beyhude sözleri bir bir dizerken diğeri yitirdiğinin acısını tutuyor. Ne oluyor, insanın içi boşalıyor. Bomboş bir kabuk oluyor insan. İnsan ne oluyor sevdiğini yitirince, bütün ağaçlar, bütün binalar, bütün bulutlar, bütün gezegenler, bütün galaksiler kalbini sıkıştırıyormuş gibi hissediyor. Bütün o sonsuzluğun içinde, evrenin küçücük bir noktasında, kapladığı alanı donduruyor ve öyle kalmak istiyor. Fizik ağlıyor, böyle bir şey mümkün değilken mümkün. İnsan daha ne oluyor, insan bir şey olmak istemiyor artık. Bir yok olsam, acım olduğu yerde kalsa, diyor. Dünya ağrısından bir tık üstü hiç çekilmiyor. Yine denize, kuşa falan bakınca hafifliyor insan, ağrısından kurtuluyor dünyanın da, öbürü geçmek bilmiyor. İnsan... Radyo yakıyor. Şarkılar yanan transistörlerde yer değiştiriyor, her şeyin sırası bozuluyor. Öykü bitiyor. Acı sürüyor.
Elmira: Avcı, Elmira'da avlanıyor. Yaban ördekleri bazen çok uzağından geçiyor, bazen hiç geçmiyor. Tanrı, soğuğa ve yağmura terk ettiği yerlere yolladığı insanlarla bir şey deniyor. Otostop çeken avcı, tüfeğine bakıyor. "Tüfek belli bir açıda tavanın yolcu koltuğu kısmına bakıyor ve ben her zaman yolcuyum." (s. 26)
Brautigan, tüfeği en görkemli şekilde bıraktın, ne yazık ki sen her zaman yolcusun.
Sınırsız 35mm Film Tedariki: Benim için son. Erkekler, baş belada.
İnsanlar, neden onun o kadınla birlikte olduğunu anlamıyor. Her seferinde aynı yemekler, aynı sevişmeler, her şey aynı. Kadında bir şey bulmuyor erkek, her şey kafasının içinde. Her seferinde farklı bir kadınla sevişiyor, hep farklı yemekler yiyor, her şey orijinal, farklı. Her gün yeni bir gün.
Daha kolay. Alışkanlıkları değiştirmektense delirmek daha makul değil mi?
Cessie öne çektirdi de okudum, yoksa bekleyecekti ve kendime yazık edecektim. Baharın bir iki kafayı uzattığı günlerde ortalık yeşil-pembeye kesti. Ağzımın tadı yerine geldi. Hassas bir dengeye sahip olan benÖLÜM'e ağır gelmek mümkün değil, düş görür gibi yaşayanların aralarına kaynayıverin.
"Ya da biri senden bir şey yapmanı istemişti. Sen de yapmıştın. Sonra dediler ki yaptığın şey yanlış -'hatam için üzgünüm,' dedin- ve başka bir şey yapmak zorunda kaldın. İşte benim adım o." (s. 10)
Balık, bu alıntı da benim için.
Anlatıcının isminin bir önemi yok, bu kasaba Sedat Demir'in öksüren meskenine benzese de işin içine karışan alabalıklar, karpuz şekeri ve diğer karpuzî meseleler ayrı bir ince işe çıkıyor. Kasabanın adı benÖLÜM, balıklar, karpuzlar ve sakin insanlar için çok güzel bir memleket. Sakin insanlar, hayatlarını basitleştirip karmaşadan uzaklaşanlar. Ne kadar basit olurlarsa olsunlar, ne kadar mutlu olmak isterlerse istesinler mutsuz olmaya, intihar etmeye bir mani yok. Yaşam basitleştikçe trajediler de basitleşiyor, yok olmuyor. Bildiğiniz gibi yaşam paket halde geliyor, içinde her şey var. Zaten mutsuzluğun olmadığı bir yer ütopyadan çok distopya olurdu sanıyorum.
Okulda iyi kompozisyonlar yazan anlatıcı, kitap yazmakla uğraşırken evine uzanan köprünün gıcırdayan tahtasıyla Margaret'ın geldiğini anlıyor ve kızın gelmesini istemiyor, onun yerine Pauline'in gelmesini tercih ediyor. Trajediye yol açacak bir tercih, sonlara doğru.
benÖLÜM'de yaşayanlar, Bill, Charley ve diğerleri, tek bir işle meşgul insanlar. Birbirlerini sıklıkla görürler, yemek yenirken mesela. Kızarmış havuç, sürekli. Bu sürreal dünyada güneş her gün farklı bir renkte parıldar, oysa yiyecekler pek farklı değildir. İnsana dair alışkanlıkları hiçbir karpuz değiştiremez.
Anlatıcının olayları özetlediği bir bölüm var, fihrist gibi. Oradan olacakları öğrenirsiniz. Maddeler konsantre bölümler gibidir, basitliğin sakinleştirdiği kelimelerde başka bir anlam, bir hırçınlık göremezsiniz. Arka planda daha büyük işler dönüyor gibi görünüyor, onu da sona atayım.
Unutulmuş İşletmeler, unutmayanlar tarafından etrafında dolanılan bir yer. içtenKAYNAYAN ve arkadaşları civarda birkaç baraka kuruyor, içerideki nesnelerden viski yapıp içiyorlar ve benÖLÜM'ün değiştiğini, kasabada yaşayan aptalların her şeyi rezil ettiğini söylüyorlar, özellikle Charley'nin kardeşi içtenKAYNAYAN bayağı bir haşlıyor milleti. Kaplanların öldürülmesi de önemli tabii. Zamanında memlekette birçok kaplan varmış, hatta içlerinden biri anlatıcının matematik problemlerine yardım eden cinsten. Ne yazık ki çocuğun annesiyle babasını yiyorlar, büyük talihsizlik. Çoğu insanı yiyorlar aslında, ortadan kaldırılmaları bu yüzden ama içtenKAYNAYAN için onların varlığı olmazsa olmaz. Margaret da bu tayfaya ilgi duyup onların meskenine sık sık gidiyor, anlatıcıyı Pauline'e kaydıran bu da olabilir.
içtenKAYNAYAN ve adamları parmaklarını, burunlarını kesip kan kaybından ölüyor, aşkına karşılık bulamayan Margaret intihar ediyor ve parlayan çiçeklerle gömülüyor. Ardından bir şenlik, ölüyü uğurlamak için en güzel yol. Bir anlatının bitmesi için de.
Kapitalist dünyadan kurtulmuş bir kasaba, işletme kapatılmış, işletmeden arta kalanlar içtenKAYNAYAN gibi tüketim insanlarına sürekli viski sağlıyor ve onların ölümüne yol açıyor. Kaplanlar insanlara yardımcı olabilir, görünüşte. Yaşayanların zamanlarını, emeklerini yiyorlar. Yapay doğanın bir parçası, onlardan kaçılmaz, yok edilmedikleri sürece. Soyları tükenince insanın kendine ayıracak zamanı, başka mücadeleler için enerjisi kalıyor geriye. Bir de karpuzlar, karpuz fenerleri, karpuz çiçekleri, karpuz güneşi. Yaz geliyor!
Richard Brautigan, uzun yolculuğu boyunca yanında taşıdığı defterine evinde bir süre ikamet edip kendini asan bir kadının hikâyesini yazmaya kalkar. Geride bitmek bilmeyen bir yolculuk -ki biter-, ayakkabı teki -diğerinin neredeliği kafaya kazınır kalır-, trenler, uçaklar, oteller, arkadaşlar -iyidir, bazıları daha iyidir-, diğer kadınlar -...-, daha diğer kadınlar ve deneme çabası kalır. O kadın bütün bunların içinde yer alır, Brautigan hikâyeyi anlatamasa da en azından denediğini söyler. Başarmıştır bana göre, intihar eden bir kadının hikâyesi nasıl anlatılır? Kadını anlatarak değil, hayatın bu olaya rağmen nasıl sürüp gittiğini anlatarak. Şehirlerle birlikte çoğu şey geride kalır, hikâye anlatma çabası dışında. Yani rüzgar her şeyi alıp götürmeyecek.
Epigrafta Iphigenia babasından her şeyi yoluna koyduğu o yerlerden dönmesini söyler. Agamemnon döner ve kızını kurban eder, söylenenlere göre karısı tarafından öldürülür. Olayların sırası böyleydi sanırım. Hiç dönmeseymiş daha iyiymiş. Biri Brautigan'a dönmemesi gerektiğini söylemeliydi. Montana Çetesi. Kısa bir süre sonra av tüfeğiyle intihar etmesinin önüne geçilmiş olurdu. Son kitabıdır bu. Yolculukta yazılmıştır. Yazıldığı defter 2,50 dolara alınmıştır, 160 sayfadır. İçinde yukarıda bahsettiğim şeyler vardır. Bolca alkolü, son günlerin kasvetini ve can yakıcı kara güldürüyü ekleyeyim. Kara güldürü olmadı, soylu bir ironi, iğneleme vardır. Yalnız olmak her zaman işe yaramıyor. Bazen de şeylerin önüne geçiyorsunuz, içe doğru yeterince baktığınızda da içiniz size bakıyor ve gördüğü şey pek hoşuna gitmiyor. Tüfekle vurun onu.
47 yaşına basan Brautigan, yolculuğa çıktığında sıklıkla yazacağını düşünür, başlarda yazar da. Sonradan gecikmeler olur ve tarihinde yazılmamış olanlar, bilincin olayları yorumlamasının etkisiyle anılara dönüşür. Günceyle anının karışımında günler akar, bir daha yaşanamayacak olan 46. yaşın üzüntüsüyle yolculuğun keyfi iç içedir. Honolulu, Montana, San Fransisco karışır da karışır. Ara ara kendini asan kadına döner gibi oluruz, dönmeyiz. "Kadının kendini astığı evden ayrılmama yol açan şeyi anlatabilmem için, ayrılışımdan önceki son birkaç günün detaylarını vermem gerekir ya da bunu anlatma fikrinden tamamen vazgeçebilirim. Herhalde böyle yapsam daha iyi olur çünkü bunun dolaylı olarak kadının kendini asışıyla da ilgisi var. Ama bunun, bir adamın birkaç aylık süre zarfındaki varoluşunu takip eden haritalı bir takvimin rotası olduğunu da aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor ve burada mükemmeliyet aramak hiç de doğru olmaz, eğer böyle bir şey varsa tabii. Muhtemelen mükemmeliyete en yakın şeyler astronomların son günlerde uzayda keşfettikleri şu koskocaman ve bomboş deliklerdir. Eğer orada hiçbir şey yoksa ters giden bir şey nasıl olsun ki?" (s. 30)
"Hayatlarını boşa harcayan, terk edilmiş insanlar gibi" sinemaya gider, eski sevgilisini arayıp bir yangını beraber izleyip izleyemeyeceklerini sorar ve bu telefon görüşmesi ona çok iyi gelir. Bir de şey, Alaska'ya gitmesi. Farkındalık o kadar katı ki insan hemen kendi çektiği kareleri düşünmeye başlıyor. Bir müzikle, düşünceyle falan özdeşleşen ve her zaman hatırlanacak anlarımız vardır ya, onlar. Ölürken gözlerimizin önünden de bunlar geçiyordur herhalde.
"'İşte bu yüzden Alaska'dayım,' dedim kendime. 'Gagasında bir sosislinin minyatür kayık gibi sallandığı bir kargayı seyretmek için.'" (s. 67)
Tetik çekilirken o karganın Brautigan'ı izlemek için pencereye konup konmadığını bilemezsiniz.
Kitaba belki de "aldanma" sözcüğüyle başlaması gerektiğini söylüyor Brautigan, gezintisine devam ettikçe hayatın öngörülemeyeceğinden emin olduğunu belirtiyor. Yolda karşılaştığı kadınlar... Bir ilişkiye en başından başlamak çok zor onun için, karşısına çıkan kadınlar, günlere benziyor. Bir kadının maliyetini kaldıramayacak durumda. Ruhsal maliyet dahil. Yorgunluk arttıkça gitmek kolaylaşıyor. Gidiyor işte.
"Akşam haberlerine bakabilir ve dünyanın cehennemin dibine yol alışını seyrederken kendimi dışlanmamış hissedebilirdim." (s. 122)
Böyle. Brautigan'a veda edin, bir daha uzun yolculuklara çıkmayacak. Şu anki yolculuğu dışında.
Vonnegutvari bir mizah, uyuşturucunun garip cortlatması, bolca western ve gotik ortamlar, Brautigan'dan biricik bir macera!
Cameron ve Green, 20. yy. başlarında kiralık katil gibi çalışan iki ortak, istedikleri ücret ödendiği zaman indiriyorlar. Cameron bir sayıcı; yolda kaç defa kustu, kaç ağaç gördü, her şey aklında. Green biraz daha normal bir herif. Sihirli Çocuk bunları buluyor, bir iş için Bayan Hawkline'ın kendilerini beklediğini söylüyor ve yola düşüyorlar. İkisi de kızdan hoşlanıyor ve sırayla yatıyorlar.
Eve vardıklarında Bayan Hawkline mevzuyu anlatıyor. Babası kimya profesörü, evin altındaki buz mağaralarının girişine kurduğu laboratuvarda insanoğlunu kurtaracak -burayı tam hatırlamıyorum- bir formül üzerinde çalışırken ortadan kayboluyor ve Bayan Hawkline, aşağıdan gelen korkunç gürültülerden sonra laboratuvarın girişini kapıyor. Bu sırada Sihirli Çocuk, Bayan Hawkline'ın ikizine dönüşüyor yavaş yavaş. Bunlar hep kimyasal işte. İki kovboydan biri -Green olabilir- etrafı gözlemliyor ve bir ışık parçacığının sürekli kendilerini izlediğini görüyor. Bir de gölge var, o da onları izliyor. Kovboy anlıyor ki aşağıda canavar falan yok, canavar hep evin içinde ve insanların beyinleriyle oynayıp duruyor. Mesela Bayan Hawkline'a bir şemsiyelik çok tanıdık(!) geliyor falan. Sonra bu ışığı gölgenin de yardımıyla viski dolu bir kavanoza -galiba- kapatıp yok ediyorlar, ev yanıyor, profesörün bütün çalışmaları kül oluyor, şemsiyeliğin aslında yaratığın gazabına uğramış profesör olduğu anlaşılıyor. Kovboylarımız murada erip kızlarla evleniyorlar, bir süre sonra boşanıp bok gibi hayatlar yaşıyorlar falan. Böyle bitiyor.
Metin fragmanlar halinde ilerliyor denebilir; bölüm başlıkları metni onlarca parçaya ayırıyor. Konağın ortamı adamı Otranto Şatosu kadar olmasa da bir karanlığın, tedirginliğin içine çekiyor. Şemsiyelikten, ölü adamların dirilmesinden falan hiç bahsetmiyorum, kimyasal işler çok eğlenceli olmalarının yanında son derece şaşırtıcı.
Ortaya karışık bir serüven, bulursanız alın derim de zor galiba; nadirkitap'ta 60 TL. Ben Çaycuma'da bulup aldım, alakasız bir yerde çıkıverdi karşıma. Gen Bencildir'i de böyle bulmuştum. Sahaf gezmeyeceksin aslında, böyle kıyıda köşede kırtasiye-kitap dükkanları var, onları kurcalamak lazım.
Kendime bir sürü şarkı ayırıyorum son bir iki haftadır, iyi hissettireninden. Güzel pazarlar dilerim.
Kaybolmayan anı istiyoruz. Biz öldükten sonra bunlar bir şekilde varlığını sürdürse, bu dünyada kalan bilinç kırıntılarımızla birlikte yaşasalar. Bencilce bir şey ama en doğal hakkımız; aklımıza kazınmış, istediğimiz an bütün canlılığıyla gözümüzün önüne getirebildiğimiz anılarımız korunsun. Geride bir şeyler kalmalı. Bu cümleye kitabın adını alacaktım, üşendim. Almışım gibi düşünün. Bachelard'ın evlere dair bir sözü vardı, tam hatırlamıyorum. Evlerin binlerce anıyı peteklerinde hapsetmesi gibi bir şeydi. Brautigan bir şato. Anlattıklarından daha çok anlatmadıklarını düşünerek tedirgin oluyor insan. Cansever kendi için "hiç kimselerin ilgilenmediği bazı olayların tarihçisi" der ya, Brautigan'ın çabası da benzer bir çaba.
Brautigan'ın okuduğum ilk kitabı. Diğerlerini Kadıköy'de arayıp bulurum artık. Yani Rüzgar Her Şeyi Alıp Götürmeyecek, kişisel tarihçiliğin on numara bir örneği. İntiharından iki yıl önce tamamlamış bu kitabı Brautigan, 1981-82 gibi. Beat Kuşağı'nın en kendine özgü, içe dönük ve kendini öldürmeli adamı.
Hamburger yemeye tercih edilen kurşunlarla başlıyoruz. Ağlayan bir çocuk, sonsuz bir suçluluk duygusu ve okurda uyanan büyük bir merak. Kitabın sonunda çember tamamlanacak. Sondan önce çocuğun yaşadıklarını, iç içe geçmiş anıları adım adım izleyeceğiz. Bunları birbirine bağlayan leitmotif şu:
Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek Toz... Amerikalı... Toz
Anıların ilki, II. Dünya Savaşı'nın ardından çocuğun yaşadığı civardaki gölün kenarına gelen bir çifte ait. Kadınla adam zebellah gibiler, karavanları var ve deli gibi balık tutuyorlar. Çocuk onları izliyor. Günler boyunca. Bu sırada yaşamayı, güneşi, suyu ve yoksulluğu keşfetmeye çalışıyor. Brautigan'dan naif, hassaslık dolu bir bölüm:
"O zamanlar, giymeye zorlandığım o alay edilecek kadar eskimiş tenis ayakkabılarının anlamıyla, Devlet yardımı aldığımız ve Devlet yardımının da, doğası gereği, bir çocuğun gurur duyması için verilmediği gerçeği arasında ilişki kuramayacak kadar naif ve saftım. Yeni bir çift tenis ayakkabısı aldığımda, dünyaya bakışım birden değişirdi. Yeni bir insan olurdum, dünya üzerinde yeniden gururlu yürümeye başlardım ve dua ederken yeni bir çift tenis ayakkabısı almama yardım ettiği için Tanrı'ya şükrederdim." (s.13)
Yoksul çocuklar çevrelerine, hayatlarına biraz daha dikkatle yaklaşıyorlar galiba. Evlerindeki uyarıcı eksikliğini çevredekilerle gidermeye çalışıyorlar. İyi bir gözlemci olmalarının temeli bu. Tabii bunun için yoksulluktan önce duyarlılık, merak ve biraz da kolaylıkla özlemek lazım.
Anlatıcının bahsettiği yoksul bir çocuk, kendi çocukluğu. Çiftin gelişini beklerken yakınlardaki bıçkıhanenin bekçisiyle ahbaplık kuruyor. Bu çocuğun farklı bir kişiliğe sahip olduğunu anlıyor insanlar, o yüzden yüzeysel olmayan ilişkiler kuruluyor aralarında. Çocuk, bekçinin boş bira şişelerini toplayıp depozitolarından para kazanıyor.
Bundan sonra ölü çocuğun cenazesi geliyor. Hassas biri demiştik bizim çocuk için, ölü bir çocuk fikrinin ne kadar travmatik olacağını tahmin edin. Jackson C. Frank geliyor aklıma. Naif bir sanatçı, kendi şarkılarını yazıp söylüyor ama çocukken zor kurtulduğu, arkadaşlarının ölmesine yol açan yangını unutamıyor bir türlü, tek bir albüm çıkarıyor ve gerisi gelmiyor, acılarla boğuşuyor hayatı boyunca. Yalnız başına ölüyor. Bazı insanlar kaldıramaz acıyı. "Çok acı var, dayanamıyorum." Dicle Koğacıoğlu'nun intihar notu. Herkesin bir sınırı var, bizimki nerede başlıyor acaba?
Çocuğun naaşı, cenaze levazımatçısının kızının soğuk, bembeyaz elleri, sürekli tütün çiğneyen yaşlı adam ve gelip geçen tatiller, günler, aylar, insanlar, alayı birbirine karışıp anı bulamacı oluyor. Böyle bir anı topağında kronolojik bir ilerleyiş bulamıyorsunuz. Normaldir. Yine de çember kapatılmış; hamburger-mermi mevzusunda çocuğun gittiği okulun jönü başka bir çocuk var. Bu başka çocuk, bizimkiyle arkadaşlık kuruyor ama okul dışında. Okulda bunları birlikte gören yok. Neyse, ava gidiyor bunlar ve bizimki, hamburger yerine tercih ettiği mermilerden biriyle çocuğu vuruyor. Yanlışlıkla. Eleman ölüyor ve gelsin ömür boyu pişmanlık. Gerisi zaten Brautigan. Tütüncü yaşlı adam ve kendisi hakkında söylediği bir şeyle bitiriyorum:
"O zamanlar, bir takvime baktığımda sık sık zamanın coğrafyasında kaybolduğunu ama yine de bunu umursamadığını düşünürdüm. Çok geçmeden kendimi de onun gibi bulacağımdan pek haberim yoktu: Yani Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmeyecek Toz... Amerikalı... Toz" (s. 66)