Shirley Jackson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Shirley Jackson etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2017 Cuma

Shirley Jackson - Biz Hep Şatoda Yaşadık

Tepedeki Ev, evin tersoluğunun yol açtığı cinneti anlatıyordu. Bize göre nesnelerin ideal boyutları, bastığımız zeminin eğimi ve buna benzer şeyler beynimizdeki şablonlarda mevcuttur, beyin düzenleyici ve sıralayıcıdır, yani kapılarının aynı boyutta olmadığı, eğimli vs. bir evde yaşamak delirtici olabilir. Zaman algısının belirli bir şema içinde kalması da öyle, bunun ince ayarı için uyku gerekiyor mesela. Neyse, Jackson bu tür bir aracıya başvurmadan, evi farklı bir şekilde ele alarak ötekiyle olan münasebetleri inceliyor. Dışarıda olanla içeride kalanlar arasında bir uyuşmazlık mevcut ama asıl olay içeride, şatoda.

Marry Katherine Blackwood'un anlatıcılığıyla ilerliyoruz. Yazarın kastını daha ilk cümleden çıkartamıyorum ama ad, soyad ve yaş verip karakterin ablasıyla birlikte yaşadığını, ailesindeki diğer herkesin öldüğünü ve hemen ardından Julian Amca'nın pek hoş hallerini anlattırmasıyla birlikte güvenilmez -ya da bir ölçüde güvenilir- anlatıcı karşısında okur olarak pozisyon alıyoruz. Niyetimiz tongaya düşmemek zira çok ilginç şeyler olacak gibi gözüküyor. Merricat aynı zamanda köygöçüren mantarını da çok seviyor, bunu durduk yere söylemez deyip atıyoruz hafızaya. Bir de ablasıyla birlikte yaşıyorsa ve ailedeki diğer herkes öldüyse Julian Amca ne iş, onu da bir köşeye koyuyoruz.

Otoyolla kasaba arasında bir yerde, malikanede yaşıyorlar. Dış dünyayla mesken arasında, arada kalmış bir konum. Sembolik. Kasabadan çıkmak için malikanenin önünden geçmek zorunlu, başka yol yok. Önceleri bahçeden bir kestirme yol varmış ama Merricat'in babası yolu kapamış.

Merricat salıları kasabaya iniyor, alışveriş yapıyor ve temkinli bakışları görmezden geliyor. Stella'nın mekanında bir kahve içiyor, etrafta kimse yoksa tabii. Stella ablasının da sağlığını sorduktan sonra, "Ya o?" diye ekliyor. O? Amcada ne gibi bir problem var acaba, bu aile niye böylesi yalıtılmış? Sonra bir kerkenez gelip Merricat'le dalga geçiyor, Blackwood ailesinin katli için söylenen bir şarkıyı söylüyor. Kız herkesin ölmesini isteyerek kaçar gibi uzaklaşıyor oradan. Bilgiler çoğalıyor; elde bir katliam var ve şarkının içeriğine bakarsak Merricat'in ablası Constance'ın aileyi zehirlediğini öğreniyoruz. Adım adım ilerliyoruz, elimizdeki bilgiler şimdilik bu kadar. Bir tek şey kafa kurcalıyor, o da kasabanın köklü ailelerinden sınıf farkından ötürü nefret edilmesinin dışında Blackwoodların sevilmemesinin sebebi ne olabilir, babanın yolu kapatması mı sadece? Zehirlenme olaylarının dışında bir şeyler mi var, mesela kasabalılar kızları cadı olarak mı görüyor? Kasabalıları çocuk despotlara dönüştüren bu öfkenin sebebi nedir? Bilmiyoruz. Korkuyorlar, Blackwoodlara süt götüren adam bile o evle irtibatı koparıyor.

Ev yaşamları herkesin görebileceği ön cephede değil, bahçeye açılan arka cephede sürer. Julian Amca, zehirlenme olayıyla ilgili hatırladıklarını kağıtlara döker, araştırmasının tamamlanması ve basılması için hatırlaması gereken çok şey vardır. Postayı ve telefonu iptal ettirmelerinden sonra dışarıdan pek az tanıdıkla irtibat kurarlar, onlar da haftanın belirli günlerinde gelen eski dostlardır. Amca, Constance ve Merricat'in hatırladıklarıyla yetinir. Üzerlerine çöreklenen suçluluk psikolojisi zehirlenme olayından çok öncesine dayanır gibi gözüküyor, ailenin tarihinin büyük bir kısmını kapsar bu. Merricat, arabayla kovalandığını ve kasabalıların sonsuz alaylarına katlandığını hayal edip nefretini büyütür, suçluluğunu da. Kuşlar bile saldırgandır, evin ötesi bir cehennemdir. İlerledikçe Constance'ın şekerle siyanür arasında bir ilişki kurduğunu, aile üyelerinin ölümünden bu olayın sorumlu olduğunu, Constance'ın kasıtlı bir suç işlememesinden ötürü yırttığını ve o facia zamanlarında Merricat'in yurtta kaldığını öğreniyoruz. Tekrar bir araya gelmeleri çok sancılı olduğundan ve birbirlerini çok sevmelerinden ötürü kolay kolay ayrılmayacaklar, belli.

Üçünün ilişkisi ilginç, Merricat Julian Amca'ya karşı sürekli merhametli davranması gerektiğini hatırlatıyor kendine. Jonas nam kedisini bir dördüncü kişi olarak görüyor, Ay'a gidip orada rahat edebileceğini düşünüyor, bir sürü şey. Üçünün de gerçeklikten koparıp müstakil hale getirdikleri dünyaları var ve ara ara bu dünyaya kaçıyorlar, diyalogların mantıklı bir örüntüye sahip olmaması, kelimelerin anlamlarından kopması bu yüzden. "Şapşal Merricat," diyor Constance, sürekli. Deliliğin kardeşçesi mi? Merricat'in evi korusun diye astığı nesnelerin yanında gömdüğü paralar da deli olduğunu mu gösterir? Deliliğin toplumsal bir anlam taşıdığını düşünüyorum, aile içinde doğal davranışlardan bir farkı yok.

Charles. Yıllar sonra kuzenlerden biri ortaya çıkıyor, misafir olarak kabul ediliyor. Charles'ı sağlıklı bir toplumun sağlıklı üyesi olarak tanısaydık ve aileyle arasında çıkacak muhtemel çatışmaları görseydik belki daha etkileyici bir rolü olabilirdi, biz sadece paragöz ve mermer kafalı bir adam olarak bileceğiz kendisini. Detaylara girmeyeyim, ailenin delilerden oluştuğunu anlar anlamaz evde yangın çıkıyor, Merricat sağ olsun. Kız, Charles'ın despot tavrından nefret ediyor, Julian Amca da öyle. Charles'a göre Merricat'in akıl hastanesine, Julian Amca'nın da huzurevine gönderilmesi lazım, Constance da normal yaşama dönmeli. Burası yine garip; kardeşiyle amcası kızın zaten evden çıkmasını, sosyalleşmesini istiyorlar ama Constance böyle bir şey yapmak istemiyor. Bunun yanında Charlie'ye hak veriyor ve hayatını heba ettiğini söyleyip ailesine kötü davranmaya başlıyor. Yangından sonra yine eskisi gibi hissediyor bu sefer, Charlie'nin gidişiyle eski haline dönüyor. Bu dönüşüm çok keskin ama ailenin en aklı başında gözüken bireyinin nasıl bir deliliğin içinde yaşadığını bilemeyeceğimizden belki de normaldir, kurguya halel getirmez.

Evin üst katları yandı, kasabadan gelenler yangını söndürdü ve bir cinnete kapı araladılar; evi basıp içeride ne var ne yok kırdılar, döktüler, bizim kızları ortaya alıp dalga geçtiler. Aile dostları bu çılgınlığın orta yerinde çaresiz kaldılar, nihayet Julian Amca'nın ölümüyle kalabalık dağıldı. Sonrası toparlanma süreci. Dostlar yüzlerine açılmayan kapılar yüzünden gelmeyi bıraktı, iki kardeş yine çok mutlu mesut, yaşamaya devam ettiler. İnsan öyle engin ki delilikle mutlu olabilir, en azından kendilerine ait, dışarıdan gelen bir şey, bir tehlike değil. "İçeride Charles olunca bahçe bile yabancı bir manzaraya dönüşmüştü." (s. 102)

Başa dönüyorum, Merricat'in Julian Amca'yı bir hayalet olarak gördüğünü düşündüm, arada hayaletlerin varlığından bahsetmesi buna yorulabilirdi, doğruymuş. Bomba şu ki dördü yemek yerken Charles'ın keçileri kaçırmak üzere olduğu bölümde Julian Amca, Merricat'in yurtta öldüğünü söylüyor ve Charles boş boş bakıyor. Merricat tam karşısında. Ailede kimin yaşayıp kimin hayalet olduğunu anlamak mümkün ama karakterlerin davranışları bu konuyu muğlaklaştırıyor, zaten tekinsizliğe yol açan noktalardan biri bu. Diğeri gotik ortam. Diğeri ötekinin düşmanlığı. Diğeri aileye bağlı olmamız, aileye her koşulda bağlı olmamız, gerekirse aileyle birlikte batmamız.

Shirley Jackson içimizdeki kuyuyu biliyor. Bir göz atmak isteyebilirsiniz ama uzun süre bakmayın.

28 Nisan 2015 Salı

Shirley Jackson - Tepedeki Ev

The Haunting of Hill House. Stephen King'in dediği: "Tepedeki Ev'e adım atmak, bir delinin zihnine adım atmak gibi... Ürkmeye başlıyorsunuz."

Shirley Jackson, 48 yaşında uykusunda geçirdiği bir kalp kriziyle hayata veda edince ardından pek çok şey söylenmiş. Cadı, okültist, falan. Oysa nevrozlu, sigara bağımlısı, şişman bir kadın. Psikosomatik etkiyle ölmüş olabileceği söyleniyor, neyse. Yarattığı ev pek çok yazara esin kaynağı olmuştur sanıyorum, gerçekten ürkütücü. Hayaletlerle makul ölçüde bir ilişki var ama evin mimarisi, çalışanları falan derken kafayı yememek elde değil. Evin doğasıyla ilgili büyük sıkıntılar var. Güç çizgilerinin üzerine yapılmış olabilir, yapımında facialar yaşanmış olabilir, bilinmiyor bunlar. Bilinmeyenin korkusuyla psikolojik cortlamayı birleştirin. Of.

Filmi vardı bunun, çocukken izlemiştim. Kadro güzel, film de güzel ama o yaşlarda izlenen her korku filmi güzel zaten. IMDb puanı çok düşük. Kitaptan biraz daha farklı bir de, olayın psikolojik boyutu üzerinde pek durulmadan hayaletlerle çekişmelere ağırlık verilmiş.

Dr. John Montague, felsefe doktoru ve antropolog, ömrünü paranormal hadiseleri araştırmaya adamıştır ancak pek bir şey de bulamamıştır açıkçası. Bilim çevrelerinde adı küçümsemeyle anılmaktadır falan. Sonra bu evi bulur, üç aylığına kiralar. Ev sahibinin yeğeni olan Luke, kadroya ek kontenjandan yerleşir. Diğer iki denek başından doğaüstü olaylar geçen kişiler arasından çıkar. Eleanor Vance, 11 yıl boyunca baktığı annesi ölünce sudan çıkmış balık gibi kalakalır. Ablası ve eniştesiyle leş bir ilişkisi vardır, bu fırsat çıkınca onlardan kaçarcasına ayrılır -ortaklaşa aldıkları arabayı da yürütür- ve mekana doğru yola çıkar. Diğer kız Theo, böyle son derece neşeli bir kardeşimiz.

Nell diyeyim bundan sonra, Eleanor'un eve gelmek üzere yaptığı yolculuk pek ilginç. Önce zakkumlarla dolu bir tarla görür. Onca griliğin arasında parlayan bir krallık gibi. Zakkumların arasında gezinirken önüne bir saray çıkacağını düşler, hayal aleminde dolanır bir süre. Sonra gülümseyip her şeyin griye dönüşeceğini düşünür ve bir gün zakkumların sırrını çözmek için kendine söz vererek oradan ayrılır. Mola verir, molada küçük bir kızla ailesinin çekişmesini görür. Kız ailesine yıldızlı fincanı olmadan bir şey içmeyeceğini söyler, ailesi diretir. Nell kızı takdir eder, farklılıkların ortadan kaybolmaması gerektiğini, yoksa ailesinin güdümüne gireceğini düşünür. Kız mevzuyu anlamış gibi Nell'e dönüp gülümser. Valla bu Nell bir yuva arıyor açıkçası, annesiyle geçen 11 yıldan sonra kendine ait bir şey arıyor, farklı bir şey. Kimsenin kendisine ne yapıp ne yapmayacağını söyleyemeyeceği bir yer. Bulacak böyle bir yer, eve varıyor en sonunda.

Evde çalışan uşaklar cins, bir öleceklerini söylemedikleri kalıyor. Hep aynı şeyleri tekrarlıyorlar. "Akşam oldu mu burada durmayız. Kahvaltı onda. Sofrayı şu vakitte toplarız. Hizmetçiniz değiliz, evin bakıcısıyız sadece."

Dördü kaynaşır, sonra mevzular başlar. Duvarlardan gelen sesler, evin etrafındaki patikalarda yürürken hortlaklı alanlara girmeler gırla. Tipik bir hayalet öyküsüne benziyor ama öyle değil, Jackson'ın en büyük başarısı olayın psikolojik boyutunun hayaletlerden daha çok germesi. Mesela Nell bir gece, "Tamam anne, geliyorum!" diyerek uyanıyor. Duvardan gelen ritmik sesi annesinin çağrısı sanıyor, sonra bir bakıyor ki evde. Bir de el tutma mevzusu var, paranormal hadiseler gerçekleşirken Theo'nun elini tuttuğunu sanıyor ama Theo başka bir yerden çıkıyor sonra. Öf, acayip gerilmiştim.

Nell'in perspektifinden görürken bir süre sonra ev ağırlığını koyuyor, sonda tekrar Nell'e dönüyoruz ama baştaki Nell değil artık o, başka biri. Herkes bir ölçüde değişiyor aslında ama en büyük darbeyi Nell alıyor. Sürekli kendisine ihtiyaç duyulduğu hissinden kurtulamıyor, evden gelen, "Nell, yardım et!" mesajları da kafayı cortlatmasını hızlandırıyor. Hayatını yaşamak isterken tekrar aynı konumda buluyor kendini, sanki sürekli birine bakmak zorundaymış gibi. Bu durum arkadaşlarıyla olan ilişkisini de bozuyor, hezeyanlara kapıldıkça onları korkutuyor ve tehlikeye atıyor. En sonunda şutluyorlar Nell'i evden, o da arabasını ağaca vuruyor. Vurmadan önce neden kendisini durdurmadıklarını düşünüyor falan. "Bunu neden yapıyorum?" diye soruyor sürekli, üstelik ilk kez kendi başına bir şey yapmasıyla ilgili onca heyecanlanmışken, ucunda ölüm olsa bile. Tepedeki Ev - Nell'in Yolu.

Ev hakkında bir iki şey. Mimari ilginç demiştim, ev eğik. Birkaç derecelik eğimler var, farklı doğrultularda. İç kulak dengeyi bir türlü kuramıyor, beyin için ne büyük bir işkence! Odalar dairesel bir sistemin içine ve etrafına kurulu, her oda bir diğerine açılıyor ve kapılar açık bırakılsa bile kapanıyor bir süre sonra. Eşyalar kayboluyor, bir şeyler oluyor falan. Usher Evi gibi, ev canlı. Tarihi de var. Zamanında Hugh Crain diye biri yaptırmış evi, iki kızı ve eşiyle buraya taşınırken bahçeye girer girmez eşin atı hoyhoylanmış ve genç kadın düşüp ölmüş. Sonra adamın iki yakası bir araya gelmemiş. Kızlar büyümüş, cici anneleri birer birer ölmüş. Bu Crane nam şahıs da az psikopat değilmiş, ethica yazmış bir tane ama küçük kızları için pek uygun değilmiş açıkçası. Kendi kanıyla damgalamış, cehennem alevleriyle ilgili bir şey söylemiş. Kızlar iyi delirmemiş. Gerisi bir dünya entrika ama ta o zamanlardan evin içinde birinin yürüdüğü, gece vakti eşyaların kaybolduğu oluyormuş. Şununla bitireceğim: "Akıl sağlığı yerinde olmayan Tepedeki Ev, tepelerin karşısında tek başına yükseliyor ve karanlığı içinde tutuyordu. Seksen senedir böyleydi bu, bir seksen sene daha durabilirdi. Duvarları dimdik yükseliyordu, tuğlaları düzgünce yan yana dizilmişti, döşemeleri sağlamdı ve kapıları sağduyulu bir şekilde kapatılmıştı. Sessizlik, Tepedeki Ev'in tahtalarıyla taşlarının üstünde muntazaman uzanıyordu ve orada gezinen her ne ise, tek başınaydı." (s. 9)