Kitap yazısı aşağıda, şahane bir hava olduğu için müzikten, liseden ve gençlikten bahsetmek istiyorum. Dileyen buraları geçsin.
Yolları şarkılarla ölçerim. Okula giderken Amorphis'ten Tuonela, Death'ten See Through Dreams. Dershaneye giderken Dream Theater'dan Finally Free, Fates Warning'ten The Eleventh Hour. Çeşitli istikametlere çeşitli şarkılar, hepsinin arasına Opeth şarkılarını yerleştirin. Lise zamanları böyle geçti; ezilmeye beş kala air guitar ile coşardım. Çok küfür yemişimdir ama müzik muhteşem bir şey. Opeth hele.
Ayıramıyorum, her albümü ayrı sevsem de Still Life daha bir güzel gelirdi. Soğuk, tedirgin edici. O zamanlar erginliği yakalamaya çalışırdım, kitaplarla veya müzikle gelmeyecekse erginlik neye yarardı ki? Yaramadı da zaten, hoş bir şey değilmiş. Şarkılar ne olursa olsun kaybolmuyor neyse ki. Konsept bir albüm Still Life, hikâyesini kendimize uydurup o yalnızlığı da çekerdik. Adamımızın Melinda'ya duyduğu aşkla bizim kıçı kırık lise aşkları bir değil miydi? Aynı defi yaşamadık mı? Sonuna kadar. O zaman aradan 13 yıl geçtikten sonra, şu güzel yağmurun altında bir Opeth patlatırız be. Al ulan, ah Melinda.
"Gelin kuzucuklarım," diyor King, ısırmayacak gibi gözüküyor. Adile Teyze'ye bağlamasının sebebi belli, iyice yaşlandı. Ciddi bir kaza atlattı, zar zor iyileşti ve yazmaya devam etti, hala yazıyor. Eski performansının çok uzağında olduğunu söyleyenler var, yazdığı yeni şeylerin de pek güzel olduğunu söyleyenler var. Sadece şunu söyleyeceğim, bu adam bu yaşında yazmaya devam ediyorsa, okutmaya devam ediyorsa daha yapacağı çok iş var demektir. Yeni bir seri beklememek lazım, adam bir şiirden koca bir saga yarattı, yeter. Öyküden ve romandan yürümeye devam ediyor. İkisinin yazım aşamasını kıyaslıyor ve öykünün yazımının daha zor olduğunu söylüyor. Öykü bir esin anında fikir olarak belirebilir, hatta nasıl başlayıp nasıl biteceği bir anda şekillenebilir ama roman öyle değildir, tekrar tekrar denenen, yazılan bir şeydir. King, öykülerin hikâyesini anlatırken bu durum daha iyi anlaşılıyor.
Öyküler ısırabilir, uyarı bu yönde. Uyumadan önce kapının neden aralık olduğunu düşündüren türden öyküler bu huzursuzluğu yaratıyor King. Kısaca şu: Kapıya asılı gömleğinizin bir an için bir varlığın üzerinde olduğunu, yatağınızın altında bir varlığın nefes alıp verdiğini, dolabın kapağının yavaş yavaş aralandığını düşünenlerdenseniz bu kitap uykuyu getirmek için iyi bir tercih değil. Küçük korkuların sürekli huzursuz ettiği ruhlar için çok sıkıntılı bir kitap.
Mile 81: Yılın belli zamanlarında kullanılan bir yol üzerinde terk edilmiş sosyal bir tesis var, Peter adlı çocuğumuz burayı keşfe geliyor ve uykuya dalıyor. Peter ve abisi arasındaki ilişki birkaç sayfa boyunca anlatılıyor, işler acayipleşmeden önce normal dünyaya bir pencere açıyor King, böylece yabancılaşma ve korku hissi artacak.
Buick 8, Christine, içine ecinni girmiş pres makinesi, maymun oyuncağı, King'in tipik mahluğu yine ortada ama bu kez uzaydan geliyor. Uzaylılar pek çok King eserinde ortaya çıkar, burada araba biçiminde beliriyor. Clive Barker'ın Rawhead Rex'iyle paralel bir çizgide ilerliyor öykü; yabancı bir varlığın bir anda peydah olması ve önüne geleni yemesi.
Oradan geçen bir kadın, satın aldığı atıyla birlikte yolculuk ederken camları çamurla kaplı, kapısı aralık bir araç görüyor ve kenara park edip aracın yanına gidiyor. Araba, kendisine dokunanı çatır çutur yemeye başlıyor. Önce bu kadın, sonra başka bir araçla seyahat eden ailenin babası, sonra oraya gelen bir polis memuru teker teker yem oluyorlar. Sonunda Peter uyanıyor, aracın yanına gidiyor ve çocuk aklıyla inandığı şekilde araçla savaşıyor, yanında taşıdığı mercekle arabanın bir noktasına güneş ışınlarını yoğunlaştırıyor ve araç geldiği yere dönüyor. "Pete'in aklına dünyayı saran atmosferin üstündeki soğuk karanlık geldi; o sonsuz boşluk içinde kim bilir neler yaşıyor ve pusuda bekliyordu." (s. 65)
Öyküdeki karakterlerden biri, aracı gördüğü zaman Christine'i hatırlıyor. Güzel bir gönderme, kendine referans.
Premium Harmony: King'e göre Lovecraft okurken Lovecraft gibi yazılır, Carver okurken Carver gibi. Öykü Carver'a ithaf edilmiş, King'in biraz geç keşfedip çok sevdiği bir yazar, bizde şiir ve öyküleri Can'dan çıkıyor, şiirlerinin çevirmeni Cevat Çapan. Neyse, King için Carver: "Evet, adam sarhoşun tekiydi ama kocaman bir yüreği vardı." (s. 68)
Kısacık bir öykü: Yıllanmış evliliklerinin durgunluğunu kıramayan bir çift, bir köpek, seyahat esnasında mola verirler ve kadın tesise girer. Bir an sonra arabanın yanına biri gelir, adama karısının düştüğünü ve hareket etmediğini söyler. Kadın ölür, civardaki insanlar adama acır, adam ne olduğunu anlar ama körelmiş duygularıyla pek bir şeyin farkına varmaz. Aslında kimse varmaz. Su içmek gibi bir şeydir ölüm, nefes almak gibi. Hayatın doğal bir süreci. O kadar.
Batman ve Robin Tartışıyorlar: Bu öykünün bir kısmını anlayabiliriz, bizi ısıracak olan kısmı değil. Minibüs terörünü düşünün, şoför aşağı indi ve elinde sopayla küfrederek geliyor. Süper. Dayak yiyeceğiz. Yanımızda babamız var, aklı gidip geliyor. Adamı haftada bir kez huzurevinde ziyaret ediyoruz, eski günleri anıyoruz falan. Sonra biz dayak yerken baba arabadan çıkıyor, şoförün gırtlağına bıçağı geçiriveriyor. Minik oğlunun dayak yediğini izleyecek değil ya.
Olabilir, bu ihtimal King'in sanatını dehşet verici kılıyor.
Kum Tepesi: Yaşlı bir yargıç, ölümü yakın. Avukatını çağırıyor ve vasiyetnamesini yazdırıyor, bu arada yıllardan beri yaşadığı bir olayı anlatıyor. Evinin yakınındaki bir adada, kum tepesinin üzerinde isimler beliriyor ve beliren isimler kısa bir süre sonra ölüyor. Yargıç, son bir isim gördüğünü ve ondan sonra söylüyor. Avukata göre bu isim yargıcın ismi ama gerçek bambaşka. Anladınız.
Kötü Çocuk: "Başaramayacaksın," diyen ses her zaman orada, beyni bir yerinden kemiriyor. Her zaman. Kaygılardan kurtulamayan insanın kabusu. Başka bir hayatı muhteşem bir şekilde yaşamakta insanların üstüne yok, neyi başarıp başaramayacağınızı söylerler, kendilerinden oldukça eminler. Bu kötü çocuk, toplumun sesi olarak değerlendirilebilir ama öyküdeki mevzu biraz daha korkunç. Bir adama musallat olan şişko, kötü bir çocuk var ve her kritik anda ortaya çıkıp adamın hayatını mahvediyor. Adamın arkadaşları birer birer ölürken delirmemek işten değil, adam da delirip çocuğa kurşun yağdırıyor. Tabii ki çocuk bir başka çocuk, o değil. Avukat, idam edilen müvekkilinin hikâyesine inanmasa da arabasına binmek üzereyken çocuğun şapkasını ön koltukta gördüğü zaman inanacak. Lanet artık bir başkasının üzerinde.
Öbür Dünya: Nispeten zayıf bir öykü, ölümden sonrası için bir ihtimal. Hayatınızı yeniden yaşarsınız, hiçbir şeyi hatırlamadan. Tek bir pişmanlığı tekrar yaşamamak için akılda tutulması gereken ince bir ayrıntı acaba hatırlanabilir mi?
Ur: Kindle için yazılan bir öykü, 11/22/63 havasında. Kindle aldınız ve olası tüm evrenlere ulaşabildiğinizi gördünüz, gelecekteki evrenler dahil. Çok sevdiğiniz bir insanın ölümünü engellemeye çalışır mıydınız? Anlatıcı bunu başarıyor ve paralel evrenler polisine yakalanıyor, yırtıyor bir şekilde. Kabaca olay bu.
Kötü Hissetmek: Saki'nin Lady Anne Susuyor öyküsü, biraz daha günümüz versiyonu. Hasta karısının iyileşmesini bekleyen, kadının moralini yüksek tutmaya çalışan adam, üst kattan gelen kötü kokudan şikayet eden apartman sakinleriyle birlikte aynı kaygıyı taşır; evde ölü fareler mi var? Komşuların şüpheleri yön değiştirir, adam evine kimsenin girmesini istemez. Yine anladınız. Birini yeterince seversek ölmemesini sağlayamayız ama o kişinin yaşamayacağı anlamına gelmez bu.
Bir adet post-apokaliptik öykü, bir adet polisiye öykü, birkaç garip öykü daha. Belki eski öykülerini aratıyor ama King hala çok iyi.
Ankara güneşi malum, enseyi pişirirken kafayı çorba haline getirir. Sabahın köründe nizamiyenin önünden geçen otobüslere baktırır, unutulan sosyal yaşamın nasıl bir şey olduğunu düşündürür. Tozun toprağın içinde sürünürken sokağın karşısındaki binalarda birilerinin yaşadığını hatırlatır. Bir zamanlar bir adımız vardı, onu düşünürüz. Memleketlerimizle çağrılırız, numarayla ya da.
"Lan Malatyalı!"
"Şş, 1786!"
Neyse, eğitim alanında biri cebinden çıkarıp okumaya başladı bunu. Bir abim askerde portakal kabuğu görüp ağladığını anlatmıştı, memleketini özlemiş. Ben bir arkadaşın cebinde King'i görünce ağlamadım, çok mutlu oldum. Dışarıdan bir esinti geldi. Sonra ödünç aldım kitabı falan, o arkadaşa da Moby Dick'i verdim. Atlaya atlaya okumuş. Olur mu lan öyle şey, gemicilerin attıkları düğümlerin anlatıldığı sayfalarda bile Ahab'ın kişiliği ve trajedisi gizli değil mi?
Mevzunun başında birkaç kişinin üzerinden geçen Mercedes marka güzel bir araba var. İnsanlar iş bulmak için sabahın köründe sıraya girmişler, o sırada dünya aydınlanıyor. Arabanın farları. Sonra birinin suratını eziyor, birinin kolunu bilmem ne yapıyor. Bu Death Proof'u izleyenler oradaki çarpışma sahnesini hatırlasın. Bir de Ballard'ı hatırlayalım; otoerotizm konusunda çığır açmış bir abimiz kendisi. King'i de etkilemiş. Bu Bay Mercedes kafayı kırmış ama arabayı parçalayıp insanların üzerinden geçmenin verdiği hazdan çok daha fazlasını istiyor, bu yüzden arabayı yürüttüğü kadını yavaş yavaş delirtip intihara sürüklüyor. Sıradaki kurbanı yakın zamanda emekli olan bir polis memuru. Olay bu ikisinin arasında dönecek.
E-postalar, sorgulamalar, açıklar derken emekli polisimiz izlerin peşine düşüyor ve oyunu akıllıca oynayarak çocuğu buluyor, bir katliamı engelliyor falan. Kedi-fare oyunu ama roller değişiyor zaman zaman, heyecan hiç bitmiyor. Yine de psikopat çocuğumuzun dolduruşlara gelmesi, eh, hikâyenin zayıf tarafını oluşturuyor. Memur, çocuğun cinayetlerden sorumlu olmadığını söyleyerek yem atıyor, bizim salak da açık veriyor böyle böyle. Kör noktasından vuruluyor sözde. O kadar da zeki değilmiş meğer, King'in karakteri kurma biçimiyle tersini düşünüyor insan. Neyse artık.
King'in anlatımında otobiyografik mevzular son kitaplarında arttı gibi geliyor bana. Olaydan ziyade zaman ve mekan odaklı bir anlatımı benimsedi, böylece karakterlerinin yaşadığı evreni olaya daha gerçekçi bir şekilde yedirmeye başladı. Artık hikâyenin peşinden koşmakla birlikte karakterleri tanıyoruz da. King'in ilk kitaplarında geçmişe dönerek anlatılan parçaların oluşturduğu karakterler, geçmişteki yaşamlarıyla birlikte ele alınıyor artık. Yaşamlarından kesitlere şahit oluyor okur. Çok güzel, ben bunu tuttum. Yetmişini deviren King'in hızında bir azalma da yok. Yani bilemiyorum, onca yazarın arasında ölümüne gerçekten, gerçekten üzüleceğim tek adam King olacak galiba.
Karakter kadrosunda büyüme var, bahsettiğim anlatım şekliyle birlikte tanıştığımız arkadaşların çoğu belirip kayboluyor. Neredeyse otuz yıla yayılan bir olaylar zincirinde bu durum normal. Değişmeyen iki isim Charles Jacobs ve Jamie Morton.
Epigrafta döne döne okuduğum Lovecraft var: "Sonsuza dek varolan ölü değildir/Ve garip sonsuzluklarda ölüm bile ölebilir." Cthulhu'nun Çağrısı'nda, o garip heykelcikte yazıyordu. Ben çok heyecanlanmıştım epigrafı görünce, Cthulhu Mitosu için mütevazı bir katkıdır belki demiştim. Öyle sayılabilir, Yüce Eskiler'e bile rastlıyorsunuz sonlarda.
Olay şu; Jamie Morton ve ailesi küçük bir kasabada yaşamaktadır. Klasik bir katolik aile bu, babanın sözünün dinlendiği yerde gizli bir anaerkilliğin bulunduğu, her şeyin kontrollü bir şekilde yaşandığı, kardeşlerin birbirini sevdiği, anneyle babanın ayrılmaz bir ikili oluşturduğu tipik bir aile. Çocukların yaratıcılığını tetikleyecek sıkıntılı bir ortam. Küçük Jamie dünyayı tanımaya çalışırken din adamı Charles Jacobs'ın kasabaya gelişiyle dünyası renklenecektir. Elektrikle haşır neşirdir yirmilerinin başındaki bu genç adam, kilisede İsa'nın su üstünde yürümesine kadar birçok model tasarlar ve çocukları eğlendirir. Elektriğin Tanrı'nın yaratısı olduğunu belirtmekten geri kalmaz tabii, Tanrı'yı anlamanın bir yolunun doğaya ait olan her şeyi anlamaktan geçtiğini söyler. Bilim adamı gibi bir abimiz, güzel eşi ve tatlı çocuğuyla üç sene boyunca kasabanın sevilen yüzü olur.
King'in sert dönüşlerinden birini görürüz bu noktada, küçük detaylarla kurduğu dünyayı aniden yıkar. Güzel bir aile manzarasından, Charles'ın eşi Patsy'nin güzelliğinden yanağa sarkmış bir sağ göze, dirsekten kopmuş bir kola ve yüzü et püresi haline gelmiş küçük, tatlı çocuğa.
"Pasifik'te denizcilerle savaşmış ve korkunç görüntülere tanık olmuş Ferald duraksamadan koşmaya devam etti ama omzu üstünden bağırdı. 'Kadın ve çocuk için çok geç. George için olmayabilir.'" (s. 59)
Güzel kurabiyeler ve sıcak aile ortamı bitmiştir. Rüya sona erdi. Herkesin çok sevdiği rahip, sinir krizi geçirirken arka arkaya bağırır: "Oğlumun yüzü nerede?!"
Bir Dr. Frankenstein kolay yetişmiyor, travmatik olaylar gerekir. Kara Vaaz'ını verir Charles, yarı deliyken. Kilisede toplanan kasabalılara en hafif tabirle Tanrı'nın güvenilmez olduğunu söyler ve herkesin şaşkın bakışları altında çekip gider. Kovulur, Jamie'yle son bir kez konuşur ve bir sonraki karşılaşmalarına kadar ortadan kaybolur.
Buraya kadar Jamie'nin aile yaşantısını yakından görürüz. 60'ların genç kuşağı ne yaşıyorsa ailede de o yaşanır; müzisyen bir çocuğa tembihlerle sahneye çıkma fırsatı sunulması, nispi özgürlük ortamı, sıcak bir aile. Bir iki de mucize. Jamie'nin abisi, boğazına aldığı bir darbe sonucu sesini kaybeder ve rahibin elektrikli bir boyun tedavisiyle tekrar konuşabilmeye başlar. İnanç işi mi bu, belki başlarda öyleydi ama Kara Vaaz'dan sonra rahibin düşüncelerine göre pek öyle değil. Gerçi elektrik yine Tanrı'dan, ama bu Tanrı'yı iyi yapmıyor. Anlaşılmak istenen ama buna pek de değer vermeyen yüce varlık. Gizliliğine meydan okunabilir. Rahip için bir sınır yoktur artık.
Jamie'yle rahibin bir sonraki karşılaşmaları yirmi küsur yıldan sonra gerçekleşir. Rahip elektrik şovları düzenlemekte, Jamie de gezici müzisyenlik yaparak bol bol uyuşturucu kullanmaktadır. Bir panayırda karşılaşırlar, Jamie hastalıktan ve aldığı bol miktarda uyuşturucudan bayılır, rahip Jamie'yi elektriksel zamazingolarla tedavi eder ve yoluna gider.
Turboya geçeyim; rahibin Tanrı'ya kızgınlığı devam etmektedir ve doğanın gizli güçlerini kullanarak ölümün arkasında ne olduğunu görmeye çalışır. Elektriğin görünür kısmının arkasında gizli bir gücü de vardır, tedavilerini bu güç yardımıyla uygular. Bu iki karakterin üçüncü karşılaşmaları dizilerde sıkça gördüğümüz din adamı-şifacı kılığına girip açık alanlarda, dev çadırlarda şifa dağıtan rahibin izini süren Jamie'nin çabalarıyla gerçekleşir. Rahibin iyileştirdiği insanların bazılarında tedavinin yan etkileri görülmektedir; Jamie koluna bahçe hortumu bağlayıp kendini çatallamaya çalışırken bulur kendini. Biri toprak yer, biri gördüğü her şeye sahip olmaya çalışır falan. Çoğu insan sağlıklı bir şekilde yaşamını sürdürür. Jamie için yeterli değildir bu, doktorun izini sürer ve ilk karşılaşmalarından neredeyse 50 yıl sonra son kez karşılaşırlar.
Doktorun amacını söylemiştim. Gerçekten de ölümün ardını gösterebilecek bir düzenek kurar ve Jamie'ye öbür tarafı gösterir. Kağıttanmış gibi dalgalanan bir gök, birkaç gerçeküstü ağız, "Ana" ve Yüce Eskiler'e sonsuza dek hizmet etmek üzere yutulmaya yürüyen ruhlar. Ölüm yok, umut yok, cehennem veya cennet yok. Ruhlar koyunlar gibi güdülecek, her şey sonsuzluktaki ıstıraba yürüyecek.
Tam metinle kuş haline getirileni karşılaştıracağım, 22/11/63'ten bir iki şey çorlayacağım, bir de mevzuyu anlatırım biraz, tamam.
Kallavi olanı 1200 sayfa, geçen ay çıktı. Bizim bildiğimiz 400 sayfaydı. Bazı bölümler direkt kesilmiş, bazıları daraltılmış. Yan hikâyeler yok mesela, Derry'nin yakın tarihinde yaşanan bazı facialar var, onlar minikte yoktu. Derry'ye kimlik kazandıran asıl mevzuların eksikliği büyük kayıp aslında, Bir de bazı bölümlerin minikte yer alıp almadığını hatırlayamadım, bakmaya da üşendim şimdi. O'nun Derry'ye gelişi mesela, bir kızılderili ayini yardımıyla ortaya çıkıyordu bu. Bu mevzu minikte olmayabilir, olabilir, bilemiyorum. Tembel bir insanım, anlatayım da. Fark etmez. Kapak resmi de şık olmuş bence. Korktum.
Epigraflar eksik bir kere. Seferis'ten, Neil Young'tan alıntılar yapılmış ve onlarsız eksik bir hikâye çıkıyor ortaya. Sonra Derry'yle ilgili bölümler, okurda fragmanlar halinde ilerlediği duygusunu uyandıran kurguyu genişletiyor. Bu bölümleri kütüphanecimiz, siyah çocuk Mike Hanlon yazıyor. Hanlon'ın günlüğünden bölümler halinde görüyoruz kasabada yaşanan faciaları. Yaşlılarla yapılan sohbetler esnasında öğreniliyor olaylar. Derry'nin, hatta King'in çoğu metninde yer alan kasabaların oluşumunda birçok parça mevcut, yaşlılar da bunlardan biri. King'in yarattığı çok boyutlu mekanlarda binalar, yaşlılar, çocuklar, coğrafya, tarih, hepsi iç içe geçmiş bir durumda. Zamanın sürerliği içinde devinimsiz bir şekilde var olmayı sürdürüyorlar. Adı geçen kişiler arasındaki akrabalığı da buna bağlıyorum biraz; kasabanın duygusunu aktarmada nesiller boyu devam eden bir döngü kuruyor King. O küçük kasaba işte; kimse ayrılmayı başaramayacak, başarabilenler bir süre sonra geri dönecek ve dışarıdan gelenler orayı terk edemeyecek.
Derry'nin felaketleri. Mike'ın babasından öğrendiği Kara Nokta'daki yangın. Beyaz Irk Lejyonu. Derry hakkında bilmediğimiz bir şey, ırk ayrımının dört nala gittiği günlerde beyazların siyahları katletmesi. Will Hanlon asker olduğu zamanlarda kasabalılar tarafından istenmiyor, arkadaşlarıyla birlikte kendilerine ayrılan metruk bir barakayı adam edip orada müzik yapmaya başlıyor. Beyazlar da oraya gelip eğleniyor ve lejyon bir gece yakıyor orayı. Çok sayıda insan ölüyor. Palyaço da orada. İnsanların pek dikkat etmediği bir ayrıntı. Kasaba ruhu bu; kimse dikkat etmeyecek, kimse sormayacak, bilenler susacak. Onca faciaya rağmen haberlerde Derry'nin adı küçük harflerle ya geçecek ya geçmeyecek. Sessizlik perdesinin ardında kalıyor her şey. Mike'ın kasaba tarihi hakkında yaptığı araştırmalarda da bu böyle. Yaratığı alt ettikleri çocukluk dönemlerinden itibaren kaynaklara ve yaşlı insanlara yönelen Mike'ın çıkardığı sonuç, suskunlukların aslında hayaletleri, deliliği ve kabullenişi anlatması. Bir hayaletler şehri Derry. Cinayetler, facialar gündelik yaşama dair sanki.
Başka şey var, gangsterlerin şehri basması. 27 yıllık döngülerden birinde birkaç kişilik gangster tayfası şehre gelir, mermi alıp yola devam etmek isterler. Silah dükkanı sahibi beyefendi bunları tanır, şehirdeki dayılara haber salar ve ertesi gün siparişi hazır edeceğini söyleyerek gangsterleri tuzağa çeker. Ertesi gün herifler -ve bir hanım- iki arabayla civara gelir, çetenin başı bela kokusu alır ve arabayı durdurur. 60 küsur adam ateş açar, katliam gibi bir şey olur. Küçük kasabada sonsuza kadar hatırlanacak bir olay, yaşlılar saatlerce bu olay hakkında konuşabilir. İşin garibi şu ki Mike o gün orada bulunan dayıyla konuşurken dayı, palyaçoyu gördüğünü söyler. Pencerelerden birinden ateş etmektedir, üstelik yere düşmemesinin imkansız olduğu bir şekilde sarkarken. Gölgesi de yoktur.
Patlama var bir de, fabrikanın havaya uçması. Derry'nin bir parçası bu olaylar, herkes başını çevirip yoluna gidebilir çünkü burası Derry. Deliliğin solunabildiği yegane yer.
Coğrafya dedik. Minikte var mıydı hatırlamıyorum, tam metinde Derry sayfalar boyunca anlatılıyor. Çorak Topraklar, Kenduskeag, kasabanın mimarisi falan. Harita falan da eklenebilirmiş aslında kubbeli kitapta olduğu gibi.
Minikte Bill'in kardeşi George vardı hani, gemisini yüzdürürken ölen çocuk. Tam metin, Bill hasta yatarken George'a gemi yaptığı kısımları da içeriyor. Anne piyano çalarken George'un bodruma inmesi, parafin araması, bodrumun karanlığından korkması, Bill'le olan sevgi dolu ve hırçın ilişkisi falan hep var. Mesela O, Bill'e saldırırken kardeş üzerinden yürüyordu, hani ölümüne yol açması falan. Bence minikte o bölüm tam kurulamamıştı, Bill'in kardeşiyle olan ilişkisine direkt şahit olmuyorduk mesela. Bunda tamam o iş.
1985'te Mike'ın herkesi sırayla aradığı bölümler vardı ya, çok geniş. Karakterleri kurdukları hayatların içinde görüyoruz, daha ayrıntılı bir şekilde. Böylece okurun girdiği hipnoz uzuyor, telefonun gelmesiyle birlikte tam bir uyanış gerçekleşiyor. Mike'ın arama kararını aldığını anlattığı bölümler de pek hoş, aslında anlatım teknikleri açısından çok başarılı bir metin bence. Konudan konuya atladım ama şimdi yazmazsam unuturum belki. İki çeviriyi karşılaştırdım da, tam metnin çevirisinde 1958'de ve 1985'te karakterlerin verdikleri mücadelelerin eş zamanlı anlatımında büyük bir fark var. Bu eş zamanlılık, ara başlıklar vasıtasıyla ayrılan bölümler üzerinden sürdürülüyor ve bu ara bölümler 1958-1985 arasında birbirini takip ediyor. Mevzu burada başlıyor; tam metinde bir bölümün sonundaki cümle bitirilmemiş, diğer bölümün başından devam ediyor ama cümlenin öznesi-nesnesi değişiyor, yıl-kişi-olay değiştiği için. Güzel bir teknik bence. Miniğin çevirisinde cümleler tamamlanmış ve bölümler müstakil hale getirilmiş. Çeviri farkı da olmayabilir gerçi, edisyondan kaynaklanmış olabilir. Lafı açılmışken çeviri farkı vereyim bir tane, merak ettim de açtım şimdi. Tam metnin çevirmeni Oya Alpar.
"Yanına sadece çocuk kıyafetleri aldığını, çok geç olana dek fark etmeyecekti." (s. 84)
Miniğin çevirmeni Gönül Suveren.
"Hep çocuklara yakışacak kılıkları almış olduğunu ancak daha sonra farkedecekti." (s. 42)
Bu da orijinali: "It would not occur to him until later that he had taken nothing but kid-clothes." (s. 37)
Höh.
Telefonlar geldikten sonra karakterlerde belli bir yüzleşme korkusu açığa çıkıyor, Stan'in atlatamadığı bir korku. Ben için çocukken öğrenilen bir ders: Sahip olduklarının bedelini ödemen gerekir. Bu bedel Derry'de. Bev için ev, karanlıkta saklanan şeyle en sonunda yüzleşilen yer. Derry, çocuklarını çağırıyor. Mike, herkesin geri dönmeyi kabul etmeyeceğini düşünüyor ama verilen söz hatırlandığında herkes işini bırakıp apar topar dönüyor. Stan hariç. Bill, Mike'la konuştuktan sonra yirmi yedi yıl önce verilen sözü, Stan'in kırık şişeyle bileğini keser gibi yapıp gülmesini hatırlıyor. Belki o zaman değil ama yirmi yedi yıl sonra mantık abidesi Stan, gerçekten de bileklerini kesip intihar edecek. Belki de en gölgede kalmış adamımız Stan, grubun en dışındaki çocuk. İntiharını çocukluğunda bulabiliyoruz. O'yla ilk yüzleşmesinde ve sonraki karşılaşmalarda tek bir şeyi düşünecek, olanların mantıklı olmadığını. Ölüm korkunç değil, ussallaştırılamayan "pislikler" korkunç. Stan bu yüzden öldürüyor kendini, algılayamadığı bir dünyaya tekrar girmemek için.
Magazinsel bir mevzuyla kapatacağım. Ellerini kesip el ele tutuşuyorlardı ya bir daha bu olaylar tekrarlanırsa geri dönmek için, öncesi var. Hani Bill yaratığı öldürdüğünü düşünüyor da peşinden gitmiyorlar ya, sonrasında kanalizasyondan çıkmadan önce Bev'in sırayla herkesle ilişkiye girdiğini biliyor muydunuz? Aralarındaki bağı kuvvetlendirmek için. Vay başımıza gelen!
Kara Kule'de O ve kaplumbağayla ilgili şeyler var, Dreamcatcher'da da vardı, şu duvarda yazan yazı. Ben 22/11/63'ü diyeceğim. Oradaki adamımız 1958'de, çocuklar yaratığı yaraladıktan az sonra Derry'ye gelir. Kasabadan daha ilk anda hoşlanmaz, çok kötü bir şeylerin döndüğünü anlar ve yerlilerden birkaçıyla konuşur, fikirleri kuvvetlenir. Sonra Bev ve Richie'yle karşılaşır. O çocukları tanıyoruz, kısa bir süre önce uzaydan gelen ve çağlar boyunca gizlenmiş bir kötülüğü fena yaraladılar. Tabii oradaki adamımız tanımıyor, biz de bu ikisinin bir yabancıyla konuşmaları sırasında, dışarıdan bir gözle neler hissettiklerini izliyoruz. Palyaço lafı geçince yerlerinden sıçrıyorlar mesela. Çok güzel.
Mevzuyu anlatmadım aslında, kalsın böyle. Tam metni okuyun tam metni. Olay bunda.
Günler sonra gelen not: Bu Henry Bowers ve şürekasına tünellerde ne olduğu minikte vardı diye hatırlıyorum, tam metinde yok. Bowers'ın cinayetleri üstlenmesi var, kanalizasyonda iki arkadaşını nasıl kaybettiği yok galiba.
Bir de minik ayrıntı. Bill veya Ben, ikisinden biri kasabaya döndüğünde taksiye biniyor. Taksiciyle sohbet ederken radyoda çok tehlikeli bir akıl hastasının hastaneden kaçtığı söyleniyor. O günün gecesinde Mike, Henry'yle karşılaştığında iki gündür haberleri dinlemediğini düşünüyor. Aslında dinliyorlar, bir şekilde duyuyorlar ama Derry bilginin aktarımını veya medyayı bir şekilde engelliyor yine.
Bunlar da Anathema'nın yıllar sonra Türkiye'ye gelmesi şerefine. Duncan Patterson'ı tekrar görmek isterdi bu gözler ama kısmet.
Bunun 300 küsur sayfalık olanını lisede okumuştum, muhteşemdi. Post apokaliptik dünya, mistisizm soslu yaşam mücadelesi, bir gencin ilgisini çekebilecek her şey. On numara. Sonra geçen sene tekrar okuyayım dedim, bir yavan geldi... Karakterlerin arka planı tam dolu değil, oradan oraya sürükleniyorlar ama her şey akıp gidiyor, olaylar ansızın gerçekleşiyor ve hop, bitiyor kitap. Klasikler her on yılda bir tekrar okunmalı derler, aynı şeyin bu tür için geçerli olmayacağını düşünmüştüm açıkçası. Sonra bu 1200 sayfalık canavarın çıktığını duydum, okumak yeni kısmet oldu. Heh! İşte mevzu buradaymış zaten. Pek karşılaştırma imkanı bulamadım ama 300 sayfalık olanından daha ilk bölümüyle ayrılıyor. Benzin istasyonuna çarpan araç bölümüyle açılıyordu kısa olan, Stu'yla tanıştığımız bölüm. Hastalıkla bodoslamadan tanışıyorduk. Bunda öyle değil. Laboratuvardan kaçan Charlie'nin ailesiyle birlikte gizlice arazi olması, bu sırada öksürdüklerini görmemiz, sonraki bölümde benzin istasyonuna bindirmesi, hastalığın inanılmaz bir hızla yayılması ve King'in bu yayılma esnasında en küçük detayları bile vermesi, şahane. Ailesine hastalık bulaştıran hemşire, markette üç dakika içinde üç kişiye hastalık bulaştıran adam... Yok yok, okunacaksa bu okunmalı. Öbürü pek yavan.
Kitabın başında King'in okurlara bir notu var, neden öyle olduğunu anlatıyor. Yani neden kitabın kuşa çevrildiğini söylüyor işte. Muhasebeden söylemişler kitabı kısaltalım diye. King kabul etmiş, sonra okurlar tam metnin basılması için baskı yapmış ve bunu da kabul etmiş, çünkü eksik olan bölümlerin hikâyeyi gerçekten zenginleştirdiğini düşünüyormuş. Gerçekten, olan da tam olarak bu. Dev bir epik mevzuyu kırpıp kırpıp basmak da ne oluyor. Efendi olun önce efendi!
Üç kitap şeklinde ayrılmış metin, her bir kitabın sonu hikâye için bir dönüm noktasını belirtiyor. İlkinden başlıyorum.
I. Kitap
Laboratuvar görevlisi Charlie'yle açılıyor mevzu, Charlie ailesiyle birlikte kaçıyor falan, sonra iyice kötüleşiyorlar ve benzin istasyonuna gümbürt. O esnada hastalık Stu'nun yanındakilere bulaşıyor, oradan alıp başını gidiyor zaten. Bu yayılma safhası çok güzel, King insanların doğal yaşamını anlatıyor, araya hastalığı nerede ve kimden kaptıklarını sıkıştırıveriyor. Hayat rutin bir şekilde sürüyor, bir saman nebzesi, önemsenecek bir şey değil. Komşulara gidelim, bilmeden onlara da virüs bulaştıralım ve hastalık vücudumuzu ağır ağır çürütürken aspirin alalım, yatağa düşelim ve olanlara bir anlam veremeden ölelim. Bazıları hayatından sıkılır, rutini kırmak ister ama bunu ölerek yapmak istemez sanıyorum. Bu insanlar ne olduğunu anlayamadan patır patır ölüyor. Televizyonda bir şey yok, gazetede bir şey yok. Hastalığın ilk zamanları. Katliam sessiz sakin geliyor. Ortalık hareketlenecek, dünya nüfusunun çoğu öldükten sonra.
Bu hastalığın yayılmasının ardından karakterlerle tanışıyoruz birer birer. Stu zaten ilk gördüğümüz. Stu'nun geçmişinde hasta bir anne, okuyamayıp çalışmak zorunda kalan bir genç var. Yokluktan gelmiş, hesap makinesi fabrikasında çalışan bir adam. Salgınla birlikte herkesin bir görevi olacak, herkes yavaş yavaş değişecek ama Stu'nun ne kadar değiştiğini pek göremeyeceğiz, çünkü geçmişine şöyle bir değiniyor King ve geçiyor. Sonlara doğru, onca mevzudan sonra çok değiştiğini düşünüyor Stu, bu kadar. Bence King'in biraz havada bıraktığı bir adam olmuş. Yol boyunca en çok onu göreceğiz ama bir Larry Underwood kadar, bir Frances Goldsmith kadar bilmiyoruz hikâyesini. Lakin delikanlı adam, onu biliyoruz bir. Stu'nun yolculuğu kapatıldığı bir araştırma merkezinde başlıyor. Neden ölmediğini anlamaya çalışıyorlar, salgın son aşamaya geçmeden önce. Bulamıyorlar. Tesisin başındaki general bakıyor ki artık kontrol edilemez bir noktaya gelindi, gazetecilerin vurulmasını istiyor falan, en sonunda da intihar ediyor. Son aşamada Stu tesisten kaçıyor, askerler arasında kamplaşmalar oluyor, millet birbirini vurmaya başlıyor. Hele bir canlı yayın olayı var, şahane. Bir stüdyo, programda askerler var ve diğer askerleri vuruyorlar. Hiçbir şeyden haberi olmayan biri vardı, bu programı izliyordu ve haliyle her şeyin bir kurgu olduğunu düşünüyordu. Ölüm korkusunun yol açtığı delilik ve askeriyenin çözülmesi bölümleri harikaydı.
Larry Underwood, albümüyle patlama yapan bir müzisyen. Onca yıl barlarda süründükten sonra nihayet parlıyor ve anında partilerle cozutuyor. Arkadaşları için düzenlediği partide müzisyen bir arkadaşı bunun kulağını çekmese hiçbir şeyin farkında değil; kırılan eşyaların, alınan uyuşturucuların haddi hesabı yok. Herkesi şutluyor, çıkacak faturadan ötürü yıllar sonra annesinin yanına gidiyor ve annesi buna giydiriyor bir güzel. Larry sürekli alan, kendini düşünen ve vermeyi bilmeyen biri. Bencil. Kendi çıkarı için zekasını on numara çalıştırabiliyor, salgından sonra bencilliğiyle sık sık yüzleşecek, doğal olarak kendiyle de. Değişecek. Hastalık yayılmaya başladığı sırada annesinin yanında kalıyor.
Nick, dilsiz ve sağır bir genç. Çok okuyan, analitik düşünebilen biri. Otostop çekerek şehirden şehre gidiyor ve günlük işlerde çalışıyor. Gittiği bir kasabada dayak yiyor ve soyuluyor, şerif buna yardım ediyor, yatacak yer veriyor falan. Hastalık yayılmaya başladığı sırada kasabada.
Frannie hamile, babası son derece anlayışlı ama anne, ilk oğulları öldüğünden beri kontrol manyağı. İkisi de ölüyor, Frannie kasabadaki çirkin oğlan Harold Lauder'la birlikte yola çıkmak zorunda kalıyor. Harold da kilit bir karakter, dark side'a geçmesinden, iç çatışmalarından ayrı bir kitap olur. Lauder, lisede dalga geçilen şişko çocuk. Çok okuyor, yazıyor ve kokuyor. Uzun saçları yağlı, yarım dünya bir kardeşimiz. Frannie'ye aşık üstüne. Mevzu çıkacağı belli.
Bu kahramanlar yola çıkarken çok şey kaybetmiş durumda. Aileler dahil, tanıdıkları herkes ölüyor. Bilinmeyene doğru, ellerinde hiçbir şey yokken yola çıkıyorlar. Frannie ve Harold beraber, Nick tek başına, Larry ise Rita Blakemoor adlı bir kadınla. Geçmişlerini de yanlarında sürüklemek zorunda kalıyorlar; Larry ve Rita'nın kısa ilişkisi mesela. Rita varlık içinde yaşamış, mücadele hakkında pek bir fikri olmayan bir kadın. Durmadan ağlıyor, yanlış yaptığında Larry'den özür diliyor sürekli. Larry kadınla uğraşmak istemiyor, bırakıp gitmeyi düşünüyor. O andan önceki bütün sıkıntılı anlarda olduğu gibi. Kadını bırakıyor da, tek başına New York'tan çıkmak için karanlık bir tünele girdiğinde fark ediyor kadına ihtiyaç duyduğunu. Geri dönüp kadını buluyor ve birlikte yol alıyorlar, Rita intihar edene kadar. %70 kaza, %30 intihar diye düşünüyor Larry, bir de geçmişinde yarıda bıraktığı insanları. Kitapta kendiyle en büyük mücadeleyi veren insan Larry herhalde. Kahramanın bol acılı arınma yolculuğu. Elindeki her şeyi yitirdiği zaman, en dibe vurduğu an yukarı çıkmaya başlayacak.
Nick, yolda Tom Cullen'a rastlıyor. Zeka geriliğinden mustarip Tom, Nick'i gördüğünde çok mutlu oluyor ve onunla gitmeyi kabul ediyor. Nick de Tom'u pek seviyor, insanlar kendisine özürlü muamelesi yaptığı için Tom'a sempati besliyor ve birlikte yola devam ediyorlar. Tom daha sonra Nick'i bir hortumdan kurtarıyor, böylece aralarında kopmaz bir bağ oluşuyor.
Stu, Glen Bateman'la karşılaşıyor. Glen sosyoloji profesörü, kaosun esir alıp yıktığı şehrin kalıntıları üstünde resim yaparken çıkıyor ortaya. Kitapta yeni bir toplumun kurulması, kıyamet sonrası bir dünyada sağ kalanların neler yapabilecekleri üstüne felsefi fikirleri Bateman aracılığıyla veriyor King. Basit bir örnek: "Bana tek başına bir kadın veya erkek göster, sana bir aziz göstereyim. Sayıları ikiyi bulursa, aşık olurlar. Üç olursa 'topluluk' adını verdiğimiz şirin oluşum meydana gelir. Dört kişi olurlarsa bir piramit inşa ederler. Sayıları beş olursa biri dışlanır. Altı kişi olduklarında önyargıyı tekrar icat ederler. Yedi kişi olurlarsa yedi yılda savaşı tekrar icat ederler. İnsan, Tanrı'nnın yeryüzündeki yansıması olabilir, ama insan toplumu, şeytanın yansımasıdır ve daima eve dönmeye çalışır." (s. 415) Bununla sınırlı değil elbette; büyük toplanış sırasında şehrin yönetiminde Bateman'ın fikirleri çok önemli bir hale gelecek. Şimdi yolculuk zamanı daha. Stu, Frannie ve Harold'la karşılaşıyor ve onlara katılıyor. Harold Stu'yu istemiyor, nefret ediyor adamdan. Frannie'yi elinden alacağını düşünüyor ama Frannie zaten onun değil, aralarındaki beş yaş fark çok büyük bir farklılık yaratıyor. Neyse, bu üçü beraber.
Larry Underwood, Nadine Cross'a ve Joe'ya rastlıyor. Joe vahşi bir çocuk, en başta Larry'yi bıçaklamayı düşünüyor sürekli ama Nadine ona engel oluyor. Nadine saçlarındaki aklarla, güzelliğiyle Larry'yi etkiliyor ama ne zaman Larry bir hamle yapsa geri çekiliyor. Bir şeyi bekliyor gibi.
Yolculukta rüyalar giriyor devreye. Bir rüya mısır tarlasında, "evdeymiş gibi hissettiren" bir yerde geçiyor ve çok yaşlı bir kadın, rüyayı görenleri çağııyor. Diğer bir rüya karanlık. Soğuk onları çağırıyor, korkutarak. Randall Flagg, Ejderhanın Gözleri'nin ve Kara Kule'nin mühim adamı, nerede bir gösteri, hareket varsa kaosun tohumlarını eken kara adam, dışlanmışları nefretin gölgesinde toplamak için yürüyor. Lloyd Henreid'i hapishaneden kendi kaçırıp yardımcısı yapıyor. Piromanik Çöpçü'yü uzun bir yoldan getiriyor ve karanlık tarafı seçecek ne kadar insan varsa yanına çekmeye çalışıyor. Rocky Dağları sınır; doğuda Abagail Ana, batıda Randall Flagg.
II. Kitap
Karakterler bir araya geliyor ve rüyaların peşine düşüyorlar. Çöpçü, yolda gördüğü her şeyi yakıyor, petrol rafinerilerine kadar her şeyi. Nick ve Tom, Ana'ya gidiyor, diğerleri de öyle. Ana'nın geçmişi iyice bir inceleniyor, 1900'lerin başındaki beyaz-siyah çatışması falan. Sıkıldığım için almayacağım buraya dsfd. Neyse, Ana'nın evinde bir araya geliyorlar ve daha pek çok gelen olacağı için büyükçe bir şehre doğru yola çıkıyorlar, yoldakiler oraya gelecek. Hatta bitireyim ya, bodoslama bundan sonrası.
Harold, Frannie'nin yolda tuttuğu günlüğü ele geçirip okuyor ve kin gütmeye başlıyor Stu'yla Frannie'ye. Pek iyi şeyler yazmıyor günlükte. Şehre yerleştiklerinde Harold, diğerlerinden uzakta bir ev seçiyor ve kendi günlüğünü yazıyor. Bu sırada Nadine'in içindeki karanlık giderek büyüyor ve Larry'e gidiyor ama Larry yeterince reddedilmiş, sevgilisi de var; Lucy. İçinde bir şey Nadine'i istediğini söylüyor ama kulaklarını tıkıyor ve Nadine'i reddediyor. Kendi için bir şey yapmıyor bu sefer ama Nadine'i de Flagg'in kucağına itmiş oluyor. Nadine, Harold'la birlikte yaşamaya başlıyor, çeşitli cinsel hadiseler yaşanıyor ama Nadine, kendini Flagg için saklıyor. Bomba yapıyorlar, şehrin yönetim kurulunu havaya uçurmayı planlıyorlar. Bunlar olurken Frannie ve Larry, Harold'ın günlüğünü buluyorlar ve ne kadar büyük bir tehlike altında olduklarını anlıyorlar ama her şey için çok geç; hemen hemen bütün baba karakterlerin toplandığı bir eve yerleştirilen bombadan Frannie'nin önsezisi sayesinde kurtuluyorlar. Nick hariç; o bombayı buluyor ve Harold'ın bomba düzeneğine eklediği telsizden gelen sesini mucizevi bir şekilde duyuyor: "Ben Harold Emery Lauder ve her şeyi özgür irademle yapıyorum." gibi bir şey. Ev havaya uçuyor, Nick ve iki üç yan karakter ölüyor. Abagail Ana, diğerlerine haber vermeden çıktığı ve herkesin ödünü patlattığı yolculuktan ölmek üzereyken dönüyor ve Tanrı'nın kendisiyle konuştuğunu söylüyor. Stu, Glen Bateman, Larry ve sonradan önemli bir mevkiye gelen dostları Ralph Bretner'la birlikte batıya doğru bir yolculuğa çıkıyorlar. Taşıtsız, ekipmansız, tam bir arınma yolculuğu. Öncesinde Yargıç, şu an adını hatırlayamadığım, asker gibi bir kadın ve Tom Cullen'ı casusluk için göndermişlerdi. Yargıç yaşlı bir adam, ne yapacağını iyi biliyor ama Flagg her yerde, Göz yardımıyla her şeyi görüyor ve yargıcı adamlarına öldürtüyor, kadını da yakalıyorlar ama Tom'u bulamıyor Flagg, zeka geriliğinden ötürü. Adamları Flagg'in zayıflığına şahit olunca yerleştikleri Las Vegas'tan kaçışlar başlıyor.
III. Kitap
Çöpçü'yle eğlenme hatasına düşen birkaç kişi yüzünden Çöpçü, helikopterlere bomba koyarak Flagg'in elindeki üç pilotu da öldürüyor, işler yolunda gitmiyor Flagg için. Bizimkilerin yolda olduğunu da biliyor. Bir eksikler; Stu yolculuk sırasında bacağını kırıyor ve onu orada bırakıyorlar. Ana ölmeden önce yolculukta birini kaybedeceklerini söylüyordu, okur düşünüyor ki Stu mevta oldu. Öyle değil, hayatta kalan bir tek Stu oluyor.
Şöyle bir şey var; bu hayatta kalanların bazı mistik güçleri var. Çöpçü mesela; orduya vs. ait ne kadar gizlenmiş silah varsa buluyor. Son bulduğu şey atom bombası. Bizimkiler yakalanıp asılacağı zaman radyasyon yüzünden dökülmüş dişleriyle, çürümüş vücuduyla birlikte geliyor. Larry, Glen, Flagg...
Küresel facia, Tanrı ve karanlık, yeni toplumun kuruluş sancıları, karakterlerin sonsuz yolculuğu... Mükemmel. Uzun bir aradan sonra bir kitabın birinci elini aldım, bir ton para bayıldım ve zerre pişman olmadım. Müthiş. Başka bir şey diyemiyorum ve King'i seviyorum. Zamanı geliyor, üç kitap daha yazmayı düşünüyormuş. Biri Doktor Uyku olsa, kaldı iki. Şu adamı yaşatın ne olur, 150 yıl yaşasın. Şöyle uçuk kafalı hayran yazısı yazdırıyor ya, helal. Oğlum bakın bunun 10 katı daha var kitapta, ben bir şey anlatmadım. Alın okuyun, pişman olursanız kafama atın kitabı. Kafamı kırar, garanti.
Öncelikle İnkılâp'ı kutlamak lazım, bir kitabı parçalayıp parçaları 10 senede bir bastığı için. Süper strateji.
İlkini okuyalı kaç yıl oldu bilmiyorum, araya dizisi de girdi. Hikâyelerden sekizini dizileştirdiler, aşağı yukarı 50 dakikalık bölümler halinde. Şahane o dizi, kaçırmayın. Ya da kaçırın, kitabı okuyana kadar.
Bütün Kargaşanın Sonu: Dizide var. King'in olağanüstünü olağanlaştırması hakkında bir şeyler dedim diye hatırlıyorum, o yüzden direkt geçek.
Sağlıklı bir ailede büyüyen iki çocuk. Biri zeki, diğeri en zeki. Dahi gibi bir şey. Çocuk yaşta profesör falan oluyor, bilim dalından bilim dalına atlıyor. Aç bir herif. Abisiyle ilişkileri gayet doğal. Çocuk ev yapımı planörle yüzlerce metre yüksekte uçarken abisi aşağıda haykırarak peşinden koşuyor. Doğal; küçük kardeşi dizginlemek için koşar insanlar. Değişik; kardeş dahi olunca ev yapımı bombayı patlatmasın diye peşinden koşturabiliriz.
Yıllar geçiyor, küçük büyüğü ziyaret ediyor. Dünyanın kafayı yemesinden şikayetçi. Her kanalda cinayet, kıtlık, bilmem ne. Yanında iki kovan var, arı kovanı. Arıları salıyor, sokmuyor arılar. Sebebi de Teksas'taki bir su kaynağı gibi bir şey. Oradaki suyu içenler gayet sakin insanlarmış. Bir çember istatistiğiyle kasabanın ve civarındaki bölgelerin suç istatistiği çıkarılmış. Kasabada tık yok. Bu suyu damıtıp Malezya civarındaki bir yanardağa döküyorlar. Korkunç bir miktardan bahsediyoruz tabii. Amaç, bulutlar yardımıyla insanları sakinleştirmek. Lakin gencimizin atladığı bir şey var; insanlar sakinleşiyor ama zekaları da geriliyor. Alzheimer.
Bütün hikâyeyi kendisine ölümcül bir karışım enjekte eden abiden dinliyoruz. Kan grubuna göre kendisine bir zaman biçiyor ve o sürede ne olduysa anlatmaya çalışıyor. Sonlara doğru karışımın etkisiyle saçmalamaya başlıyor falan, harfler birbirine giriyor, bir şeyler. Mükemmel.
İnsan Alışıyor: Castle Rock, her zamanki gibi. Küçük bir muhitte insanların doğaüstü olaylara alışması hadisesi. King çok seviyor böyle işleri, insanları anlatırken öyle ayrıntılar veriyor ki öyle bir kasaba sahiden varmış gibi. Şahane.
Takırdayan Dişler: Yine tipik bir öykü, kötülükle karşı karşıya kalındığı zaman, veya kötülüğün olduğu yerde diyelim, paranormal aktiviteler ortaya çıkıyor.
Dayımız bir benzin istasyonundan dev bir diş takımı alıyor, oyuncak. Arabasına aldığı otostopçu bir genç bunu soymaya kalkınca dişler canlanıyor. Tabii canlanması için adamın inancı itici uyarıcı oluyor burada. Sanki gerçekten canlanacakmış gibi. Harbiden de canlanıyor ama, çocuğu paramparça ediyor. Falan.
Lastik Pabuçlar: Mastering gibi bir işle uğraşan gencimiz, çalıştığı binanın üçüncü katındaki erkekler tuvaletinin bir kabininde kirli lastik ayakkabılar görür. Her seferinde görür o ayakkabıları, bir süre sonra etrafında ölü sineklerin de olduğunu görür. Hayatına son derece normal bir şekilde devam ederken bir yandan da aklını kaybedecek gibi olur ayakkabılar yüzünden. Bir iş arkadaşına binada hayalet olup olmadığını sorar, arkadaşı hikâyeyi anlatır. Uyuşturucu satıcısıymış, biri öldürmüş onu falan. En sonunda bizimki yüzleşmeye gidiyor, hayaletle konuşuyor. Burada bir ayrıntı var, süper: Hayaletin yüzünde kendi yüzünü görüyor önce, kendiymiş gibi. Bunun sebebi de beynin savunma mekanizması. Aklı pat diye kaybetmemek için. Yüz yavaş yavaş değişiyor sonra. Neyse, meğer dayımızı işe alan adam öldürmüş bu zavallıyı, uyuşturucuyu alıp satmış ve parasıyla rehabilitasyona girmiş. Ne kadar boktan bağlandı değil mi? Ne yazık ki. Sonu da bir o kadar boktan. O kadar güzel yazıp batırma işi nadiren oluyor gerçi King'te, o kadar olur diyor, geçiyoruz.
Muhteşem Bir Müzik Grupları Var, Bilirsiniz: Bu da dizide var. Bir çift seyahat ederken kayboluyor, bir kasabada buluyorlar kendilerini. Kasabada Jimi Hendrix, Janis Japlin, Jim Croce gibi şahane adamlar var ama kasabadaki halleri pek şahane değil. Hen hen hen hen. Korkalım.
Evde Doğum: Şaka maka The Walking Dead'in fikir babası olabilir bu. Aksiyonsuz olanı. Bir de zombileşme sürecinde etken uzaylılar. Normal insanların başına normal olmayan şeyler gelse neler olur? Adam kendisi diyor zaten benim yapmak istediğim şey bu diye. Yapıyor da. Manyak hikâye.
Yağmur Mevsimi: Karanlıkta 33 Yazar derlemesinde de mevcuttu bu. Tamamen bok ederim, hiç anlatmıyorum. Abartılı övüyorum hepsini ama bu gerçekten güzel bak.
Pardon Doğru Numara: Kitapta yer alan tek, "Eh," diyeceğimiz. Senaryo tarzı. Zamanda gerilik, ilerilik. Bu tarz.
On numara, üçüncüsünü bulursam kaçırmam. Oku pamps.
Canavar yeni bitti. Verdiğim küçük aralarda başka şeyler de okudum, lakin bunu unutmamak için yazmadım onları. Yazacak çok şey vardı ve hiçbir şeyi unutmamak lazımdı.
King'in yolculuğunu kabaca, hatta öküzce ikiye ayırıyorum ve ayrım noktasına da Thinner'ı (Falcı, dandik isimlendirmede bir numara) koyuyorum. İkinci dönemin ipuçlarını ilk dönemde bulmak mümkün; mesela Mahşer. Mesela Kujo bir de. Kujo, insanların korkularıyla beslenen gerçek canavarlar konseptiyle kendi yolunda gitmiş bir roman. Hayali canavarların gerçeğe dönüşmesi hadisesi de bununla bağlantılı; King'te sıklıkla görülen şeyler. Ölülerin dirilmesi ki gerçekten de dirilip dirilmediklerini bazen biliyoruz, bazen bilmiyoruz. Sıklıkla bilmiyoruz, her şey kafayı yiyen karakterin psikolojik durumundan da kaynaklanıyor olabilir. Oldukça doğal, King'in olayı da doğal sebeplerin doğaüstü sonuçlara varmasını olabildiğince basit, mantığa bürütülmüş bir halde vermek. Çok çok başarılı, bu yüzden de belki içine ruh girmiş arabalarından, yürümeye başlayan kompres makinelerinden görece pek korkmuyoruz da gayet normal bir şekilde kudurmuş bir köpekten ölümüne korkuyoruz, çünkü King onu öyle bir şekilde aktarır ki oradakinin bir köpekten çok daha fazlası olduğunu biliriz.
Mahşer. Uzun versiyonunu daha okumadım, kısasına göre konuşacağım. Ve bağlantılı olarak Kara Kule'yi de okumadım, çünkü çok pahalı. Neyse, dünya boku yer ve bir grup insan, başının çaresine bakar. Bu sırada olaylar, entrikalar, bilmem ne. Bir hayatta kalma mücadelesi. Bu sırada insanoğlunun hırtlıkları, çürük ahlaki değerleri, falan. Bir dünya şey. Olayı küçük bir kasabayla da sınırlandırabiliriz; Ruhlar Dükkanı. İnsan sayısını daha da azaltalım, Ceset.Buick 8 (Çoğu insan bok gibi der ama bana göre King'in en kral kitaplarından biri). Bunlarda küçük yerleşim yerlerindeki insanların ilişkilerini, ucundan sosyal çarpıklıkları hep görürüz. Küçük yer dedim de, küresel bir felaket sonunda insanların çoğu ölürse dünya çok küçük bir yer sayılır. Evet.
Bir de Ateş Yolu, Oyun, Çılgınlığın Ötesi, Tom Gordon'a Aşık Olan Kız gibi romanları alalım. Bir insanın yavaş yavaş delirmesinin ve bildiği yoldan ayrılmamasının yol açtığı sonuçları birazcık doğaüstüyle süsle, mükemmel bir karışım ortaya çıkar. Daha böyle bir sürü King izleği ortaya konabilir, şimdilik bunlarla yetinelim.
Duma Adası, Kemik Torbası gibi romanlarda King asıl yazmak istediği şeyleri yazmaya başladı bence, hiçbir kaygısı olmadan. Hiç utanmadan, "edebisi daha derin" diyeceğim bu kitaplar için. Öncesinde farklı isimle çıkarttı kitaplarını, işte çerez demeye cüret edeceğim bir iki kitap yazdı, fakat nihayetinde muhteşem karışımının formülünü buldu sanıyorum. Buraya neden geldim, çünkü Kubbenin Altında'yı anlatırken bu çerçeveden yararlanacağım.
Evet, görüldüğü üzere bir kasaba var, çayırlı çimenli. Kuşlar var. Kubbe var bir de. Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz'deki şiirleri yazarken bu kubbeye bakarmış. Bu iğrenç mizahistik gülmeçten sonra okumaya hâlâ devam ediyorsanız süper, bir daha böyle bir şey yapmayacağım. Özür dilerim. Kubbe var. İnsanlar var içeride. Kalmışlar öyle. En ayıca şekliyle bu.
King, kitabın sonuna yazdığı notta uçak ve dağsıçanı fikrinin 1976'da aklına geldiğini, o yıl kitabın 75 sayfasını yazdığını ve teknik ayrıntılar hakkında bilgi sahibi olmadığından işten vazgeçtiğini belirtiyor. 2007'de olaya tekrar başladığında bu iki öğeden; dağsıçanından ve uçaktan yürümüş ve yazmış kitabını. Bu ikisi vurucu şeyler gerçekten. Cep'in başında insanların delirdiği bir bölüm vardır, bildiniz mi, işte o etkileyicilikte bir uçak sahnesi var burada. Ha, en başta kitabın epigrafını vereyim ve insanların hiçbir şeyden kaçamayacaklarını, iyi de olsalar, kötü de olsalar aynı bokun bir parçası olduklarını anlatan dizeleri koyayım:
"Kimi arıyorsun
Adı neydi
Onu muhtemelen
Küçük bir kasabada
Futbol maçında bulabilirsin
Ne demek istediğimi biliyorsun
Hani o küçük kasabalar vardır ya oğlum
Hepimizin aynı takımı desteklediği"
James Mcmurtry
Şarkıyı da vereyim hatta:
Heh. Uçak sahnesi. Şimdi kasabamızın adı Chester's Mill. Oradaki idari yapıda bir kasaba meclisi var ve meclisin de üç adet üyesi var. Kasabanın bütün işleri bu üç meclis üyesinin he demesiyle yapılıyor. Birinci üye Andy Sanders, en yetkin üye. İkincisi Jim Rennie. Bu adam villain. Üçüncü üye Andrea Grinnel. Uçaktan gidelim, bunları açacağım biraz sonra.
Andy, karısı Claudette Sanders'a uçak dersleri aldırtıyor. Kadınla uçağın sahibi eğitmen uçuyorlar, her şey süper. İşte King burada son romanlarında yaptığı gibi anlatıcıyı işin içine sokuyor. Yani anlatıcıya kurgunun ilerleyen zamanlarından ipuçları söyletiyor. Mesela, "Beş dakika sonra kıçlarının patlayacağından haberleri yoktu." Bu tarz işler. Bir bokların döneceğini anlıyoruz haliyle, sahiden de dönüyor. Kubbe beliriyor bir anda ama görmüyor bizimkiler, çünkü tertemiz. Uçak kubbeye bindiriyor, parçalanıyor tabii. Kollar, bacaklar falan saçılıyor etrafa. O sırada aşağıda Barbie adlı kardeşimiz var, kubbenin sınırının tam altında. Eski asker, Irak'ta falan bulunmuş ve ordudan ayrılıp Chester's Mill'e gelmiş, aşçılık yapıyor. Sonra bir gece Jim Rennie'nin oğlu Junior'la ve Junior'ın arkadaşlarıyla dövüşüyorlar, kasabada kalamayacağını düşünüyor Barbie ve ayrılmak için otostop çekiyor. Bir araba duruyor, gidiyor. Barbie arabaya doğru yürüyor. Araba yine duracak gibi oluyor, sonra sahiden gidiyor bu kez. Barbie daha sonra kubbe inmeden birkaç dakika önce o arabaya binebilmiş olsaydı hiçbir felaketin içinde yer almamış olacağını sıklıkla düşünecek. Neyse, bir dağsıçanının fıjt diye ikiye bölündüğünü görüyor. Bön bön bakıyor tabii. Tam o sırada tepesinde uçak patlıyor, parçaları Barbie'nin üstüne yağıyor. Barbie kaçmayı başarıyor o cehennemden. Böyle başlıyor olaylar.
Şimdi kabaca üç bölüme ayırdım ben, öyle anlatacağım. Birinci bölüm; Hani O Küçük Kasabalar Vardır Ya Oğlum. İkinci bölüm; Katakulliler. Üçüncü bölüm; Eşitlik.
Hani O Küçük Kasabalar Vardır Ya Oğlum
Kasabamızın merkezi şu:
Hemen hemen bütün olaylar şu çerçevenin içinde gerçekleşiyor. Kasaba nüfusu turistler, işçiler gelince binlere çıkıyor, diğer vakitlerde yüzlerle ifade ediliyor. Olayların yaşandığı zaman 800 civarı insan var ama belli başlılarının maceralarını görüyoruz.
İnsanlar hakkında çok küçük bir bilgi: Birinci üye Andy Sanders'ın eczanesi var ve üçüncü üye Andrea'ya ağrı kesici satan tek insan haliyle. Kalçası kırık Andrea için bu haplar şart, lakin bokunu çıkardığı için bağımlı olmuş ve hapları alacağı başka kimse yok. Bu durumda Andy biraz saftirik olduğu için Jim'in sözünden çıkmadığından Andrea da haliyle Jim'in dediklerini yapmak zorunda, hapsız kalır çünkü. Jim her türlü otorite ama geri planda kalıp kendini gizlemesini de biliyor.
Bu noktada King'in elini biraz daha taşın altına soktuğunu görebiliriz; toplumsal eleştiriler diğer kitaplara oranla biraz daha keskin. Polis şef yardımcısı Peter Randolph, kasabadaki iki kiliseden birinin rahibi Lester Coggins, bunlar hep Jim'in kuklası. Eh, polis gücü elinizde, din elinizde, o halde bazı kötü işler yapsanız kolaylıkla hasır altı edebilirsiniz, öyle değil mi? Aynen. Jim, dinine son derece bağlı, oğlunu seven bir baba. Görünürde. Ardında bir güce tapınma yatıyor, bir de ABD'nin en büyük meth üretim tesisi. Haritada kilisenin yanında görülen WCIK Radyo İstasyonu bir üretim tesisi aslında. Burada üretilen uyuşturucudan inanılmaz paralar kazanıyorlar. Neden yaptıklarının sebebi basit, yapabildikleri için. Bu tiranlığın örneği dünyada çoktur; bizim romanlarımızda da çoktur. Din sömürücülerinin olduğu romanlara bakın. Fakat bir de işin öbür tarafı, sağduyulu insanlar var. Polis şefi Howard Perkins mesela, bu meth operasyonunu kimseyi şüphelendirmeden milim milim ilerleyerek araştırırken bok yoluna gidiyor ne yazık ki. İyi tarafta olanların sayısı pek fazla değil her zamanki gibi, kötüler her zaman daha kuvvetli olmuşlardır ki iyilerin kazanmak için bir güçten yararlanmayı hak etmelerinin değeri ortaya çıksın.
Olaylar. Uçak çarptı, dağsıçanı ikiye bölündü, Barbie kaçtı oradan. Hayat bununla sınırlı değil elbette, görünmez kubbeye doğru dışarıdan, içeriden yaklaşan araçlar var. Arabayla hızla yaklaşan bir çift, bağrışıyorlar. Tipik evlilik kavgalarından.
"Wanda aniden 119'a doğru kuzeydoğuyu göstererek, 'O duman nedir?' diye sordu. Billy, 'Bilmiyorum,' dedi. 'Kaynanam osurmuş olmasın?' Bu fikir hoşuna gitti ve gülmeye başladı." (s. 60)
Pkfm, bunlar olduktan sonra zbam diye görünmez duvara tosladılar. Adam orada öldü, kızın da kolu molu kırıldı. Burada bir saçmalık var gibi geldi; şimdi iki yaşlı hemşire var, arabayla geliyorlar ve kazanın olduğu yerde duruyorlar. Sonra kızı alıyorlar arabaya ve gaza basarak yine kubbeye gömüyorlar arabayı. E lan, zaten demin bir kaza oldu, sen ne diye aynı yönde sürersin ki arabayı? Yani bir bokluk olduğu belli. Belki o panikle düşünemediler ama insan düşünür lan bayram değil seyran değil düz yolda bu insanlar neye çarptılar da araba akordeona döndü diye.
Yetmedi, bir de koca kütüklerle yüklenmiş bir tır bindiriyor engele. Zböm diye koyuyor, kütükler uçup kubbeye çarpıyor, kubbe bana mısın demiyor.
Bütün bunlar olurken kimsenin hiçbir şeyden haberi yok tabii. Bir Barbie biliyor olayları, bir de ölenler biliyor. Barbie kubbenin dışında bir arkadaş buluyor, beraber yürümeye başlıyorlar ama ikisi de bunun bir sonunun olmayacağını düşünmüyorlar. Daha kubbe fikri ortada yok yani. Görünmez bir engel var, o kadar.
Bu sırada Junior, Barbie'yle aralarında sorun çıkartan kızı öldürüyor, uçak kazasında annesinin öldüğünü öğrenen ve teselli için arkadaşına gelen kızı da öldürüyor ve ikisinin arasına oturup uyuyor, zaman geçiriyor falan. Junior deli bir kardeşimiz. Üniversiteden şutlanıp kasabaya dönmüş, babasının yanında takılan bir adam.
Olaylar yavaş yavaş duyuluyor, o da bir uçağın otoyola inip bir tırla çarpıştığı şeklinde. Şef Howard Perkins uçak kazasının olduğu yere gidiyor ve kubbeye yaklaşınca elektromanyetik etki yüzünden kalp pili patlıyor. Kasabanın en sağduyulu adamı daha en başta kaybediliyor böylece, bu da Jim'in işine geliyor.
Democrat diye bir şey var haritada, o bir gazete. Sahibi Julia. Bir de Barbie'nin yemek yaptığı kafe var, sahibi Rose. Üç tane velet var kasabada, biri elektronik aletlerden anlayan dahi çocuk. Phil Bushey diye bir adam daha var, o da meth için lazım olan propan tüplerini koruyor radyo istasyonunda. Kişiler kabaca böyle. Son söylediğim hariç, hepsi bir şekilde Barbie'nin etrafında toplanıyor. Bu ilk bölümde insanları tanıdık, götlüklerini veya iyi taraflarını gördük. Birileri öldü. Falan.
Katakulliler
Eh eğlence başlıyor buradan sonra.
Tabii dışarıdaki dünya da ne olduğunu merak ediyor, ülke ayağa kalkıyor falan. Albay Cox, Barbie'nin yakından tanıdığı üstü Barbie'yle iletişime geçiyor ve pek de bir boka derman olmayan gelişmeleri söylüyor Barbie ve arkadaşlarına. Arkadaşlar o saydığım iyi kişiler.
Bir taş madeni miydi neydi, kilometrelerce derine iniyormuş. Oraya inmişler ve bakmışlar ki kubbe o kadar derine, hatta daha derine iniyor. Bir de yüksekliği var tabii. Kilometrelerce yükseklikte bir kubbe, füze atarak anlıyorlar bunu da. Sonra Cruise sallıyorlar bir tane, güdümlü ve öküz gibi bir füze. Çok umutlular bu füzeden. Füzenin çarpacağı alanı işaretliyorlar, o bölgedeki insanları tahliye ediyorlar ve bom. Bir bok olmuyor. İkinci füzeyi sallıyorlar, yine bir bok olmuyor. Daha sonra deney aşamasında çok kuvvetli bir asit döküyorlar, yine bir bok olmuyor. Tabii dedikodular alıyor başını yürüyor. Yüce Cthulhu, teröristler, her şey sebep olarak geçiyor ama asıl şüphelenilen ordu. Kubbenin içindekiler de ordudan şüpheleniyorlar ama onların bu işle bir bağlantısının olmadığı ortaya çıkıyor. Kubbenin nereden geldiği hakkında hiçbir fikir yok yani. King'in toplumsal kaosun spekülasyon aşamasını işleyişi de başlı başına bir inceleme konusu aslında. Sonraları şiddet olayları da ortaya çıkacak.
Şef öldü, yardımcısı embesil Peter şef oldu. Gidişatı iyi gören Jim, teşkilata gençleri alıyor ve silah veriyor hepsine. Bir baskı gücü oluşturmaya çalışıyor ki o durumda yapılacak en mantıklı iş. Sonra kamu binalarındaki tüpleri alıp hepsini WCIK'in binasına saklıyor. Gücü ve kaynağı elinde bulunduran adam güçlüdür.
Junior ve arkadaşları, Barbara'nın kasabadan gitmediğini görünce takıyorlar tabii adama. Bir market isyanı çıkartılıyor, ölmüş şefin eşini gebertiyor Jim, bir de kendisine bağlı olan rahibi gebertiyor. Junior'ın öldürdüğü kızlar zaten ortada. Bütün bu olaylar Barbie'nin üstüne atılıyor ve Barbie hapsi boyluyor. Sonradan önemli roller alan Rusty Everett, Barbie'nin tarafında yer alıyor, eşi polis Linda da sonradan Barbie'nin tarafına geçiyor. Burası önemli. Kaos yüzünden sağlıklı bilgi kaynağı olmayan halk, istediğine inanıyor. Sadece istediğine değil, çıkar sağladığına aynı zamanda. Yani her zaman doğru olan şey bilinse de yapılmıyor.
Julia'nın gazetesini de yakıyorlar, çünkü Barbie'yi destekliyor Julia. Bu bok da Barbie'nin üstüne atılıyor. Sonra Rusty, Jim'in meth olayını öğreniyor ve bununla Jim'i tehdit ediyor. Tabii herkes gibi o da Jim'i hafife alıyor, çünkü kalbi zayıf, yağ içinde yüzen bir şişko Jim. Lakin ki öyle değildir, Rusty yeni polisler tarafından yakalanıp hapse atılıyor. Barbie'yle beraberler. Bu sırada çocuklar Geiger sayacı kullanarak bir radyasyon kaynağı belirliyorlar. Oraya gidiyorlar, fenalaşıyorlar ve büyüklerine haber veriyorlar. Rusty tek başına gidiyor mapusa düşmeden önce. Bir radyasyon duvarı var, o aşılırsa hiçbir sıkıntı çıkmıyor. Mor ışık çaktıran bir alet görüyor Rusty, dokunuyor ve "deri kafaları" görüyor. Gülüyor bu kafalar. Kubbenin olayı bu. Julia'nın anlattığı bir çocuk-karınca olayı var. Büyüteç tutup hayvan yakmak. Bunu bir metafora dönüştürelim, kubbenin içindeki durum da aynısı. Birkaç çocuğun oyuncağı olduklarını görüyorlar. Bütün kubbe uzaylı çocukların işiymiş anasını satayım.
Bir grup polis, WCIK'in binasına gidiyor propan tüpü almak amacıyla. Orada kafayı yemiş Phil ve intiharın eşiğinden dönüp İsa'yla kendini bulmuş, kafayı yemiş bir Andy var. Çatışma çıkıyor ve sonunda propanlarla binlerce litre yakıtın olduğu bina patlıyor. Eh, kıyamet böyle bir şey.
Eşitlik
Kıyamet kopsa, "Sağ olun, ben almayayım," diyecek halimiz yok, hepimiz boku yiyeceğiz. Herkes eşit olacak yani. İnsanoğlunun yine kendi kokuşmuşluğundan yarattığı statü üstünlüğü, bok üstünlüğü, püsür üstünlüğü sonra erecek.
Bina patladı ya, dev bir mantar bulutunun altında herkes aynı şeyi hissediyor. Üstelik bir de dışarıdakilerle içeridekilerin görüşme günü o gün. Askeriye düzenliyor, herkes kubbenin sınırında. Bulutu uzaktan görüyorlar, şok dalgası bir süre sonra onlara ulaşıyor ve alev dalgalarının ulaşmasına biraz daha var. Herkes panik halinde ama yapılacak bir şey yok. Dalga bütün kubbeyi boydan boya dolaşıyor, yer altına inmeyi başarabilenler kurtuluyor. Bunların içinde Jim ve en yakınındaki adamı var, küçük bir çocuk var, bir de bizim iyiler tayfası var. Çocuk kurtuluyor, Jim ve yardımcısı küçücük bir yere sıkışıyorlar, jeneratörden temiz hava geliyor. Sonra yardımcı, Jim'i öldürmeye çalışıyor ama Jim adamı haklıyor. Sonradan kafayı yiyor tabii, onca felaketten sonra akıl sağlığı da cortluyor ve ölüleri diriymiş gibi görüp boğularak geberiyor. Yaptığı onca piçlikten sonra bizimkilerin eline düşmesini isteyen çok olur, lakin King onu öyle yapmıyor, olabildiğince doğal, kurguya göre olması gerektiği şekilde öldürüyor Jim'i. Bizimkilerden havasızlık yüzünden ölenler oluyor. Geçirgen değildi kubbe ya, o yüzden oksijen yok. Zaten alev dalgaları da azıcık kalan oksijeni yutuyor. Ölmek üzerelerken uzaylı piçlere yalvarmayı düşünüyorlar, gidiyorlar ve Julia yalvarıyor. Ardından kubbe kalkıyor. Tabii Barbie'yle sevişiyorlar arada. Sekssiz King romanı olmaz.
Böyle abi. Doğal doğaüstülük, küçük kasabalarda güç odakları, din sömürgesi, politika, acayip cinayetler, acayip betimlemeler, her şey fazla fazla var.
* Bazı çeviri hataları var, abuk deyim tercihleri var, inanılır gibi değil. Canan Kim çevireymiş keşke. "50 sent" baskılı tişört, "ha Ali Veli, ha Veli Ali" gibi gudik cümleler, ve Allah aşkına, "Foo Dövüşçüleri" nedir lan? Sayın kimmiş, bakayım, sayın Pınar Öcal, şu şarkı size gelsin:
Yanlış yerde kullanılan kelimeler yüzünden değişen cümle anlamları, çatı uyuşmazlıkları gırla. Redaktör yok mu canım kardeşim, ben ucuza bulup aldım da 38 TL bayılan adama hakaret lan bu yaptığın. Biraz özen gösterin, 1000 sayfalık kitabı rahat yediririz ya diye düşünmeyin. Rezillik lan.
* King'in bir diğer olayı da araya öyle şeyler sıkıştırır ki büyülü gerçekçi bir romanda sanır insan kendini. Köpeklerin hayaletleri görebilmesi mesela.
"Horace da bütün köpekler gibi sık sık ölülerin sesini duyar, bazen seslerin sahiplerini de görürdü. Ölüler her yerdeydi ama yaşayanlar günün her dakikası çevrelerini kuşatan on binlerce aromayı duymadıkları gibi onları da görmüyordu." (s. 664)
Şimdi zaten King romanları fantastik kuntastik, evet ama anlatıcının böyle bir hadiseyi gayet doğal bir şekilde verdiğini pek görmeyiz. Kurgunun doğallığını bozar çünkü, yaratılmış, suni bir dünyanın varlığını hatırlatır ve bu da okuyucunun isteyeceği en son şeydir. Kurguya direkt müdahale. Sakıncalıdır, bazen de değildir. Mesela bu romanda anlatıcı diyor ki, "Hadi beraber bir yolculuğa çıkalım ve kasabadakilerin durumlarına bakalım," falan. Böyle bir sürü şey. King'in üslubunun yeni bir öğesi.
Gayet güzel, on numara roman. King ya la işte, istediğin kadar Joyce oku, Faulkner oku, bilmem kimi oku, King denince heyecanlanan bir adamsan elden gel kardeşim. Hadi iyi günler.
King'in dört hikâyesi var, bu hikâyelerin ortaya çıkış kıvılcımları ve King'in hikâye türüyle ilgili görüşleri kitabın sonunda.
1922: Bir çiftçi babamız var, çok kitap okuyor ve gül gibi geçinip gidiyor. Bir eşi var, bir de oğlu var. Eş Arlette'e babadan 100 dönümlük bir arazi kalıyor ve adamımız Wilf bu araziyi kendi arazisine katmak istiyor ama Arlette çiftçilikten bıkmış, büyük bir şehre gitmek istiyor. Bu noktada Sinsi Adam ortaya çıkıyor; King'in pek sevdiği o bilinmeyen, karanlık bir kötülük enerjisi. Sinsi Adam'ın dediklerini yapan Wilf, oğlu Henry'yi annesine karşı kışkırtıyor ama cinayet için bu yeterli değil. Henry'nin annesinden nefret etmesi lazım. Çok içtiği bir gece annesi büyük bir başarı örneğiyle yapıyor bunu; oğlan Metodist Kilisesi'ne gidiyor, dindar biraz. Annenin bazı uygunsuz hareketlerinden sonra kadını gebertiyorlar. Burada benim Yavaşlatılmış King Zamanı adını verdiğim bir zaman var. Adı çok şekil, değil mi? King bir karakterine cinayet işletirken zamanı iyice yavaşlatıp bütün ayrıntıları verir ya, öyle.
"Bıçağı yanağından çıkartırken çeliğin dişlere temas ettiğini düşündüm. Gözünün biri dehşetle bana dikilmişti, diğeri yere düşen silaha doğru yoyo gibi sarkıyordu."
Yoyo kısmı abartılı oldu ama anladınız. Bu kitapta da böyle bir cinayet sahnesi var. Muazzam.
King'in kafayı bozduğu Ergen Bilinmezliği'yle alakalı bir bölüm:
"(...) Henry dönüp bana baktı. Ağzının kenarından kan sızıyordu ve altdudağı şişmeye başlamıştı. Gözlerinde sadece ergenlere özgü o katıksız, çiğ öfke vardı." (s. 18)
Eğer King okuyorsanız bilin ki şiddete uğramış, nefretle bakan bir genç varsa o olayın sonu iyi bitmeyecektir.
Neyse, kadın ölüyor, su kuyusuna atıyorlar. Üstüne bir de inek öldürüyorlar, onun cesedini de atıyorlar, çünkü kadının ölmediğini düşünüyor baba. Sonrasında annenin şu babadan kalan araziyi satmak istediği şirketin avukatı geliyor, kadının ortadan kayboluşunu araştırıyor. Ondan sonra şerif geliyor, o da araştırıyor. Henry'nin bir sevgilisi var, mal çocuk onu hamile bırakıyor, kızı yatılı bir okula yolluyorlar ve cinayetten ötürü kafayı üşüten Henry kızın peşinden gidiyor falan. Olaylar, bir şeyler...
Bu işi sevdim; bir de King Gri Gözü var yine.
"(...) Gözlerindeki o araştıran pırıltı kaybolmuştu. Yeşil de öyle. Gözleri, bulutlu bir gündeki gölün rengi gibi mat, sert bir griydi." (s. 74)
Ciddi bir hadisede, kafayı kırmak üzere olan bir insanın gözleri King için hep gri. Sadece kafa kırma olayı da değil, sanıyorum doğaüstü bir algılayışı, görüşü olan insanlarda bu göz rengi değişimi oluyor.
Sıçanlar da var; Lovecraft'ın Duvarlardaki Fareler hikâyesi geliyor akla. Bu hikâyede de korkulan iki şey var. İkincisi; Arlette'in hayaleti. Esas adamımız bu sebeple kafayı kırıyor yavaş yavaş. İkincisi de cesedi yiyen fareler. Fareler her yerden çıkıyor, olayın üzerinden yıllar geçtikten sonra bile hikâyenin sonunda fare var yine.
Çok kısa anlattım, bir dünya yan olayla sadece bir cinayetin öyküsü değil, sokakta gördüğümüz insanların olağanüstü bir olayda nasıl davranacaklarının da öyküsü bu.
Koca Şoför: Tess bacımız, görece ünlü bir serinin yazarı. Bir imza gününe çağrılıyor, dönüşte kitapçının tarifiyle kestirme bir yoldan gitmeye karar veriyor ama kestirme yollar problemsiz olmasa böyle öyküler de ortaya çıkmaz.
Tess tecavüze uğruyor, boğazı sıkılıyor ve öldü diye bırakılıyor. Meğersem ölmemişmiş. Bir şekilde evine gidiyor ama bu "bir şekilde" ifadesini öyle hop diye düşünmeyin, King'in bu hikâyelerdeki konsepti, belli bir zaman aralığında bütün davranışların olduğu gibi ortaya konması ve bu davranışların ardındaki sebepleri belirlemek. Tecavüze uğrasam, uğrasanız ne yaparız? Bu.
Hanım düşünüyor, düşünüyor, olayın arkasında kitapçı bayanın olduğunda karar kılıyor ve düşüncesinin doğru olup olmadığını anlamak için kadının evine gidiyor. Beklediği gibi kadın şaşırıyor, bizim hanım da içeri gidip gebertiyor karıyı. Ardından iki evladın peşine düşüyor. Burada bir aile dramıyla karşılaşıyoruz, gerisini de anlatmıyorum.
Mesela çok ince bir nokta. King'in ayrıntıları hakkında bir fikir verebilir:
"Yedi saatten az bir süre içinde iki kez duş yapmıştı ama kendini hâlâ kirli hissediyordu. O kadar banyoya rağmen onu hâlâ içinde hissediyordu. Onun... 'Çük suyu.' Ayağa fırladı, korkmuş kedisi koridora koşarken ve ortalığı batırmasına ramak kalmışken lavaboya vardı. Kahvesi ve mısır gevrekleri tek bir öğürtü eşliğinde ağzından boşaldı." (s. 234)
Normal insanların başa gelen felaketlerden sonra yarattıkları karakterler zenginliğinde King süper; Tess polisiye kitaplar yazıyor ve o kitaplardaki en zeki karakterin yardımına başvuruyor. Psikolojik bir mekanizma zannediyorum, bilincin yabancı olduğu topraklarda bilinçaltının da yardıma koşması gerekiyor, sanırım bu yüzden evinde romanlar yazıp mutlu mesut yaşayan bir insan katile dönüştüğünde başkalaştırdığı yaratılarından yardım alıyor.
Adil Uzatma: Ben düşündüm ki Ruhlar Dükkanı'nın... Ya bir şeyi söylemeden edemeyeceğim; arkadaş nasıl isimlerle çeviriyorsunuz şu kitapları ya. Needful Things nere, Ruhlar Dükkanı nere... Evet, o kitaptaki Gaunt dönmüş de milletle anlaşma yapıyor. Çünkü olay Derry'de geçiyor, Castle Rock civarı. Ayrıca bu hikâyede anlaşma yapan öcünün de dişleri sivri, tırnakları sivri, falan.
Olay şu: Muhasebeci ve kanser bir abimiz var, bu abinin bir de liseden arkadaşı var. Bu arkadaş hayatta çok başarılı olmuş, çok mutlu bir adam. Bizimkinin sevgilisini çalıp evleniyor, üç çocuğu falan oluyor. Streeter namlı bizim muhasebeci eleman, tenha bir yolda bir tezgahta takılan adamın tekiyle bir anlaşma yapar ve yıllık kazancının %15'ini satıcı abinin hesabına yatırmak şartıyla en nefret ettiği adamın hayatının bok oluşunu izler. Bu sırada kanserli hücreler kaybolur, çocukları zengin olur falan. Öbür tarafta nefret ettiği en yakın arkadaşının hayatının dibe batışını yakından izler. Böyle.
İyi Bir Evlilik: 27 yıllık bir evlilik, bir insanı tanımada ne kadar yeterli olabilir? Zaman önemsiz olmak üzere benim cevabım şu: Gerçekleşen olaylara verdiği tepkiler ölçüsünde bir insanı tanıyabiliriz, ötesini bilemeyiz. Dünya yok olacak olsa eşimizin kendi hayatı pahasına bizi kurtarıp kurtarmayacağını bilemeyiz. Hiç bakmadığımız rafların diplerinde neler bulabileceğimizi bilemeyiz. Annesine bakmak üzere evden ayrılan ve iki saat sonra dönen ev arkadaşımızın o sırada bir kıza tecavüz edip etmediğini bilemeyiz. Her insan bildiğimiz ölçüde yaşıyor, dolayısıyla bilmediklerimiz o kadar ağır olabilir ki dünyaya olan inancımızı kaybedebiliriz ama bu yine bizim suçumuz. Yani arkadaş, asla "asla" demeyeceksin. Olay bu.
Darcy ve Bobby, 27 yıllık evli bir çift. Bobby bir nümizmat, yani para koleksiyoncusu. Hep bu sebeple, hem de işi gereği çokça yolculuk yapıyor. Tabii hikâyenin en başında bu yok; Darcy'nin hayatını, ikisinin nasıl tanıştığını, evliliklerini, çocuklarını falan görüyoruz. King'in evlilik hakkındaki tespiti süper: Uzun yıllar süren bir evlilikte birikmiş sayısız küçük anıların ağırlığıyla mutlu olduğumuz sonucuna varabiliriz. Bunun dışında iki taraf arasında belli sınırlar vardır, iki taraf arasında belli ödünler verilir ve bunlar bilinmeyendir. Kabul edilemeyenlerdir veya. Bunlar görmezden gelinir, pek umursanmaz. Bir süre Sonra. 27 yıl bence oldukça yeterli bir süre.
Neyse, Darcy bir gün garajdaki bir kutunun derinlerine bakıyor. İşte görmemesi gereken bir şey var falan. Bob arıyor o gece, anlıyor ki Darcy'ye bir haller olmuş. Darcy yatıyor, kalkıyor, karşısında Bob. Bob meğer küçük düzenekler kurmuş. Filmlerde görüyoruz; mesela bir çekmeceye içten bağlı küçük bir iplik. Açtığın anda kopuyor falan. Durumu anlatıyor Bob, çocukken böyle manyak bir arkadaşım vardı, işte kamyon kazasında öldü falan. King'in karakterleri kamyonlardan, tırlardan da çok çekti, evet. Kadın bununla yaşayamıyor elbette. Böyle bir şey.
Süper bir kitap, 5 TL'ye aldım. Şaka gibi. Dostlar, bakınız; Shaft'ın iki arka sokağına gidin, küçücük bir dükkan var orada. Bulduğunuzu kapın. Adam çok ucuza satıyor.
Yani King yazmış, biz okuyup keyiften dört köşe olmuşuz. İşte öyle bir şey.
Arkadaşlar, geçen cumartesi Cenk Taner Kartal'daydı. Tek başına geldi, şarkılarını çaldı ve gitti. Bir fotoğraf çektirmek istedik, elim ayağım birbirine dolaştı. Kız arkadaşım sohbet etti, sonra yanına gittik.
"Ebi," dedim. Arada baktı.
"Ebi, çek seviyiriz."
Yiğit Özgür karakterine döndüm yemin olsun. Lan saygıdan adamın bel hizasından aşağıda duracaktım, o derece. Lise kahramanıdır Cenk Taner, Kadıköy'dür ve gençliktir.
Edebisi bol şeyleri okumak keyiflidir. Keyif vermesinin yanında bazılarının koltuklarını da kabartır.
"Evet, ağır edebi şeyler okuyup edebiyat kuramları bilgim sayesinde kolaylıkla sevişiyorum."
Gerçekten incelenmeli. Edebiyat zannediyorum güzel bir şey. Zannediyorum, çünkü bir fikir sahibi değilim. Edebiyatı fikir sahibi olduracak bir şey olarak göremedim, görebildiğim zaman sanırım ciddi işler yapmaya başlayacağım. Neyse, King okumak da keyiflidir. Çok keyiflidir. Bir şey okurken zevk aldığımı hissediyorum en azından. Mesela çok saçma bir şey yapacağım; Böll olmasaydı da King ayarında başka bir yazar olsaydı, mesela Cem Akaş olmasaydı da King'ten bir adet daha olsaydı... Olmayan bir şeyden haberdar olamayacağımız, haliyle bu durumu zerrece sezemeyeceğimiz için hiçbir şey fark etmezdik, yine de böyle bir şeyin olmasını tercih ederdim sanıyorum. Adam kaç yaşına geldi, hâlâ yazıyor, inatla yazıyor. Ver ellerinden öpeyim.
Odunlamasına anlatımla şu: Alkolik olan karısının terk ettiği edebiyat öğretmeni Jacob Epping -namı Jake- bir gün Al adlı restoran işletmecisi bir arkadaşının, işyerindeki "tavşan deliği" adlı bir zaman geçidini göstermesiyle geçmişe gider ve Kennedy suikastını önlemeye çalışır. 800 küsur sayfalık kitabı piç etmek için böyle söylenebilir, lakin söylememek lazım. Döverler adamı.
Jake'in hayatı leş, çünkü karısını seven ve karısına yıllar boyunca katlanan bir insan. Kadını barlardan topluyor, her türlü cinsliğine karşı sesini çıkarmıyor. Derken karısı alkolikler için yapılan toplantılarda tanıştığı bir adamla basıp gidiyor. İlerideki serüvenler için psikolojik temel bu. Adamın öğretmenliği sevdiğini de söyleyebiliriz, edebiyat sevgisi de var. Haliyle hayatı biraz güzel. Bir de çalıştığı okuldan aksak bir hademe olan Harry'yi bizim açık lise benzeri bir olaydan mezun ediyor. Adam yaşlı, hocasına minnet dolu. Al'a gidiyorlar, fotoğraf çektiriyorlar falan.
Ertesi gün Al'dan telefon geliyor acil görüşmeleri gerektiğine dair. Jake bir gidiyor, Al çökmüş. Gözlerin feri gitmiş, derinin rengi çamur gibi olmuş, bir acayip. Anlamıyor olayları, Al da anlatıyor, hatta geçidi de gösteriyor. Zamanda gidip geliyor Jake. Geçit her zaman 1958'e açılıyor, hep aynı yere ve aynı zamana. Al orada yıllarca kalmış, kansere yakalanınca dönmüş. Amaç suikastı engelleyip dünyayı daha süper bir hale getirebilmek. Geleceğin değiştirilebilmesi konusunda Al'un yaptığı bir deney var; zamanın gazetelerinden bir kaza haberini görüyor ve geçmişe gidip kazayı engelliyor, zamanına döndüğünde geçmişteki değişimin işe yaradığını görüyor. Jake de kendince bir deney yapıyor ve Harry'nin sakat kalmasına yol açan, aynı zamanda kardeşleri ve anneyi de öldüren babayı engelliyor. Sonuçlarından da memnun kalıyor ama şöyle bir şey var; bir sonraki gidiş, önceki gidişin etkilerini yok ediyor.
Büyük olay için bir gün süre istiyor, düşünüyor Jake ve işi tamamlamaya karar veriyor. Bu geçen gün içinde Al ölüyor, Jake Al'un suikastla ilgili tuttuğu notları alıyor ve 1958'e gidiyor. Bundan sonrası bir insanın geçmişe uyum sağlaması, aşık olması ve değişmek istemeyip bu yolda bir dünya engel çıkaran tarihle mücadelesi. Kıvrıklardan gidiyorum bundan sonra.
Al kanser, sürekli kan geliyor ağzından. Peçete meçete kâr etmiyor, başka bir şey kullanıyor Al.
"İşte size insanlık halinin acı gerçeklerinden biri: Çürümekte olan vücudunuzun artıklarını emmesi için büyük boy Orkid'e ihtiyacınız olduğu gün başınız belada demektir. Hapı yutmuşsunuzdur." (s. 60)
Bir de o çok sevdiğimiz filmleri falan hatırlayalım. Geçmişe gidip kendimizi öldürürsek ne olur paradoksu mesela.
"'İyi ama ya geçmişe gidip kendi büyükbabanı öldürürsen?' Şaşkın şaşkın bana baktı. 'Niye bunu yapasın ki?' Yerinde bir soruydu, bu yüzden devam etmesini işaret ettim." (s. 67)
Asddf.
Ceset'te ergenlerle ilgili bir iki şey söylemiştim, King de söylüyor. Ben ergenlerin kaotik hallerini King'ten daha başarılı bir şekilde anlatan yazar görmedim.
"Duygusal açıdan hassas ve kolayca kırılan yaratıklar olsalar da ergenlerden anlayış bekleyemezsiniz. İnsanlar anlayışlı davranmasını çok sonra öğrenir, o da öğrenirse." (s. 93)
Sıkı King okuyucuları için romanın en keyifli bölümü, birinci bölümün altıncı alt bölümü olacaktır. Çünküsü:
"(...) Kendimi iyi hisediyordum. Derry'yi görene kadar." (s. 125)
Tadaa. Derry'ye hoşgeldiniz. Ucubeleriyle, öcüleriyle, kararmış insanlarıyla ve yaprakları dökük ağaçlarıyla cennet gibi bir şehir. Jake de hissediyor bunu, diyor ki, "Bu şehirde bir şeylerin yanlış olduğunu daha adım atar atmaz anlamıştım." (s. 125) İş Derry'yle de bitmiyor, zira O'nun etkileri sürüyor. 1958 diyoruz, Pennywise'ın çılgın attığı zaman. Kısa bir süre önce sepetlenmiş olmasına rağmen halk hâlâ çocuk ölümlerinden korkuyor ve yabancılara şüpheyle yaklaşıyor. Bunlar bir yana, eski dostlarla karşılaşıyoruz: Beverly Marsh ve Richie Tozier. Yemin ediyorum çok sevdiğim ve yıllardır görmediğim dostlarımı görmüş gibi oldum ikisine rastlayınca. Savaşlarından zaferle ayrılmışlar ve Bev Jake'e her şeyin bittiğinden, korkulacak bir şey kalmadığından bahsediyor güven taşan sözlerle. Ya... Şunlara gelin, tüyleri diken diken olmayan var mı? Ben mi kendimi kaybediyorum King'i anlatırken yoksa.
"Başımı salladım. 'Sır tutabildiğinize eminim. İddiaya varım yazdan kalma birkaç sırrınız vardır.' Bu sözlerime karşılık alamadım." (s. 147)
Bamya kadar çocuklar nelerle uğraştı o yaz, bilmiyorsun Jake.
Şu noktada King'in bazı izleklerinden bahsetmem gerek. Birincisi; unutuş izleği. Ceset'te, O'da, Rüya Avcısı'nda, başka birçok romanda onca olaya, onca korkuya rağmen insanların unuttuğunu görüyoruz. İnsanlar unutur ve acılar geçmişte kalır, öyle bir geçmişte kalır ki belki de ölüm anına kadar bir daha anımsayamayız. Çok utandığımız, çok acı çektiğimiz anlar o an için büyük bir yoğunlukla, sanki silinmeyecekmiş gibi aklımıza kazınırlar o an. Ölmek isteriz, sefil hayatımızı daha fazla sürdürmek istemeyiz. Fakat rüzgar eser, güneş doğar, bulutlar yer değiştirir ve bunlarla birlikte biz de değişiriz; unutarak. Eğer unutuş olmasaydı insanoğlunun ansızın delirmesinden daha doğal bir şey olmazdı dünyada.
İkincisi; kötülüğün bilinmeyen, anlaşılamayan izlerinin insanlardaki tezahürü. Uykusuzluk mesela, renkler. Çılgınlığın Ötesi, aklıma gelmeyen birçok roman. Kötüleşen demek istemiyorum ama başka bir kelime de bulamadım, kötüleşen karakterlerin bilinmeyen, sezilemeyen bir kaynaktan aldıkları doğaüstü güç, King'in romanlarında sanat haline geliyor adeta. Şimdi bu kitaptaki izine bakalım:
Harry'yi söylemiştim, babası cinnet getirip aileyi çekiçle katletmişti hani. Babasının adı Frank ve şu şekilde geçiyor: "Ama bu nazik adamın buz gibi gözleri vardı. Kendisine hayran hayran bakan kadınlarla -haremiyle- konuşurken gözleri maviydi. Ama kısa süreliğine de olsa bakışlarını bana çevirdiğinde griye, kar yağmadan önce gökyüzünün büründüğü renge döndüklerine yemin edebilirdim." (s. 157)
Renkler, King'te asla tekin değildir.
Ve Derry için muhteşem final: "'Gel bak,' diye fısıldadı O, kulağıma. Geri kalan her şeyi boş ver Jake - gel bak. Gelip bizi ziyaret et. Burada zamanın bir önemi yok; burada zaman süzülüp gidiyor. Gelmek istediğini biliyorsun, merak ediyorsun. Belki bu da başka bir tavşan deliğidir, başka bir geçit." (s. 183)
Gitmemiş göt! Hâlâ orada!
Kitabı okuyacaklar küfretmesin diye daha yazmıyorum, sadece şunu söyleyebilirim ki böyle kitaplardan korkulmasın, kalınlığı hiç korkutmasın. Kalın kitap diye bir şey yoktur, az okuma vardır. Bir diğer şey; bir öğretmenin geçmişte beş yıl yaşayışını en ince ayrıntısına kadar görmek gerçekten keyif verici. O zamanın insanları, öğrencileri, okul yaşamı, ilişkileri ve bir sürü, bir sürü ayrıntı. Sadece bir serüven değil, yaşamı yarı yıkık bir öğretmenin hayatı anlatılan. Kahraman olan öğretmen olayı biraz can sıksa da ve sonu tam Türk filmine bağlasa da ben bir kere daha okurum bu kitabı ama muhtemelen emekli olunca.
On numara kitap, ellerinden bir kez daha saygıyla öperim King Abi.
Kariler, hayat gerçekten çok acayip bir şey. Gerçekten. Tatilden döneli 10 gün oldu, bu 10 günde KPSS'yi kazanamadığımı öğrendim, bir dershanede işe girdim, sonra KPSS'ye hazırlanmak için bir dershane arayışına girdim, ailenin durumu pek parlak olmadığı için abimin yardımını, babamın yardımını istedim ki babamla çocukluğumdan beri görüşmeyiz pek. Neyse, işle dershaneyi nasıl yürüteceğime dair kafa patlattım, bu sırada uykularım bölündü, psikolojim bozuldu. Değil kitap okumak, kitapların kapaklarına bakamaz oldum. Sonra önceden görüştüğüm bir özel liseden aradılar, hafta sonum boşaldı. Önceden anlaştığım yere milyon kere özür diledim tabii, adamların yok yere zamanını aldım çünkü. İşler bir anda yoluna girer gibi oldu, bir de bayram tatilinde babam Pamukova diye bir yere geldi Adapazarı'nda, kız arkadaşımın da memleketi olduğu için atladık otobüse, doğruca Adapazarı. Pek bir yer gördüğümü söyleyemem de ben hayatımda Pamukova kadar güzel bir yer görmedim. Dağlar, tepeler arasında, serin, sessiz, sakin. Şeftaliler, kavunlar, peynirler, böyle güzel yiyecekler olamaz. İki gün kaldım, yemin ediyorum üç gün önce toz kondurmadığım şehirden tiksindim. Deli çalışıp sınavı kazanacağım bu sene, öğretmen olarak Adapazarı'na atanmak isterim ki Pamukova'ya gidip gelebileyim gün aşırı.
Böyleyken böyle. Yine arada uykumda hoplayıp II. Mahmut dönemi yeniliklerini düşünüp uykularımı kaçırdığım oluyor ama daha iyiceyim. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Ben King'in böyle bir kitabının olduğunu unutmuşum, geçen hafta (bu yazıya geçen hafta başlamıştım, iki hafta oldu haliyle) Bostancı'daki tezgahçı abide görünce dank diye, hatta zbam diye hatırladım ve atladım.
İki öyküden oluşuyor, biri kitaba adını veren. Kapağı görünce bir yerlerden bir görüntüler çağrıştı, bir şeyler oldu o an. Aydınlanıverdim. Stand by Me diye süper bir film var, tavsiye ederim. Ceset'in filmi işte. River Phoenix için tekrar tekrar izlenir. Erken kayıp.
King'in çocukların üzerine kurduğu dünyayı başka kimsede bulamadım. Pal Sokağı Çocukları'nda bir amacı paylaşanlar, Sineklerin Tanrısı'nda şiddet. Her birinde çocukların önceden kestirilemeyen dünyasına dair bir şeyler. Öfke, hırs, hayatta kalma arzusu, arkadaşlık, bilmem ne. King'in çocuklarında bunların yanında bir de doğaüstü bir tehlikeye karşı omuz omuza mücadele etme, bir sırrı paylaşma gibi arkadaşlığı perçinleyen fakat sonrasında kolayca unutulmasına yol açan ayrı bir etken var. Bir yandan insanın bencilliğini de yüzlere pat pat vuruyor bu Uzun Stephen Efendi; doğaüstü deyip işin altından kalkan insan için ötesinin önemi yoktur. Oysa ne kadar olağanüstü olursa olsun, mesela bir umacının, orman cininin doğadan, dünyadan bağımsız olduğunu kim söyleyebilir? İnsanoğlu yaşadığı dünyayı ne kadar tanıyor? Kıtalara isimler koymakla, "Bir kıta keşfettim, süper," demekle işin bittiğini söylemek mümkün, bunu bir de uyumak üzereyken dolaptan gelen gıcırtıdan sonra deneyin bakalım. Heh heh.
Ceset bence King'in en edebi diyebileceğim romanlarından biri. Tepeye oynar hatta. Olayın süper bir kurgudan, etkileyici karakter anlatımlarından bir adım öteye taşınmasıyla söylüyorum bunu: King'in çocuklarla ilgili, hatta belki kendi çocukluğundan da pek çok şey katarak kurguya yedirdiği sözleri bir tık, iki tık, artık kaç tıksa o kadar haz veriyor okuyucuya. Doğaüstünün bilinmeyen maceralarıyla işi bitirmiyor King, dört arkadaşın serüvenini, hayatlarını, her şeylerini ortaya koyuyor. O'dan farkı bu. Rüya Avcısı'nda biraz bundan var ama iş bu kitapta tam olmuş.
Castle Rock'ta çocukların gizli bir kulüpleri var, yaz tatili başlamış. Orada toplanıyorlar. İşte tatile gidenler, şunlar bunlar. Dört tane arkadaş kalıyor. Vern, Teddy, Chris, Gordon. Her birinin hikâyesi trajik. Vern psikopat bir kardeşimiz. Arabaların önüne atlayıp son anda çekiyor kendini falan. Böyle ölümcül işler peşinde. Gordon kardeşimiz anlatıcı rolünde. 1960'ları anlatıyor, kendi çocukluğunu. Ben diyeyim 30 yıl, siz deyin 20 yıl sonra. Kendisi grubun gelecek vadeden çocuğu. Öyküler yazıyor, arkadaşları da ağızları açık dinliyorlar. Bir iki öykü olduğu gibi kitapta yer alıyor, süper. Gordon'ın yeteneğini okuyucu da görmüş oluyor. Zaten bu hikâyeyi anlatırken araya çok meşhur bir yazar olduğunu da sıkıştırıyor köftehor. Harbiden milyonlarca satan kitaplar yazmış. Adam olmuş yani, o çocukluğa rağmen. Abisi de yetenekli bir futbolcu, fakat bir kazada ölünce anneyle babanın kafada bir iki şalter kapanıyor, Gordon'a bok gibi davranıyorlar. Teddy'nin babası psikopat katil gibi bir şey, bir akıl hastanesinde tutuluyor. Başka bir şey söylemeye gerek yok sanıyorum. Chris de kendi halinde bir çocuk, abisi serseri takımıyla dolanıyor, baba alkolik. Grup tam kaybeden grubu.
Her şey, Vern'in serseri olan abisinin bir arkadaşıyla konuşmalarını duymasıyla başlıyor. Ray Brower diye bir çocuk ormanda kaybolmuş, ölmüş, cesedine rastlamışlar. Çeteyle birlikte gidip cesedi alacaklar, yetkililere teslim edecekler, meşhur olacaklarr, bilmem ne. Vern koşup arkadaşlarına söylüyor durumu, kamp yapacağız diyerek izin alıyorlar ve çocuğun görüldüğü yere doğru yolculuk başlıyor.
King'in hayali kasabasının çocuklarla mücadelesi.
"(...) Bruce Springsteen'in bir şarkısında, 'kentin çevresindeki karanlık' dediği şeyden ötürü. Bana kalırsa hepimiz zaman zaman, Tanrı'nın bize verdiği bu döküntü vücutlara rağmen, o karanlığa meydan okuma isteğini hissediyoruz. Yo... döküntü vücutlara rağmen değil, onlar yüzünden." (s. 96)
Çocukların deli cesaretiyle bu birleşince işte seyreyle tantanayı. Cujovari havalardan tren altında kalma tehlikesine bir sürü şey yaşıyor çocuklar, zaten sıkıcı bir yaz tatilini korku dolu bir serüvene çeviren de bu: Bilinmeyen doğru atılan adımlar. Ailelerinden daha kötü şeylerle karşılaşamayacaklarını zannediyorlar sanıyorum. Gerçekten de karşılaşmıyorlar. Hangi umacı, anneyle babadan daha ölümcüldür ki?
Ebeveynlerin gerçekten, gerçekten hayatın içine ettiği anları belki çoğu insan bilmez. Korkak anneler, orada pek olmayan babalar... Çocuğa büyük bir özgürlük ortamı verilmiş olur belki. Hayalet gibi dolanan büyüklerin yanında kendi seçimlerini yapan çocuklar, kendi geleceklerini belirleyen umut dolu genç insanlar... Mutluluğun ardından kararsızlığın yavaş yavaş gelmesi pek uzun sürmüyor ne yazık ki. Mutluluk çok uzun bir yol, yürümek için fazlasıyla uzun. Eh, annelerin ve babaların iteklemesi gerekiyor, ortada olmadıklarında da düşülen yalnızlığı hayal edelim. Etmeyelim, zira içim karardı. Neyse, ebeveynler yoksa arkadaşlar vardır. Chris mesela. Chris her şeyin farkında. Yani Gordon'ın yazar olacağını seziyor, diğer iki arkadaşın beyinsiz olduklarını, bir bok olamayacaklarını da biliyor. Bu sebeple kenara çekiyor Gordon'ı, adam olmasını ve oralardan kurtulmasını söylüyor.
"(...) Ama çocuk kısmı, biri onu kollamadıkça her şeyi kaybeder. Annenle baban bunu yapamayacak kadar berbat durumdalarsa, belki de benim yapmam gerekir." (s. 118)
Şöyle bir arkadaşımız olamadı. Bir de öğretmeni tarafından katakulliye getirilmesi var. Para çalmış Chris, sonra pişman olup öğretmenine vermiş. Öğretmeni kendine yeni etek almış o parayla. Bu kadar. Dünyanın zaten adaletli bir yer olma gibi bir zorunluluğu yok, yine de insan düşünüyor. Hayatta onca çok boşluk var ve öyle saçma şekillerde o boşlukları dolduruyoruz ki en küçük bir gedikte inançlarımızın aptallığını düşünmeyip suçu daha yüce birilerine atma gereksinimi duyuyoruz.
Ölü çocuğa doğru ilerlerlerken bir da Blair Cadısı olayı yaşanıyor. Ormanda çığlıklar, bir şeyler... King germesi diye literatüre ne zaman girecek, merak ediyorum. Altıma dolduruyordum çok affedersiniz o sayfalarda.
Cesedi buluyorlar, o sırada bu belalı abiler de geliyor. Tabii arbede, tehditler derken Chris yanında getirdiği babasının silahını çekiyor falan. Sonuç olarak çete dağıtılıyor ve oraya gelene kadar cesedi görme isteklerini kaybeden gençler de aydınlanmış olarak evlerine dönüyorlar.
Devamı var, ne olduklarını da görüyoruz sonra. Beklediğimiz gibi; adaletsiz. Adalet, insanın zayıflığını, acizliğini en çıplak şekilde ortaya koyan bir kelime. Şöyle bitireyim:
"En önemli şeyler söylemesi en zor olanlardır." (s. 140)
Bu ilk öyküydü, bir de Hiddet var. Bunu anlatmıyorum, bana kalacak. Sadece şu: Çocuklar dipsiz bir kuyudur. Büyüdükçe o kuyuyu dünyayla doldururuz. İnsanoğlu için anlamlı olan şeylerle doldururuz. Bazen de doldurmayız. Bazen o kuyu dolmak istemez. Böyle zamanlarda nereye kadar inildiğini orada güneşler açsa dahi kimse göremez. Böyle bir çocuğu al, diğerlerinin yanına koy. Liseye mesela. Lisede katliam yapmayı düşünen var mıdır aramızda? Eğlencelidir.
Ateş Yolu vardır King'in, pek kimse bilmez. Aynı tadı veren bir kitap. Tamam, fantastik olaylar süper, nefis. Lakin ki bir insanın yavaş yavaş delirmesinden, bir gencin söz gelimi bir tetiği yavaş yavaş çekerken dudaklarını yalamasından daha fantastik ne olabilir?