Telos Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Telos Yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Aralık 2019 Salı

Pascal Bruckner - Doğmadı Kutsal Çocuk

Bir nevi Gargantua parodisi ama çok ciddi. Modern bir fars olmaya meyilli ama olamaz, mizahı trajediye doğru ilerleyen anlatıyı beslemekten başka bir işlev taşımıyor, durumun absürtlüğünü uç noktalara götürmüyor örneğin, iyi. Mitolojik. Kelt kardeşlerin inançlarına göre bebekler doğmadan önce tanrıyı görüp her şeyi öğrenirler, doğar doğmaz unuturlarmış mesela, tabula rasa mantığı. Descartes bunun tersini söylüyor, Locke başka bir şey söylüyor, felsefe böyle böyle ilerliyor. Bruckner iyi bir yazar ve filozof, metinleri Ayrıntı'dan çıkıyor, okuduğum kadarıyla logos-eros ikilisine dair sıkı düşünceleri var, bir de böyle romanları var işte, olabildiğince felsefi, komik, dikkat çekici. Ailenin hiyerarşik yapısından toplumsal harala gürelelere kadar pek çok konuya eğiliyor Bruckner, bunu anasının karnından çıkmak istemeyen ikizler üzerinden yapıyor. Baştan alıyorum, Madeleine Barthelemy sekizinci yaş gününde korku hastalığına yakalanıyor. Dümdüz bir hayat yaşamasını istiyor ailesi, işten eve, evden işe, heyecansız. Tesadüflerden korkuyor Mad, kendisine çizilen yolun dışına çıkmıyor. Okulda hor görülüyor, evde bir hayalet gibi yaşıyor, belki de bütün bunlardan kurtulmak için Oswald Kremer'la evleniveriyor, ansızın. Üniversiteyi bırakıyor, en azından kendi yarattığı bir aynılıkta yaşamaya başlıyor. "Henüz olgunlaşmadan çocukluğunu özler olmuştu." (s. 12) Bu cümle çok üzdü beni, geçti sonra. Neyse, Mad evini tertemiz tutuyor, yemek yapıyor, her iş geliyor elinden. "Karılık vazifesi" denen seks dışında her şey tamam, iş sevişmeye gelince kusası geliyor. Elini tuttursa tecavüze uğramış gibi hissediyor, çocuk doğurması gerekeceğini düşününce ölesi geliyor. Annelik, "Giriniz, her şey size ait, beni yağmalayın!" demekle bir. Kabullenme aşamasında çocuklarının çok akıllı olmaları gerektiğine dair bir saplantı geliştiriyor, en azından Nobel ödüllü birinden çocuk yapmalı ama mümkün değil bu, o zaman çocuklarını eğitecek, dünyanın en zeki insanları haline getirecek. Boş levhalar formüllerle, teorilerle dolacak, dünyanın ekseni kayacak, başka gezegenlere inilecek, çocukları çok iş bekliyor. Mad, doktoru Fontana'ya niyetlerini açıklayınca adam projeyi saçma buluyor, bir fetüsü dâhi yapacak nasıl bir yol izlenebilir ki? Beynin gelişmesi, algılayıcıların evrimlerini tamamlamaları gerek, bir sürü şey. Şunu da söylemek lazım, bilimsel açıdan yaklaşırsak çoğu olayın imkansız olduğunu görürüz ama anlatının niteliği böyle bir yaklaşımı lüzumsuz kılıyor, çıkmaz yollara girmeden okumayı sürdürüp keyif almaya bakmalıyız. Neyse, solunum borusundan içeri tarih, coğrafya, felsefe bilgileri atılıyor, bir huni yardımıyla iletişim kuruluyor ve ikizlerin dil bilgisi yetenekleri de geliştiriliyor. Bruckner hoş bir espri yaparak çocukların adını Louis ile Céline koymuş, güzel. Eğitim sürerken Oswald ortalarda yok, anneyi dölleyerek üzerine düşeni yerine getirdikten sonra ortadan kayboluyor bir süre, tamamen çocuklara odaklanıyoruz. Öğrenim süreci, doğum zamanı yaklaştıkça tehlikeye giriyor, bu yüzden mini bilgisayarlar ürettiriyorlar ve çocuklara gönderiyorlar. Fontana endişeleniyor, çocukları bir sabah ölü halde bulmaktan korkuyor ama çocuklar hiç durmadan çalışıyorlar, ölmeye pek niyetli değiller. Fontana Bebekleri yavaş yavaş meşhur olmaya başlıyor bir yandan, Fontana pek çok kadına aynı yöntemi uygulamalarını salık veriyor. Tek çocuk için işler kolay ama ikizlerin kendi aralarında sıkıntılar doğuyor ister istemez. Cinsiyet farklılıkları konusu daha açılmadan kapanıyor, bilinç düzeyleri çok gelişkin olduğu için böyle meselelere hemen hiç takılmıyorlar, üstünlük kurma olayı bilgi seviyesi üzerinden gerçekleşiyor. Céline tartışmasız bir biçimde lider, kardeşinden daha ileri bir seviyede, bu yüzden Louis'de bir parça kıskançlık doğuyor ama bunu da atlatıyor hemen.

"Doğmak Ya Da Doğmamak", artık sona yaklaşıyoruz. Sekizinci aya girildiğinde çocuklara güncel bilgiler veriliyor, dehşete düşüyorlar. Yalıtılmış ve güvenli bir ortamda, bilgiyle dolu günlerin ışığında dünyanın cennet gibi bir yer olduğunu umuyorlar ama gazetelerdeki haberlere bakınca hayal kırıklığına uğruyorlar. İnsanlar aptal, birbirlerine kötülük yapmaktan başka bir şey bilmiyorlar. Bu şartlar altında Louis doğmak istemiyor, vahşi bir dünyayla baş etmeye çalışmaktansa içeride kalıp daha çok çalışmak istiyor. Mad'in -Louis'ye göre "çaçaron kadın"ın- itirazlarını dinlemiyor, Céline'in çıkışını izliyor. Sonuç: "Birden, bir ışık huzmesi girdiği anda, belleğinde bir boşluk oldu. Gödel teoremini anımsayamıyordu. Bu kadar çabuk unutamazdı, sahneye çıkışını berbat edemezdi! Dur bakalım, kafasını bir toparlayabilsin... şeyin birinci teorisi kimindi yahu? Neyin birincisi?" (s. 44) Doğum odasında gazeteciler, bilim insanları, otuz iki kısım tekmili birden bekliyor, mucizevi bir olayın şahitleri olmak istiyorlar ama doğan bebekten "ınga" dışında bir ses çıkmıyor, Fontana sorularını giderek basitleştiriyor, cevap gelmiyor, Fontana dalga konusu oluyor, ta ki Louis içeriden herkese defolup gitmelerini söyleyene kadar. Dalavere döndüğünü düşünen adamlar gidiyorlar, Louis içeride kalıyor, Céline hikâyeden çıkıyor, tamamen Louis'ye odaklanıyoruz bu noktadan sonra. Biyolojik olarak içeride kalmasının mümkün olmadığını söyleyenlere bütün yasaları yıktığını, yeni bir yaşam biçiminin mümkün olduğunu söylüyor, yaşamını sürdürmek için gerekenleri annesinin temin etmesiyle bütün problemler ortadan kalkıyor. Kadının göbeğinde açtığı minicik bir delikten dünyayı görüyor, içeriyi rahat bir hale getiriyor, bu sırada Mad kilo ala ala dev anasına dönüşüyor tabii, yaşamı tamamen çocuğunun kontrolü altında. Bazı konularda Louis'ye karşı çıkıyor ama Louis kadının organlarını ısırınca boyun eğmek zorunda kalıyor, hatta Oswald'ın seks yapmasını bile engelliyor, kement benzeri bir sicimle. Adamın penisini yakalayıp buruyor, babasının annesinden uzak duracağını garanti altına aldıktan sonra aileden pek kimse kalmıyor geriye, böylece Nobel ödüllerini toplamasını sağlayacak çalışmalara imza atabiliyor. Bütün dünya bu çocuğu konuşmaya başlıyor, herkes bu çocuk gibi bir çocuk isteyince, daha da önemlisi modern zamanların anlamsızlık hastalığından mustarip olunca Louis bir kurtarıcı, mesih olarak görülüyor. Yaşamak için birazcık şekerli sudan başka bir şeye ihtiyacı olmayan, Tanrı'yla bile münakaşaya giren, biçimsiz, deforme bir varlık. Tanrı'ya karşı çıkıp özgür iradesini dayattığı kısım ilginçti, Tanrı öz oğlunun kabul ettiğini böyle bir ucubenin reddetmesini kabullenemiyor, cezayı ilginç bir şekilde kesiyor.

Logos iyi, şeyleri belirli bir düzene koyuyor, dünyayı anlamlı kılıyor ama tek başına yeterli değil. Lucia'nın ortaya çıkmasıyla Louis'nin dengesi bozuluyor, o güne kadar pek hissetmediği duygularını tanımaya başlıyor ve bu konuda pek az tecrübesi olduğu için afallıyor, kızın göğüslerine ve kalçalarına takılarak o güne kadar öğrendiği her şeyi çöpe atıyor, Lucia karşısında işe yarayan bir şey yok çünkü. Pembe dizi izlemeye başlıyor, sıradan insanların yaşadıkları gündelik problemlere odaklanıyor, eskiden nefret ettiği ne varsa öğrenmeye çalışıyor kısacası. Eros alt edilebilir, başlarda böyle düşünüyor ama Lucia'nın taktikleri sağlam, istediği kadar para sızdırıyor, kötü davranıyor, gudubet olarak gördüğü varlığı ayaklarının altında çiğniyor resmen. Louis kendisini değersiz hisseder hissetmez annesinde de aynı duygu beliriyor ve kadın yaşamını değiştirmek için Fontana'dan yardım istiyor. Beş yılın sonunda Louis'nin dayanacak gücü kalmıyor, giderek küçülüyor ve Fontana'nın ışın silahıyla ortadan kaldırılıyor. Son bölüme kadar böyle olduğunu sanıyoruz, oysa minicik bir parça kalıyor geriye, zayıflayıp şahane bir kadına dönüşen, çocukluğunun zincirlerini kırıp cinselliğini özgürce yaşayan Mad'in kalbine doğru ilerlemeye başlıyor. Gerisini bilemiyoruz, muhtemelen Mad'in değişimine şahit olurduk, Louis'nin annesinin bedenine el koyması başka anlatılara yol açabilecek bir kapı aralıyor.

Konusu ilginç, iyi bir roman. Denk gelen okusun.

17 Haziran 2019 Pazartesi

Sadık Karlı - Eski Kış

Kara Kitap'tan esinlenilmiş, şehir tanıdık bir karanlığın üzerine kurulmuş. Kazlıçeşme fareleri şehirde cirit atıyor, sokaklar daralıp uzuyor, birçok yan hikâyecik anlatıya eklenip kayboluyor hemen. Metnin bir yerinde esas oğlan Kara Kitap'taki mekanlardan bazılarında dolanıyor, aradığı şeyi bulmaya çalışıyor. "Kamil" diyeceğim, Kamil Topkapı Sarayı Müzesindeki III. Ahmet Kütüphanesinde görevli, arşivci, Saraydaki el yazmalarının transkripsiyonunu yapıyor. Buldukları arasında çok ilginç şeyler var, sayıyor hepsini. Saray şairlerinin özgün divanları, Topkapı'nın şişirilmiş mutfak faturaları, cariyelerin kaçmak için çizdikleri haritaları, II. Selim'in hamamda cariyeleri kovalarken düşüp ölmesini konu edinen, yazarı belirsiz bir hicvi elinin altında, şehrin ne kadar gizli saklı işi varsa hepsini ortaya çıkarıyor, okuyor ve arşivliyor. Küçücük odasında bir başına çalışırken müdürü bir başkasının daha geleceğini söylüyor. Yeni gelen Tahir pek çok dile hakim, çalışkan bir genç. Kıskanıyor Kamil, onca sırrı açık etmemesi için öldürülebileceğini düşünerek paranoya üretirken yeni gelenle birlikte korkusu, korkusunun hemen ardından öfkesi açığa çıkıyor. Düşmanını dostlarından daha da yakında tutmaya çalıştığı için Tahir'le içli dışlı oluyor -bu da başka bir Orhan Pamuk metninden mülhem gibi duruyor- ve adamla vakit geçirmeye başlıyor. Sohbetler, gezintiler, tozuntular. Şehir depremler tarafından tehdit ediliyor, fareler de var. Geceleri Kamil'i takip eden bir adam, yaklaşan ayak sesleri, hemen her şey Kamil için ölüme davetiye çıkarıyor. Tekinsizlikle dolu bir atmosfer, tedirginlikten yaşayamamaya başlayan bir Kamil. Korkuyu beklese, gerçekten beklese daha da başka bir metinden buraya taşınmış diyeceğim.

Sadık Karlı hakkında pek bir bilgi yok. 1991'de basılan kitabın kapağındaki bilgilere bakarsak 1966'da doğduğunu görüyoruz. Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu mezunu. Su da Yanar'da yönetmen yardımcılığı, Ali Özgentürk'le birlikte yazılan bir iki senaryo, bir yüksek lisans. Sonradan kısa bir internet gezintisi sonucunda Karlı'nın 2002 yılında hayatını kaybettiğini öğreniyoruz. Başka da bir şey bulamadım. Ölüm sebebi, 1991'den 2002'ye kadar yaptığı herhangi bir iş, hiçbir şey yok. Sadık Karlı unutulmasın istedim açıkçası. Telos zaten sessiz ve derinden ilerleyen, süper şeyler basan bir yayınevi, ben de unutulma tehlikesiyle yüz yüze kalan yazarları bulup çıkaran bir defineci olmak istiyorum, o halde Sadık Karlı unutulmamalı, okunmalı. Okudum. İyi oldu.

Tahir'le Kamil sokakta yürüyorlar, bir anda dört kişi oluyorlar, iki de gölgeleri. Aynaya baktıklarında gördükleri iki kişiden ikisi de, işte, gölge olarak yanlarında. Venedik Aynası, böyle diyor Kamil ve Tahir'in öğle vakti ortadan kayboluşlarının sebebini anlıyor; iki sevgiliyi takip ediyor Tahir. Gölgeleri değil bu kez, bir kadınla bir erkek. Hikâyeler uyduruyorlar birbirlerine, yürüyüşlerinin temelini birbirlerinin hikâyelerini dinlemek yer alıyor. Tahir Kamil'i "hikâye hırsızı" olarak mimliyor, tarihten ve Tahir'den hikâyeler aparıyor Kamil, Tahir'in notlarından, defterlerinden, transkripsiyonlarından hikâyeler çalıyor. Tahir'i bir hırsız yapıyor hikâyelerinde, çılgın bir aşığa çeviriyor. Aynadan yansıyan bu, aslında kendisini biçimliyor ve bunun farkında olduğu -ama olmadığı- için öfkesini biriktiriyor. Her odada bir televizyon ışığı, her dairede bir aile, insanlar yaşamlarını uyuşturularak sürdürüyorlar ve Kamil'e yer açmıyorlar, Kamil içeride neler döndüğünü bilmek istiyor, bilemiyor, hikâyelere başvuruyor. Kendisini var etme biçimi. Takip ediliyor o gece, Tahir'le tartıştığı gece bir adam takip ediyor kendisini, Kamil ölüyormuş gibi ölüyor, kaldırıma uzanıyor. Adam yanında bitiyor, ceketini Kamil'in üzerine serip gidiyor. Ceketin cebinden çıkan kağıt 1934 tarihli, Hopa yazıyor üzerinde, bir de isim. Kamil, Tahir'in hikâyesini yaşadığını biliyor, Tahir'in işi bu. İş arkadaşının hikâye dünyasının bir karakteri haline geldiğini fark eder etmez bir oyuncağa dönüştüğünü biliyor ve Tahir'i kendi oyuncağı haline getirmek için uğraşıyor. İki dilli bir anlatı, bir yerlerden Woolf ve Kafka sızıyor, görüşleri Kamil'in silahları haline geliyor.

Tahir'in dipnotu giriyor araya, aslında Tahir'in metnini okuduğumuzu mu anlamalıyız? Tahir, Kamil'in esas oğlan olduğu metni yazmış da bize okutuyor. Borges, Cortázar ve Chesterton başlarını şöyle bir uzatıp kayboluyorlar. Oyuna dönüşüyor metin, pek ciddi olmayan bir oyun ki oyun kendini hem ciddiye almalı, hem de ciddiye almıyormuş gibi davranmalı. Kurmacanın temeli bu, özellikle oyunlu bir kurmacanın. Karlı parodiyi andırır bir postmodern metin sunmuş ve ortadan kaybolmuş. Bu.

Güzel, kısa, çok özgün olmasa da sıkı bir metin. Sahaflarda mevcut, denk gelen kaçırmasın.

17 Kasım 2017 Cuma

Luigi Pirandello - Biri Hiçbiri Binlercesi

Beş tanıdığın önünde beş Moscarda. Her bir tanıdık başka bir şey söylüyor. Moscarda iyi yaptı, kötü yaptı, başka bir şey yapabilirdi, ne yapabilirdi, ne olabilirdi, Moscarda kimdi? Ahvlediani Sivrisinek Şehirde'de bu beşi almıştır, garanti buradan almıştır, kendince konuşturmuştur. Aşırı yorumluyorum; altıncı kişinin orada olup olmadığını bilmiyorduk, anlatıcıya göre oradaydı ama okura göre orada olmayabilirdi. Oradaysa altı kişi nihayet yazarını bulmuş demektir. Ahvlediani'nin bunu düşünmüş olduğunu hayal ediyorum.

Bir dakika, Moscarda kim? Moscarda her arkadaşının önünde bir başkası oluyorsa arkadaşlarını birbiriyle tanıştırmaması son derece anlaşılır. Atay'ın Pirandello'yu beğendiğine dair bir şeyler hatırlıyorum, yanlış hatırlıyorsam üzülürüm ama Selim Işık'ın arkadaşlarıyla Moscarda'nın arkadaşları arasında pek bir fark yok gibi geliyor bana, daha doğrusu iki karakterin deliliği bir ölçüde kesişir gibi geliyor. Kesişmez mi? İkisi de sayısız parçaya ayrılmış, toparlanacak gibi değiller. Biri müntehir, diğeri niye öyle değil? Delirecek kadar gücü kalmış, ondan.

Moscarda? Ben kendisini dört yıl önce tanımışım, elim onun hakkında bir şeyler yazmaya gitmemiş. Şimdilerde yakın zamanlara dönüp bakıyorum, ikinciye pek bir şey okumamama rağmen bunları okuyorum. Unutmuşum ben Moscarda'yı. Belki o zamanlar o kadar parçalanmadığım için. Her şey tek bir çizgi halinde gidiyordu, yaşamaya dair ilkeler, bir sürü üfürme, avunmak için. Şimdi biraz daha parçalıyım, kırmızı çizgileri aştıkça daha nelerin olabileceğini düşünerek... Bütün benler içinde bir tanesi öne çıksa tamam, hepsi yan yana.

Moscarda da kim be? Adının "sinek" gibi bir anlamı var. Yirmi altı yaşında, babadan zengin, anadan doğma. Burnunun yamukluğunu anladığında, olduğu kişi(ler) olmadığını fark ettiğinde hayatı kayacak, kaymış halde karşımıza çıkıyor. Eşi, burnunun biraz sağa çarpık olduğunu söylüyor. Öyle mi? Hiç fark etmemiş ve keşke hiç fark etmeseymiş. Kulaklarının yamukluğunu, gözlerinin biçimsizliğini, kendisiyle alakalı farkında olmadığı şeyleri görür görmez varlığı bölünmeye başlıyor. Bölünmeleri son derece felsefidir, Pirandello felsefe eğitimi almıştır ve Husserl nam feylesofun etkisinde kalmıştır, bence. Fenomenoloji, öz/ne vs. tam kalemidir. Zaten Moscarda da Pirandello'nun kaleminden başka türlü çıkmazdı. Ahlak ve varlık felsefesi ağır toplar. Ahlak birey olmanın yanında, paket halinde geliyor.

Moscarda kim olduğunu kendisi de bilmiyor ki. Bakınız, siz, düşündüğünüz siz değilseniz yaşadığınızı nasıl bilebilirsiniz? "Yalnızca başkalarının görüp tanıyabildiği, kendim göremediğim bir yabancı." (s. 22) Dram karmaşıklaşınca delilikler de başlar. Herkesin gözünde, dahi kendi gözünde, doğanın gözünde biri, hiçbiri, binlercesi. İçte bir yabancı, kaç insan tanınıyorsa o kadar yabancı. Kendi olamayan bir kendi. Aynaya bakılır bir an. "Niçin ben olmalıyım, böyle, bu adam?" (s. 30) Bir nedeni yok, algılarımız bu yönde işler, toplum buna şartlandırır, bilincimiz bunun üzerine kurulur ama kısa devre oluşursa eğer, bunlar ortadan kalkacaktır ve ben artık ben olmaktan çıkacaktır. Sayısız gerçekliğin, sayısız kimliğin arasında insanın kendim diyebileceği bir parçası kalır mı? Yitirilenler arasında nesnelerin, hayvanların doğası da vardır, Moscarda bir kuşun ötüşüyle sandalyeye indirgenmiş bir ceviz ağacının gıcırtısını iletişim öğelerine çevirir. Yıllar boyunca itinayla kurulan, bilimsel kuralları sıkıca bellenen dünya kaybolup gitmiştir. Her varlığın insanın anlayamayacağı bir ölçütte değeri olabilir, bunu nasıl bileceğiz? Bilemeyeceğiz. İnsan böyle bir şeyi ancak sezebilir. Yıkılmaz bir duvar gibi sağlam kurmuşuzdur algıladığımız dünyayı. "Hayır beyler. İnsan kendi kendisini de bir malzeme gibi kullanır ve kendini kurar, beyler, tıpkı bir ev gibi. (...) İstemimiz birazcık bocalamaya, duygularımız azıcık değişmeye görsün, hoşça kal gerçekliğimiz!" (s. 61) Sezilenden uzak durmak gerekir, aksinde her şeyin yerle bir olması işten değil. Moscarda'nın şanssızlığı, karısının yıkımı ansızın başlatması.

Moscarda'nın kim olabilirliği kaç adımda sonuçlanıyor? Deliliğin eyleme dökülmesinden önce parçalanması gereken çok şey var. Aşırı yorum insanları tekrar kurmayı sağlar, Moscarda herkesin farklı yüzünü görür, tabii kendinin de. Karısının yarattığı bir Moscarda imajı vardır, bu imajla yüzleşilir ve esas oğlanımız karısının gözünde de farklı biri olduğunu görür. Binlerce beni yıkması gerekmektedir, yoksa kafayı yiyecektir. Yıkar. Herkesin gözünde farklı bir kimliği olduğu için genellenmiş yönüne saldıracaktır.

Moscarda acımasız bir kişi mi? Babasının bedavaya oturttuğu zavallı bir adamı ve ailesini evlerinden atar, ansızın. Halk onu yuhalarken noterden bir adam gelir, Moscarda'nın adama bir ev bağışladığını söyler. Herkes ona deli olduğunu haykırır. Bu bir. İki, babasının bankasını iflas ettirmek için parasını çekmeye karar verir. Kendisini tanıyan ve bankadan çıkarı olan herkes yine deli olduğunu haykırır. Tek bir kimlik, anlıyor musunuz? Delirmemek için delirmesi gerekiyor. Günlük davranışları da değişir, bilinçli olarak delilikler yapmaya başlar, saçmalar, tuhaf hareketler sergiler. Biri olabilmek için. Olabilir mi?

Bende Telos'tan çıkanı var. Mayıs 1998. Şadan Karadeniz çevirmiş, diğer yayınevlerinden çıkan halleri hakkında bir fikrim yok.

Moscarda kim olduğunu yine bilemese de kendi içinde değil, dışarıdaki her şeyde bulur kendini. Mezardan kurtulmuştur. Şununla bitiriyorum:

"Binlerce tehlikenin kuşattığı,
Bitkin, donuk, binlerce korkuyla ürperen...
Ben... bedenden bir mezara,
Ölmeden gömüldüm."

William Cowper

6 Kasım 2017 Pazartesi

Louis Gaulis - Zikzak Sokak

Müge İplikçi:

"Sürgün nedir?
Yaşadığımız yerleri karıştırışımız, her birinde yaşıyor oluşumuz ve sonuçta hiçbirine ait olmayışımız."

Oluyor: Öyle köşelere denk geliyorum ki döndüğüm an Girne Kalesi karşıma neden çıkmıyor? Anlatabiliyor muyum? Bazen bir ağaçta sallanan portakal bulunduğum yeri Lefkoşa yapmıyor, bu da beni delirtiyor. Dünyanın Kıbrıslaşma(ma)sı değil sadece, tersi de geçerli. Her yeri her yer yapmayan nedir? Sınırlar? Coğrafya? Kader? Hafıza? Bugün çok havalıyım, bakınız: Reddediyorum! Ben Zikzak Sokak'ta yaşadım, herkes yaşadı. Yaşamadı mı? Özdeş bir yaşam kurulamaz mı? Uzun bir süre öncesi değil, çok uzak bir yer değil, öyleyse nasıl yaşamadık? Kardeşimizle, özümüzle tekme tokat kavga edecek hale geldiysek duyacağız; acı kendini hatırlatacak. Hatırlattı; Kıbrıs'ın acıları sürgünlükten, zorla çıkılan yolculuklardan. Yaşadık o halde.

Kurmacanın büyüsünden bahsedemeyeceğim de daha farklı bir şeyi, sezdiğim bir şeyi anlatamayacağım sanırım. Zamanda geriye gittikçe her şeydeki sihrin artması, anlatamayacağım şey bu. Koca dünyanın tek bir sokağa indirgenmesi, iki. Algılanan yaşamın bir tık ötesine uzanmanın her şeyi çarpık ve çekici bir gerçekliğe taşıması, üç. Mesela bir evin duvarlarından okunan fal, hep aynıdan yılarcasına doğasının dışına çıkmaya çalışan insan, geçtiği belirsiz zaman... Nicolas Bouvier güzel bir önsöz yazmış, Heredot'la başlamasını manidar buluyorum. Plinius'la beraber bu ikisi kendi dünyalarının kabuğunu söylencelerle kırmış, olmayan coğrafyalarla olmayan canavarlar yaratmışlardır, sonrası kıyamet. İş bir noktada kendinden ne kadar öteye gidebileceğine çıkıyor sanırım, başka türlü nasıl düşlenir? Kendinden uzağa düşme çabası, düşülebildiğince. Gaulis'e bakıyorum; kendi kültürünün çok uzağında, kendi insanlığına çok yakın. Kızılhaç'a katılınca Bangladeş, Kıbrıs ve bir zaman sonra acılarını sağaltmaya çalışırken öleceği Lübnan evi oluyor, bir süreliğine. Başa dönüyorum, buralar birbirinden nasıl ayrılacak? Büyük bir dış etken olmadığınca ayrılamayacak, Zikzak Sokak gibi. Savaş çıkınca, ancak o zaman.

Limasol'un küçücük bir sokağı, dil savaşı çıkmasın diye iki dilde de aynı anlama gelen sözcüklerle adlandırılan bir dünya. "Dünyayı bir incirin içinde ya da ayın gölgesinde aramasını bilmeyen, onu hiçbir zaman bulamaz." (s. 8) Kaplumbağa adımlarıyla göreceğiz önce, yoldan geçen ve geçerken bir kamyonun kaza yapmasına yol açıp iki kişinin ölümünden sorumlu, Erdoğan'ın yerden alıp üzerine "Z" yazdığı. Bu tospik ara ara ortaya çıkacak, her şey hızlanırken o aynı hızla yürüyecek, köşelerden çıkacak. O da şaşırıyordur belki hep aynı yere çıkan sokaklara.

Andreas'ın ağzından dinleyeceğiz, babayla adaş bir çocuk. Baba bir Türk kadınla evlenir ki 1950'lerde cesaret isteyen bir iştir, aileyi karşıya almak bile gerekebilir. Çocuk doğar, anne yedi yıl sonra ölür, baba kadınlara aşıktır ve maceralara sürüklenir. Zikzak Sokak'a çıkan yol bir kaderdir, iki mahallenin birleştiği noktadır ve bir yanında Yunanlar, diğer yanında Türkler oturur. Pension Hellas buradadır, kadınların aşklarını makul bir ücret karşılığı sundukları rüya otel. Eskidir ama büyülüdür, yeterli. Kadınları Andreas'ın hayatını biçimlendirirler, cinsel olarak değil de sosyal anlamda. Bir de oraların kadınlarıdır bunlar; sıcak, içten ve bırakılmış. Sonsuz bir sevgiyle dolular. Andreas bu sevgilerin ortasında, geçen zamanı işitiyor.

Adlandırılmamış bölümlerde sokağın, mahallenin, denizin, tepelerin, köylerin ve insanların hikâyeleri var. Berber Kyrios Kostas'ın kafasına göre çizdirdiği şekillerden baktığı fallar tarihi belirler. Resimlerden okunanlar günceli de biçimler; fırtına yorumlandığı zaman fırtına doğar, gökten yağan balıklardan ziyafet çekilir ve hortumlar adayı vurur, şekiller yorumlandıkları ölçüde gerçektir, gerçeği arar.

Andreas okumaz, para kazanmayı öğrenir. Dilsiz'le takılırken eski eşyaları gömüp daha eski bir halde çıkararak sattıklarında zengin olmanın pek de zor olmadığını anlar. Bitkiler toplarlar, Fransız parfümlerini okuturlar, çeşitli işlerden para kazanırlar. Andreas mevzuyu sever, güzel geçen günlerin sonunda sinemaya gider ve zamanın meşhur artistlerini izler. Gaulis eğlenceli adamdır, komik detaylarla anlatıyı zenginleştirir. Bir gün film makinesi devrilir, artistin ağzı karşı evin penceresine yansır ve camdan bağıra çağıra makineyi düzeltmelerini, civarda uyumaya çalışan insanlar olduğunu haykıran kadına bağırırlar: "Çabuk aşağı atla, seni yutacak!" Ansızın sihir. Başka nasıl anlatılır?

Halk Ozanı'nı da birazcık anlatıp bitireceğim. Bu ozan Türk tarafında çalıp söylemez. Yunanlar zamanı öldürürse Türkler eskitir, böyle düşünür ve öldürülecek zamanın dışındaki hiçbir şeyle ilgilenmez. Türklerin dilini bilmediği, yüreği sömürgeleşmediği için o taraflara gidişinin tek sebebi piyango bileti satmaktır. Andreas'ın babası bir mevzudan hapse girdiğinde tellere vurur, hapishaneyi bayram yerine çevirir ve ziyaretçilerin dışarı atılmasına sebep olur. Bir sürü olay, Halk Ozanı gibi pek çok karakter var ve her birinin birbiriyle etkileşimi başka bir olağanüstülüğü doğuruyor, her karakterin farklı farklı yüzlerini görüyoruz. Rengarenk ama birbiriyle uyumlu ipliklerin örülmesi duygusu.

Savaş günleri ışığın söndüğü günler, sokağın dağıldığı. Kırığına dokunmayacağım, yakından tanınan arkadaşların kavga etmesinin uyandırdığı duyguya benziyor. Bizim sesimiz ama düşük, karşı kıyıdaki kardeşlerin sesleriyle karışık.

Bir yerlerden bulup okuyun, zaten çok ucuz.

22 Eylül 2017 Cuma

Péter Esterházy - Hrabal'ın Kitabı

Kosztolányi'nin bahsi geçiyor arada bir yerde, büyük mutluluk. İki karnaval işçisi yazardan biri diğerine saygılarını sunuyor. Sunsun, iyi eder ama daha ağır, yaralı bir hal var, ustanın oyunculluğu aynen sürdürülecek olsa da mizahın karası, komiğin trajedisi her an tetikte, her an işkenceye uğramayı bekler halde. Ustanın zamanında ilk büyük savaş atlatılmış, acıları çekilir halde ve ülke kaotik; parçalanmalar, birleşmeler, Avrupa'nın geri kalanıyla uyuşma çabaları derken bir yerden tutunmaya çalışan insanlar beliriyordu, farklı dilleri konuşan iki karakterin sadece mimik ve jest yoluyla anlaşmaya çalışması bu mevzuya sağlam bir örnekti. Ghost Dog: The Way of Samurai'da dondurmacı Fransızla samurayımızın dostluğu da böyle. Sağlam, yarım. Esterházy'nin Macaristan'ı ikinci bir dünya savaşını daha görmüş, Sovyet zorbalığına maruz kalmış bir ülke. Daha parçalı, toplumun benimsediği ve yavaş yavaş delirmeye yol açan bir bilinmezin orta yerinde.

Sleeper'da Woody Allen'ın söylediği, yukarıda bizi izleyenin devlet olduğuydu. Bir tık ileri götürülebilir; Tanrı tasfiye edilmiştir, ortadan kalkmıştır. Komünist politikaların sonucu olabilir, Tanrı'nın aslında pek de bir işe yaramadığı fikrinden kaynaklanıyor olabilir, sonuçta Tanrı gücünü böylesi bir güruhu iyilikle denkleyemeyecek, denklemeyi tercih etmeyecek bir ölçüde hasır altı eder ve sadece bir gözlemci olarak varlığını sürdürür. İki meleği vardır, Cebo ve Blaise. Pascal da kendine yer bulur romanda, çoğu şey gibi. Engin sessizlik karşısında duyduğu korkudan bahsederken Tanrı'dan alıntı yaptığı söylenir, böylece adını meleklerin hizasına yazdırmış olabilir. Mümkün ama Cebrail daha eski, ne yapacağını daha iyi bilir halde. Sözde. Blaise yardımcı durumunda. Aileyi izliyorlar. Aileyi izlerken melekliğin neliğini, Tanrı'yı düşünüyorlar. Tanrı da düşünüyor, sessizliğin diliyle düşünüyor. Sessizliğin dili, sevginin dili. Tanrı'nın varlığının sezgisel olumlaması.

Esterházy'nin şöleninde anlatının nereye gideceğini, anlatıcının araya girip girmeyeceğini, Yazar nam karakterin yazdığı metinle okunan metnin ne ölçüde kesiştiğini fark etmek mümkün değil. Modüler bir anlatım sistemi vardır; Anna'nın evlenmeden önceki yaşamı ve ailesi, Yazar'ın ailesi ve yaşamı, yaşamlar ve aileler, devletin güdümündeki yaşamlar, ailelerin kepaze ettiği yaşamlar, korkuyla dolu olanlar, alenen gösterilen kolluk kuvveti sopasıyla birlikte aile içinde yaşanan ihanetler birbirine girer. Katmanı çok bir geçmişin içinde dolanırız, işin içine zamansız Tanrı girince akıştan kurtuluruz ve belli bir sabitte düşüncelere boğuluruz. Sürerliği olan bir şey değil, Anna'nın melekleri fark edip uyumalarını izlemesiyle sabit de akışa kapılır. Esterházy insan tarafından yaratılanlarda Tanrı'nın izlerini görmenin mutluluk verici olduğunu söyler, gerçi bu mutluluğun içinde Tanrı'ya duyulan küçümseme de işin içine girer. Suretler karışır, yücenin bayağılığı fark edilir. Tanrı'nın korkusu da budur; zaman gibi bir yaratının benzeri metinlerde doğabilir. Gocunulacak bir durum değil, boynuz kulağı geçse de kulak ve boynuz bambaşka şeyler.

Hrabal'ın mevcudiyetini Yazar'la Anna sağlar. İçimde ukte; Baran önermişti Hrabal'ı ama bulamıyorum. Trenler haricinde bir kitabı daha varmış, kitapların yok edildiği bir yerde çalışan bir adamla ilgili. Sıkı kitapmış, denk gelirsem alırım. Sanırım iki kitabı çevrilmiş Türkçeye, anlatıldığı kadar incelikli bir yazarsa neden çevrilmiyor, Dedalus göreve. Neyse, bu Çek yazarı karakterlerimiz çok sever ve evliliğe katmadıkları kişiliklerini bu yazarla sürdürdükleri hayali diyaloglarda canlandırırlar. Kızarlar, öfkelenirler, severler, Hrabal direkt muhataplarıdır. Hrabal Tanrı'yla da muhataptır, metnin sonlarında tiyatro sahnesindeymiş gibi görürüz ikisini, tiyatro metnine dönen diyaloglarla ikisinin absürtlüğü kapışır, Tanrı'nın gerçeğe ulaşan Hrabal'ı kucaklamasını görmek isteriz ama bu bir hakarettir, yaşam verilmiş hemen her şey sevginin diliyle söylenir ama sevgiye ulaşmak bir hakarettir Tanrı için. İnsanın ulaşacağı menzil, gazaptan fazlası değildir. Toplum için de geçerli bu.

Ulusların sevgiyle yönetilmediğine dair bir alıntı yapardım, bulamıyorum.

Konu muhtelif. Yazar'ın gerçek gibi edebiyat-edebiyat gibi gerçek ikilisinden yırtamaması onu yaşayan bir karaktere dönüştürüyor, romanlardan fırlamış bir adam. Anna rüyalarında Hrabal'ı görüyor ama bunu söyleyemiyor çünkü görmesi gereken Yazar. Olsun, o kadar giz her ailede mevcuttur ve Anna bir edebiyat duludur, kocasını edebiyata kaybetmiştir. Çocukları var ama pek önemli değiller, annelik ve babalığın hissettirdikleri daha mühim.

Diyeceklerim başlayacakken bitiyor, fazlasını demeye yeteneğim yok. Şenlikli bir metin, acısı kadar sevinci de çok. Oyunlarına biraz değindim, bir tane daha: Postacıyı eve alan Anna, adamın üzüntüsünü dindirmeye çalışır ve ağlayan adamın kırık kalbini onarmak için ona yemek yapar, rahatlasın diye kocasının kıyafetlerini verir. Yazar eve gelir, postacıyla eşini görür ve postacının kıyafetlerini giyip kalan mektupları dağıtmak için sokak sokak gezinir. Eve geldiğinde sessizce bakışırlar, mevzu kapanır. Bunca kapalılığın, anlatılmayanın içinde her olasılığı dahil eden bir açıklığı sağlamak zor ama Esterházy müthiş bir iş başarmış. Bence. Bir de şey; dehşetin izleri her yerde. İşkence yöntemleri, devlet adamları, polisler, işkenceler, her şeye rağmen yaşamak ve yine işkenceler, hep işkenceler... Tarihinden kurtulamayan, geçmişin şimdiyi boğduğu bir ülkede üç beş hassas insan.

Delicesine öneririm, mutlaka okuyun.

28 Ekim 2016 Cuma

Hüseyin Peker - İzmirli

Eli Torbalı Adam'ın prototipi diyebiliyorum. Anlatıcı anı toplar gibi topluyordu boş kutuları, sokağın rengini alıyordu. Bence kahverengi.

Hüseyin Peker bence edebiyatımızın değeri en az bilinen -underrated yazmaya elim gitmedi, derken gitti- sanatçılarından. İnsan Arkadaşınındır diye bir şiir kitabı var, onu da edindim. Anlatılarına eklemlenebilecek dizelerini alıyorum:

"Son günlerde eve dönsem mi?
Diye bir inilti bir uçurum içimde
Eve dönsem mi?
Bu kılıksız fakirliğin bir köşesinden

Son günlerden derin bir gök
Dokunan mavi bir iz gibi içimde
O yaralı sokaklar, sabahla doğan
Akşamla kapanan kendi ateşine
Sokaklar bana da benziyor
Ne bileyim her şey biraz

Sonra koşarak vuruyorum yokuşlara
Ama çok kısa, çıkmaz bu yokuşlar
Gümüş çenekli çiçekler doğuyor bir boşluğa açılınca"

İzmir'in fuarı, semtleri, çatırdayan evliliği, arkadaşlar filan, hepsi bir araya geliyor ve Dost nam anlatıcının anılarına dönüşüyor. Dost bir kitap yazmak için hayatını delik deşik ediyor, bileysiz bıçak elde. Eşi, küflü evliliği, evin tozuyla yalın duvarlarının diyalektinde iz bırakmış. Duvarlar konuşuyor. Dost mu konuşuyor? Farkına varılmıyor.

"Anıları korur dururuz. Anıları kırar doğrarız." (s. 8)

Semin Hanım'ın yazığı romanı Dost daktiloya çekiyor. Semin Hanım, eşinin arkadaşı. Ortada arka çıkılacak başka bir şey kalmadığında bir başlarına kalıyorlar. Cinsellikleri sevgisizliğin koyu tadını taşıyor: Katran. Dost'un erdenliği sorgulayışında bu sevgisizlik var desem yattığı kadınlara nispeten hakaret olur, asıl Dost'un sürüklenişine bakmak lazım. Semin'den tiksiniyor, kadının soyduğu elmaları teri değmiştir diye tekrar soyuyor. İğdiş edilme korkusu daha derinlerde. İstence dönüşmemesi, anlatıcının umudunun tükenmemesindendir diye seviniyorum.

Dost'un babası duygusu kırık bir adam, çocuğu kalfa olarak sağa sola veriyor ve erken yetişkinlik başlıyor, zamansız büyüme. Alınan haftalığın çoğu anneye, geriye kalanıyla bir haftalık keyifler yaşanacak ve bu durum ölene kadar devam edecek. Okullar okundu, ziyade olsun, işlere girildi, evlenildi. Çocuk? İki tane; kız ve erkek. Mutluluk çerçevelenip duvara asılmamış hiç, her yere dağılmış ve Dost'un avcı-toplayıcı kültürüne yolladığı selamda izler var.

Avcı: Mutsuzluk için özel olarak evrim geçirmiş, kokuyu çok uzaklardan alıp avının peşine düşebiliyor. Yakaladığı solmuş bir menekşe, en iyi zamanlarını hiç görmemiş. Görmediği zamanların, mutluluğun omzundaki çukurunu eşeliyor.

Toplayıcı: Kutular dedim, yazmaya çalıştığı roman, yazımına yardım ettiği roman derken metinler altüst, birini diğerine ekleyebilirsiniz ki Peker'in yaptığı da bu.

Borges'e rastlamak da mümkün bu anlatıda; şiirle alakalı bir paragraf: "İnsanlar şiire benzetilmeyi hak etmiyor. Bazı örnek davranışlar şiiri anımsatabiliyor. Ama insanların tümüyle şiir gibi düşünülmesi bence doğru olmuyor. Ayağının tozuyla şiir. Pazarda pazarlık: Şiir. Arkadan birinin gözünü oyması: Neresi şiir bunların!" (s. 26) Sonrasında her insanın gözünde şiirin ışıldadığı da söyleniyor, çoğu zaman kötüye kullanılan bir şiir. Borges'in yanında Süreya da var sanırım; Süreya baktığı her şeyde şiir gördüğünü söylemiş. İş insana gelince -bence- tanrı kelamına en yakın tür olan şiir de yozlaşıyor. Borges de bu bozulmayı söylüyor röportajlarında; şairlerin şiire bürünüp yaşamamaları, yeterince saf olmamalarından kaynaklanıyor.

Enis Batur, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Camus, Sartre ve Kafka bahsi geçiyor, alakayı okur kursun derim. Bende bütün huzursuzluğu dışta doğurabilen anne/adamlar çağrışıyor. Pardon, Peker'in dediği bir şey bu. Kadın doğurur, erkek yazar.

Sözcükler iyi derli bir şiirden koparılıp serpiştirilmiş. Gece, "uykusu uzatılmış, uyanması ufaltılmış bir biçime"sokulmaya çalışılırken fiilin karşıladığı iş, anlamla kuşatılmış bir yalnız imge duygusunu çağırıyor. Şudur yani; çağrışım oldukça uzak, alınması gereken bir mesafe var ve yazar, okurun bu mesafeyi alabileceğine güveniyor. Peker'in anlattığı kendi meselesi ama insan kendini insana anlatırken yine kendini ölçüt alıyor. Dost'ta bunun tam tersi var; kendini başkalarında tartamadığı için hep kendiyle kalıyor. Bulantıları bundan.

Demeden edemeyeceğim, referanslar çok sıkı. Anlatıcı, öykünün bir nefeslik, romanın birden çok ömürlük olduğunu söylerken Barnes'ı, Kosinski'yi, Kundera'yı ve Calvino'yu anıyor. Sadece karakter yaratımı değil, romanın kendi, yazarın birçok karakteriyle oluştuğu için sıkı.

Peker'in dünyasını seviyorum, tavsiye ederim.


30 Temmuz 2016 Cumartesi

Hüseyin Peker - Eli Torbalı Adam

Peker'in bu adamı, çevresindekilerin de el atmasıyla varlığı gereksizleştirilmiş insanlardan biri. Çocuklar için babalık vazifesinden muafiyet alan sıfır bir eş. İmgenin çatkısıyla kurulu dünyasında toplumsal kimliklerinden tasfiye edilen, bunu da Süreya'nın dünyayı şiir gibi gören gözlerinin ödüncüyle anlatan emekli Naci Sevgen, torbasında Yıldırım Keskin'in Yoldan Geçen Adam'ının tekilliğini taşıyor. İki karakter de bir parça gizem taşır, yoldan geçeninin ağzından tek bir kelime bile alamayız ama eğer konuşsaydı Naci Bey'e olan benzerliğini görebilirdik sanıyorum.

Tezli bir roman; önsözde yazarın kadınlar, erkekler ve çöküşten başka incelenecek bir şey kalmadığını ve Eli Torbalı Adam'ın çöküşü ele aldığını söylemesi okura bir okuma rehberi sunuyor. Bu güzel bir şey, eğer rehbere ihtiyacınız varsa. Bir diğer mevzu, Peker çoğu romanı ve yazarı gözden geçirdiğini, büyük olaylardan ve sürprizlerden başka bir şeye pek rastlamadığını, büyük duranın, doğal akanın ta kendisi olduğunu söylüyor. Katılıp katılmamak okurun elinde, benim için o büyük olaylar kadar büyük sözler bunlar. "Sanat yapıtının o yapmacık, hep olağan üstü olma edasından sıyrıldım bir türlü." (s. 8) Yapıtı nasıl ele aldığınızla alakalı bir olay bu; büyük bir sanat olayıyla karşılaşmayı umuyorsanız veya öyle bir iddiası varsa yapıtın/sanatçının, aşırı yorumlama ve ön kabullere açık hale gelirsiniz. Oysa sanata bir ağaca, denize, insana yaklaşırmış gibi yaklaşmak lazım, sanatın nefes almaktan farklı bir şey olduğunu söylerseniz size inanmam. Peker'e de inanmamayı seçiyorum ve burayı dağıtıyorum. Son olarak, Peker bunları Fante ve muadillerini okuduktan sonra yazdıysa büyük ayıp etmiş demektir.

Naci Bey, gerek kışkışlanmasının, gerek bir işe yaramayı özlemesinin etkisiyle eline torbasını alır, sokaklarda teneke kutuların peşine düşer. Çocuklar bu yaşlı adamdan kaçar, otobüs durağındakiler etraftaki hedefleri belirler ve adamı oradan oraya sürüklemenin mutluluğuyla güne başlarlar. Beyefendinin çocukları git demez, demeye getirir. Etrafındakiler bir iş tutmasının iyi olacağını söylemez, düşündürür. İpi herkesin elinde bir adam, herkes de kendi elinde oysa. Anne hastalandığında babalarının şefkatini anımsamaya çalışan çocuklar, hayatları yolunda gitmeyince bildikleri insanlara sığınmaya çalışırlar. Naci Bey bunlardan biri, ne ki tasfiye edildiğini söylemiştim. Çok uzaklardan, o iyi tanıdığı adamı geri çağıramaz. Anılarındaki, kişiliğindeki her bir boşluk sıkıntıyla dolmuştur. "Her gün üzülürüz biz insanlar. Üzülmeyi severiz. Günün yarısını üzülmeye ayırırız. En ünlü komedyenler bile sıkılıp durmadan edemezler. Sıkıntı günün hasatıdır." (s. 22) Birkaç gediğini sokakta tanıştığı insanlarla doldurmaya çalışır, torbasının dolmasıyla benzer bir ferahlığın peşindedir. Herkesten öte bir yerleri taramak, kendi başına çalışmak, bilinmeyenin doğurduğu merakı gidermek...

Evdeki soğukluk, bir zamanlar tanıdığı yabancıların sıkıntısı ve alışkanlıkların tozu duman boğuntusu yetirir, İstanbul'a gittiğini bildiren bir mektup bırakır ve tamamen sokaklara ait olmak ister. Huzursuz bir ruhun çıkmazlarını yaşayıp geri döner, işe girer ve yazdıklarını yayımlatabileceği bağlantılar kurar. Bir şeyler yaratmanın yeniliğini arar kısaca; yeni bağlantılar renk çeşitliliği yaratabilir. Dener, ötesine ben karışmıyorum. Okuyun.

Sonda romandan koparılmış iki öykü var, beyefendinin sıkıntılarına iki güzel örnektir.

Peker'in romanı Vüs'at O. Bener'inkilerle benzer karalıktadır. İlkinin siyah tonlarının çeşitliliği fark yaratır, bu romanın okunmasında fayda vardır. Sıkılan bir siz değilsiniz, onu görmüş olursunuz.

1 Haziran 2016 Çarşamba

Taner Ay - Metruk Zamana Seyahat

Tetiğe çöken protagonist, -bilinç gnostiği- tetiğe asıldığında parçalara ayırdığı hatrına sezginin, rüyaların ve seksen parçalı anlatının dışında başka bir vasıtayla varamayacak ölçüde dağılır. Toparlaması zor; işkencelerin, yıkıcı bir aşkın ve muhtemelen birilerini öldürmenin bilançosu birkaç gül, birkaç kurşun, biraz kül, biraz duman. Külli tamam, hepsi ayrı ayrı yerlerde, camları kırık odaya dağılmış, uyumaya çalışan bir adamın ıstırabında parlıyor. Nasıl toplamalı, daha doğrusu bu şekilde nasıl yaşamalı? Her bir parçayı kaldığı yerden sürdürüp kaldığı yerde bitirerek, birbirine bir türlü teyelleyemeyerek, korkunç bir akışla. Bilinç akar, yatağını bulur. Yatağın en kirlisi, terden en ıslağı. Uyku gelmiyorsa bir adamın su uykusu kısacık bir metne dönüşecektir, dönüşmüştür. Budur. "Kırık hayatlar da uyur, yum gözlerini." (s. 16)

Taner Ay 1957 doğumlu. Söylediğine göre "kayda değer başka bir husus yok." Fotoğrafında yakışıklı, arkasında bir Leonard Cohen fotoğrafı. Avukat, eleştirmen, sinema tutkunu. Metinleri türsüz. Şiir, biraz. Anlatı denebilir.

Uyumaya çalışan bir adam, başlangıçta Perec'in adamıyla aynı mesele. Nazım Hikmet giriyor araya; aksi ve lanet bir adamla ilgili son günlerin değerlendirmesi başlıyor ve metin açıldıkça her bir sözcüğe, yeri geldikçe her bir harfe tutunmaya çalışmak gerekiyor, yoksa metnin merkezkaç kuvveti okuru savuracak kadar hızlı. Eksiltili harfleri takip edeceksiniz, atlamamanız gerekiyor. "gözlerini/gözlerin/gözleri/gözler/gözle/gözl/göz/gö/g" (s. 16) Anlatıcıyı ne koşulda olursa olsun takip etmeyecekseniz bir hikâyeyi dinlemenin ne anlamı var?

Akış hızlı, durulacak gibi değil. Adamın adı Fırat, şizofren. Kadının adı Çiğdem. Fırat bir militan, sanıyorum siyasi çatışmaların en şiddetli olduğu dönemden. Çiğdem bir kadın adı, sözleri ve adı dışında kadınla ilgili bildiğimiz pek bir şey yok. Fırat evlenmek istemiyor, Çiğdem'i çok sevmesine rağmen gönlünü davaya vermiş. Çiğdem, silah yerine el tutması gereken eli bırakmak istemese de bunu yapmak zorunda. Öncelikler, doğru sıralama. Önceliklerini doğru belirlemeyen bir insan için kaybedilenler, yaraların kabuklarını iyileşmeye az kalmışken kaldıracak iğnelere dönüşür. Fırat, görkemli kaybedenlerdendir. Çiğdem'i, davayı, kendini kaybederken her şey fırtınaya tutulmuş gibi etrafında uçuşur. Yakalayıp kağıda koyabildiği harfler her an tekrar uçacak gibidir, uçmaya meyilli bir metin. İnce poşetlerden yapılmış bir uçurtma. Seyahat, kapatılmış anılara bir yolculuktur. Metruk/terk edilmiş zaman uzunca bir süre kilitlidir, özgür kaldığı zaman... Sağanak yağmur, kaçışsız.

Menekşeli adam, adamın kendisi adam tarafından öldürüldü. Adamın bunu kabul etmesi bir yüzleşme, en ağırından. Tetiğe çöktü, tek el ateş. Fırat yok artık, menekşeler yerlerde. Çiğdem kayıp, zaman onu değiştirecek ve anlatıcıyı da değiştirecek, birbirlerini bir daha asla bulamayacaklar, tekrar tanışmak zorundalar. Güçleri varsa. "Söyle bana Çiğdem! Neden böyle aksarım L esaretinde hüzne dolanıp duran atlarmışçasına?" (s. 54) Bir bataklık olarak görülüyor Çiğdem; sağlıklı çocuklar verebilir ama davadan saptırır. Dişiliğiyle baş döndürür ama dönen baş yerine gelmez.

Anılara devam, dönen başın baktığı istikamette dereler arasından, ağaçlar arasından kaçan bir grup militan, asker peşte. Mahirlerin kaçışına pek benzer bir durum. Sıkılan her bir mermiyle insanlığın bir kısmı yok oluyor, boşluğu korku dolduruyor. Aklı kaçırmamak gerçekten zor. Kaçıyor zaten. Çiğdem hep o kaçan bölümü istiyor, uyku bir türlü gelmiyor, seçilmiş anılar yerine denetimsiz görüntülerin baskısı son darbe oluyor.

Zor metin, yenilgiye şık bir vücut çalımı. Yirmi yerinden deli.

26 Ocak 2016 Salı

Herta Müller - Tilki Daha O Zaman Avcıydı

Herta Müller'in küçük şehirlerinin küçük insanları, her yerden kendilerini izleyen gözlerin altında yaşamlarının zincirlerini oradan oraya sürüklerken gündelik rutinleriyle de uğraşmak zorundalar. Çavuşesku'nun diktatörlüğü tam gaz sürüyor, dostlukları zehirliyor, sosyal yaşamı parçalıyor ve bireyleri sembolize edilmiş yenilgiler taşıyan nesnelerle anlatı kozmosuna hapsediyor; berberin kestiği saçların ölümle eşleştirilmesi, tilki kürkünün içi boş bir zamanı anıştırması ve daha pek çok ayrıntı. Müller'in şiirsel anlatısı okuru epey zorlar, belki birkaç sayfa geriye döndürür, belki kitabı elinden attırır. Bilemiyorum.

Adina, Clara'yla yakın arkadaş. Paul, Adina'nın yavuklusu. Doktor ve öğretmen. Belli bir süre yaşadıkları çevrenin ve insanların hikâyesini izledikten sonra Pavel'la tanışıyoruz; o bir gizli servis ajanı. Clara, arkadaşlarını kurtarmak için Pavel'la ilişkiye giriyor, Adina'nın bütün itirazlarına rağmen. Yine de polisler peşlerine düşüyor ve taşradaki başka bir öğretmen arkadaşlarının yanına kaçıyorlar. Çavuşesku'nun yıkılmasına yakın. Belgeselini izlemiştim de, Çavuşeskular son ana kadar öldürüleceklerine inanamıyorlar. Bizim karakterler de inanamıyor, hatta bir nevi suçluluk duygusuna kapılıyorlar. "Uluslarının annesi", yalvar yakar ölüme götürülüyor. Ordunun diktatör hakkındaki ani karar değişiminin sancılarını Ilije nam asker karakterin bölümlerinde görebiliyoruz. Anlatı, küçük parçalar halinde birbirine eklenmiş. Karakterlere oldukça mesafeli bir anlatıcıyla iştigal ediyoruz, kapalı bir dünyanın çatlaklarından, görmeye iznimiz olduğu kadar göreceğiz.

Çavuşesku bir bıyık ve çakır göz, hemen her evde koca bir fotoğrafı var. Anlatıyı çarpıtan bu bakışlar sanıyorum, hemen her bölümde baskı altındaki insanların üzerlerine dikilmiş bakışları hissediyorsunuz, anlatıcı bu ayrıntıyı zaman zaman hatırlatarak belki içerikteki değil ama anlatım şeklindeki distopikliği sürekli canlı tutmak istiyor. Çavuşeskuların sonlarını da aşağıya bırakayım.

Bu esas karakterlerin yanında toplumsal yozlaşmanın hangi derecede olduğunu da izleyebiliyoruz; şehirdeki fabrikalardan birinin müdürü, elini pres makinesine kaptırıp ölen bir işçinin ağzına içki damlatıp adamın sarhoş olduğunu ileri sürüyor. Çalıştırdığı bütün kadınlarla yatan patron da aynı familyadan, işsizlik korkusu kadınlara başka seçenek bırakmıyor ve Marquez'in yalnızlıkla dolu dünyasının negatif ucuna ulaşıyoruz, birbirine benzeyen çocuklar doğuyor, büyüyor. Fabrikaya alınmıyorlar, bir araya gelmemeleri sağlanıyor. O zaman insanlar Çavuşesku mavuşesku dinlemez, sıkıverirler adamın topuğuna.

Anlatı nasıl kapalı, şöyle.

"Bütün okul günlerinin yazıları, harfler bir sözcükte sırt üstü, ötekinde yüz üstü düşmüş." (s. 22)

"Kahvenin düz çatısının ardında bir park uzanıyor, sivri damlar var arkada. Burada müdürlerin, müfettişlerin, belediye başkanlarının, istihbarat görevlilerinin ve subayların sokakları var. Rüzgârı çarptığı zaman korkutan siyasal gücün bulunduğu sessiz sokaklar. Rüzgârın eserken burgaçlanmadığı. Gümbürderken bir dalı kırmaktansa kendi kaburgalarını kırmayı yeğlediği. Kurumuş yapraklar yollarda sürükleniyor, adımların ardından hemen izleri örtüyor. Burada oturmayan, buraya ait olmayan biri buradan geçtiğinde bu sokaklar için o kişi bir hiçtir." (s. 28)

Öğrencilerin kafa karışıklığını geçtim, bireyin bürokrasi önünde parçalanışının boyutu çok korkutucu. Bizde de var bundan, Aziz Nesin yazdı da bitiremedi ya. Neyse, nesnelerden karakterlere, karakterlerden nesnelere. Ayrılmaz bir bütün. Hatta öyle nesnel haller ki patafiziğe göz kırpıyor.

Bunalın, diktatörlere dikkat edin, okuyun.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Italo Svevo - İyi Yürekli Yaşlı Adamla Güzel Kızın Öyküsü

Savaşın civcivli zamanlarında, enflasyonun parayı pul ettiği vakitlerde, "yumruk kadar, simsiyah bir tayın" için olmadık işler yapan insanlar açısından ahlakın ikinci plana atıldığı günlerde yaşlı adam ofisinde rahattır. Altmışlarında bir adam. İşi iyi, konformizmin boyunduruğu altında, daha sessiz savaşamayan adamlara tepkili. Neyse ki birbirlerini öldürüyorlar, sessizlik pek uzakta değil.

Genç kız ile annesi bir gün ofise gelir, genç kız için iş bulunacaktır. Anne, kızın her gün yıkandığını belirtir. Adam için jeton sonradan düşer, bir zarftır bu aslında. Anlatıcıya göre bu fırsatları görmezse insan, yaşlanmış demektir.

Bir başka gün adam, tramvayda vatman olarak iş bulduğu kıza rastlar. Bir gönül macerası başlamak üzeredir. Adam, karısı öldüğünden beri ilk kez bir maceraya atılacağını ve gençleştiğini düşünür. Bir de para girer işin içine, "satın alınabilecek bir genç kız" vardır karşısında. Savaş koşullarında para konuşur, adam kız üstünde hak iddia edebilmek için parayı kullanacaktır. Adam sırf tecrübelerini ve bilgisini ortaya koyabilmek için kızla muhabbeti uzatır. "Yaşlı adamlar genellikle ve kesin bir yargıyla birçok şeye hakları olduğunu düşünür. Öğrenecek şeyleri kalmadığını varsayıp içgüdüleri ne istiyorsa öyle yaşayabileceklerine inanırlar." (s. 18) Kendi fikirlerinin, geçen yılların katılığı içinde yaşar adam; yeni hiçbir şeye tahammülü yoktur. Düşünmez, kendini hep aynı çerçevede değerlendirir. Evi, işi, hayatı, kendisine ait ne varsa kralıdır. Savaşla, dışarıyla pek ilgilenmez. Kız bir yeniliktir, bu yüzden bocalamaya daha en baştan başlar. Kıza karşı nasıl davranması gerektiğini düşündüğü zaman geçmişini hatırlar, karısıyla evlendiği kırk yıl öncesi onun için şimdiye dahildir, sonuçta kızı eve çağırır.

Kızla sevişir, parasını esirgemez, güzel zaman geçirir. Ne ki yaşlıdır, bir gün koluna ağır bir sancı saplanır ve doktorunun telkiniyle kızla görüşmemeye başlar. Bir gün kızı yanında genç bir adamla görür ve benmerkezci düşünce yapısı onu başka bir ikileme düşürür: Genç erkeklerle dolaşması kızın kendi kararı mı, yoksa yaşlılığın iticiliğiyle beraber kızın yanında pek olamamasının sonucu mu? Kıza para göndermeye devam eder, vicdanını biraz olsun rahatlatır bu. Hâlâ kızın hayatındadır, ona ilişkiler, hayat konusunda yol gösterebilir. Kendine biçtiği bu görevle birlikte -bir nevi- kendi etikasını yazmaya başlar, kız için. Babacan bir ilgi duymaya başladığı kız, yaşlı adamın tecrübelerinden faydalanıp hayatını doğruluk -ya da adamın fikirleri- içinde yaşayacaktır.

Adam kendini öylesi kaptırır ki sağlığı tekrar bozulur, doktorunun endişeleri doruğa çıkar. Hayatının tek amacı zaten kendi hayatıdır; düşüncelerle yaşayan bir insanın eserini ilerletme çabaları bir noktaya kadar gelip tıkanır. Herhangi bir çıkış yolu bulamamaktadır adam, fikirleri bir çıkmaz sokaktır. Ne zaman ki yazdıklarını rulo haline getirip toparlayınca üzerine "Hiçbir şey" yazar, o zaman ölür. Gerçekten de hiçbir şeydir, ölümüyle birlikte anlaşılır.

Vicdan, toplum, aşk, gençlik ve yaşlılık üzerine derin, sorgulayan bir metin. Benim Hüzünlü Orospularım ile eş zamanlı okunması ilginç olur. Evet.