Versus Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Versus Kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mayıs 2019 Perşembe

Nelson Algren - Altın Kollu Adam

1950'de ilk National Book Award'u kazanan bu metni Algan Sezgintüredi'nin çevirisinden okuyoruz, aşırı yerelleşme tehlikesi yer yer ortaya çıksa da bence iyi bir çeviri olmuş, kenar mahallelerin argosu olabildiğince başarılı bir şekilde Türkçeleştirilmiş, hoş. Joyce'tan etkilenildiği söylenmiş, muhit tasvirleri ve kafiyeli sözcüklerin sayılıp dökülmesi mevzuları, evet, Sezgintüredi Joyce'u andıran oyunculluğu da başarıyla aktarmış, bu daha da hoş. Çevirisi nispeten zor bir metin gibi geliyor bana, ince ince çalışılmış bu metin üzerinde.

Algren'ın Simone De Beauvoir'ya abayı yaktığı ve evlenme teklifinin reddedildiği biliniyor. Başkasıyla evlendiği, iki yıl sonra boşandığı, alkolizmin pençesinde kıvrandığı, uyuşturucuya bulaştığı ve üniversitede yaratıcı yazarlık dersi verdiği de biliniyor. Sağdan soldan derlediğim bilgileri toparlayayım, 1980'lerin hiper gerçekçiliğiyle 1900'lerin naturalizmini kardığı, metni bu temel üzerine oturttuğu söyleniyor ki bazı bölümlerde Ellis tadı alınabiliyor, Zola'nın Meyhane'sinde geçen mekanın benzerlerini de Chicago'nun bıçkın delikanlılarının takıldığı barlarda bulabiliyoruz. II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde, azılı gangsterlerin tükenmeye yüz tuttuğu zamanlarda geçen bu hikâyeyi Soğuk Savaş'ın başlangıç yıllarında doğan Amerikan Rüyası'nın teğet geçtiği veya geçeceği insanları temizleme girişimi olarak okumak mümkün; Frankie'nin ve diğer karakterlerin makineleşmedikleri -ironik bir şey, Frankie'nin lakabı Makine ama başka bir mevzudan alıyor bunu- için birer birer savrulduklarını görüyoruz. Bu insanlar "düzgün" bir işte çalışmıyorlar, çalışmak da istemiyorlar, yok olup gideceklerini ve ömürlerini fabrikalarda çürüteceklerini düşünüp korkuyorlar hatta, birkaç yerde karşımıza çıkıyor bu düşünceler. Düzenli bir işte çalışan tek adamın başına gelenleri görünce serserilerin dünyasında düzgün diye bir şeyin olmadığını, katı olan her şeyin yavaş yavaş buharlaştığını anlayabiliriz; gündelik yaşamlar gündelik problemleri getiriyor ve problemlerin çözümüne dair büyük adımlar atıl(a)madığı için uzun vadede karakterlerin tamamı facialarla yüzleşmek zorunda. Rüya'yı başlatanlar temiz bir toplum istiyorlar; insanlar çalışsınlar, üretsinler, ürettiklerini satın almak için daha çok çalışarak tüketime daha çok kaynak ayırsınlar derken kusursuz bir robota dönüşsünler, bu döngünün sağlanması için güvenli bir toplumun inşa edilmesi gerekiyor, Frankie gibilerin ortadan kaldırılması, suç oranlarının düşürülmesi gerekiyor haliyle, politikacıların seçim vaatlerinden en büyüğü bu belki de, eve vurulmadan dönmek isteyen insanlar için steril bir ortam. Dolayısıyla serserilerle ve gangsterlerle işbirliği yapan polislerin düzeni sağlamak için, açıkçası daha iyi bir gelir kaynağı da buldukları için politikacılara yanaşıp kolladıkları adamları içeri atmaları yine bir dönemin sonunu gösteriyor, Saul Goodman benzeri bir kanun adamının içeridekileri dışarı çıkardıkça polisler daha karmaşık taktikler geliştirerek, daha önce hiç davranmadıkları gibi davranarak suçluları elektrikli koltuğa oturtmaya çalışıyorlar, o zaman için büyük ve öngörülemez -zaten pratik zekaları dışında karakterler pek zeki değiller- bir değişim gerçekleşiyor. Yeni kurallara uyum sağlayabilenler hayatta kalırken bazıları da parmaklıkların ardına veya elektrikli masaj koltuğun gidiyor. Gidenlerin ve kalanların hikâyesini anlatıyor Algren, son derece lirik bir suç dünyası oluşturarak. Karakterlerin iç dünyaları olsun, suç dünyasının dinamikleri olsun, tahribatı olabilecek en yakın noktadan izletiyor bize, süper iş. Metnin film uyarlamasında Frank Sinatra'nın oynadığını ekleyeyim, filmi daha izlemedim ama cumaları çalışmıyorum, bugün izleyeyim.

Aleksandr Kuprin'in bir sözüyle başlıyoruz: "Anlıyor musunuz beyler? İşin dehşet saçan yanı, artık hiçbir şeyin dehşet saçmaması!" (s. 1) Metinde sadece KUPRIN diye belirtilmiş, adam Aleksandr Kuprin, Türkçeye Helikopter'den çıkan bir metni çevrilmiş, o kadar. El atılması gerekiyor bu meseleye de, şöyle biraz araştırınca sıkı bir yazar olduğu anlaşılıyor. Neyse, geri dönüşlerin pek sık gerçekleştiği lineer bir anlatıyla karşı karşıyayız. Başkomiserin asla içmediği halde "Pastırma Yazı'yla Aralık'ın tutan ilk karı arasına düşen o puslu mevsimin akşamüzerlerinde bazen kendini yarı sarhoş hissetmesi" meselesi, önüne yığılan onca ipsiz sapsız adamın saçma sapan konuşmaları, savunmaları ve anlamsız gülüşleriyle beliriyor. Şantaj, eşkıyalık, at hırsızlığı, zina, çocuk tacizi, her türden suçla karşı karşıya kalan "Çeteleci" nam adam, serseri tayfasını bir bir sorgulayarak içeri alıyor veya kefaletle bırakıyor, herkesin "Kuzen" dediği Çavuş Kvorka'yla iyi geçinenler bırakılıyor genelde, parası serbest kalmaya çıkışanlar da diyebiliriz. "Elveren"'le bu sorgulama sırasında karşılaşıyoruz, Mor Kalp sahibi bir savaş gazisi, kart dağıtıcısı, kumar ortamlarının aranan adamı, ara sıra hırsızlığa çıkan bir adam, otuzlarına gelmek üzere ve cephede savaştığı günler çok uzaklarda kaldığı için o günleri istediği gibi biçimlendirerek kendisine bir kimlik yaratıyor, pokercilerin aranan adamı haline geliyor. Askerde de dağıtım işi yaptığını söylüyor, kartları karıp oyunu düzenlemede aranan biri olmasını o günlere borçlu. "Serçe" lakaplı Saltskin de orada, en yakın arkadaşı. Zamanında Serçe'yi sokaklardan kurtarmış Frankie, o günden beri birlikte takılıyorlar ve Serçe bağımsızlığını kazanana kadar Serçe'ye tepeden bakıyor biraz. Serçe yarı Yahudi, bu dini boyut karakterlerin ilişkilerini etkiliyor tabii, Polonyalı karakterlerle Polonyalı olmayanlar arasında da belirgin farklar var, hatta bir bölümde Yahudi ve Polak kumarbazları kıyaslıyor Algren, Polonyalıların eğlenmek için, Yahudilerin güvenli bir şekilde kazanmak için oynadıklarını anlatıyor falan, ilgi çekici. Sonra bu iki arkadaşı salıyorlar, gidecek yerleri o an için olmadığından karakterlerine temel oluşturacak özellikleri öğrendiğimiz diyaloglara dalıyorlar. Serçe suça bulaşmasa o pislik mahallede sıkıntıdan gebereceğini söylüyor, bir de aşırı çirkin olduğunu sandığı için suçun yardımıyla bu çirkinliği işe yarar bir hale getirdiğini düşünüyor. Reklam tabelalarının önünden geçip her günkü sıkıntılarına bir yenisini ekliyorlar, düşünceleri bölünüyor ve reklamların saçma imajları dışında bir şey düşünemiyorlar. Tüketim onlar için yaşamsal faaliyetlerin sürdürülmesini çağrıştırıyor, fazlasını değil. Frankie, eşi Sophie'yle bir pansiyonda kalıyor, pansiyonun sahibi zihinsel engelli oğluyla yaşayan, sürekli sıkıntı çıkaran yaşlıca bir adam. Sophie kötürüm, Frankie yüzünden. Aralarındaki hastalıklı ilişki çocukluk yıllarına dayanıyor, daha o zamanlardan birlikteler -Molly'yle birlikte ama Molly'ye birazdan geleceğim- ve sonrasında Sophie'nin takıntılı doğasıyla Frankie'nin umursamazlığı bir araya gelince ilişkileri başlıyor, Sophie Frankie'nin kendisini sevmesini istiyor ama adam uçarı. Sonra kaza gerçekleşiyor, kadın arabadan fırlayıp sakatlanıyor, Frankie'ye pek bir şey olmuyor, uzunca bir süre boyunca hissettiği suçluluk haricinde. Evleniyorlar ve böylece Frankie kadına iyice bağlanıyor. Sakatlık olayı Sophie'yi memnun ediyor bir açıdan, adama hatırlatıp duracağı bir zincir geçiyor eline. Bir alt katta Molly yaşıyor, Frankie ve Sophie'yle çocukluk arkadaşı, fahişe. Frankie'ye kesik. Adama gerçekten aşık, yirmilerinin ilk yarısında olmasına rağmen zaman içinde otuzlu yaşlarını sürdüğü düşünülecek kadar yıpranıyor ve adamı kurtarmaya çalıştıkça kendisi de batıyor, çıkarsız sevginin yol açtığı yıkım ağır oluyor. Pansiyondaki yaşamı, karakterlerin sosyal hayatlarını bol imgeli, şiirsel bir dille anlatıyor Algren, dairelerdeki su borularının çıkardığı seslerden sokakların neon lambalarıyla delinemeyen sisine kadar pek çok detay şehri karakterler için bir kapana dönüştürüyor.

Frankie'nin uyuşturucu bağımlılığı, Molly'yle kurduğu ilişki ve uyuşturucu satıcılarından birini kazara denebilecek şekilde öldürmesi sonunu yavaş yavaş hazırlıyor, metnin ilk bölümünde Serçe'yle Frankie'ye odaklanmışken ikinci bölümde hapse giren Frankie'nin kirli hayatından kurtulma çabalarını bir umutla okuyoruz ama uyuşturucu sıkıntılı bir iş gerçekten. Sonuçta Serçe ve Frankie polislerce kıskıvrak yakalanıyor ve kaçış süreci başlıyor Frankie için, Serçe'nin yapabileceği pek bir şey yok, hikâyesi yakalanmasından sonra bitiyor. Frankie'nin kaçışı Requiem For a Dream tarzı bir sonun sinyallerini veriyor, hatta filmin bu metinden bir parça olsun esinlendiğini söylemek mümkün. Sophie'nin yolu tımarhanede bitiyor, Molly mutsuz yaşamını sürdürüyor, herkes bir ölçüde ayvayı yiyor. Tutanaklarla bitiyor metin, polislerce alınan ifadeler Frankie'nin nokta koyduğu serüvenini aydınlatıyor, çekilen acıları kayıtlara geçiriyor. Bir de şey, savcının suçluları sorguladığı bir bölüm var, başlı başına sanat eseri. Adamın bunaltısını, onca suçlunun kaypaklığının yol açtığı umutsuzluğunu birebir görüyoruz, dönemin yeraltı dünyasına, çıkışı olmayan insanların neler yapabileceklerine şahit oluyoruz. Etkileyici.

Algren'ın iki metni çevrilmiş Türkçeye, biri bu. Diğerini bulursam onu da okurum, şahane yazar. Bu metin zamanında Hür Yayın'dan çıkmış, sonra Versus basmış, ne güzel. Hür Yayın olsun, Yankı olsun, Sander olsun, böyle yayınevleri zamanında müthiş işler yapmış, denk geldikçe okumak lazım.

27 Eylül 2015 Pazar

Ursula K. Le Guin - Yaban Kızlar

Kendine has bir kast sistemi olan ilkel toplumlardan birinde geçiyor hikâye. Yağmacı kardeşlerimiz bir başka topluluğa saldırıp milleti kılıçtan geçiriyor ve küçük bir kızı kaçırıyor. Kızın ablası da takip ediyor grubu ve kendini ele veriyor. Kardeşine bakmak zorunda, ailesinin emaneti.

Kızların sahibi ve diğer nüfuzlu aileler arasındaki mevzular toplumsal bir eleştiri ve her ne kadar distopik bir anlatı olsa da bu, günümüzde farklı şekillerde ve farklı coğrafyalarda benzerleri yaşanıyor. Nereden yaklaşırsanız bir pencere açarsınız; cinsiyetçilik, kapitalizm, dört başı mamur bir iğneleme. Yine de doğru olanı yapmak aslında çok basit, hangi sistemin zincirlerine bağlı olunursa olsun. Kötülük kolay bir edim olabilir ve fedakarlık istemez. Öbürü zor. Hayırlısı.

Öykü güzel, sonrası da süper. Okurken Uyanık Kalmak diye bir makalesi var hanımın, enfes. Harry Potter serilerine hafiften bir giydiriş, kapitalin edebiyatı piç edişi ve benzeri birçok mevzuyu ele alıyor. Boğucu Kültür'le paralel çoğu noktada, haliyle. Kısaca şunu diyor: "Para babaları, elinizi çekin kitaplardan! Okuyan adam zaten az, bir de siz niteliksizleştirmeyin adamları." Bunu derken Paulo Freire'nin okuma kültürüyle ilgili görüşlerine paralel fikirler ortaya koyuyor. Eskiden okumak sadece belli bir zümrenin elindeydi, okuma-yazma olayı bir güç göstergesiydi ve bunlara sahip olan bilgiye de sahip olurdu. Bir sınıf göstergesiydi ve kadınların çoğu için hayaldi. Falan, böyle şeyler. 1850-1950 arasında ABD'nin eğitim sistemiyle birlikte altın yıllarını yaşayan nitelikli eser okuma eylemi, gücü elinde bulundurmak isteyenler tarafından pırtlatılıyor ve ilk çağlardaki sistem geri getirilmeye çalışılıyor, farklı bir biçimde. Bu sefer bilgi niteliksizleştiriliyor ve okurun bilgi edinme hakkı, edebi zevki katlediliyor. Bunun bir eleştirisi işte. Güzel okumamızı istiyor hanımımız. Güzel okuyalım kardeşler.

Bir röportaj var, hanım yine pek güzel konuşuyor. İlerlemeci değil, değişmeci olduğunu söylüyor. Bir şeyleri kırıp dökmeden, birçok kalemde sürecek bir değişimin destekçisi. Son makalesinde de kadınlar için "tevazu" kelimesinin anlamının olumsuz yönde nasıl değiştiğini irdeliyor.

Böyle. Gayet güzel.

20 Temmuz 2015 Pazartesi

Zygmunt Bauman - Yaşam Sanatı

Homo economicus, homo socius vs. üstünden mutluluğa, yaşamaya dair güzel bir araştırma. Bauman, modern akışkan yaşam içinde insanın yerini bulmaya çalışıyor. Kendisi modernizm üzerinden getiriyor eleştirilerini, diğer kitaplarında da aşağı yukarı mevzu bu. Günümüzde mutluluk, bağlılık, özgürlük, aşk, sevgi hangi biçimlerde görünür ve yaşamaları için ne gerekir, bunları anlatıyor. Bir reçete sunmuyor tabii, olanları ve olabilirleri irdeliyor. 

Mutluluğun Nesi Kötü? nam giriş bölümünde ekonomik mutluluğu sorguluyor Bauman. Azınlığın Zenginliği Hepimizin Çıkarına Mıdır? adlı kitabındaki görüşlerin bir özeti. Zenginliğin artışı, yaşamsal gereksinimleri karşıladığı müddetçe mutluluk vericidir, ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Bu anlamsızlığı ortadan kaldırmak için tüketim toplumları yaratılır. Normalde kaliteli bir yaşamın içinde yer alan spor, beslenme gibi doğal yollarla tatmin edilecek gereksinimler ürünleştirilir. Organik, light, şekersiz ürünler. "Daha iyi" beslenebilmek için daha çok para kazanmanız gerekir, bunun için daha çok çalışmanız gerekir. Yeterli beslenme seviyesinin üstüne çıkarsanız spor salonları var, zibilyon adet aletle şişebilir, formunuzu koruyabilirsiniz. Bu aletleri üreten işletmeler iş imkanı sağlar falan derken bütün sektörler bir şekilde birbiriyle bağlantılı olduğu için tüketim toplumu müthiş bir şekilde işlemeye başlar. Marx'ın orta sınıfa atfettiği sorunlar bütün bir topluma yansımaya başlar; belirsizlikten kurtulmak için daha iyiye ulaşma çabası. Geyik var ya bir tane; asgari ücretlilerin elinde binlerce liralık telefon var diye. Bu mantık işte, asgari ücretle çalışan yoksul kesim orta sınıfa ulaşmaya çabalamıyor, en tepeye çıkmaya çalışıyor. Bu da simülakrlar yoluyla yanılsama yaratılarak sürdürülüyor. Baudrillard der bir yerde Bauman, simülasyon bağlamında değerlendirilebilecek kimliklerin insanın çaba göstererek ulaştığı bir şey olmaktan çıktığını söyler. Çabadan kasıt yaşam sanatıyla olabildiğince estetik bir şekilde uğraşmak. Para sarf edilerek alınan ürünler bir kimlik yaratmasa da günümüzde gözlere güzel bir perde indirilmiştir. Tüketmeden "biri" olamıyoruz. "Piyasalar mutluluk düşünü, yaşamın büsbütün tatmin edilmesi görüşünden, bu yaşama ulaşmakta gerekli olduğuna inanılan zenginlik arayışına çevirerek mutluluk arayışının asla bitmeyeceğini varsayar. Arayışın hedefleri inanılmaz bir hızla birbirinin yerini alır." (s. 21)

Bütün bu çer çöpün antisi olan bir insanı anlatacağım: Gülizar Abla. Zonguldak'ta çalıştım iki yıl, demiştim. Gülizar Abla ve süper ailesiyle orada tanıştım. Kendisi gayet modern bir insan, Zonguldak'ta doğup Eskişehir ve Bursa gibi illerde yıllarca yaşamış. Eşi Serdar Abi'nin iş durumundan ötürü Zonguldak'a dönmüşler, deniz kıyısında müthiş bir evde yaşıyorlar. Gülizar Abla spor salonuna ihtiyaç duymaz, günlük iki üç saatlik bahçe çalışması ona yeter. Bahçesinde fasulyeden çileğe pek çok meyve ve sebze yetiştirir, et ve süt ürünleri haricinde başka bir şeye ihtiyaç duymaz. Televizyon pek izlemez, film izlemeyi çok sever. Hayatımda gördüğüm en müthiş insandır, doğayla uğraşı ruhunu dinginleştirip akil bir insan yaratmıştır. Hiç akışkan bir insan değildir, toprak ve deniz gibidir. Özgürlüğünü korumayı bilir, dolayısıyla sorumluluklarını bilir. Bu ikisini zıt kutuplara kim oturttu bilemiyorum ama birbiriyle derinden bağlantılıdır. Mutluluk Paradoksu adlı süper eserinde Ziyad Marar, özgürlük ve onaylanma ihtiyacının dengede tutulduğu bir yaşamın gerçekten on numara yaşandığını söyler. Denge; bağlılık ve özgürlük dengesi bozulmayacak. Geçmiş bütün ağırlığıyla göğüslenecek, dengenin ağırlığı göğüslenecek ve başarılarla başarısızlıkların bir noktaya tutsak etmesine izin verilmeyecek. Übermensch kafasıyla ilerlenecek. Formül bu. 

Bok bu. Yaşamın bir yol haritası yoktur. Her şeyin hızla akıp gittiği bir zamanda yaşıyoruz, ihtimaller okyanusunda yolu bulmaya çalışan bir sandaldayız. Hangi yolu? Özgürlük ve bağlılık ikileminden yola çıkılabilir. İnsanlar arasında eşitliğin sağlanması -ekonomik, sosyal vs.- güzel bir adım, bir o kadar da ulaşılması zor. Birçok sebepten ötürü potansiyelini değerlendiremeyen -yetenek, duygu gösterimi vs.- insanlar hınç besler, Scheler'in aynı başlıklı kitabında dinler tarihinden başlayarak derinlemesine incelediği bu insanlık cehenneminden kurtulmak eşitlik yoluyla olur ama eşitlik özveri demektir, gücü paylaşma ve dolayısıyla güçsüzleşme demektir. Levinas'ın "sorumluluk duyma" kavramıyla Nietzsche'nin Tanrı'yı öldürmesine yol açan merhametin güçsüzlük getirdiği fikri çatışır. Üstinsanın güçsüzlüğü düşünülemez tabii. Binlerce yıldır çatışma halinde olan diğerkâmlıkla bencillik -olumsuzluğu beraberinde getiriyor ama onsuz düşünün bir- arasındaki çatışma, Eski Yunan kafasını bayağı bir kurcaladığı gibi günümüz insanının da büyük bir problemi. Bauman aşk, sevgi gibi duyguların her gün yenilenerek yaşayacağını söyler, durağanlık başladığı anda sonun da başladığını belirtir. Zannediyorum her çağ da aşkın yenilenmesi gibi yaşam sanatını bütün çıkmazlarıyla birlikte yenilemek zorunda. Güncel çözüm yolları bulunmalı, bulunuyor da. Kimi medeniyetten uzaklaşıyor, dünyada olduğu kadar ülkemizde de örnekleri mevcut. Olabildiğince kendi imkanlarıyla yaşayan insanlar. Bir arkadaşımın ikisi de makine mühendisi olan ebeveyni çiftlik evinde yaşıyor yıllardır. Bir başkası Ege kıyılarında, küçük bir köyde yaşıyor. Az insan iyidir onlara göre. Pascal'ın dediği: "Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir." (s. 58)

Mutluluk mühim, mutluluğumuzu nasıl sürdürebileceğimiz daha da mühim. Bauman bir fikir verebilir. Edininiz.

Bugün şarkı falan yok, onun yerine Suruç'ta patlayan bombanın sesini duyalım, sanki evimizin önünden duyuluyormuş gibi.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Albert Caraco - Kaos'un Kutsal Kitabı

Düzen'e duyulan tiksinti, ailenin yok edilmesi gerekliliği, sefillerin çocuk yaparak sefaleti içinden çıkılmaz bir hale getirme rezilliği, Tarih'in reddedilmesi, şehirlerin cehenneme benzerliği ve ölüm; mutlak, kaçınılmaz, gerekli son.

Caraco'yu Türkçeye kazandıran Işık Ergüden, Caraco için hiçbir umuda, hiçbir pozitifliğe yer vermediğini söyler ama Caraco uygarlıktan vazgeçeli çok olmuştur, çürümenin sebeplerini açıklarken tarihi, bilimi, her şeyi yıkıp geçer ve umudun başladığı yere götürür okuru: Bildiğimiz dünyanın sonuna. Başa dönmek ister; anaerkil toplum kurallarının hüküm sürdüğü, ataerkil öfkenin bastırılmış olduğu bir dünya. Az nüfus, modernizmin sahte umutlarının kandıramadığı zihinler, her şeye yeniden başlama enerjisi başlı başına bir umuttur. Günümüzün insanının hayal edemeyeceği şeyler bunlar. Aile, toplum, kapitalizm ve onca bok, insanı zincirlere vurmuştur. "Yirminci yüzyılın son peygamberi" bu zincirlerin bir gün kırılacağını, bu olurken Ölüm'ün ayak seslerinin duyulacağını söyler. Büyük bir yok oluşun ardından yeni bir yükseliş. Bu sefer saptırılmamış bir şekilde.

Caraco 1919'da İstanbul'da doğdu, ailesiyle birlikte Avrupa'ya gitti ve II. Dünya Savaşı çıkınca Uruguay'a yerleşti. 1947'de Fransa'ya dönüp 1971'e, intihar edene kadar günde altı saat boyunca yazdı. Ardında 22 ciltlik metin ve aydınlanmanın yerine getirmediği vaatler yüzünden duyduğu derin bir öfke bıraktı. İntihar fikri çok önceden olgunlaşmışsa da ailesini üzmek istemedi; annesinin ölümünün akabinde babasının ölümünü bekledi ve birkaç saat sonra intihar etti. Kokuşmuş bir dünyaya katlanamıyordu, şehirlere katlanamıyordu, sefilliğe katlanamıyordu, dinlere ve topluma katlanamıyordu. Ergüden, "Dünyada en çok sevdiği şeyin, uygarlığın ihanetine uğramış birinin öfkesidir onunki," diyor arka kapakta.

Ölüm olgusuyla başlıyor mevzu, dünya bir cehennem ve ölüm insan için sıradan bir şey, her şeyin anlamı. Cehennemde kendini tanımayı reddeden insan için ölüm doğal bir sonuç olacak. Böyle düşünen insan yüceliğin bir parçası haline gelecek. Ya yok olup gitmek, ya da öldürmek. Üçüncü bir olasılık yok. Ölümle ilgili Oruç Aruoba'nın pek güzel metinleri vardı ama hangi kitaptaydı, hiç hatırlamıyorum. Tabii Caraco ölümü farklı bir şekilde anlamlandırıyor, çözümlüyor.

İçteki cehennem şehirlere de yansıyor, dünyanın koca bir şantiye haline gelmesi an meselesi. Yapılar zevksiz, işlevsiz. İnsanların güdülmesi için değişmez biçimlerde yapılıyor. Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü'sünde vardı yapılarla ilgili bir inceleme. Kutularda yaşıyor insanlar, istiflenmiş bir şekilde. Nüfus artışı artık boylamasına yerleşimi zorunlu kılıyor. Yaklaşık 100 yıldır gökdelenler dikiyoruz. Babil Kuleleri yükseliyor her yerde. "Delilik artık elli katlı konutlarımızın altında kuluçkaya yatıyor. Deliliğin kökünü kazıma yönündeki aciliyetimize rağmen, yeni tanrı odur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatıştıramayız onu: Ölümümüzdür o; hiç durmadan her şeyi talep eder." (s. 9) Caraco'ya göre bu dünya, ancak harabelerin ortasında yeniden düşünülecek. Yıkımdan sonra.

Ustalarımız, dinler, iktidar sahipleri en büyük düşmanlar. Yıkılmaları lazım, yeni düzen için feda edilmesi gereken çok şey var. Putları yıkıyoruz olayı. Yeni bir vahye, yeni bir ahlaka ihtiyaç var. İmanın yitik kitle karşısında hiçbir etkisi yok. "Yitik kitle kaosun eseridir, o kaostur ve kaosa geri döner." (s. 19)

Anaerkillik. Meryem'in dönüşü bütünlük içinde olmalı diyor Caraco; bakire, anne ve fahişe olarak. Böylece eksiksiz, tam bir anaerkil düzen kurulabilir, erkeğin öfkesinden uzak. Bilge Adamın Korkusu'nu okurken de benzer fikirlere rastlamıştım. Kvothe Ademlerle konuşurken erkeklerin öfkesinin yıkıcı olduğu, bu yüzden kadınların yönetimindeki düzenin insanın doğasına daha yatkın olacağı söyleniyordu. Caraco için tarih öncesine dönülecekse böyle bir düzen şart. Kibele'ye tapınılan dönemlerde dünyanın daha barışçıl olduğu söyleniyor. Sonra tanrılar bile değişmiş, Zeus ve şürekası başa geçince savaşlar neyler. Bayağı bir eski zamanlar. O zamanlardan beri babalar, iktidardakiler öfkeli tanrıların suretinde ve bu yitik kitleyi ortaya çıkardı. Hep çocuk kaldık, ataerkil aile yapısını ortadan kaldırmak için boşluğa atlayıp kanatları denemenin vakti geldi.

Her şey yenilenecek, hiçbir şey affedilmeyecek ve her şeyin öncesinde mutlak bir yıkım yaşanacak. The Fifth Element'i bir de tersten okuyalım, düşünelim. Şehirler pislik içinde, yüzeyde yaşam bitmiş ve uygarlık giderek göğe doğru yaklaşıyor. Tehdit unsuru uzaylı varlıklar var, bu yüzden bir güvenlik duvarı oluşturulmuş. Belki korku üzerine kurulu, orasını bilemiyoruz. V for Vendetta'da olduğu gibi. Mr. Zorg'un repliğini hatırlarsak büyük bir yıkım olacak, ardından yeni bir düzen kurulacak. Caraco, anarşistleri ve nihilistleri desteklerken sadece yıkımla kalınmayacağını, yeni bir ahlak sisteminin getirileceğini savunuyor. Eh, bu durumda iyi adamlar düzenin koruyucuları haline geliyor, kokuşmuşluğun gardiyanları. Kadın İsa, insanoğlunun yıkımlarını görünce insanlığın kurtarılmaya değmeyeceğini düşünürken yakışıklı abimiz Bruce Willis, aşk uğruna yaşamın sürmesi konusunda beşinci elementi ikna ediyor. Sonra kötüler yeniliyor, iyiler kazanıyor falan. Bildiğimiz son. Caraco'nun dediği: "Biz onarmak istiyoruz ve bu nedenle yok etmeyi düşünüyoruz, uyuma yeniden kavuşmak istiyoruz ve bu nedenle kaosu sevgimizle silahlandırıyoruz, her şeyi yenilemek istiyoruz ve bu nedenle hiçbir şeyi affetmeyeceğiz. Çünkü eğer canlılar böcek olma ve karanlıklarda, uğultu ve pis koku içinde üreyip çoğalma tercihinde bulunursa bile, biz onları engellemek ve İnsan'ı soyunu kurutarak kurtarmak için buradayız." (s. 39)

Kurtarıcılar konusuna da değinip bitireceğim.

"Kurtarıcılar kuşakların dengi geçinirler ve düzen kalır, onlara teslim olmuş gibidir ve onların eserleriyle silahlanmayı amaçlar, Tarih bize her kurtarıcıdan sonra düzenin daha güçlü olduğunu öğretir, bütün kurtarıcıları inanılır ve güvenilir kılmak için hizmet ettikleri umut ve imandan daha güçlü olur." (s. 76)

The Matrix Trilogy'de Neo kaçıncı kurtarıcıydı, altı mıydı neydi. The Architect'le olan diyaloğunu hatırlatmak istiyorum. Bayağı bir şeyler diyorlardı ya, o işte. Çok üşendim şimdi hatırlatmaya dsf. Bir de son zamanların efsane filmlerinden Snowpiercer var, orada metaforik pek çok mevzu var, özellikle kahramanla ilgili. Kahramanlar ne işe yarar, hı? Toplumu nereye sürüklerler? The Matrix Trilogy ile ilgili makalelerin toplandığı bir kitap vardı Kırmızı Hapı Yutmak diye, orada sistemin bu tür kahramanlara, filmlere, herhangi bir başkaldırıya ihtiyacı olduğunu söylüyordu bir akademisyen. Hava sibobu gibi düşünebilirsiniz. Fazla gerilimi alırlar. Sistemin yıkıldığı her türlü film, insanların öfkesini dindirir, bir yanılsama sunar onlara. Her türlü sistem yıkılabilir, öyleyse kırın kıçınızı evinizde oturun, günde 12 saat çalışın ve sistemi yıkma hayaliyle yaşayın. Ben bu V for Vendetta hayranlarına çok gülüyorum ne yalan söyleyeyim. Her sene "rimimbir rimimbir di fift if di nivimbir" diye dolanıyorlar ya fdfs.

Ne diyeyim, kaosu iliklerinizde hissedin ve kırın kıçınızı oturun diyeyim fdfs, çünkü bu kitap da bir hava sibobu. Yitik kuşaktan olmayanlar için.

İnternette PDF formatında bulabilirsiniz, kitap sitelerinde vs. yok. Ben yine sahaf sahaf gezerken bulmuştum. Nadirkitap'ta 50 TL, bir tane kalmış.

O kadar kaos dedik, Caraco müzik yapsa nasıl bir müzik yapardı, nasıl sözler yazardı diye düşününce, aha: