William Golding etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
William Golding etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2017 Çarşamba

William Golding - Aşağıdaki Yangın

Benét için söylenen: "'Tek kusuru var, fazla kusursuz olmak, o kadar.'" (s. 7) Ayrıştırma türlerinin arasında Benét'ninki pırıl pırıl parlıyor. Serinin orta yerinde kırılan direkler için bu parlak subayın getirdiği çözüm önerisi, o beğenilmeyen kömürün yanması ve tahtayla demiri birbirine tutturulması üzerine kurulu olduğu için Summers ve Talbot tarafından beğenilmiyor. Ulaşım için ısı enerjisi kullanılabilir ama kömürün taşınması ve miktarı mevzuları çok alengirlidir, Benét geminin hızını artıracak önlemlerle geldiğinde kömüre pay biçmesi kabul edilecek gibi değildir; gemi yanabilir, kalıcı bir çözüm ortaya çıkmaz, bir sürü şey. Kaptan Anderson -çevirmen "kaptan" yerine "albay"ı uygun görmüş, devamlılık bozulmuş, bir serinin kitapları farklı çevirmenlerce çevrilmişse ilk çevirmenden sonrakiler, öncekilerin tercihlerine dikkat etmeli- da yeni gözdesi Benét'ye arka çıkınca ve adamın ilk kez Benét'yle sohbet ederken güldüğü görülünce, eh, Summers'ın adamla papaz olmasının ve çözüm önerisinin ikiye ayırdığı insanların cepheleşmelerinin doğallığı su götürmüyor. Soylular ve avam? Talbot, Summers'ın soylu olmamasının da çözümünü buluyor; Voltaire -mi artık her kimse, hatırlamıyorum, bakmaya da üşendim- buyurmuş ki soyluluk ünvana değil, ruha bağlıdır. Problem çözülmüştür, tabii ünvan sahibi insanların avam ruha sahip olabilecekleri konusunda bir şey yok ama Talbot'ın gelişimini tamamlamadığını düşünürsek yadırgamayacağız. Benét için durum daha kolay; rütbelerin ve ünvanların bir önemi yoktur, akıl ve bilim her zaman daha üstündür, bu yüzden üstü olan Summers'ı pek umursamıyor ve bu da bizim sınıf sevdalılarının ağırına gidiyor. Anderson'ın Benét'de sevdiği şey bu olabilir, o da pek umursamıyor böyle şeyleri.

Talbot'ın avam giysilere bürünmesi aristokratlığına pek halel getirmiyor. "Hareketleri daha bir kabalaştıran" giysiler, adamımızda "asalet" merakından sıyrıldığı izlenimi yaratıyor ama kurduğu bağlantı baştan falso. Aslında Talbot'ın falsolardan müteşekkil yapısının temelinde bu bağlam ıskalarına rastlamak kolay; Benét'nin kömürlü işlerinde hatalı olduğunu söylemesinin temelinde kusursuz gencin lirik ruhunu kıskanması var ki bunun itirafını daha sonra görüyoruz, çok daha sonra. Bu "salak herifin" gemiyi yakma ihtimali çok yüksek, uçarı çözümler sunmak yerine şiir yazsa daha iyi olurmuş ama Talbot'ın en iyi arkadaşı Summers bile Benét'nin yönteminin işe yarama ihtimalini düşündüğü zaman olumsuz bir durumda ortaya çıkacak yıkımın sonuçlarını düşünüyor, Benét'nin aptal olduğunu değil. Summers aslında mantıklı bir adam, sadece biraz geleneksel. Yine de iyi bir kaptan olabilir, oluyor. Benét'nin harikulade çözümü her şey bittikten sonra muhteşem bir faciaya yol açana kadar. Burada bırakayım, yeterince spoiler verdim. Bir şey daha; Talbot yedek subay yapıldığı zaman militer yapının da bir parçası haline geliyor, gemi idaresiyle disiplinin aslında ağır yükler olduğunu anlayıp Summers ve taifesinin omuzlarındaki sorumluluğun farkına varıyor ve dostuna duyduğu saygı artıyor ama Summers'ın daha üst bir sınıfa dahil olma çabası, Anderson'ın Benét'yle yakınlaşması ve Summers'ın muhalefetini kabaca bertaraf etmesiyle, kısacası Summers'ın gözden düşmesiyle büyük bir acıya dönüşüyor ve bu durum iki dostun ilişkisini zedeliyor. Talbot bir yolcu, fazlası değil, gemiden indikten sonra Summers'ın yükselmesi için elinden geleni yapacağını söylemesinden başka bir yükü olmadığı için karaya ayak bastığı an geminin başına gelen felaketi çok fazla irdelemeyecek ve aşkının peşinden koşup yaşamına devam edecek, oysa Summers'ın hayatı tamamen emin, akıllı ve güvenilir bir adam olma minvalinde biçimlendiği için serüven onun için devam edecek. Hepsi bu. Talbot'ın daima hatırlayacağını söylediği sohbetleri bir anı, oysa bu anılar Summers'ın hayatı. Yolculuklar, fırtınalar, arada denk gelinirse iyi bir yol arkadaşı. Yeterli. Talbot, Summers'ı himayesi altında olan insanlardan biri olarak görüyor, belki dostluk da bunun bir yerinde gizlidir.

Unutulmayacak anlar fotoğraf makinesinin icadından önce hafızanın peteklerine doldurulmuştur, bakılır. Yolculuğun sonunda nüfuzlu vaftiz babanın öldüğünü öğrendik, Walter White misali bir değişim kisvesine bürünmüş aynılığında Talbot'ın yazdığı iki kitabı aslında en başından beri yayımlatma amacı güttüğünü de öğrendik, böylece vaftiz babanın ilk defteri okuma ihtimali ortadan kalktı ama bu son kitabın en aşağı elli yıl sonra yazıldığını öğrenmek anlatıcının bir oyunun sonucu mu, üçlemenin son kitabının Avustralya'da yazıldığını perdelemek için ortaya atılmış bir iddia mı, bunun üzerine düşünmek gerekiyor. Talbot, Avustralya günlerinden sonrasına belli belirsiz dokunduktan sonra düşünülebilir ki elli yıl olayı doğrudur zira unutulmayacak sohbetleri elli yıl sonra bile hatırlayacağını söyleyen Talbot, Charles'ın gülerek bir iki yıl geçtikten sonra her şeyin anlaşılacağını söylemesinden sonra haklı çıktığını ekler. Anlatının yazıldığı zamanı bir elli yıl öteliyoruz ve anlatıcının bütün olayları, bütün diyalogları olabildiğince ayrıntılı bir şekilde aktarmasıyla yazarlık kariyerinde yol aldığını söylemek mümkün, kurguyla gerçeği birbirinden ayrılamayacak şekilde birleştirmiştir. Öyle gözüküyor.

Gemi çeşitli badireler atlatır, bunların arasında aşağıdaki yangın başta geliyor, sonrasında artık günlük hale gelmiş fırtınalara pek dokunulmasa da buz dağıyla edilen imtihan önemli. Özellikle bu son olayda ölümün eşiğinden dönmelerinde Benét'nin o zamanlar için "çılgın buluş" şeklinde değerlendirilen çözümü çok işe yarasa da nihayetinde görüleceği gibi tam tersi de mümkündür, bu da bizi geminin ayrı bir evren, nedenselliği ve irrasyonalizmi de kapsayan bir evren haline geldiği fikrine götürür. Zıtlıkların ortaya çıkmasıyla örneklem büyüklüğünün yeterli olduğunu anlarız, söz gelimi Zenobia ile geçirilen günlerden sonra Talbot kadından tiksinme sürecine girer ve elde ettiğini umursamamaya başlar, pek rastlamayız Zenobia'ya. En büyük değişimse Prettiman cephesinde yaşanır ve bu mevzu ayrı bir bölümü hak eder.

Bay Prettiman ve Anderson'ın beceriksizliğiyle soytarılığa dönüşen nikah töreninin diğer müsebbibi Bayan Granham evleniyor. Bu iyi. Bayan Granham, Talbot'ın züppeliğini ve burnu büyüklüğünü çocuğun yüzüne vuruyor, mürebbiyeliğinin bütün gücüyle hacamat ediyor, aslında bu da iyi. Talbot aşağılanmanın getirdiği üzüntüyle yataklara düşecek gibi oluyor ve inanmadığı Tanrı'ya yakarmaya başlıyor. Ersan Üldes'in Zafiyet Kuramı nam kitabı için yazacaktım ama şuraya sıkıştırasım geldi, mutlaka söylenmiş bir şeydir; Tanrı'ya inanmamak Tanrı'nın yokluğu anlamına gelmez, Tanrı'ya bir nevi tepki göstermek anlamına gelir. Neyse, Talbot acısını iyice çekti ama bitmedi; adam Benét'yle kavga ederken ağır yaralı bir şekilde yatağında uzanan Bay Prettiman'ın üzerine düşüyor ve adamı öldürdüğünü düşünüp Colley'le ilgili düşler görmeye başlıyor.

Tamam, burada benim uydurukçuluğum var, bu düşler başlarda görülüyor ama buraya alıyorum, yerini yadırgamaz bence. Colley, "Bizi kurtarabilirdin!" diye bağırıyor ve Talbot uyanıyor. Prettiman'ın ölümüne de yol açtığına göre -kesin değil, kaçarcasına uzaklaştığı için gelişmelerden haberi yok- tam bir ölüm makinesi olarak kendini suçlayabilir, hele de beyin dağıtmalı intiharına sebep olduğu adamlardan birinin kemik parçalarını tavanda görüyorsa delirecek gibi olur ve kurtuluşu için ne yapacağını bilemez. En çaresiz kaldığı anda da kurtuluş kendini gösterir; Bay Prettiman ölmemiştir, hatta düşmenin etkisiyle daha da iyiye gitmiştir. Şans. Görüşmeye başlarlar, Talbot bu insanların o kadar da kötü olmadığını, aslında ufuk açıcı kişiler olduklarını anlar. Prettiman'ın akılcı dünya görüşünden etkilenerek gemideki olayları farklı bir gözle bakmaya başlar falan, tekamülü sürer yani. Sonrasında menzile ulaşılır, yıllar geçer, gemideki olaylarla ilgili son bir değerlendirme yapılır ve perde iner.

Bu kitap şu an matbaada olsa gerek, Haziran'da Haydarpaşa'daki fuarda sorduğumda her ay serinin bir kitabını basacaklarını söylemişlerdi. Beyaz saçlı bir hanım vardı, fuardan fuara görürdüm kendisini, yetkili bir hanımefendiye benziyordu. Kendisine on yıldır yeni baskıları beklediğimi, ikinci kitabı bulamadığım için seriyi okuyamadığımı söylediğimde yayınevinin editörü Bilge Sancı kafayı kaldırıp, "Kim lan bu?" bakışıyla bendenizi onurlandırmıştı. Teşekkür ederim kendilerine, muradıma erdim.

Okunması lazım. Valla ne diyeyim, diyeceğimi dedim, ne deyip ne diyemeyeceğimi, kim kim yani ne dinleyenler olur, ne bir şey yaparlar. Yapın bunu.

Şu da bizim yeni şarkı. Melih Cevdet'in bir şiirini besteledim, Emre de güzel dokundu. Askerlik item'larımdan biriydi Sözcükler, normalde pek minnet duymam ama Melih Cevdet'e minnet borcum vardı, hâlâ var. Bir de Foo Fighters var, Exhausted direkt askerliğimdir mesela. Girne'dir, Lefkoşa'dır, 3-5 nöbetleridir, ana bacı giydiren komutanlardır, bir sürü şey.



28 Temmuz 2017 Cuma

William Golding - Yan Yana

Üçlemenin ikinci kitabı. Previously on William Golding's To The Ends Of The Earth!

Vaiz Colley'nin ölümüyle bilişsel olarak sınıf değiştirmeye hazır hale gelen Talbot, kibarlığın zayıflıktan doğmadığını anlar anlamaz Colley'nin yerine kendini koymayı başarır ve iş bildungsroman olmaya meyleder. Dersler çıkarılmıştır, nüfuzlu vaftiz babaya yazılan günlük tamamlanmıştır, öyleyse Talbot'ı yazmayı sürdürmesi yönünde teşvik eden nedir? Colley'nin mektubunun etkileyiciliği bir yana, kendi değişimini de kaydetmek ve kerteriz noktalarını belirlemek isteyen Talbot, Colley'nin kamarasına taşınır ve dolduracağı ikinci defteri düşünürken vaizin üslubundan esinlenmek için geride kalan mektubu düşünür ve kendine yazar olmasını emreder. Defterin müstakbel okuyucusunu tatmin etmek için olayların merkezine bir kahraman koymak ister ve gemide kahraman arayışına çıkar, kimseyi beğenmez. Kahraman, saygınlığını yitirmeye son derece meyilli ve haliyle Talbot'ın yakın çevresinden biri olmalıdır ama bu kesişimde kimse yoktur, farkında değil ama kendi haricinde. Okur olarak görüyoruz ki Talbot olabildiğince parlak bir zekaya sahip ama iyi bir analizci değil, gemideki onca farklı insanla kurduğu/kuramadığı ilişkilerden edindiği deneyimi sentezleyemiyor, henüz. Empatiden doğan demokratik bir düşünce biçimine ihtiyacı var.

Talbot güvertede dostu Charles Summers'la, ikinci kaptanla yürüyor ve iyi bir gözlemci olduğunu, insanın kültürel yapısı ve alışkanlıklarıyla ilgili çok şey öğrendiğini söyleyip böbürlendiğinde Summers'ın içten içe güldüğünü tahmin ediyorum. İkinci kaptan demokrasiden yana ama Talbot'ın aristokratik damarı demokrasiyle arasında derin bir uçurum yaratıyor. "'Ama sevgili dostum, demokrasi asla herkesin katılımıyla sağlanamadı ve sağlanamayacak. Yoksa çocuklara ve mülksüzlere oy hakkı vermemizi mi istiyorsun? Delilere de mi? Hapishanelerde sürünen suçlulara da mı? Kadınlara da mı?'" (s. 13) Summers ses çıkarmıyor, alttan alta kaynayan bir sınıfın temsilcisi olmasına rağmen Talbot'a -daha doğrusu ünlü vaftiz babaya- yamanmaya çalışıyor. Çıkarcılığının sonucunu bilmiyoruz, belki üçüncü kitapta ortaya çıkar.

İki olay önemli; birincisi bireysel hatalar yüzünden geminin direklerinin fırtınada kaybedilmesi. Subaylardan Deverel'ın nöbetini genç Willis'e kilitlemesiyle ikisinin de başını yakan kaza, Kaptan Anderson'ın meşhur öfkesini tetikler ve Deverel'ın kalbi kırılır. Kalbi kırık her adam gibi Deverel da Anderson'a cehennem gibi bir yerlere gitmesini söyler, durumu iyi idare eden Anderson, düello teklifini de bertaraf edip bir anda karşılarına çıkan gemideki bir başka subayla Deverel'ı takas eder. İkinci hadise de bu gemi. İlk kitabın sonunda denize düşüp kaybolan uşak Wheeler bu ikinci gemide ortaya çıkar ve kendi gemisine geçerek Talbot'tan hakaret yemeye devam eder ama asıl olay bu değil, yeni geminin Fransız gemisi olduğu düşünülerek herkes savaş pozisyonu alır, bu sırada Talbot yapabileceği bütün sakarlıkları yaparak kendini sakatlar, kafasını kırayazar. Sonradan anlaşıldığı üzere iki ülke arasındaki düşmanlık sonra ermiştir, Bonaparte Elbe Adası'na yollanmıştır ve başa XVIII. Louis geçmiştir. Hail to the king! Dünyanın merkezindeki Talbot için tarihin seyrinde büyük bir değişimdir bu; dünya tarihi büyük savaşlar görmüşse de en büyüğünün bitmesiyle birlikte hiçbir topa, hiçbir silaha gerek kalmamıştır artık. O kanondan işler böyle gözüküyor. Anderson'ın taşıdığı göçmenleri domuz olarak görmesiyle bir. Başka, Colley'nin ayyaşlığı yüzünden öldüğünün söylenmesiyle de bir. Zenofobi bilinen dünyayı psikolojik olarak güvenli bir hale getirirken ötekini görmezden gelmenin bir adım ötesine geçerek yıkmaya çalışıyor.

Diğer gemiyle yan yana geliyorlar ve bir parti düzenleniyor, Talbot komşu geminin kaptanı Sör Henry'nin kızına aşık oluyor ama o gemi Hindistan'a gidecek, zorunlu olarak ayrılıyorlar. Talbot kendi kendini yaralamasının etkisiyle fenalık geçirip kamarasına kaldırıldığı sırada diğer gemi yolculuğa devam ediyor, ardında bir hediye bırakarak. Deverel'a karşılık Benét. Sör Henry'nin eşinin aşığı, kızının da kalbini çalan adam olarak görülüyor ve Talbot'ın bu adam diş bilemesi doğal hale geliyor. Başlarda ilişkileri iyi ama Benét her konuda fazla iyi, Talbot'ın önem verdiği şiir konusunda özellikle. Üçüncü kitabı okuyorum, ilişkiler geriliyor ve koca gemi iki gruba ayrılıyor ama onu kitap bitince yazayım. Benét'nin geminin altını kaplayan yosunlardan kurtulunması konusundaki parlak fikri ve Talbot'ı ölümüne korkutan bir olaya -spoiler, yazmıyorum- yol açması da iyice sevimsiz bir hale gelmesine yol açıyor.

Aralardan çekip çıkardıklarımı yazıp bitiriyorum.

Kömürle çalışan gemilerin tam bir hayal kırıklığı olacağı konusunda görüş birliği var. Değişimin önünde durmaya çalışan insanların gerekçeleri yelkenli gemi nesli için geçerli ama ilerlemenin önünde durulamaz, kendileri bunu henüz bilmiyor.

Anderson'ın entelektüel olarak görülmekle ilgili sıkıntısı var, akıllılıkla aynı kefeye koyduğu entelektüellik geçer akçe değil onun için. Göçmenlerin parti sırasında soyluların ettikleri dansın parodisini yapmaları da bir diğer hınç göstergesi. Astsubayların Talbot'ı cüretleri yettiğince aşağılamaları, züppe olarak görmelerini de buraya iliştiriyorum ki geminin başlı başına bir evren olduğunu ancak sıcak suyun bitmesiyle fark ediyor Talbot, adamlar haksız değil. Analitik zekasına hayran bir adamın şiir yazmadaki başarısızlığı karşısında öfkelenmesi de... Bilemiyorum ama kendini olabildiğince açık bir şekilde anlatmasına rağmen okurun sezdiklerini çıkaramayan karakterin başarısızlığı memnun edici. Talbot'ı sevmiyorum ve sevmemek için yeterli sebebi kendisi veriyor; uşağı Wheeler'ın beynini dağıtmasına şahit olan aristokratımız adama köpekmiş gibi davrandığı onca zamandan sonra onun eskiden saygın bir kişi olduğunu öğreniyor ve suçluluk duymuyor pek, belki de Colley gibi ince bir ruhu olduğunu düşündürecek herhangi bir şey göremediği için. Kalın kafalı herif seni. Kendimi kaybetmemem lazım ama elimde değil. Yazının başında adamı iyi parlatmışım ama aldığım notlara baktıkça sinirim bozuldu.

Yolculuk sürüyor.

25 Temmuz 2017 Salı

William Golding - Geçiş Ayinleri

Üçlemenin ilk kitabı. Yıllar önce sahaflardan birinci ve üçüncü kitabı bulmuştum, ikincinin denk gelmesini beklerken Sel'in seriyi tekrar bastığını gördüm. İkinciyi alır almaz okuyayım artık dedim, on yıldır okunmayı bekleyen kitap da mutlu olmuştur sanırım. Şu an önümde duruyor. Selamı var. Pek bir sorun çıkarmadı şimdiye kadar, en fazla birkaç kez düşmüştür ama suçu üstlenecek kadar vicdan sahibiyim. Aynı şeyi yer çekiminden de bekliyorum. Bakalım.

İzole edilmiş bir ortamdaki insanın davranışlarını inceleyen yapıtlar iyi. En krallarından birini Golding yazmıştı zaten, şimdi başka bir deneyini gözlemliyoruz. Yapay bir adada, 19. yüzyılın başlarında birkaç soylu, birkaç subay, bir kaptan, bir vaiz ve bolca göçmenin yer aldığı gemide, İngiltere'den başlayıp Avustralya'da bitecek yolculuğun tanığıyız. Edmund Talbot nam anlatıcının tuttuğu günlükten, aristokrat bir kalemden izlediğimiz olaylarda sınıf çatışmalarını bolca görecek, serüvenden serüvene koşmazken İngiliz toplumunun sıkı bir yergisine şahit olacağız.

Talbot, "Lord Cenapları" dediği vaftiz babası sayesinde Sydney'de iyi bir göreve veriliyor ve hamisinin yolculuk boyunca her şeyi yazıp kendisine göndermesi yolundaki isteğini yerine getirmek için ilginç hadiseleri günü gününe -olabildiğince- kaydediyor. Dahil olduğu soylu sınıfın bakış açısıyla değerlendirdiği olaylara karşı okur olarak farklı bir konum alınabilir, böyle olması da lazımdır, Talbot'a güvenilmez denemez ama çağın toplumsal normlarına bağlı olduğu için anlatısı anlamsal olarak çoğaltılmaya müsaittir. Neyse, bu herif gemiye yerleşir ve leş kokusundan şikayet eder, kendisine hizmet eden Wheeler kokuya alışması gerektiğini söyler. Ortak yaşam alanında herkesin ister istemez kabul edeceği bir paylaşımdır bu, sınıfları ortadan kaldıran bir dayatmadır. Sosyal yaşamda belki hiçbir zaman bir araya gelmeyecek insanlar gemide ilişki kurmak zorundadır, koku da bundan kaçınılamayacağının sembolüdür. Talbot'un bir diğer çabası da denizcilerin dilini anlayabilmek için terimleri öğrenmeye çalışmasıdır. Gemide kendisine yabancı bir nokta kalmaması için elinden geleni yapar, ne kadar eğreti gözükse de.

Hastalanır, yatağa düşer ve denize alışınca ayaklanır, rüzgarı ve deniz suyunu hisseder, keyfinin yerine geldiği sırada sağa sola yalpalayan vaizin üzerine kusmasını ayıplar ve adama karşı ilk kez bu an hoşnutsuzluk hisseder. Fikirleri de bu olay ekseninde biçimlenmeye başlar; denizin orta yerinde felsefeye ve dine ihtiyaç var mıdır? Rüzgar ve damlalar bunlara ihtiyaç duyurur mu? Vaiz Colley için tanrının deniziyle karası arasında hiçbir fark yoktur, gemide de ayin yapılabilir, tabii Talbot için tirandan farksız olan Kaptan Anderson'ın yüksek müsaadesi olursa.

Anderson bu tahta adanın kralı konumundadır, emirlerine uymayan vaizi feci çarpmıştır ve Talbot'ı da çarpacakken genç adamın kim olduğunu öğrenir, kaptanlığının elinden alınmaması için ikili ilişkilerinde uysallaşır. Vaize karşı acımasız davranışlarına engel değildir bu, adamın acı çekmesi için elinden geleni yapar. Tek bir an, tek bir anlatıcı. Gizli nedenlerin doğurduğu sonuçlar konusunda Talbot kişiler hakkında bir şey öğrenir öğrenmez kişilerin davranışlarını da sınıflar ve bilinmeyen noktayı aydınlatır. Kaptanın vaize karşı sürdürdüğü despotizmin sebebi kitabın sonunda ortaya çıkar ama oraya girmeyeyim. Sonuç olarak Talbot sürekli deneyim ediniyor, okuldan çıkmış genç bir çocuk olarak iktidarın doğasını çözmeye çalışıyor, gemideki hiyerarşinin oluşumunu anlamlandırıyor. Ona göre demokrasi bir hastalık, insanların yönetilmeye ihtiyacı var. Bu noktada, hatta vaize hissedilenler konusunda da fikir ayrılıkları mevcut. Prettiman nam bilgin karakter, her türlü batıl inanca ve aklı zincirleyen benzer hurafelere -din de bunlardan biri- karşı olduğu için vaizi sevmiyor ama içinde bir parça tanrı korkusu olanlar vaizi maruz kalacağı şiddetten korumaya çalışıyorlar. Bir noktaya kadar başarılı da oluyorlar.

Talbot birader gemideki kadınlardan biriyle gönül eğlendirdikten sonra başını yakacak bir mektubu vaize kilitlemeyi düşünecek kadar sevmez adamı. "Aslında bir koyuna dönüşmesi gereken bir yaşam kıvılcımı da yine tesadüf eseri bu nitelikleri kendine mal etmişti. Neticede ortaya çıkan, bu din adamı parçasıydı işte." (s. 62) Kilise yoksulların toplandığı bir yerdir, fazlası değil, tanrı da bu bağlamda seçici olmadığı için değer bulmaz. Kodamanlığın kitabını yazan Talbot, adamın inceliğinin zayıflıktan kaynaklandığını düşünür ve bir köpeğe nasıl davranırsa adama da öyle davranmak ister bazen, yine de insanlığını hatırladığı zamanlarda davranışlarını normalleştirmeye çalışır, vaiz felakete uğrayıp intihar etmeden önce adamla iletişim kurmak için asgari ölçüde de olsa çaba gösterir.

Felaket farstan hallicedir; adamımız sarhoş edilir ve herkesin önünde işemeye başlar. Utancından kamarasına kapanıp altına pislemeye başladıktan sonra uzun süre yaşamayacağını anlarız, nitekim ölür. Talbot, zavallı adamın günlüğünü bulur ve onu okuduktan sonra başını taşlara vurur, çok ince ve iyi bir insanın ölümünü engelleyemediği için vicdan azabı çeker ki Vaiz Colley, Talbot'ın çok iyi bir adam olduğuna dair sıklıkla kalem oynatmıştır. Geminin limandan ayrılmasından itibaren o da hemen her şeyi kaleme almıştır aslında, Talbot'ın güncesinin bir başka versiyonunu, başka bir anlatıcı vasıtasıyla okuruz. Colley gerçekten tanrı ve insan sevgisiyle dolu bir insandır, her ne eziyet gördüyse her şeyi affeder ve insanların doğru yolu bulmaları için çabalar. Tayfaların çok içmemesi için elinden geleni yapar, insanlarla iyi ilişkiler kurmaya meyleder ama başarılı olamadığı malum.

Çeviri hususundaki bir diyalogla Colley'nin yaptıklarını birlikte düşünüyorum. Colley ortak bir dil oluşturmaya çalışıyordu, tanrının ışığında herkesin eşit olduğu, sınıfların ortadan kalktığı bir dünya Cennetin Krallığı demekti. Leş kokusunun diğer kutbu. Oysa aristokrat tayfa, çevirinin başarısızlığını dile getirirken bu ayrıklığı da anlatır ve bir araya gelmenin imkansız olduğunu söylemiş olur. Küçük bir örnek; daha Talbot bir araya gelememiştir ki kaptana boyun eğmeyeceğini söylerken insanlara boyun eğdirmenin hayalini kurar, kendisi hakkında yapılan bir dedikodunun nesnesi olarak, kendisini detaylandıran onca söze rağmen başkasını görür. Ne olursa olsun kendisinden umudu kesmemek gerek; Colley'nin toplu ibadet girişimlerini desteklemek amacıyla tuttuğu günlükten ve günlüğü okuyacak nüfuzlu şahıstan bahsederek kaptanın gözünü korkutur, vaiz için izin alır. Tamamen kendisini düşünse de iyiliğin saf doğasıyla tanışır tanışmaz değişimi de başlamış olur. Diğer iki kitapta ne olduğunu göreceğiz.

William Golding iyi, romanları pekiyi. Şu da yeni şarkımız, dinlerseniz sevinirim:

27 Eylül 2015 Pazar

William Golding - Kule

Kiliseyi her bir taşına kadar gördük ve zihinsel şemamıza oturttuk, işlemeli camlardan zemine düşen rengârenk ışıklara kadar. İnancın sarsılmaz kalesi. Doğanın içinde. Zaman da eski, o da doğanın içinde. İnsanlara geldiğimizde işler sarpa saracak, çünkü inançla bilim arasında bir denge var ve bu denge inanç lehine esnetilecek, insanlığın yıkımı pahasına. Günah işleme pahasına kilisenin yanında yükselen kule tamamlanacak, Başrahip Jocelin için sırtındaki meleğin verdiği güce layık olmak gerekiyor. Herkesin işi gücü bu olmalı, herkes kulenin tamamlanmasıyla uğraşmalı. İnançsız usta Roger Mason yola getirilmeli, bu uğurda iş imkanları dalaverelerle kısıtlanmalı. Kulenin dibini su basıyor mesela, Jocelin Birader teknik olarak işin imkansız olduğunu anlamıyor, anlamak istemiyor ve portrede kendisiyle birlikte herkesi çirkinleştirmeye başlıyor.

Teknik yetersizliğin yanında maddi zorluklar da var, Jocelin'in hamisi olan büyük teyzesi, Lady Alison, maddi yardımda bulunuyor ama yağmur yağdığı zaman kule her seferinde pırtlıyor, dibinde su birikiyor falan ve daha farklı bir tadilat şekli gerekiyor. Roger kardeşimiz işi bırakmak istese de engelleniyor ve kafayı kırıyor, kilisenin ayak işlerini yapan adamla uğraşıyor ve adamın karısını ayartıyor. Günaha saplanıyor. Bu ayakçı kardeşimiz dilsiz miydi, kambur muydu öyle bir şey, adamla uğraşıyorlar ve adam karısını bırakıp kaçıyor. Kadın bir süre sonra ölüyor. Bir felaket havası sarıyor kilisenin etrafını, kulenin inşaatı adım adım sürerken trajediler yavaş yavaş yaşanıyor. Golding'in anlatımının sıkıcı olduğu söyleniyor ama sıkıcılık değil mevzu, mekan yaratımında insanoğlunun hataları düzensiz ve tekinsiz bir ortam oluşturuyor. Kulenin dibindeki çamura gömüldüğünüzü söyleyebilirsiniz, Jocelin'in ilahi konuşmalarına cevap veremeyen yine sizsiniz, yapıların taşları ve insanların hataları son derece elle tutulur bir şekilde kurulu. Roman bu biçimde son derece başarılı.

Kulenin yıkılıp yıkılmadığı bir yana, Tanrı'ya ulaşmak isteyen insanın yıkımı var, Golding'in meselesi daha çok bu. Babil Kulesi yükseliyor, kimileri ruhen çöküyor ve inanç bütün bunlara rağmen olduğu yerde, doğru anlaşılmayı umduğu tek yer olan kalpte bekliyor.

Ek: Özet gibi oluyor, arada tek tük yazacağım bundan sonra. Askerden dönüşte adam akıllı ele alırım. İyi günler, şimdilik bu kadar.

18 Haziran 2014 Çarşamba

William Golding - Sineklerin Tanrısı

"Bir grup veledi ıssız bir adaya atsak ne olur?" temalı bu deneyimizde çocukların ne kadar psikopat ve aklı başında olabileceğini görüyoruz. Kötülüğün cisimleşmiş haliyle de karşılaşıyoruz, sanki insanları kötülük yapmaya iten, insandan bağımsız başka bir güç varmış gibi. Mevzu iyilik ve kötülük arasındaki mücadele aslında, yazar bunu yansıtmakla birlikte bu ikisinin bir arada bulunabileceğini, kötülüğün törpülenmesinin ve iyiliğin yüceltilmesinin uygarlık yoluyla gerçekleşebileceğini anlatıyor bir açıdan. Mina Urgan'ın görüşü de böyle.

Kitabın yazıldığı tarih 1954, o sıralarda Kohlberg muhtemelen kuramı üzerinde çalışıyordu. Kuram 1958'e ait. KPSS illetini çekenler özellikle bilir; Kohlberg'in ahlak gelişimi üzerine güzel bir mevzusu var. Kademeleri falan unuttum şimdi, ceza-itaatten evrensel doğruya kadar sekiz kademe var galiba. Ben sadece bu kitaptaki veletlerin ahlaki davranışlarının açıklaması olabilecek bölümleri alıyorum.

"1. Dönem: Ceza ve İtaat (Yaklaşık 4-5 yaş arası dönem): Bu evrede davranışın sonucunda doğruluk ve yanlışlığına bakılır. Örneğin çocuk eğer ahlaki olarak hata yapmışsa cezalı, doğru olanı yapmışsa cezalı değildir. Birinci evre son derece ilkel özellikler taşır. “Çocuk bütün sorunlara fiziki cezalarla çözüm arar”. Zıddı olan doğru davranış düşüncesi de ödül getirir kanısındadır. Bu evreye ilişkin örnek olarak, trafik polisinin olmadığı bir kavşakta kırmızı ışıkta geçen sürücünün davranışı veya sınavda hocasının görmeyeceğini anlayan öğrencinin kopya çekmesi verilebilir. Bu evredeki birey “Henz hikayesinde Henz’in suçlu olduğunu ve polisin onu yakalayarak hapse atacağını düşünür” (Bacanlı, 2002).

2. Dönem Saf Çıkarcı Eğilim (Yaklaşık 6-9 yaş arası dönem): Gelenek öncesi özellikler taşımakla birlikte ikinci evre birinci evreye oranla daha gelişmiş özellikler gösterir. Bu özellikler çocuğun yeni zihinsel ve rol alma yeteneklerinden kaynaklanır. Bu evrede göze göz dişe diş anlayışı hakimdir. Kurallara, ihtiyacı karşıladığı sürece uyulur. Bu dönemdeki birey için her şey karşılıklıdır. Bu dönemde “doğru” olan şey, diğer insanların ihtiyaçlarını da dikkate alan, somut ve karşılıklı adil alışveriştir. Bu evredeki kişi ne kadar verirsem o kadar almalıyım anlayışına sahiptir. “Bu evredeki birey Henz hikayesinde Henz’in suçsuz olduğunu, çünkü hırsızlığı karısı için yaptığını ve bir kocanın karısı için bunu yapması gerektiğini düşünür (Bacanlı, 2002).

3. Dönem: Kişiler Arası Uyum (Yaklaşık olarak 10-15 yaş arası dönem): Bu evrede kişiler arası uyum ya da iyi davranış; başkalarını hoşnut kılan, onlara yardım eden ve onlar tarafından beğenilen davranıştır. Kibar olarak takdir edilmek önem kazanmıştır. Bu evrede iyi vatandaş vergi öder; iyi çocuk anne ve babanın koyduğu kurallara uyar ve ona göre hareket eder. Bu evredeki birey “Henz hikayesinde Henz’in suçlu olduğunu, çünkü toplumdaki insanların onu ayıplayacağını düşünür (Bacanlı, 2002)."

Metindeki gençler 6-14 yaş aralığında. Bireysel farklılıkları ele alırsak, Domuzcuk haricinde bu üç aşamanın dışında olan bir çocuk yok sanıyorum. Buna göre ortaya çıkacak psikopatlıkları varın siz düşünün ki bunlar da aklı başında olan çocukların geçeceği aşamalar. Bunlarda psikopatlık potansiyeli barınıyorken bir de psikolojik sorunları olan çocukları düşünün. Tam bir karnaval olur.

Ralph sahilde dolanırken Domuzcuk'la karşılaşır. Domuzcuk şişko bir çocuk, astımı var. Diğer çocuklar tarafından aşağılanmak için bütün özelliklere sahip. Bunun yanında diğerlerinde olmayan bir özelliği de akıllı bir velet olması. Piaget'nin Bilişsel Gelişim Kuramı var, buna girersem mevzu bambaşka bir hal alacağı için Domuzcuk'un analitik düşünebilme yetisinin olduğunu söyleyerek geçiyorum. Yani bu komünde mantığın temeli Domuzcuk. Tabii çocuklar üstünde mantık ne kadar etkiliyse. Neyse, bu ikisi karşılaşıyorlar, konuşuyorlar falan. Ralph bir denizkabuğuna üfleyerek çıkarttığı sesle civardaki diğer çocukları topluyor ve herkese söz hakkı verilen demokratik bir ortam yaratıyor. Şef seçiliyor, çocuklar denizkabuklu oğlanı liderleri olarak görüyor. Liderlik Ralph'te var ve adaya düşmelerine neden olan uçak kazasından sonra kurtarılana kadar nasıl yaşayacaklarını Domuzcuk'un da yardımıyla Ralph belirleyebilir. Jack ortaya çıkana kadar durum bu.

Sesi işiten Jack, kilise korosu gibi bir şeyin şefi. Korodaki çocuklarla birlikte geliyor ve başlarda Ralph'in yönetimine boyun eğiyor. İçinde hükmetme arzusu var, Ralph gibi bunu sonradan edinmiş değil. Gücü hissettiği gibi baskıcı, zalim bir diktatöre dönüşebiliyor. Metin boyunca bu ikisinin mücadelesini izliyoruz. Biri eşitliğe, diğeri diktatörlüğe yöneliyor. Jack tipik bir diktatör; Domuzcuk'u aşağılaması aydınların hor görülmesi gibi bir şey mesela, bir de 6 yaşındaki çocukları önemsememesi var. Onlar şamatacı, gereksiz tipler.

Olaylar ilerledikçe çocuklar küçük bir sosyal ortamda, büyüklerin olmadığı bir dünyada gerçek kimliklerine kavuşuyorlar. Jack, yemek için bir domuzu öldürecekken bıçağı indiremiyor, sonrasında çocukların korkularından ve anlık zevklerinden yararlanarak katliama niyetleniyor. Simon kardeşimiz psikopatlıklar yapmaya başlıyor, grup dağılıyor, güç mücadelesi sonucunda Domuzcuk ve Ralph'in başına bazı işler geliyor derken adaya askeri bir birliğin inmesiyle, çocukların tekrar çocuk olmasıyla bitiriyoruz.

Bu arada nedir, Sineklerin Tanrısı'nın Simon kılığına bürünüp görünmesi diyeceğim, aynı tanrının Ralph ve Domuzcuk'u tehdit etmesi, öldürülen çocuklar, domuz öldürme oyunları, çocuk avı, olaylar. Güç yanlış ellerde çok tehlikeli bir şey, ben bunu anladım. Uygarlık da çok önemli. Mesela gençliğimizi düşünelim; aile bir yere tatile gidince ev bize kalıyordu. Bir hafta, iki hafta, ne kadarsa. Sonra -çok affedersiniz- evi bok götürüyordu. Ben kanepeyi falan yakmıştım kazara, ev çöp eve dönüşmek üzereydi. Yani evet, uygarlık süper bir şey.

Güzel gayet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan alırsanız ucuza da gelir.

Bu da günü daha rezil kılan güzel şarkılardan biri: