Yakup Kadri Karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yakup Kadri Karaosmanoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Hep O Şarkı

Yakup Kadri'nin en başarılı romanı bence bu. Çünkü dramatize edilmiş sahneler yok, acı içinde yüzen karakterler yok, bir de "kaka" Beyoğlu yok. Kitabın adından çıkartılabileceği gibi bunun bir aşk romanı olduğu düşünülebilir, lakin ki öyle değildir. Münire'nin anılarını kaleme almasıyla başlayan kitapta büyük bir aşk, bir savaş, yalılar, mehtap ve dolayısıyla Boğaziçi, ucundan Bektaşi ortamlar, padişahla birebir sevişme vs. var. Münire'nin hayatında yer alan dönemin toplumsal olaylarına bir kadının gözünden bakış.

Yazının sonunda bir link vereceğim, orada edebiyatta cinsiyet-kimlik değişimlerinin önemi ve bunun Yakup Kadri'ye tezahürü anlatılıyor. Yine de "özet geç pil" diyenler için çok kısa geçeyim; Yakup Kadri'nin romanlarında kadına baktığımız zaman, mesela Kiralık Konak'a veya Sodom ve Gomore'ye bakalım, devrin olaylarına yaklaşım açısından dışarılaştırılmış, bir figür halinde tutulmuş, roller biçilmiş kadını görürüz. Seniha zevk peşinde koşan bir kız, savaş umrunda değil. Tiksiniyor hatta. Leyla yine ne yaptığını bilmeyen bir şaşkaloz. Emine vardı, o zaten köyü basılınca aklı başına gelen biri. Yani milli meseleler hakkında kadınları pek sallamayan Yakup Kadri'nin bu romanı pek ilginç.

Roman anlatım tekniği açısından da ilginç. Münire, yaşlı bir kadın. Anılarını yazmaya karar veriyor. Romanda karar kılmış, fakat anladığımız kadarıyla ilk denemeleri başarılı olamamış. Çok okumuş, hiç yazmamış bir kadın. Dolayısıyla ilk denemeler sıkıntılı ve ortaya çıkan son şeklin ilk cümlesi şu: "Meğer roman yazmak ne güç bir işmiş!" Daha sonra kendisinin Ahmet Midhat'ın romanları gibi bir roman ortaya koymak istemediğini görüyoruz. İlk cümlen ofsayt Münire. Gülmeks bir yana; Yakup Kadri'nin bir kadını pek de deneyimi olmadığı bir alanda bu şekilde yansıtması bence başarılı. Romanın bitişi de ayrı bir problemli, bilinçli bir tercih. Süper. Roman içinde roman. Ahmet Midhat'tan Pınar Kür'e, Michel Butor'ya kadar örneğine rastlayabiliriz.

Münire. Paşa kızıdır, çok güzel ortamlarda büyür, dadısıyla yan yana yataklarda uyurlar. Dadı mühim. Baltalimanı'nda bir yalıda kalıyorlar, yan tarafta bir yalı daha var: Hakkı Paşa'nın yalısı. Paşanın oğlu Cemil Bey, Münire'nin kalbini çalar. Yakışıklı, on numara delikanlıdır Cemil Bey. Beraber oyunlar oynarlar. Babaları dosttur, bahçelerini daima açık duran bir kapı ayırır. İki yalı birdir aslında. Münire o zamanlar 14-15, Cemil Bey 17 yaşındadır. Gençlik aşkı Boğaz'la birleşince izleyiverin yangını.

Lakin Münire'nin babası, kızını Cemil Bey'e vermez, Cemil'in yere bakan yürek yakan olduğunu düşünür. Cemil o kadar yüce gönüllüdür ki sanki hiçbir şey olmamış gibi saygıda kusur etmez. Münire de etmez, yine de Nafi Molla Bey'in oğlu Rüknettin Molla Bey'le evlendirilir. Rüknettin Molla Bey tam bir öküz çıkar, Münire'ye zorla sahip olur. Yani kızın zaten gönlü yok, bir de gencin öküzlüğü tüy dikiyor.

Cemil Bey hakkında bu ara dedikodular çıkıyor işte kızlar falan. Münire de Cemil Bey'in kendisine aşık olduğunu, elbet bir gün haber göndereceğini düşünüyor. Üç sene sonra mı, dört sene sonra mı ne, haber geliyor. Zeyrekli Fatma Hanım isimli bohçacı kadın, o zamanların Songül Karlı'sı, bu ikisinin arasını yapmaya çalışıyor. Mektuplaşmaya başlıyorlar, sonra buluşuyorlar. Gizlice işi götürürken bu Rüknettin ayısı evin bir hizmetçisini hamile bırakıyor, Münire evine dönüyor. Ailenin bir haberi yok bu ilişkiden ama her şey yolunda gidiyor. Yine de rahat olmadıkları için halası Şahende Hanım'ın (sanırım Şahende'ydi) yalısına gidiyor Münire, halasının her şeyden haberi var ve gençlerin rahat etmesi için elinden geleni yapıyor. Kayık sefaları, koklaşmalar derken bir gün ortadan kayboluyor Cemil Bey, ertesi gün bir mektup geliyor. Meğer kendisini isteyen bir sultanı istememiş, padişah da bunu babasıyla birlikte sürüvermiş Sivas'a. Münire tabii kafayı yiyor, yıllar geçiyor, Cemil'in evlendiğini duyuyor.

Bu geçen yıllarda anne, baba, dadı ölüyor, halanın kızı Hasibe ölüyor. Halayla Münire beraber yaşıyorlar, bu arada Bektaşi muhabbeti derken Cemil Bey dönmüş. Tabii ne o eskiden söylediği şarkıdaki tutku var, ne de aşk duruyor yerinde. Böyle bir son.

Başka romanlara, yazarlara göndermeler mevcut. O kadar Servet-i Fünun gördük, Vecihi'nin adı bir kere olsun geçmemişti. Yarın ilk iş kendisini araştıracağım. Hisli, ağlamalı romanlar yazmış. Ondan sonra La Dame aux Camélias var mesela. Münire'nin çok okuduğunu söylemiştim.

Romandaki zaman aşağı yukarı 1845-1900 yılları arası.

Boğaziçi Medeniyeti elbette var. Bebek'ten, Kandilli'den, Kalender'den, Büyükdere'den bahis var. Halanın yalısı Kanlıca'da. Cemil Bey Kandilli'den kürek çekerek geliyor. Göksu, Çubuklu, Beykoz mesirelerinde karşılaşmaları da hoş. 121'de adeta Abdülhak Şinasi Hisar'ın kaleminden çıkmış bir bölüm var:

"Bir başka gece de yine buna benzer, fakat bundan daha hoş, daha heyecanlı bir macera geçirmiştik. Amma, doğrusunu söylemek lâzım gelirse, o sefer kabahat büsbütün bizde idi. Çünki, Hidiv İsmail Paşanın bir muazzam saz âlemi tertib ettirdiğini ve İstanbul'un en kibar aileleriyle Mısırlı Prens ve Prenseslerin buna davetli olduğunu bildiğimiz halde, (gerek bizimkiler, gerek Hakkı Paşalar da bu davetliler meyanında idi) şeytana uyup Paşabahçesi'ne kadar uzanmıştık."

"Canım; böyle de roman mı olur? Böyle de hissî roman mı yazılır? Buraya kadar size hep acı acı dert yanıyordum. Şimdi ise başladım birtakım gülünç şeyler anlatmağa. Bir roman ya hazindir, ya komik. İki tarzı birbirine karıştırmak Vecihi ile Ahmet Midhat Efendiden bir türlü yapmağa benziyor. Bu mümkün mü? Bu münasip mi?"

Bu paragraftan sonra her ikisinden de biraz taşıdığını söylüyor Münire. Aslında dönemin edebi anlayışını da yansıtıyor. Servet-i Fünun romanıyla Tanzimat romanını çorba etmek olur muymuş? Valla hayat bazen acıdır, bazen değildir. Helal Münire.

Mesela gülmeçli bölüm: Rüknettin Molla Bey, Münire'nin okuduğu kitapları okumaya çalışıyor. Üstte kitapta yazan, altta Molla'nın okuyuşu:

"Madmazel Margarit ebeveyni tarafından Sent-Antuvan manastırına kapatıldığı yevmi meş'umdan beri kendisine yine âşıkının hayalinden başka yârivefakâr bulamıyordu."

"Madem - vazel Mari - garet ebi - ve yenni tarafından sünnet antev - an minna - seteresine kapatıldığı yum - meş - eveminden beru kendisine yine aşıkının hiyalinden başka ya - ve - fekkâri bulamıyordu."

Osmanlıcada "gül" yazarsınız, "gül" okunur, "göl" okunur, "kevl" okunur, "kül" okunur. Metinden çıkarılacak, başka çaresi yok. "Vav" dediğimiz harf hem "v" olarak kullanılır, hem de, "o, ö, u, ü" olarak. Dolayısıyla burada Molla'nın kelimeleri kendine göre yorumlayışı, sonra bir şey anlamayıp, "Saçma saçma şeyler okuyon ya," diye sızlanması süper. Küçük bir örnek: manastırına - seteresine.

83'te aynalara bir sızlanma var, sanırsın Cahit Sıtkı Tarancı buradaki bir iki cümleden iki dize çıkarmış, o derece benzer.

Toplumsal olaylara bakarsak Yakup Kadri'de sıklıkla rastlayacağımız iki konu var: konak ve savaş. "Moskof muharebesi" yüzünden Münire'nin ailesi fakirleşir, zor duruma düşer. Savaş, Münire için, "soğuk ve açlık" demektir. Yakacak bir çuval kömür bulamadıkları günler olur. Bir kadının gözünden savaş böyledir. Yakup Kadri'nin bu açıdan milli duygularla Münire'yi işlememesi başarılı değil mi?

İkincisi, konak. Konak hayatının bütünleştirici, bir arada tutucu etkisi Tanzimat'tan gelen bir şey. Çok malzeme çıkartıyor belli ki. Reşat Nuri'nin Kızılcık Dalları romanında üç neslin bir arada yaşaması ve evlatlık Gülsüm'ün hayatı üzerinden olaya yaklaşırız, Sergüzeşt'te kölelik vardır, başka romanlarda neler neler vardır. Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü, kısmen Mai ve Siyah, Eylül, Perili Köşk... Her bir dönemin konağı işleyişi farklı. Kiralık Konak'la artık konaklara el sallar, apartmanların dünyasına geçeriz. Cevdet Bey ve Oğulları için son büyük konak romanı diyebilir miyiz? Ne bileyim. Neyse, konak hayatı işte. Kısaca konakların hüküm sürdüğü İstanbul.

Evet, roman böyle. Bence okunmalı. Hı hı.

Reklamımı yapayım; uğruna gecemi gündüzümü verdiğim grubumla The Wall Rock Bar'da Pink Floyd, The Doors, Rainbow, Deep Purple ve çeşitli oynak şeyler çalacağız cumartesileri. Taksim'de. Buyurun. İyi günler.

http://www.nadirkitap.com/istanbul-geceleri-samiha-ayverdi-kitap1318999.html

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Sodom ve Gomore

Sodom ve Gomore, insanları tanrıya yamuk yapınca cozutturulan şehirlerdir. Buralarda yaşayanların zevk ve sefa alemlerine dalmaları, eşcinselliğin çok büyük günah olması gibi olaylar yüzünden bir şehrin halkı kuşa dönüştürülmüş, diğer şehrin halkıysa 7/24 Seda Sayan izlemek zorunda bırakılmıştır. Sonuçta ölüyor hepsi. İnsanlarıyla o zamanlar pazarlık yapabilen tanrı da bu olayı, "Bana yamuk yaptılar ve onları hacamat edeceğim," diyerek gayet güzel bir şekilde özetler.

Yakup Kadri'nin yaptığı da bu iki şehri 1920-1923 arası İstanbul'unda canlandırmak. Kitabın 1927-1928 arasında yazılmış olması da önemli; ayrıntıların canlılığını bu pek geçmemiş zamanın izlenimleri sağlıyor.

Evet, mütareke yılları. İngilizler, Fransızlar, Ruslar memlekete doluşmuş. İki üç ABD'li de var. Bunlar yabancı arkadaşlar. Türklerde Sami Bey var, kızı Leylâ var, Leylâ'nın nişanlısı Necdet var. Necdet Almanya'da okumuş bir genç. İşgalcilere nefretle yaklaşıyor. Yaklaşmıyor hatta. İşte balolardır, çay partileridir, içkili ortamlardır derken böyle bir eğlence düşkünü meclis ortaya çıkıyor. Bu meclisle, eğlence düşkünü işgalci askerlerle ilgili Sami Bey'den bir alıntı yapıyorum ve geçiyorum:

"Harp bu, harp... Kim bilir biz galip gelip de bir mağlup memleketi işgal etseydik neler yapmazdık..."

Kafaya gel. Evet, devam. Captain Gerald Jackson Read isimli yakışıklı, atletik bir genç askerimiz var. Leylâ bu askere ilgi duyuyor. Necdet de tiksiniyor bu durumdan. Arada kalmış bir insan Necdet. Tiksinmesine rağmen meclislere iştirak ediyor. Çünkü aşık.

Ayrılıyorlar kitabın başlarında, barıştıkları zaman Leylâ Necdet'le evlenmek istiyor. Necdet istemiyor, çünkü evliliğin faciayı körükleyeceğini düşünüyor. İşte her gece başka bir partiye gitmeler, düşman askerleriyle takılmalar, bilmem ne. Kaldıramaz bunu Necdet. Leylâ da vay efendim, sen misin evlenmeyen diyerekten daha beter dalıyor alemlere. Necdet'le denk geliyorlar tiyatro gibi bir yerde. Leylâ böyle çok affedersiniz, çeşitli erkeklerle şuh hareketler. Falan. Sonrasında Necdet buna hayat kadınlığıyla ilgili bir şey söylüyor, Leylâ da, "Sen istedin canciş," diyor. Anlatırken sıkıldım. Bunu tekrar okuma amacım dönemin İstanbul'una Yakup Kadri izin verdiği müddetçe bakabilmekti. Baktım, olay bitti benim için. Hani savaş ortamının içinde aşk hikâyesi de olsun tipinde bir roman. Bu gönül işleri boyutunun bence tek işlevi, ecnebi askerlerin ve bazı Türklerin ne kadar ahlaksız olduğunu falan göstermek. O kadar. Ülke uçuruma sürüklenirken ortalığı boş bulanların cinsel eğlenceleri, bilmem ne.

Kıvrıklara geçiyorum.

Cinsel eğlence dedik, mesela doktor olan bir arkadaşıyla bar gibi bir yere gidiyor Necdet. Orada içki içen işgalci askerler var. "Feslerinizi çıkarın, biz sizi yendiğimiz için her istediğimizi yapacaksınız," diyorlar, sonra orada oynayan bir Kafkas delikanlısına sarıyorlar. Böyle eşcinsel ilişkiler var romanda, lezbiyen ilişkiler var. Tam Sodom ve Gomore ortamı yaratmış Yakup Kadri. Bölüm epigrafları da Ahdi Atik'ten, suyundan da koymuş. Süper.

Major Will diye yaşlı bir asker var, tam seks çılgını. Bir yalı kiralıyor, odalarını zevkine göre döşetiyor. Misafirlere odaları gezdirirken kırbaçlar mı dersiniz, ağız topları mı dersiniz... Ya Yakup Kadri'nin bu tip olayı sıkıntılı. Karakter değil, tip yaratıyor. Karakter diyebileceğimiz tek ecnebi o Captain Jackson Read, çünkü annesiyle ilişkilerinden memleketine, Türklere karşı hissettiklerinden dostlarına kadar her şeyi görebiliyoruz. Diğerlerinde böyle bir şey yok. "Ha ha ha!" diye gülen kötü adamlar gibiler. Niye gülüyorsun mesela. Yok.

Necdet'in kendini saf bir çocuk olarak görmesi bir yana, Ankara'dan gelen doktor arkadaşına Ankara'ya gitmek istediğini söylediğinde arkadaşının, "Ne gerek var?" demesi de Necdet'in pek duygusal ve tırt bir adam olduğunu anlamamızı sağlıyor. Necdet hakkında bir fikrimiz yoktu, hatta Leylâ olayında bu Jackson Read'i düelloya davet ettiğinde böyle gayet delikanlı bir abimiz diye düşünmüştüm. Pıs diye sönüyor sonra.

Yakup Kadri'nin ta kendisini, Necdet'in okuduğu bir kitaptan etkilenip şekillendirdiği düşüncelerinde de buluyoruz bir noktada:

"Bu tamamıyla hicivci bir duygulanma değildir. Hicivci gülen, kızan veyahut hatalarımızı, kusurlarımızı acı bir dille yüzümüze vuran adam demektir. Lakin ben, bu manzara karşısında sadece iğreniyorum ve bir leş önünde burnumu tıkayıp gözlerimi kapayarak kendimden geçmek istiyorum ve bu toplulukta hâkim olan tesir de asıl budur."

Yazar bölmemiş ama romanın iki farklı bölümden oluştuğu söylenebilir. Birincisi; bu bahsettiğim leş İstanbul. İkincisinde Türk ordusunun İzmir'e doğru ilerlemeye başlamasıyla ortadan kaybolan veya Türk dostu kesilen insanların hayatları var. Jackson Read memleketine dönmek ister, Necdet Leylâ belasından kurtulur. Bir iki feci sahne var işgal askerleriyle bizimkiler arasında, çok fena.

Böyle. Güzel tabii, klasik.