Zeyyat Selimoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zeyyat Selimoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2018 Pazar

Zeyyat Selimoğlu - Denizlerin, İstanbul

Her öykünün sonunda koronun sesi duyulur, toplumun ve anlatıcının sesi. Öyküler trajiktir, anlamları koronun söyledikleriyle genişler. Geçmişle günün postmodern kesişimlerinde eski çağların yüksek sesli çığırtkanlığı, Yunus Emre'nin sözlerini taşır bir kez, diğerleri orijinal dörtlemelerdir. İyidir bu, öyküleri biçimle bağlar. Selimoğlu'nun doksanlarda yazdığı son öykülerinde güncel zamanın meseleleriyle uzak geçmişin büyük hadiseleri iç içe geçmiştir, Roma cayır cayır yanarken Hakan Peker'in bir şarkısı araya sıkışıverir, işin mizah boyutu sağlamdır ve yeterincedir, olmamışlığı yoktur.

Sisin Ardında: Londra'ya Dover'dan gelen beş kişi, dördü evli. Beşinci kişi anlatıcı. Şehri gezmek istiyor ve diğerlerinden ayrılıyor, siste kaybolmamasını söylüyorlar ardından. Anlatıcı taksiye atlıyor, kenar mahallelere, ıssız ve sisli yerlere gitmek istediğini söylüyor. Taksinin İngiliz soylularına benzetildiğini, şoförün de taksisine çok benzediğini buraya sıkıştırayım. Ne kadar da soylu bir İngiltere. Neyse, şoför ıssız bir mahalleye çeker ve müşterisine dikkatli olması gerektiğini söyler, akşam olmaktadır. Kızıl havalar seyredilmektedir. Araba homurdanarak uzaklaşır, Whitechapel nam bir yerdedir anlatıcı, bu ismi bir yerden hatırlar ama nereden hatırladığını hatırlayamaz. Bu hatırlayamama huzursuzluğu öykü boyunca sürer, tekrarlanır. Sisler aralanır, kapanır, gri perdenin ardında görülen ışıkların tekinsizliği, kapılardan çıkıp kaybolan insanların korku figürlerine dönüşmesi, hayat kadınlarının teklifleri adamın kafasında nihayet bir ışık çaktırır. Whitechapel, Jack's Pub, Jack, karın, deşmek, Karındeşen Jack, Whitechapel'ın efsanevi katili! Karnına bir sancı saplanır anlatıcının, iki büklüm olur, rolüne kavuşur. Koro: Sis, dünyayı tiyatroya çevirir ve herkes rolüne bürünür. Sisin içinde kimlikler içi boş olarak durur, bekler, içinden geçeni bürütüverir.

"Geçmiş Zamanın Peşinde": Diyalog, on sekizine yaklaşan bir kız ve genç adam. Kızın boyanmaması gerekir, adam için doğal güzellik büyüleyicidir ve bu durum haliyle ispatlanmıştır. Adamın ağzından çıkan her bir sözcüğü içmek ister kız, adamdan daha çok konuşmasını ister. Konuşurlar. Kız, adamdan abisi kalmasını ister ama gönlünü bir kere kaptırmıştır, koyu Katolik mantığı kızı zincirlemiştir, kız ne kadar açılsa da kilitleri kıramaz.

Yazılmamış bir mektuba geçilir. Kız, İtalyan bir mühendisle mantık evliliği yapmıştır ve hayatının nasıl darmadağın olduğunu mektupta anlatmaktadır. Aslında anlatmamaktadır, mektubu hiçbir zaman yazmamıştır. Koro: İnsan okunursa bir kez okunur, okunamazsa hep okunur. Kız şişmanlamıştır, çok sevdiği bisikletine binemez hale gelmiştir. Adamın boyama dediği dudaklarını boyar, öykü biter.

Bir Çöplüğe Bakar Öyküdür: Babayla oğul çöplüğün yakınlarından geçerler. Anne yok, bu yüzden çocuğa hayır diyemeyen bir baba var elde, yemyeşil bir yol var ve babayla oğlun, bir de yeşilliğin güzelliğini ortadan kaldıran bir çöplük. Oğul, çöplüğü görmek ister ve babasını leş kokulu alana sürükler. Çöplükteki kokular uzun uzun anlatılır, burnun direği edebi olarak kırılır. Burada duruyorum, bunu yaşamanız lazım. Ben Kıbrıs'ta yaşadım, askerlik yaparken. Hizmet bölüğü olarak kışlanın çöp işlerini yapıyorduk, inanılmaz bir israfın teminatı olan ordunun çöplüğü langır lungur gidilen bir yolun sonundaki dev çukurdu. Bir gün içinde tüketilmemiş peynirlerin bulunduğu tenekeleri Unimog'un arkasına tepeleme yığdık. Tenekelerin içindeki yaşam formlarından ve dünyanın en kötü kokusundan bahsetmeyeyim, şundan bahsedeyim: Çukurlara gire çıka giderken kasada etrafı dikizleyen saftirik askerler olarak bir dünya tenekenin altında kaldık. Kamuflajların batması bir yana, o pisliğin içinde haşarat bizi nasıl yiyip bitirmedi, hâlâ merak ederim. Bu kadar leşlik yeter, devam. Kedi var, çocuk babasından kediyi kurtarmasını ister. Baba kediyi kurtarmaya çalışırken çöp dağından aşağı düşer, çocuk koşarak yardım çağırmaya gider. Anlatıcının sesini duyarız, öykünün böyle bitmemesi gerektiğini söyler. Olayları anlatmaz ama kediyle babanın kurtulacağını müjdeler. Son.

Bir Düşsel İmpala Rüzgârı: Julia Roberts var bu öyküde. Anlatıcı için bir impaladır o. Özgür ruh, çekici kız. Okul arkadaşı ikisi, okulda Roberts'a asılmayan tek kişi anlatıcıdır, bu yüzden iyi arkadaş olurlar. Roberts okulu bırakır, oyuncu olmaya çalışırken yıllar geçer ve tekrar karşılaşırlar, Roberts hayat kadını olmuştur. Bir sonraki karşılaşmaları, Roberts'ın dayakçı kocasını öldürmesinden sonradır. Anlatıcı avukat olmuştur, Roberts'a yardımcı olmak ister. Hikâyesini dinlediğinde bundan iyi bir film çıkacağını söyler. Sleeping with the Enemy'ye bağlanır olay, kurmacayla gerçeğin iç içe geçmiş bir halidir bu öykü.

Sonraki üç öyküde alternatif, komik tarihler yazılır. Nero'nun Roma'yı yakmadan önce "tez elden" hekim çağırtması ve iyilerinden seçtirmesi, Preveze öncesi İtalya'ya yapılan akınlar ve tarihçilerin ciddi metinleriyle öykünün mizahının komik birleşimi iyidir, hoş bir kurmaca biçimidir.

Denizlerin, İstanbul! adlı öykü aralarında en uzunudur. Kilyos'ta toplama kamplarının acısını hatırlayan Yahudi'den başlayarak bütün kıyılar ve bütün denizler incelenir, Jaws ve "meduzalar" anılır, sulardaki koli basilleri canavarlara dönüşür, adaların denizleri diğer kıyıların denizlerinden ayrılır, aynı deniz anıların dönüştürücülüğünde değişir. Diğer öyküler içinde en iyisi budur sanırım.

Selimoğlu iyi öykücüdür, es geçilmemeli.

27 Haziran 2017 Salı

Zeyyat Selimoğlu - Eski Defter'den Yeni Defter'e

Selimoğlu'na bir mektup gelir, Hamburg Merkez Kitaplığında "Çağdaş Alman Edebiyatının Türkçe Çevirileri" konusunda etkinlik düzenlenecektir ve Selimoğlu da Siegfried Lenz'in çevirmeni olarak etkinliğe davet edilmektedir, Lenz ile tanışacak ve kitaptan bölümler okuyacaktır. Önce bir yanlışlık olduğunu düşünür, sonra Hamburg rüyalarına kapılır ve o arada çevirinin üç çeşidinden bahseder: Yayıncının talebiyle yapılan çeviri, yayıncıya götürülen çeviri ve basılıp basılmayacağı umursanmayan, tamamen tutku ürünü ortaya çıkan çeviri. Üçüncü türdür Selimoğlu'nun çevirisi; kitaba duyduğu heyecanı ona Almanya yolunu açar, bir de Eski Defter'den Yeni Defter'e ikinci bir bilet sağlar.

1936-1944 arasında Alman Lisesi'nde okuyan Selimoğlu, öğrencilik yıllarını anlatırken II. Dünya Savaşı'nın Alman Lisesi çerçevesinde bir izdüşümünü sunmakla birlikte öğrencilik hayatının ve entelektüel gelişiminin de izini sürer. Yeni Defter boyutu Almanya yolculuğunu ve edebi birikimi ortaya koyar, ikisi arasındaki geçişler bir şiirin dizeleriyle veya Taksim'in değişen yapısının şahitliğiyle sağlanır ki çok ince iştir; 55 yıllık bir zaman aralığında gidip gelmenin yolu birikimdir, Selimoğlu'nun yıllar boyunca biriktirdiği anılar hiç umulmadık yerlerden ortaya çıkar, çağlayan gibi dökülür. Güzel anılar bunlar, Selimoğlu yazarken pek duygulanmıştır diye düşünüyorum. Öykülerini henüz okumadım ve eksikliğini duyuyorum, bütün kitaplarını da edindim oysa. Bu kitabı başlangıç olsun.

O zamanlar özel okullar deli paralar istemiyor öğrencilerden, Selimoğlu'nun babası çocukları yabancı dil öğrensin diye her birini farklı özel okullara veriyor. Zeyyat'ın istikamet Alman Lisesi. Disiplinli, katı bir okul. Almanya'nın dünyayı ele geçirme planlarının eyleme dökülmeye başladığı zamanlar olduğu için karışık yıllar, zaten okul da Selimoğlu'nun mezun olmasıyla on yıla yakın bir süreliğine kapanıyor, sonra açılıyor falan, bir sürü olay.

O zamanların Taksim'i çok hoş; Sait Faik'i hızlı hızlı yürürken görmek, Markiz ve Lebon'da frigo yemek, çeşit çeşit heyecan. Hepsi eskiye gömülmüş durumda, tramvayın dokuyu bozduğunu söylüyor Selimoğlu. Caddenin şimdiki halini görseydi neler söylerdi acaba? Bir de Tünel kazası var, çok fena. Arkadaşıyla birlikte biniyorlar, sonra halat(?) kopuyor, yokuş aşağı tam gaz. Ölümlü bir kaza, ciddi mevzu. Yaralı olarak kurtuluyorlar ama korkudan ödü kopuyor çocukların. Önlem yerine "artlam" kelimesini kullanıyor Selimoğlu, kazadan sonra halat yenisiyle değiştirildiği için. İronik mizahını çok sevdim.

Eski Defter'e odaklanacağım, diğerini bilmek isteyen kitabı edinebilir.

O zamanlar tören salonunda iki resim var; Atatürk'le Hitler'in resmi. Karşılıklı. Nazi propagandası yasaklanmış ama alttan alta yapılıyor yine, hatta öğrencilerin Ari ırktan olup olmadıklarını anlamak için kafatası ölçen öğretmenler bile var! Goethe ve Schiller haricinde bir yazar okutulmuyor ama Nazi rüzgarına kendini kaptırmayan sağduyulu öğretmenler de var, bir tanesi çekinerek Stefan Zweig'ı okumalarını öneriyor, okulda okutulamıyorsa da dışarıdan edinilebilir.

Çeşit çeşit öğretmen var ve Selimoğlu aklında yer edenleri tatlı bir üslupla anıyor. İğneledikleri kadar takdir ettikleri de var; okulun müdürü son derece eşitlikçi ve mantıklı bir adam, yamuğu yok. Yahudi düşmanı olanları iğneliyor Selimoğlu, hatta yetiştiriliş tarzlarını da kurgulayarak içine düştükleri kara çukuru betimliyor. Onlar yüzünden okuldan ayrılan Yahudi arkadaşlarını özlediğini söylüyor. Bir süre sonra, savaşın kaybedilmesine yakın bir zamanda Alman gençlerin ve öğretmenlerin çoğu orduya katılmak üzere Almanya'ya gidiyor, içlerinde sevilenler de var. Kimilerinin ölüm haberi geliyor, kiminden bir daha haber alınamıyor. Sadece acı sonlar yok, aralarından New York'ta ünlü olan klasik müzik piyanistleri de çıkıyor.

Bir dönemi aydınlatıyor Selimoğlu; filmlerden veya kitaplardan o dönemin savaşa karşı toplumsal duruşu hakkında bilgi edinilebilir ama başka bir ülkedeki Alman mikrokozmosunda yaşananlar çok ilgi çekici. Çok naif bir anlatıcı aynı zamanda, şeker gibi anlatıyor yaşadıklarını. Baskısı kalmamış olabilir, sahaflarda bulursanız kaçırmayın.


Şunu da koymasam olmaz şimdi: