24 Aralık 2013 Salı

Feride Çiçekoğlu - Uçurtmayı Vurmasınlar

Goriot Baba'yı lisedeyken okumuştum, sonuyla ağlatmıştı. 10 yıl sonra Uçurtmayı Vurmasınlar'da yine aynı şey oldu.

Barış'ın İnci'ye mektuplarından oluşuyor. İnci hapisten çıktıktan sonra Barış bir sürü mektup yazıyor, çoğu adresine ulaşamayan mektuplar. Sansür çok sıkı, uçan kuşu bırakmayacak neredeyse. Uçurtmayı bırakmıyor mesela. Çoğu yasak sadece mektupla sınırlı değil. 80 dönemi.

Barış, Piaget'nin Bilişsel Gelişim Dönemleri'ne göre İşlem Öncesi Dönem'de. 4-5 yaşlarında. Bu dönemin çocukları sıklıkla soru sorar, mantık gelişmediği için sihirli nedenler oluşturur. Çocuğun hayal gücünün hayatı anlamlandırma çabasında en etkin olduğu dönemdir. Romanın etkileyiciliği de Barış'ın düşünme şekliyle hapishaneyi, acıları ve mutluluklarıyla insanları, küçücük bir dünyayı algılama çabası yoluyla ortaya çıkıyor. "Miki'nin işemesi" çok küçük bir örnek. Bir de şu var:

"'Nişanlın neden kafeste?' diye sordum. Halkını sevdiği içinmiş.
'Sen niye buradasın?' diye sordum Nevin'e.
O da halkını sevdiği için buradaymış. Ben büyüyünce halkımı hiç sevmeyeceğim. Halkını sevenler hep kafese giriyor." (s. 23)

Böyle örnekler bir dünya. Hapishane yöneticilerinin acımasızlığı, koğuşlardaki çekişmeler, dışarısı, içerisi, Barış'a ablalık yapanlar, herkes, her şey Barış'ın gözünden kara mizaha bürünerek yansıyor okura. Küçük bir çocuğun gözünden bakıldığında yapılan bütün kötülüklerin ne kadar anlamsız olduğu görülüyor.

Filmini de izlerim ben bunun. Okunmalıdır.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Mustafa Kutlu - Kapıları Açmak

Kutlu'nun mevzulu kasabalarından İstanbul'a uzanan bir uzun hikâye yine.

Kasaba Ege'de zannediyorum. Bir başına bırakılmış. Seçimden seçime hatırlayan politikacılar dışında ziyaretçisi yok, bir vakte kadar. Yatırımcılar bölgeyi keşfedince tarlalar bir bir satılıyor, oteller bir bir belirmeye başlıyor. Şehirlinin parasına akıl erdiremiyor kasabalılar, bunca parayı nasıl kazanmışlar, nasıl gözleri kapalı alıveriyorlar ne varsa? Kasaba bir tatil beldesine nasıl dönüşüveriyor, kasabalıların tepkisi ne oluyor, Kutlu'yu sevmek için bu bölümü okumak yeterli.

Zehra'nın büyük şehri, barlarda geçen yılları bırakıp kasabaya dönmeye karar vermesiyle başlıyor olay. Gül var, Zehra'nın arkadaşı. Dönmemesini söylüyor, idare ediyorlar bir şekilde. Zehra dayanamıyor artık, ne olursa olsun dönecek, yüzleşecek. Sıkıntı büyük, ne olduğunu bilmiyoruz, meraklanıyoruz. Namus belası gerçi, o belli. Kemal'i tanıyoruz; müsrif evlat, keyif erbabı. Ahmet, Zehra'nın ağabeyi. Cihan, içine kapanık bir genç. Zehra'yla evlenecekti, olmadı. Sonra kasabanın dönüşümü, sonra Ahmet'in kardeşi Zehra'yı Kemal'e peşkeş çekmesi. Sözde ortak olacaklar, Kemal parayı basacak da Ahmet için otel yapacak. Kızı kaçırmadan bir gün öncesinde Cihan'la konuşuyor Zehra, yazık olacağını söylüyor. Seviyorlar birbirlerini ama Cihan içine kapanık, sinik biri. O sıralarda elde avuçta bir şey de yok. Sonuçta Kemal Zehra'yı İstanbul'a kaçırıyor, orada kadınlara, kumara takılıyor falan. Bir hesaplaşma olayı yüzünden yurt dışına kaçıyor, Zehra Gül'le kalıyor bir süre. Süs bebeği yapmayı öğreniyor, memlekete dönüp Ahmet'ten sopa yiyince bu bebeklerden yapıp satarak kendine bakıyor. Ahmet suçunun farkında ama kabullenemiyor bir türlü hatasını. Sonra Kemal kasabaya dönüyor derken curcuna. Acılı tatlılı Kutlu hikâyesi işte, mis.

Ben Kutlu'nun anlatımını çok seviyorum, hikâyelerin doğallığı bu yalın anlatımdan geliyor. Alengirli olaylar yok, alengirli bir anlatım yok. Yaşam aslında nasılsa öyle. Basit. Kasabayı anlatırken ayrıntıya girdiğinde bir Ahmet Midhat olmadığını, bu yüzden anlattığı şeyi daha fazla anlatmayacağını söyleyen bir anlatıcı/yazar var, iç içe geçmiş bu ikisi.

Kasabanın tarihini anlatırken araya incileri sıkıştırıveriyor Kutlu: "Cumhuriyet tarihimizin en şanlı mücadelesi verem ile sıtmaya karşı verilmiştir." (s. 26) Nazım Hikmet geldi aklıma.

"Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
Vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,"

Gider böyle. Bir adet de kaypak politikacı var romanda, eğlenerek okuyacaksınız onun olduğu bölümleri.

Anadolu'nun trajedisi de sıcak oluyor, çekiveriyor insanı. Hele Kutlu anlatmışsa. Belki yazarın en sevdiğim metinlerinden değil ama sırf o hikâyeci dedeyi dinlemek için bile okunur, kendi sesi var bu metinlerin.

8 Aralık 2013 Pazar

H. P. Lovecraft - Deliliğin Dağlarında

Zamanında sözlüğe yazdığım bir şey:

"bizim tayfa gelmemiş, kafede max payne oynuyorum. gelecekler, klan maçına hazırlanacağız. neyse, max payne.
o zamanlar nebula uo shard'ın sitesinde ctulhu diye bir mod var, onda görüyorum. bu ne lan diyorum, rastgele tuşlara bassam daha güzel bir nick çıkar. neyse, max payne'de görüyorum ki cthulhu diye bir şey var. bir de eser abi var kafede çalışan. gençten bir abi. cd'ye şarkı çektiririm, bir paket sigara parası veririm. bilgisayar donar, eser abi'yi çağırırım. iyi bir abimizdi. neyse, eser abi arkamdan geçiyor.

+ abi bunlar ne böyle yav, bir sürü acayip acayip isimler? kutulu ne yav?
- kitaplarda var oğlum onlar.

metallica'dan biraz biliyorum, bir de kazaa'dan cradle of filth şarkısı indirmiştim cthulhu dawn diye. kapamıştım hemen. o kadar yani.
bende kendince de bir ışık görmüştü galiba eser abi, arada müzik gibi şeyler konuşurduk, bana bir dünya grup önerirdi falan. 10-11 sene öncesinden bahsediyorum, internet kafeler çok güzel yerlerdi o zamanlar. bence. yaşım 13.

- ben sana bir kitap getireyim, oku onu.

tağam mağam bir şeyler diyorum, bizimkiler geliyor. oynuyoruz. ertesi gün geliyor, ben olayı unutmuşum çoktan. eser abi harbiden de getiriyor kitabı, cthulhu'nun çağrısı diye bir şey. allah allah diyorum, kapakta uçan bir yaratık var, elinde yaba. teşekkür ediyorum, eve gidip üniformamı çıkarıyorum, yemeğimi yiyorum, ertesi gün yine göte girecek ingilizce çalışma kağıtlarını bir kenara koyuyorum ve kitabı açıyorum.

ve inanır mısınız, 10 seneyi aşkındır kapatamıyorum. şimdi eser abi ne oldu, ne yaptı, askere gidip geldi mi, gözlükçü olan babasının yanında işe girdi mi, hiç bilmiyorum. en son 7-8 yıl önce gördüm. küçükyalı'nın auseil sokağı gibi davrandığı zamanlar oluyor, bir sokağı başka bir zaman yerinde bulamıyorum. her şey çok çabuk değişiyor. lise bitiyor, üniversite bitiyor, akademik kariyer derdi, kpss derdi, iş derdi birbirini kovalıyor. lakin o kitap, sonra cthulhu mitosu öyküleri, sonra dost'tan çıkan lovecraft'ın bütün eserleri bir türlü kapanmıyor. öykülerimi yazarken tıkandığımda, gelecek kaygısının kıskacında, hayatın ucuzluklarıyla, basitlikleriyle karşılaştığımda gözüm gibi baktığım kitaplardan birini çekiyorum, açıp birkaç sayfa veya bir iki öykü okuyup kitabı yerine koyuyorum. ardından kendi yarattığı evren sayesinde bu sonsuz evrenin aslında pek de bir boka yaramayan -ki yaraması da gerekmez ama hiçbir şeyin boşa olmadığını düşünmek istiyor insan- sayısız galaksilerinden birinin alakasız bir noktasında kendi halinde salınan bir gezegendeki minicik, değersiz, toz kadar bir hayatı böylesine etkileyebilen, onca kokuşmuşluğu, tiksintiyi böylesine unutturabilen bir yazara zamanının çok ötesinden minnet duyuyorum.

boyu kilometrelerle ifade edilen bir tanrıyı çük kadar bir gemiye parçalatmış, olsun. bir numaradır lovecraft."

Tabii zaman geçiyor, okumalar ayrı seyirler izlemeye başlıyor, zevkler değişir gibi olmuyor da çeşitleniyor. Büyüyoruz falan. Nesnelerle olduğu kadar sanatla etkileşimimiz de artık takip edemeyeceğimiz bir boyuta ulaşıyor. Uzadı, kesiyorum. Ara ara rastgele bir hikâye okuyordum, şimdi külliyata tekrar başladım. Ayrı bir keyif alıyorum, bir yandan da 10 senedir gözüme batmayan şeyler çıkıyor ortaya. Sonuçta mutluyum; evimde tek başıma geçirdiğim onca saatte eski bir dost yanımdaymış gibi hissediyorum.

Lovecraft'ın Cthulhu Mitosu hikâyelerinden biri, en uzunlarından. Eskiler'in dünyaya gelişleri, Mi-Go'lar, Cthulhu'nun müritleri falan derken ortalık curcuna. Malzeme bol; insanoğlundan önce milyarlık bir boşluk var. Karanlık çağlar. Bir belgesel vardı, adını unuttum, insanlar bir anda ortadan kaybolsa dünya insansız zamanlardaki haline kaç yılda döner konulu. Şimdi tam şu kadar diyemiyorum, salladığım belli olacak ama söyleyeyim, 10000 yıl falan. Yani 10000 yıl sonra bir uzay gemisi dünyaya inse bize dair hiçbir şey göremeyecek, bulamayacak. İnsan kozmik sonsuzluktan korkuyor ister istemez. Düşününce. Çok küçüğüz ya. Neyse, fantazyacılar için bu karanlık çağlar altın madeni. R. E. Howard, Clark Ashton Smith, tayfadan kim varsa... dedim ve gözlüğümü kırdım. Göremiyorum. Burada gözlükçü yok, ilçeye gitmem lazım ama yarın da pazar. Çok naif küfürler ediyorum. Evet, iyi ekmeği yenmiş bu olayın yani.

Bende Dost'tan çıkan üç ciltlik külliyat var, oradan okuyorum, İthaki'den değil. İthaki'nin Bosch resimli kapağı olan versiyonunu lise sonda sıra altında unutmuştum, ertesi gün yerinde yeller esiyordu. Umarım hakkını verecek birine gitmiştir. Neyse, ben Dost'tan okuyorum, Hasan Fehmi Nemli çevirisini pek sevdim. Mesela hikâyenin adıyla ilgili şöyle bir dipnot var: "Bu ad, Lord Dunsany'nin bir öyküsünden (The Dreamers Tales'deki Hashish Man'den) alınmış olabilir. 'Ve sonunda Delilik Dağları denilen fildişi tepelere ulaştık.'" İthaki baskısında böyle dipnotlar yok. Kemik okuyucu için çok önemli bunlar, tercih sebebi olabiliyor. Çevirmenin kalitesini gösterir bu. Bir de Lovecraft'ın Lord Dunsany hayranlığını bilenler için güzel bir nokta. Lord Dunsany'yi Babil Kitaplığı içinde yine Dost bastı ama bir tanecik. Onu da dönüp dönüp okurum. Amazon'dan İngilizcesini falan alacağım artık bütün eserlerinin.

Özet geççiler için hikâye şu: Miskatonic Üniversitesi'nden 20 küsur akademisyen, Antarktika'ya araştırma yapmaya gidiyor. Zamanın birinde tropikal iklimin hüküm sürdüğü topraklara ulaşmak, fosil falan çıkarmak amaç. Bazı taşlar bulunuyor, bunun üzerine içlerinden biri üç beş kişiyle tayfadan ayrılıp başka bir yerde kazıya gidiyor. Acayip varlıklar buluyor, bunları telsizle kampa bildiriyor ve bağlantı kesiliyor. Esas adamımız, yanına birini alıp kampa gidiyor ve görüyor ki köpekler, adamlar falan deşilerek öldürülmüş. Sonra öneden de dikkatlerini çeken sıradağları aşıyorlar, kadim bir şehir keşfediyorlar. Dilleri falan tutuluyor; dünyanın en soğuk yerinde eski bir uygarlık. İniyorlar, şehre giriyorlar, yer altında keşfe çıkıyorlar ve sonra bir şeyle karşılaşıp kaçıyorlar. Bu kadar.

William Dyer anlatıcı. Miskatonic'ten bir profesör. Hikâyeyi oluşturan metni neden kaleme aldığıyla başlıyor olay. Korkunç keşiflerinden sonra Starkweather-Moore adlı, daha donanımlı bir keşif gezisini engellemek amacıyla, gazetelerde yer almamış bölümleriyle hikâyeyi bir kez daha anlatıyor. Amacının bazı araştırmacıları gezinin yapılmaması yönünde ikna etmek olduğunu söylüyor ama elinde pek kanıt da yok açıkçası, fotoğraflara inanmadıklarını söylüyor mesela. Bu da metni inandırıcılıktan uzaklaştırıyor açıkçası, Dyer'ın çabaları bu yönde olsa da. Her şeyi denemeden pes etmek istemiyor açıkçası, bir de olayın psikolojik yıkımından kurtulmayı amaçlamış olabilir. Kimseye tam olarak anlatılmamış bir hikâye var elde, bu hikâye Dünya'nın ve evrenin tarihiyle ilgili ve bunu bilen iki kişi var sadece.

Cthulhu Mitosu, birbirinden bağımsız hikâyelerden oluşsa da haliyle ortak bazı mevzular var. Olaylar, karakterler. Buradaki karakterlere başka hikâyelerde tekrar rastlayacağız. Bazen sadece isimleri geçecek. Tam tersi de geçerli; mesela gezinin düzenlenmesini sağlayan bir sponsor var: Nathaniel Derby Pickman Vakfı. Pickman soyadıyla sıkça karşılaşacağız, eğer külliyatı okursak. Neyse, başlarda uzun bir yolculuk safhası var. İncelikle anlatılmış. Kutba ulaşınca kampın kurulumu, uçakların inşası (aslında parça parça uçaklar) ve Lake'in bulunan fosilleri incelemesi geliyor. Lake'e göre bu fosiller ileri derecede evrimleşmiş, bilinen hiçbir sınıfa girmeyen bir canlıya ait. Takımdan ayrılıp araştırmaya yollanmasına yol açan şey bu fosiller. Bir diğer olay da dağların tepelerindeki düzgün geometrik şekiller. Dyer önce serap olduklarını düşünüyor, yakından baktığında kadim bir dünyaya açılan kapılar olduklarını düşünüyor. Şunu da söyleyeyim, metin bir bilim adamının diliyle yazılmamış. Necronomicon'lar falan havalarda uçuşuyor, isteri krizine ramak kalmış sanki. Psikolojisini, fikirlerini şekillendiren bir ortamın getirisini metne döküyor Dyer; bir bilim insanı olarak elinden gelen her şeyi yapmış ve son bir çaba gösteriyor. İnandırıcılığı yok edici bir şekilde.

Kısa keseceğim; Lake, bilinen yaşamdan çok daha öncesinde de dünyada yaşam formları olduğunu belirliyor. Sonra o yolculuk, Eskiler'in bedenlerini bulması ve Eskiler'in çözülmesiyle birlikte ayvayı yemesi. Dyer ve Danforth'ın kadim şehirdeki yolculukları, kabartmalardan Eskiler, Cthulhu'nun müritleri ve Mi-Go'lar hakkında öğrendikleri, kaçış... Tembel olmasam alayına girerim ama cık.

Lovecraft canımızdır. Okuyalım. Evet.