28 Haziran 2016 Salı

Ursula K. Le Guin - Sürgün Gezegeni

Le Guin'in sosyal meseleler yaratıp insan-insan ve insan-toplum ilişkilerine çomak soktuğu bir başka kitabı. Giriş bölümünde kitap hakkında açıklamalar yapan Le Guin, karakterlerini cinsiyet gibi özelliklerin ön kabul yaratacak etkisinden muaf tutarak oluşturduğunu anlatıyor. Le Guin'in ideolojik eylemlerin hedeflediği değişimlerde insanı diğerlerinden farklılaştıran özelliklerinin önemsiz olduğunu belirtmesi aslında ayrımcılığa karşı güzel bir tutum, bu yüzden Le Guin her ideolojinin yanlış yorumlar yaratabileceğini ve dolayısıyla bu yorumların eleştirilebilir olduğunu belirtiyor. İnsan salt insandır, değişim her insan içindir ve geri kalan her şey ideolojiyi özünden saptırabilir. Sapmasın, iyi olan neyse onun peşinden gitsin. Evet. "Bir ideoloji ancak ve ancak düşünce ve hislerin berraklığını ve dürüstlüğünü yoğunlaştırmak için kullanıldığında değerlidir." (s. 11)

Kitap, Hainish Cycle'ın bölümlerinden biri. Diğer kitapları bilmediğimden toplu bir yorum yapamayacağım, bodoslamadan anlatayım. Sürgünlerin gezegeninde -Gamma Draconis Sistemi'nde Werel nam- Alterralılar ve Tevarlılar yaşıyor, yani gezegenin bilinen tarafında durum bu. Bilinmeyen taraflardan Gaallar güneye göçmeye başladığı zaman Alterralı Jakob Agat, Tevarlı Wold'un yanına gider ve beraber savaşmazlarsa yok olacaklarından bahseder. Temelinde farklılıklara rağmen bir araya gelme hikâyesi ama manası çok derin. Saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar. Şunu vereyim de sağlam başlayalım: "Tanışmalarını, birliktelik kurmalarını sağlayan, onları özgürleştiren şey, aralarındaki o fark, yabancılıktı sanki." (s. 97) Mülksüzler'de aslında o kadar ilerici olmayan gelişmiş bir uygarlıkla muhafazakâr görünüp ilerlemeye yatkın bir uygarlığın ilişkileri anlatılıyordu, burada mevzu iki klan arasında, daha küçük bir dünyada işleniyor.

Alterralılar başka bir sistemden uzun zaman önce gelmiş bir ırk, büyük savaştan önce görev için geldikleri gezegende savaşın patlak vermesiyle zorunlu olarak kalıyorlar ve ırkdaşlarıyla iletişimleri kesiliyor. Savaşın sürüp sürmediğini bilmiyorlar, 23 nesil boyunca yabancı, soğuk bir gezegende yaşamaya çalışıyorlar ve doğanın kendilerini yavaş yavaş reddetmesiyle üreme yetenekleri dumura uğruyor. Bu dumur olayı birçok özellikleri için geçerli, bir de Kültürel Ambargo var, evrensel bir kanun. Yerlilerin teknolojisinden öte bir teknolojiyi kullanmaları yasak. Zihin okuma yetenekleri var ama kullanmaları yasak. Bu yeteneği çağlar önce Rokanan adlı birinden, başka bir gezegende öğrenmişler. Rocannon'un Dünyası'nı okumak şart oldu böylece. Neyse, silah kullanamıyorlar, kolaylıkla üreyemiyorlar, kapalı bir toplum haline geliyor Alterralılar, hatta Seiko adlı Alterralı, Rolery'ye, "Ulan kaç asır oldu, bir tekerlek kullanmayı bile öğrenemediniz kerkenezler!" diye çıkışıyor falan. Sonuçta gezegenin yerlileri olan Tevarlılar, bu arkadaşları dışlıyor ve "yaban" diyorlar onlara. Karaosmanoğlu'nun şu kitabı okuyup yorumlamasını çok isterdim, o kadar çok ortak noktası var ki iki kitabın... Bir dış tehlikenin belirmesiyle birleşmeye çalışan iki yabancı tür, aralarındaki gerilim, bilmem ne.

Rolery, öyle durmasa da romanın kilit karakteri sanıyorum. Wold'un torunlarından biri. Tevarlılarda poligamik bir düzen var, Wold'un birçok kadınından birçok torunu olmuş. Zamanında iki toplum kız alıp vermiş, bir akrabalık da var. Anlatının başında Rolery'nin okyanusu görmek isteyip Alterra topraklarına girmesi, kadının özgür iradesi için en güzel örnektir. Yasakların anlamını yitirmesiyle birlikte özgürlüğünü yaşamak isteyen Rolery, Jakob'ın zihnini okumasıyla birlikte bir diğer yasağı da çiğner. İki tür arasında zihin okuma yasaktır, Jakob Rolery'yi Alterralı sandığını söyleyip yanlışlıkla zihnini okuduğunu belirtir ama önemli olan zamanla birlikte kuralların ve dahi alışkanlıkların değişebilmesidir. Bu ikisi birbirine tutulduktan sonra gizli gizli buluşurlar, koklaşırlar, hatta savaşın başlarında Rolery'nin Jakob'la sevgili olduğunu duyan Tevarlılar, birlikmiş, ittifakmış falan dinlemeden Jakob'ı sille tokat döverler, hacamat ederler. Sağduyulu Tevarlılar, sığır olanlara ne kadar da güzel bir halt yediklerini söyleyip adamları tebrik ederler. İç çatışmalardan ötürü sürgüne yollananlar da olur, haklı olduğu halde usullere uygun davranmayanlar kentten şutlanır. Kokuşmuş kanunların güncellenmesi şart. Kohlberg'in ahlak aşamalarında kanun ve düzene ölümüne biat eden insanlar için ayrı bir kademe mevcut, adamın dediğine göre bu aşamadakiler için kanunlar insanlardan üstündür ve kanun yapıcılar bilmeyecek de biz mi bileceğiz? Argumentum ab auctoritate denen bir nane vardır, otorite söylediyse doğrudur hesabı. Lakin ki öyle değildir, otoriteler de cozutabilir. O zaman çok basit bir şey devreye girer: mantık. Empatiyi de araya sıkıştırın. Mis gibi bir kanun yapıcı oldunuz, tebrikler.

Gaallar şehri bastı, kış geldi ve savaş başladı, kelleler koltukta şehir savunmasına geçildi ve Jakob'ın arkadaşları, şehrin konseyini oluşturan kişiler bir bir ölmeye başladı. Kitap, ana meseleleri üzerinden pek çok hadiseyi inceliyor, zamandan tutun da iktidara kadar. Arka kapakta da mevzuyla alakalı bir alıntı mevcut. Jakob lider değildir, en azından kendini öyle görmez ama etrafındakiler onu öyle görür ve söylediklerini yerine getirirler. Gücün kaynağı birey olsa da yönetmek istemeyen biri için o rol etrafındakiler tarafından biçilmişse yapacak pek de bir şey yok. Doğal bir liderlik bu, insanın en derin meyillerinden biri; birinin ne yapılması gerektiğini söylemesine ihtiyaç duymak. Rahatlatır, sorumluluktan kurtarır. Sadece emirleri uygularsınız, suç işlerseniz bu rezil savunmayla bir şeyleri değiştirebileceğinizi düşünürsünüz ama kafaya şaplak yemeyi çoktan kabul etmişsinizdir. İşin iki farklı boyutu.

Zaman mefhumu var, kendi emperyalist düzenlerinde Tevarlılar için zaman, bir tık gelecekle geçmişi aydınlatan bir lamba gibi. Uzun vadeli plan kurma yetileri yok, geçmişin dehlizlerine dalıp geleceği yorumlayabilme güçleri yok. Zamanı ölçülere ayırma yetenekleri de bu şekilde gelişmiş, uzunca bir süreyi dört mevsime sığdırabilmeleri bu yeteneksizliklerinden kaynaklanıyor. Öbür tarafta da kadınlar Jakob'ı kıskanıyor çünkü seçilen kadın bir insan, Alterralı değil.

Böyle çok çeşitli çatışmaların yer aldığı, kafa açıcı bir kitap. Hoş.

24 Haziran 2016 Cuma

Roelf Bolt - Yalancılar ve Sahtekârlar Ansiklopedisi

İnanmak istemediğimiz sürece yalanın gerçeği çarpıtmak gibi bir özelliği yok. Duymak istemiyorsan sormazsın, işin bir diğer boyutu. Sessiz kalmak ya da inanmamak, yaşamımızı sekiz farklı alternatif gerçekliğe bölmez ama kimsenin doğal bir yalan makinesi olmadığını düşündüğümüzde doğrusal bir zamanda yaşamak pek mümkün gözükmüyor. Kolektif bir cinnete sürüklenen toplumun peygambere ihtiyacı varsa peygamber üretilir, tanrı üretilir ve kral çıplak olsa bile önemli olan çıplaklıktan çok kralsa eğer, o zaman inanmayan için ezilmişliğin yaratacağı cinnet başlar. İnanç savaşları bir yana, yalan için inanan ve inandıran gerekir, bu kitabın temelde anlattığı dalavereler de bu iki taraf üzerinden yürüyor. Birbirine umutsuzca muhtaç taraflar.

Yazarın giriş bölümünde neden bu konu üzerine yoğunlaştığıyla alakalı mevzulardan sonra insanın yalan söyleme ihtiyacıyla ilgili güzel bir açıklama var. İnsan, zihinsel olarak soyutlama yeteneğini edindiği andan itibaren yalan söylemeye başladı. Bolt için evrimsel bir garabet olan Homo sapiens, tarımdan gözlüğe pek çok icatla evrimin doğal seyrinden çoktan çıktı ve kendi yolunda ilerliyor. Şimdiye kadar evreni anlamada -fizik tam olarak bu işe yarar aslında ve bence ilginç bir şey; fizik bizi yarattı ama biz de onu yarattık, tabii cümlenin geri kalanını unuttunuz, bu kadar uzun ara cümle mi olur lan yüzünün çerçevesini sevdiğim, dediğinizi duyar gibiyim- büyük yol kat ettik ama işin yan etkileri pek iç açıcı değil. Savaşlar, soykırımlar bir yana, ilk olarak yalanın varlığından söz edilebilir. "Soyutlama gücü, yani alternatif gerçeklikler yaratma kabiliyeti, bu kitabın konusu olan kötülüğün esas nedenidir. Bir insan mükemmel bir hayat yaşamasının önündeki tek engelin partneri olduğuna inanabilir. Bir başkası şayet ortaokuldaki hocaları kimya alanındaki vizyoner görüşlerinin kıymetini bilip mezun olmasına izin verselerdi, bugün AIDS'e tedavi bulabileceğini öne sürebilir. Aynı şekilde icra ettiği sanatın değerinin ölümünden yüz yıl sonra anlaşılacağını iddia edenlere rastlamak mümkündür." (s. 10) Sonsuz alternatif var, bunlara yol açan da insanın kendi icadı olan şeyler aslında. Örneğin Rönesans'a kadar sahtecilik diye bir şey yok, zira o tarihe kadar ressam kavramı -öznel üretim de diyebiliriz-  üzerinde pek durulmadığı için taklide imitasyon denmiş ve sanatın nitelikleri tam olarak yerleştiği zaman bunun o kadar da zararsız bir şey olmadığı anlaşılmış. Sahte banknot, telif hakları, şudur budur derken işler iyice karıştı, haydi bakalım.

Vakalar çeşitli. Nitelikli dolandırıcılık var, trolllük var, neler neler. Ben en acayiplerini alacağım, toplamda 146 vaka var.

Abraham Lincoln'den sahte aforizmalar olayı bize pek uzak değil, internetten okuduğu bilgiyi, doğruluğunu teyit etmeden kullanan köşe yazarları, politikacılar gırla. Burada işin boyutu biraz daha büyük, Bush ve Al Gore bu naneyi yemiş.

Albert Einstein'ın 1915'te demirin manyetik özellikleri üzerine yaptığı bir deneyin sonuçlarını beğenmeyip kafasına göre değiştirmesi olayı var, hiç yakıştıramadım. Sen de mi Einstein, sen de mi?

Arthur Orton vakası çok ilginç, zengin bir ailenin çocuğu uzun bir yolculuğa çıkıyor ve kayboluyor. Kayıp ilanlarından sonra çocuktan haber geliyor yıllar sonra, herif geri dönüyor. Annenin oğluna kavuşması görmeye değer ama ailenin diğer üyeleri böyle düşünmüyor. Dönen çocuk asıl çocuk değil ama anne öyle düşünmüyor. Kadın öldükten sonra miras davaları, bilmem ne. Buna benzer bir film vardı, adını hatırlayamadım şimdi. Annenin arayışı, çocuğun dönmesi falan aynı ama bu kez anne tarafında sıkıntı var, anne çocuğu öldürüp etrafındaki insanlara evladının kaçırıldığını söylüyor. Yıllar sonra kavuşuyorlar ama çocuk o çocuk değil, anne o anne değil, çok ilginç bir filmdi. Olur yani böyle şeyler, büyütmeye gerek yok?

Barones Murphy'nin Çello Testisi vakası trolllüğün efsanevi örneklerinden. Dr. Murphy bir tıbbi dergide "Gitar Memebaşı" adlı rahatsızlıktan haberdar olur ve olayın geyik olduğunu düşünüp Çello Testisi nam kendi uydurukluğunu dergiye yollar, kendisi tıp profesörüdür ve bu yüzden çalışmasını kocasının imzasıyla gönderir ki mevzu ciddiye alınmasın. Mevzu ciddiye alınır, makaleye sayısız atıf yapılır.

Brooklyn Köprüsü'nü satan Bay Parker, bizdeki Sülün Osman'ın yediği naneyi 1800'lerin sonlarında yer ve koca koca köprüleri, binaları parası olan ama aklı kıt göçmenlere kakalar. Polis, yapıların önüne barikat kuran, turnike koymaya çalışan insanlardan bıkar ve limanlarda kamuya ait yapıların satın alınamayacağına dair broşürler dağıtır.

Ölü adamı uçağa bindirmeye çalışan bir aile aklımı aldı. Tabut içinde götürmek daha pahalı diye adamı giydirmişler, tekerlekli sandalyeye oturtmuşlar ve millete uyuduğunu söyleyip uçağa bindirmeye çalışmışlar. Ulan insanlar amma acayip ya.

Savaş hileleri falan var, onlardan bir iki tanesini yazayım. II. Dünya Savaşı'nda General Montgomery'ye çok benzeyen bir aktör, farklı cephelerde görünüp Almanları yanıltıyor ve saldırı farklı bölgelerde gerçekleşiyor. Kuzey Kore'nin bastığı sahte dolarlar da bombastik; adamlar piyasaya sahte dolar sürüyor ve ABD buna karşı koymuyor, çekik gözlü kardeşlerimiz açık açık sahte para için ham madde ithal ederken bile. Bir de 23. Özel Servis vakası var, filmi çekilmemişse ayıp edilmiş demektir. Üstün zekalı birkaç insan II. Dünya Savaşı'nda bir araya getiriliyor ve düşmanı yanıltmak için efektten tutun da kamuflaja kadar pek çok konuda katakulli düzenliyorlar ve tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alıyorlar, zira başka bir savaş patlak verebilir ve kullandıkları taktikler bu savaşlarda işe yarayabilir.

Erich von Däniken nam abinin kitaplarını ayıla bayıla okuduk, yalan yok. Ben lisede almıştım bir tane, aklımı yitiriyordum ki olur mu oğlum öyle şey, olmaz deyip yırtmıştım. Neyse, adamın dalavereci olduğu anlatılmış. Güzel.

Sanattan ekonomiye pek çok alanda büyük dalavereler, insanın deliliğine eğlenceli bir yaklaşım. Hoş.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Bülent Somay - Şarkı Okuma Rehberi

Mevzusu belli şarkılar vardır, mesela şu:


Adam hayatının muhasebesini yapıyor, kız gitmiş, bizimki cascavlak kalmış. Anlaşılabilir. Konulu bir başka şarkı da şu:


Yaşamak çok zor, önüme çıkana iki kafa atmadan devam edemeyeceğim meseleli bir başka şarkı. Yoruma pek açık değiller. Derinlik yok diyemeyeceğim, mis gibi düşündürebilirler ama Bülent Somay'ın seçtiği şarkılar şiirin alımlanıp pullanıp başka başka şiirlere, şarkılara kapı açması gibi farklı istikametleri hatırlatır. Kendi de bir yerde söyler; şarkıların sözleriyle şiir arasında küçücük gibi gözükse de koca bir dünyalık fark vardır: müzik. Cohen şarkı yazmaya başlamadan önce nispeten tanınmış bir şairdi ama şiirin yetmediği noktada singer/songwriter olarak anlattı derdini. Sözler kağıt üstünde kalmadı, müziğin sözleriyle işlendi ve anlam kendini çoğalttı. Somay'ın çok yerinde bir tespitini olduğu gibi alıyorum, Cohen'ın güzelliğinin yanısıra bizim edebiyat çetelerine ve müzik endüstrisine sağlam bir giydirme içerir: "Her alan kendi kurallarını, kendi 'raconunu', kendi yeniden üretim koşullarını oluşturur, artık 'dışarıdan' gelecek müdahalelere tahammül edilemez. Böylece bir yandan dev bir müzik sanayii oluşup müzisyenleri ve müzisyen adaylarını dev değirmen taşları gibi öğütmeye, ya yok etmeye ya da budayarak ortalamaya uydurmaya, sıradanlaştırmaya başlar; bir yandan da sanayileşebilecek kadar yaygın bir tüketici kitlesi olmayan şiir, kendine jüriler, yarışmalar, özel yayın organları ve ödüllerden kurulu seçkinci bir lonca sistemi üretir. Şiirle müzik arasında duruyorsanız, tercihiniz kırk katırla kırk satır arasındadır: Ya daha popüler olduğu için sanayileşmiş, kapitalistleşmiş olan müzik alanına girip 'serbest piyasa' koşullarına kurban gideceksiniz, ya da pre-kapitalist lonca sistemi içinde kalan şiirin alanına kapanıp, bir gün seçkinlerin kaymak tabakasının gözüne gireceğiniz anı bekleyeceksiniz." (s. 12) Leonard Cohen'ın ikisinden de uzak durduğunu belirten Somay, bu yüzden bir numaralı adamının Cohen olduğunu ekler. Cohen gerçekten de hiçbir klana dahil olmamıştır, anlamı sadece kendinden menkul bir şarkı gibi.

Somay için şarkıların bir açıklaması olmamalıdır, şarkı sadece kendisi için vardır. Bu kitabın meselesi, Bülent Somay'ın şarkıları nasıl "okuduğu", bu konuda Asimov'dan verdiği örnek de oldukça yerinde. Asimov, katıldığı bir konferansta eserlerini yorumlayan birine, yorumlarına katılmadığını belirtir ama adamın cevabı ibretliktir: En doğru yorumu eserlerin yazarının yapıp yapmayacağı muammadır. Şarkı, yazarının bile farklı zamanlarda farklı şekillerde yorumlayabileceği bir üründür, sabit bir anlama sahip değildir. Yine Somay'ın deyişiyle bir şarkının 15 yıl arayla dinlendiğinde taşıyacağı anlam bir olmayacaktır, alımlama her seferinde farklı bir biçimde gerçekleşecektir. Dolayısıyla incelenen şarkıların anlamı o ana aittir, bizim için de okuduğumuz ana. Klasikleri 10 yılda bir tekrar okumamız gerektiğini söylerler, aynı mantık. Bu kitabı beş yıl sonra okursanız farklı anlamlar çıkaracaksınız yani. Biz Somay'ın "o an" neler düşündüğüne bakalım.


Tufandan Sonra Ne Olacak?: Tufan, yeryüzünde ne kadar zındıklık varsa alıp götürmüştü. Peter Gabriel şarkının üç farklı versiyonunu yarattı ve her seferinde farklı bir arınma sundu. Somay, şarkının gerçekten küresel ısınmayı anlattığını da düşündüğünü belirtiyor ama metaforik olarak tufanın daha derin bir anlamı olduğunu ekliyor.

"Yön almanın anlamı ne/Bir taraf seçemiyoruz bile"

Somay, metaforun "1968 sonrası" dönemine atıfta bulunduğunu belirterek başlıyor. 47'liler'i, Bir Gün Tek Başına'yı falan okuyanlar için yabancı olmayan meseleler çıkıyor karşımıza. Devrimlerin en güzeline inandı insanlar ama o devrim çoktan satılmıştı. The Sopranos'ta söylenir, Dave Grohl Learn to Fly'da söyler, George Carlin gösterilerinde söyler. Sendikalar, hükümetler, kapitalist sistem devrimi bir güzel sindirmiş, devrimin ikonlarını kullanarak devrimcilerin çocuklarından dahi paraları cukkalamıştır. Somay'ın bu yenilgiye cevabı "ya o/ya bu" şeklinde bir çıkıştan ziyade, başkalarınca belirlenmiş yolların dışında bir üçüncü, dördüncü yol bulmanın gerekliliğidir.


Suzanne: Suzanne'in tuttuğu aynada çiçekler, çöpler, yosunlar ve sevgi peşinde çocuklar var. Kişiliğin parçaları diyebiliriz. Somay için Suzanne bir aynadır, kişiye kendini gösterir. Marx'tan Cohen'a benzer düşünceler aktarılagelir; insan kendini bir başka insanda tanır ve tanıdıkça aynayı tutana aşık olur. Tabii başka insanlara ayna olmayı öğrendikten sonra. Herkese ayna olmak söz konusu olduğu zaman insan içindeki Don Juan'ı derinlere gömmek istiyor ama onunla yüzleşmek belki de en iyisi, diyor Somay.


Niçin Şarkı Söylüyorum?: Pinochet demir yumruğunu indirdiği zaman Jara'nın parmaklarını kırdılar, sonra gitar delik deşik edildi, susturuldu. Gitar bir araçtı, insanın "iyi" yanını ortaya çıkaran, ruhu sağaltan, özgürlük şarkıları söyleten bir araç. Günlük hayatın sıradanlıklarını yaratmanın sihriyle çekilebilir hale getiriyoruz. Yok edemeyiz, ortadan kaldıramayız ama makul bir ölçüde katlanılır kılabiliriz. His ve akıl, basit bir araçla birleştirilebilir ve insanı yıldızlara çıkartabilir. Somay'ın gitarıyla ve Jara'yla kurduğu ilişki belli ki çok özel. Hatta dipnot olarak anlattığına göre el yapımı gitarı kırılıyor, Erkan Oğur tarafından tamir ediliyor ve ilk albümlerinin kaydında perdesiz hale getirilerek kullanılıyor. Ne kadar güzel.

Working Class Hero'da işçi sınıfının tanımı, yapabilecekleri ve şarkıdaki ironi ele alınıyor. Fragile'da pasifizmin işe yaramadığı anlatılıyor, gerçi 10 sene sonra eklediğine göre Somay, tetiği çekmek yerine vurulmayı tercih edermiş. Famous Blue Raincoat kitabın en ilginç bölümü olabilir, Freud üzerinden kadın-erkek ilişkileri, iktidar kavramıyla birlikte ele alınıyor ve kıskançlığın kaynakları irdeleniyor.

Düşündüklerimiz üzerinden şarkıları yorumladık, şarkılar bizi farklı yerlere götürdü ve aklımızı allak bullak etti, bu kez onlar tarafından değiştirilmeye müsamaha gösterdik, şarkılar başka şarkılara yol gösterdi, şiirlere çıkan yollardan tekrar şarkılara döndük, metinlerarasılık bir fırtına gibi esti, hemhal olabilmek için elimize gitar aldık, seslerle sözleri birbirine kattık, bitmeyen bir yolculukta seyreder dururuz. Mozaik'in has adamı Somay, seslerle olduğu kadar sözlerle de başarılı bir şekilde oynuyor ve şarkıları kendince okuyor, başka anlamların da görülebileceğini anlatıyor. Bir Somay'dan, bir de bu gecenin adamı ilan ettiğim Nick Drake'ten üç şiir-şarkıyla bitiriyorum.


Patrick deWitt - Sisters Kardeşler

Olay 1851'de geçiyor, Oregon ve Kaliforniya arasında bir yerlerde. Charlie ve Eli Sisters, Commoder'un emrinde kiralık katil olarak çalışan iki kardeştir, burun farkıyla Charlie daha büyüktür ve patronunun tavsiyesiyle kardeşine patron gibi davranmaya başlar. Eli duyarlı bir çocuktur ve sonradan anlaşılacağı üzere merhametli bir babadır. Hak etmeyenlere karşı merhametsizdir, orası ayrı.

Ellerinde yeni bir iş var, Warm adlı ayyaşı vuracaklar ve adamın yerini bulmak için öncelikle Commodore'un adamı Morris'i bulacaklar. Morris'i keşif ekibi gibi düşünebiliriz ki gerçekten de bir şeyleri keşfedip patronunu satması ironik değildir.

Yola koyulurlar, Eli'ın atı önceki ata göre rezil bir haldedir ama adam hayvanı sever, daha iyi bir at bulduğu zaman bile o atı satar ve yola Tub'la devam eder. Abiyle çekişmeleri yol boyunca devam eder, büyük kardeş paragözdür, ayyaştır ve muhteşem bir katildir. Bunun sebebi babasını öldürmesi olabilir, zira annelerini döven babasına daha fazla sabredemez. Eli empati timsalidir, müthiş bir sezgiye ve duyarlılığa sahiptir, öldürdüğü adamların bile acısını hisseder diyebiliriz. Böyle iki ucube kardeşin başından geçenler tam bir Tarantino filmi kıvamında. Eğlenceli, dehşet verici, çok renkli. 1850'lerin Western ortamında yaşam kaosta bir yer edinebilmeye bakıyor; herkesin kafaya göre silah çekip birbirini vurabildiği bir dünyada güçlü olan ayakta kalıyor ve Sisters Brothers oldukça güçlü.

Kaotik bir dünya dedik, kara büyüden düellolara, Altına Hücum dalgasından gangsterlere tam bir curcuna. Yolculuğun başında ağlayan bir adama rastlarlar, adam kendine doğrultulan silahlardan zerre etkilenmez ve birilerinin terk edip gittiğini haykırarak uzaklaşır. Bu adam iki kez daha karşılarına çıkacaktır, sonuncusu o kadar uygunsuz bir yerde gerçekleşir ki Eli yerden bir taş alıp adama fırlatır ve, "Git lan buradan!" diye bağırır. Belalı bir gezegenin çevresinde dolaşan bir uydu gibidir adam, gerçi dünya da küçüktür. Yol boyunca sıralanmış kasabalardan başka gidilebilecek bir yer yoktur, yolda kızılderili saldırısına uğramazsanız.

Şanssızlık da var biraz, Eli'yı örümcek ısırır ve zehir etkisini anında gösterir, bir kadının kulübesine sığınırlar. Kadın cadıyı andırır ve bizimkileri korkutur, sabah olduğunda kapıya astığı muskadan başka bir iz yoktur kendisinden. Eli muskanın altından geçer ve lanetlendiğini düşünür ama sonradan karşılaşacağı bir kız, adamın aslında korunduğunu söyler ve başka hiçbir şey söylemeden ortadan kaybolur. Bir kez daha göründüğünde yine farklı bir şey söylemez. Böyle garip tesadüfler, ilginç karşılaşmalar kitapta gırla, küçük bir dünya olduğunu söylemiştim.

Yola devam, bu kez Eli'ın kafası şişiyor. Dişleri korkunç bir durumda, yol üstünde rastladıkları doktor-veteriner kırması bir adamın garip tedavisi işe yaraması kafa balon gibi gezecek. Adamdan iki şey kaparlar; diş fırçası ve anestezik maddeler. İkisi de zamanına göre büyük yeniliktir, nane aromalı toz nefesi açar ve Eli'ın vazgeçilmezi olur. Kişisel bakımlarına dikkat eden kovboylar bunlar. Uyuşturuculara el koymak için doktoru darp ederler ve yola koyulurlar. Aralarda yine Tarantinovari diyaloglar bolca vardır, absürtlükten gına gelmeyecek ölçüde başarıyla serpilmiştir.

Morris'i bulurlar, daha doğrusu günlüğünü bulurlar. Günlükte Warm'un Morris'i deşifre ettiği anlatılır. Warm, zamanın deli mucitlerinden biridir ve nehirlerde dibe gömülü altın tozlarını yüzeye çıkartacak bir formül keşfetmiştir. Commodore bu formülü ister, Warm kaçar ve peşine düşen kiralık katillerden kurtulmaya çalışır. O esnada bir aydınlanma anı yaşanır, Morris patronundan kurtulmak ister ve Warm'la iyi bir ikili olup çalışmaya başlarlar. Aynı fikir Eli'ın da aklına gelmiştir, Charlie'yi ikna eder ve diğer ikisine katılırlar. Altın çıkarma işlemi sırasında iki kafadar ölür, Charlie elini kaybeder ve aklı başına gelir, cins bir insandan munis bir kardeşe dönüşür. Memlekete dönerler, Eli Commodore'u öldürür ve bir dükkan açar. Bitti.

Avi Pardo çevirmiş, ben kötü bir kitap çevirdiğini hatırlamıyorum. Domingo basmış, kötü bir kitap bastıklarını bilmiyorum. Mevzu zaten oldukça ilginç; Eli'ın filozof bir yanı var ve bütün bu kafa parçalamanın, bağırsak deşmenin ortasında Pascal gibi sözler söyleyebiliyor, bir fahişeye aşık olup bütün parasını kaybedebiliyor. Charlie tam tersi, maço. İkisinin uyumsuzluğu acayip bir serüveni garantilemiş oluyor. Bunun dışında soydukları adamlar, köşeye sıkıştıklarında kurtulma taktikleri gibi pek çok ayrıntı muhteşem bir arka plan yaratıyor, anlatıyı tek boyutlu olmaktan, klasik bir maceradan kurtarıyor.

On numara beş yıldız.

16 Haziran 2016 Perşembe

Andrej Blatnik - Anlıyorsun Değil Mi?

Luigi Pirandello, 20. yüzyılın felsefi akımlarında oradan oraya salınan dilin/insanın çıkmazını alaybozanıyla cümle aleme saçıyordu: "Siz o sözcükleri bana söylerken kendi anlamınızla dolduruyorsunuz; ben de kavrayamıyorum onları, kaçınılmaz olarak, kendi anlamımla dolduruyorum. Birbirimizi anladığımızı sandık; oysa gerçekte birbirimizi anlamadık." İnsanın görünen yüzeyinin altında imaların ve kinayelerin yüzdüğü kara bir deniz var, güneşli günlerde gölge biçimine büründüğü zaman herkes tarafından görülebilir. İnsan önce kendi gölgesinde boğulur -isterse, denerse, başarırsa- ki başkalarını kat kat açabilsin, anlayabilsin. Empatinin altın kuralı.

Anlıyorsun Değil Mi?, kağıttan bir gemiyle kara okyanusa açılan insanların kendi kendilerine anlam kazandırdıkları yolculuklarını derliyor. Yıldızlar sayısız göz, dalgalar nicelikle ifade edilemeyecek kadar kol, her yandan sarıyor. Okurun her bir parçası bu yolculukta belirebilir. Anlatılan, duyarlık seviyesi yüksek olanlarımızın anlayacağı cinstendir.

Metin, birçok kısa öyküden oluşuyor. Kısa öykülerin muzipliklerinden biri, kısaldıkça düşünmeye zorlamalarının ve düşündürme sürelerinin artmasıdır. İki cümlelik/sayfalık öykülerde Keretvari bir yoğunluk var, mizahın ayarlı dozu keyif verici ve alaycılık üzerine düşeni yapıyor; ruhsal bir uçan tekme sonucu afallama ve hemen ardından metni tekrar okuma isteği,

Metinde insanın -anlayışın da- yapı taşı olan sevgi -eğer oradaysa- tezahürleri üzerinden anlatılırız. Bir yemek, trenler, evden uzağa gitme arzusu, dönmemenin çekiciliği... Epigrafta Selçuk Altun'un romanlarında sıklıkla andığı Louise Glück'ten bir parça şiir var: "Düşündüm ki/acının anlamı/sevilmememdi./Meğer seven benmişim." Olur da öykülerde yenilgilere denk geliriz, bazı insanların yenilgiyi sevdiklerini anımsamamız gerekir. Nevrozunun sebebini bildiği halde kendini sağaltmayan insanların iyi bir sebebi vardır. Şimdinin gerçekliğine inanmadan geleceğin hayalini kuramayan biri, Birkaç Söz adlı öyküde görünür ve insanın zamanla olan meselesini tek bir cümleyle irdeler. Ve Uyuyamadığım İçin adlı bir diğer öykü, bir diğerinin dünyasına dahil olamayan insanın itirafıdır. Adamın evi kitaplarla, müzikle ve yetişkin çocuklarının anılarıyla doludur ve kadın bütün bunların içinde varlığının sahipliğini yitirecek ölçüde başkalaşmaktan korkar, adamı terk eder. Korkular açıkça konuşulamayacak kadar özeldir, bu yüzden tek çözüm olarak kendine sığınmaktan başka çare yoktur. Buluşma Noktası mesela, taktikleri belli bir erkeğe yaklaşan kadınla ilgilidir. Erkeğin davranışları gerçekleşmeden, kadının zihninde belirginleşir fakat bir noktada erkek geri çekilir, düşünce akışı bozulur ve kadın şaşırır. Hiçbir şey olmamıştır, beklentileri gerçekleşmeyen kadın bir bahaneyle tekrar adamın evine gider. Bu da adamın bir taktiği olabilir, orası meçhul.

Kısa öykü çok öyküdür, söylenenin ardındaki söylenmeyeni sezdirir. Blatnik'in kitabı görülmeyenin ardındaki insanı anlaşılır kılacak kadar sahici, açık, özel. Kısacık bir şey, tekrar okumak istersiniz. Belki anlam veremediğiniz bazı olaylar aydınlanır, sonuçta insan öngörülebilecek bir olay değildir.

Öyle midir?

15 Haziran 2016 Çarşamba

Clemens Meyer - Biz Rüya Görürken

"Açılın açılın tekrar/Çocuk dizlerimdeki yaralar"

Kaygıdan uzak günler. Bir topun peşinde geçen avarelikle dolu zamanlar çok uzak, sanki başkasının hatıralarından anımsanıyormuş gibi. Bir söz, bir koku, uzun zamandır görülmemiş bir ağaç, tetikleyici her şeyle birlikte hatırlamanın yolculuğu sirkten farksızdır; gerçekle bağdaştıramayacağımız olağanüstü görüntülerle yalın sahicilik arasındaki sınırlar kalkar. Zaman iyi bir koreograftır; anılar her an yeniden işlenir, oluşturulur ve izleyiciye sunulur. Sonsuz bir çocukluk, sonsuz çeşitte.

"Elbette o zamanlar çok eğleniyorduk fakat yaptığımız her şeyin içinde açıklamakta zorluk çektiğim bir tür kaybolmuşluk vardı. Bir çocuk tekerlemesi biliyorum. Kafamın içinde her şey çıldırmaya başladığında kendi kendime bunu mırıldanıyorum." (s. 17)

İnsanların bir şeyleri atamamasının, biriktirmesinin sebebi de budur sanıyorum, geçmişten kalan somut parçalara duyulan ihtiyaç. Boşa yaşanmadığının bir ispatı. Brautigan işte, yani rüzgar her şeyi alıp götürmeyecek. Ben bu tişörtümü atmayacağım, kişisel tarihimde önemli bir yeri var. Hasta değilim, her şeyi tutmuyorum. Lisede doldurduğum defterler çöpü boyladı çünkü liseyle ilgili bir meselem kalmadı, çözülmemiş ve yarım kalmış her sorun halledildi. Sosyal problemler psikolojik olanlardan daha önemli bir hale geldi, böylece eski kıyafetlerimi bağışlamaya başladım. Anılarla birlikte evrildik, artık başka biriyiz. Herkes yüzleşerek bir başkası oldu ve olmaya devam ediyor. Belki Meyer da bir başkası olmuştur, onun kurtuluşu bu kitap olabilir mi?

İki Almanya'nın birleştiği zamanlardan bir gençlik hikâyesi, çoğu anı gibi çok parçalı, bulutsuz, berrak. Seçilmiş anılar değiştirilmeye daha az müsait, olduğu gibi hatırlanmaları daha mümkün. Bu anılar 90'ların başında Leipzig'in doğusundaki sefil semtlerden birinde beş altı arkadaşın büyüme sancılarından terkip. Ailelerin çoğu parçalanmış, babalar alkolik, anneler işçi sınıfının tipik örneği. Çocuklara hırsızlıktan, maceradan ve erken büyümekten başka bir yol sunulmuyor. Dönemin kapalı toplumunu da düşününce çok küçük bir sosyal çevrede büyümeye çalışan çocuklar, Doğu Almanya'nın kasvetli ortamında bir şekilde var olmaya çalışıyor. Mark, Pitbull, Rico, Walter ve anlatıcımız Daniel, yolculukları mezarda veya hapishanede sonlanmadığı sürece yanımızda olacak. "Kafalarımızı kaldırıyoruz ve göğe bakıyoruz, gecenin karanlığına, yalnızız ve korkmuyoruz. Birer sigara yakıp yola devam ediyoruz." (s. 105)

Üç yıllık bir zaman diliminde yaşanan olaylar öyküler halinde kronolojik bir sıralama gözetmeksizin anlatılıyor. Hepsinin anlatıcısı Daniel zamanla birlikte anlatımını değiştiriyor, zenginleştiriyor. Güzel düşünülmüş bir detay. Ayrıntıları öykülerle birlikte vermek daha iyi olacak.

Her birini ayrı ayrı ele almak gerekiyor. Rico boksör, Daniel'in en yakın arkadaşı. Gelecek vadediyordu ki esrara ve alkole sarınca sokak dövüşçüsü olmaktan öteye gidemiyor. Büyük Dövüşler öyküsü sırf Rico için. Daniel'la birlikte takıldıkları barda bir boks maçı izliyorlar, dövüşçülerden biri Rico'nun çok sevdiği bir boksör. Maç ilerliyor, Rico'nun boksörü kazanmak için durmadan saldırıyor, gücünün son damlasına kadar. Maçı izlerken Daniel Rico'nun son maçına atlıyor, Eismann'la yapılan ve Rico'nun daimi yenilgisinin simgesi haline gelen son maç. İki maçta da mücadele çok benzer; Rico ve televizyondaki boksör kazanmaya çok yakın, akıllarında başka hiçbir şey yok. Ne ki başaramıyorlar, görünürde kaybetmemelerine rağmen kazanamıyorlar da. Rico az farkla yeniliyor ve rakibinin üzerine yürüyüp adamı bildiği şekilde yere yıkıyor, tekmelemeye başlıyor. Televizyondaki boksör, Rico'nun yenilgisini hatırlatmaktan başka hiçbir işe yaramıyor. Bu iki hikâyedeki geçişler oldukça başarılı, kurguyu bozan hiçbir şey yok. Başka bir öyküde Rico'nun sonunu görüyor ve üzülüyoruz, aslında oldukça delikanlı bir çocuk Rico ama yanlış zaman, yanlış yer, yanlış hayat. Banka soyuyor ve yakalanana kadar Daniel'la zaman geçiriyor. Polis arabasına bindirilirken son kez Daniel'a bakıyor. "Büyük dövüşlerin zamanıydı ve Rico bunların hepsini kaybetti." (s. 137)

Mark. Mark kafası çalışan bir adam ama uyuşturucuya bulaşıyor ve birkaç kez tedavi görse de sonunu Pitbull getiriyor, yakın bir arkadaşı. Ucuz maldan çokça tüketince ölüyor ve arkadaşları tarafından toprağa veriliyor. Sonrasında Daniel Pitbull'u sıkıştırıyor ve kendince hesaplaşıyor, bilardoyla. Pitbull yeniliyor, suçluluk duygusunu bastırmaya çalışarak dayak yemeden bardan çıkıp gidiyor. Pitbull adını alması da ayrı bir öyküde anlatılıyor, köpeğini öldüren babasını iyice bir benzettikten sonra asıl adı olan Stefan'ı bırakıp Pitbull adını kullanmaya başlıyor. Anılar, hayatın kendisi haline gelebiliyor. Acılar ve acılar.

Fred bir yan karakter, araba hırsızı. Bizim çocuklardan birkaç yaş büyük ve çocuklara işi öğretiyor. Araba nasıl çalınır, nasıl içilir, hapse girene kadar çocukların hayatını şekillendirmiş oluyor bir anlamda. Bira fabrikasından çalınan biralarda, arabalarla yapılan gezintilerde hep bir parça Fred var.

Geri kalanı semt, çocukların hayatını şekillendiren pis, kokulu ve terk edilemez semt. Pisliğin içinde kendi ahlak kurallarıyla yaşamaya çalışıyorlar; yardım ettikleri bir kadından para tırtıklarlarken bile ölçülüler, anlaşılmasın diye yapıyor olmaları bir yana, içlerinde bir parça iyilik var. Karısını döven bir adamın ağzını yüzünü kırıyorlar, zor durumdaki insanlara bir şekilde dokunuyorlar. Serseriliklerinin sonucunda ıslah evine düştükleri de oluyor, bir öykü Daniel'ın böyle bir yerde geçirdiği bir ayı anlatıyor. Yaşadıkları semtte hayatta kalırlarsa hapiste de hayatta kalabilirler, dışarıyla içerisi arasında pek bir fark yok, hatta kimi açılardan içerisi çok daha iyi.

Dazlaklar, punklar, her türden klik var ve semt çocukları zaman zaman onlarla anlaşma yapıyor, zaman zaman dövüşüyor. Dazlaklarla araları hiçbir zaman iyi değil. Bir öyküde Daniel evinin balkonunda dürbünle etrafa bakarken Rico ve Walter'ın hızla bahçeye geldiğini görüyor, arkalarında 10 kişilik bir çete. Daniel saklanıyor, Rico'nun haykırışlarına rağmen bahçe kapısını açmıyor ve balkondan arkadaşlarının dayak yemesini izliyor, sonra aşağı iniyor ve bağırışlarını duymadığını söylüyor. Kendini affettirdikten sonra zencilerle anlaşma yapıyor ve dazlak çetesini hacamat ettiriyor. Korsan gece kulübü açtıkları zaman da mevzuyu bitiren bu dazlaklar oluyor, ortamı dağıtıp eğlenceyi bitiriyorlar.

Fanatizm. Futbol maçları, kavgalar ve diğer afacanlıklar Green Street Hooligans tadı veriyor, fazlasıyla.

Bir dönemin panoraması bu kitap, Pal Sokağı Çocukları'nın bir uyarlaması gibi gelmesin, değil. Holden Caufield'ın terelelliliği var sanılmasın, yok. Onlar sadece bir rüya gördü. Bazıları uyandı, bazıları görmeye devam ediyor. Onca öyküde anlatılan onca hikâye, umudun ve yenilginin insanın devam etme gücünü nasıl yenilediğini gösterecek, çekilecek büyük acılara rağmen.

Filmi de çekilmiş bu kitabın, izlemeye başladım da çok hoş. Bir bakın.




12 Haziran 2016 Pazar

James Bernard Frost - Ufacık Bir Peygamber

"Son olarak ve en garibi de bu olacak, uzun yıllar önce bu kitabı yazmaya başlamış olan -sürekli yolunu şaşıran, şüpheye düşen, kendinden tiksinen, utanan ve yapmak istediklerinin peşinden gitmeyi reddeden o genç adama teşekkür etmek istiyorum. Sana bunu bir daha yapmayacağıma söz veriyorum." (s. 9)

Onca kahve olmadan metnin bitemeyeceği aşikar, kahvecilerden sıklıkla bahsedilmesi ve anlatıcının kahve dükkanında çalışmasıyla bu kutsal içeceğe hakkı veriliyor. Kupamı bu güzel gönüllü, aklı beş karış havada olan adama kaldırıyorum. Kaldırdım. Peygamberimizin on numara kahvesini de hatırlatıyorum, müritleri çeken önemli bir etken. İyi kahve olmadan iyi bir din olamaz.

"Hakikate giden tek yol küfürden geçer." Epigraf bu, küfürden kastın blasphemy denen nane olduğu bariz. Söylenenden farklı türlü düşünmek. Jesus Christ Superstar'ı hatırlıyorum, Yahuda'nın derdi insanlarını korumak mıydı neydi? İsa'nın çok ileri gittiğini söylüyordu, oysa İsa güzel ahlakı savunurken ne kadar da süper bir insandı. Mesih muhabbetlerine girmeye başlayınca bozdu, etrafındakiler için tehlike arz etmeye başladı ve çevresindeki çatlak sesler çoğaldı, en sonunda gammazlandı falan. Belki Yahuda'nın yolu yoldu, binlerce insanın hayatı Yahuda sayesinde kurtuldu. Adam hain olarak anılma pahasına doğru bildiği şeyi yaptı. Bu bir fikir, öbür tarafta adamın cukkaladığı para var. Dünyanın en meşhur hainidir, Romalılara avuç açarken tarihin en büyük satışını gerçekleştirmiştir. Bu da bir fikir. O güzel şarkıyı dinleyelim, filmi bilmeyenler de merak edip izler belki.


İsa'nın sözlerinin çarpıtılması, kalınından mitik perdenin gerçekleri örtmesi, hepsi söylendi, filmlerde ve kitaplarda. Bu metinin özünü oluşturan mevzu temelde budur. Cüce peygamber Booker, şanına yaraşacak bir dönüşüm geçirir ve yolculuğu esnasında aydınlanır, kahramanın sonsuz yolculuğunda bir peygambere dönüşür ve kilisesini kurarak Dağdaki Vaaz'ın bir benzerini süt kasalarının üzerine çıkarak verir. Ne vaaz!

İlk bölümde Booker'ın sonu anlatılır, Irak'taki savaşı bitirmek için Ortadoğu'ya gider ve kafası kesilerek öldürülür. "Cüce'yi öldürün!" Bazen insanın makinelere benzemesini çok isterim, Asimov'un kanunları On Emir olarak insanlara yüklenebilirdi. O noktada da makineleri yönetmeye çalışan bir güç ortaya çıkar mutlaka, seyreyle cümbüşü. İktidar hırsı güzel olan her şeyi bozuyor. Neyse, devam eden bölümlerde Bartholomew Flynn nam anlatıcının ilk mürit olma hikâyesini okuruz. Flynn, üniversitede İngiliz Edebiyatı -karakterlerden birine göre kahve bölümü- okur ve mezun olduktan sonra ne yapacağını bilemeyerek kahvecide çalışmaya başlar. Her yere bisikletiyle gider, iki tekerin özgürleştirici etkisi Booker'la tanışmasını sağlar. Bisikleti garip bir kilisenin önünde bozulunca yardım istemek üzere içeri girer ve Booker oradadır; geleceğin dev adamı. Duvarlardaki yazılar dikkat çekicidir, Bush'un ne kadar tırt bir adam olduğuna dair bir şeyler karalanmıştır mesela, buna benzer mevzular her yerdedir.

Booker, Darwin'den girip İsa'dan çıkar ve aslında din için yapılan işlerin ne kadar dinden uzak, daha doğrusu dini oluşturan temel fikirlerden ayrık olduğunu anlatır, temelde. "Hristiyanların büyük çoğunluğunun aslında hiç mi hiç Hristiyan olmadığı gerçeğinden bahsediyorum. Yani, İsa kapitalist miydi? Tanrım hayır! Tarih sayfalarında daha büyük beleşçi yoktur." (s. 34) Hangi kitap olduğunu hatırlamıyorum, birinde önce yoksulluğu yücelten, sonra zenginliği göklerde bir yere çıkartan Hristiyanlık yorumundan bahsedilir, metnin son halinden itibaren aslında insanın değiştiği, metnin aynı kaldığı söylenir. "Kitabına uydurmak" deyimi herhalde daha yerinde kullanılamaz. "Tek ihtiyacın olan sağduyudur," der Booker, neyin gerçek neyin saçmalık olduğunu anlamak için kutsal kitapları okumuş olmak, hayatı gerçeği bulmak uğruna harcamak gerekmez.

"Fikir Booker'ı bir fanzine dönüştürmekti: Yazıp çizilecek, kesip yapıştırılacak, zımbalanacak ve sayfaları sıraya sokulacak bir fanzine ama en önemlisi bir fanzine." (s. 40)

İlk Vaaz bittikten sonra Flynn bisikletini Mekke'ye -kafenin adı, haha!" sürer. Ta taa, bu metnin özü fanzindir, kolajdır. Anlatım tekniği yeni değil, bizde de Ahmet Sipahioğlu'nun bu türde çok başarılı metinleri vardır mesela ama kutsal bir kitabın yazılışında kolaj gerçekten ilginç bir tercih ve cuk oturuyor. Görsel zenginlik harflerin taşıdığından çok daha fazla anlam taşıyor, sağduyu ve sezgi sayesinde anlayabilirsiniz. Anlayamazsanız yeterli miktarda kahve içmemişsiniz demektir, adamakıllı için şunu.

Flynn fanzini çıkartır ve önce küçük çapta, sonra hayal bile edemeyeceği ölçüde meşhur olur, tabii çok naif bir kardeşimiz olduğu için kandırılır, eseri elinden alınır, sevdiği kız Booker'la sevişir, bilmem ne. İşin bu boyutu, 22 yaşında bir gencin yaptığı muhteşem hataları içerir ve oldukça keyiflidir. Bir yerde David Bowie'nin tarz değiştirip hâlâ güzel müzik yapabilmesinden bahseder ki kitabı okumadan birkaç gün önce konserine gittiğim Steven Wilson birebir aynı şeyleri söylemişti, dünya çok küçük. Aklın yolu bir? Sendromlardan bahsedilir, 30 yaş olsun, 27 yaş olsun, çeşit çeşit. Flynn komradımız kendini şöyle anlatıyor: "Eğer birisi yirmi ikinci yaş hakkında şarkılar söylemiş olsaydı bu Nick Drake, Kurt Cobain ya da Elliott Smith gibi depresif ve nihayetinde intihara meyilli bir tip olurdu." (s. 41) Bizde üniversitenin aşağı yukarı bu yaşta bittiği malum, sıkıntının farkında mısınız? Belki o yaşı çoktan geçtiniz ve hataları ipe bir bir dizdiniz, ziyade olsun. En azından bisiklet çetesinden dayak yemediniz, dansöz kıyafeti giymediniz, sevdiğiniz kız başkasıyla yatmadı. Umarım. Flynn için hayat beş kat daha zor.

Fanzinle birlikte Daha Yeni Ahit elden ele yayılır, müritlerin sayısı artar ve Oregon çapında gerçekleşen bombasyon işler bütün ülkeye yayılır. Çeşit çeşit olay.

Ezber bozan bir metin, ufuk açmak için okunur. Yazar Palahniuk'a teşekkür etmiş, adamın eli bir noktadan bu metne de değmiş, onun için de okunur.

Şimdi ikincisini beklediğimiz süper filmden bir sahneyle bitiriyorum, linke tıklayarak ulaşabilirsiniz.

İsa kimdir, nerelerde bulunur?

11 Haziran 2016 Cumartesi

Karl Ove Knausgaard - Âşık Bir Adam

Karl Ove anlatıyor, çocuğuna bakar gibi anlatıyor, aşık olduğu kadınla kavga eder gibi anlatıyor, su içer gibi anlatıyor, nefes alır gibi anlatıyor. Okura oyun oynamadan, anlatmakla ilgili başka hiçbir derdi olmadan elinde nesi var nesi yok ortaya koyuyor. Blöf yok. Anlaşılmak, tek derdi bu. Övgü istemiyor, hayran istemiyor. Ne eksik ne fazla, sadece bir mesele var ve anlatılması lazım. İki mesele, pardon. "Bir yaşamı anlamak kolaydır, onu belirleyen etkenler azdır. Benimkiler iki tane. Babam ve gerçekte hiçbir yer ait olamamam. Bu kadar basiti." (s. 536) Basiti? Yedi veya sekiz typo var ve göze oldukça batıyor. Bir de "simgesiler" olayı var, o da ilginç. "Simgeleri" yerine "simgesiler".

Bu mevzunun ne olmadığından başlamak daha iyi bir tercih.

"Kendini alçaltmayı bir tür kibarlığa, utancı saf gurura ve en önemlisi kurguyu en acı verici biçimde doğruculuğa çevirmeyi başardı." The Daily Beast

Karl Ove'un meselesi kendini bir şeye çevirmek değil, başta onu söylemek gerek. Yaptığı şey bu değil, olduğunca gerçeğe sığınıyor, sadece gerçek. Kendini alçalttığı yok, kibarlık yaptığı yok, utancı yok, elinde zaman zaman kaçırdığını düşündüğü bir yaşam var ve bu yaşamın kaçan noktalarıyla birlikte anlatılması gerekiyor, hepsi bu. Arkadaşı Geir'in Karl Ove'u "modern aziz" olarak değerlendirdiği bir bölüm var, yazarın işlevini -metinde ve yaşamda- etraflıca anlatıyor diyebiliriz. Karl Ove, kendini arkadaşının ağzından dinlediğinde "şeytanla terapiye başlamış gibi hissettiğini" dile getiriyor, mühim bir ifade. Kendini bir başkasından dinlemek, başkasının karakter kavrama yeteneğine göre acı verici olabilir, kimse böyle bir gerçeklik düzeyiyle baş etmek istemez. Geir-Karl Ove ilişkisinde durum buyken Karl Ove-okur ilişkisinde şeytanın söylediklerini mi dinliyoruz, aslında Karl Ove bize duyarlı, yaşam tarafından kuşatılmış bir insanın aşık olurken, aile kurarken, çocuklarla ve genel olarak insanlarla uğraşırken neler yaşayacağımızı mı anlatıyor? Okur, Karl Ove'la özdeşim kurarken aslında kendi kavgasının izlerini buluyor. Baba olmak isteyen herkesin bu  kitabı okuması gerektiği bu yüzden söylenmiş olabilir. Sadece babalık problemi de değil, The Wall Street Journal şöyle demiş: "(...) İlk cilt ölümle başa çıkma kavgası ise, ikinci cilt olan Aşık Bir Adam ise hayatla başa çıkma kavgasıdır." Ağza tıkılan yiyeceklerden psikopat komşulara, yaşamın en küçük detayının bile yer bulabildiği anlatıda mevzu tam olarak bu. Cebindeki her bir eşyaya kadar kendini deşifre eden bir anlatıcı, dünyayı olabildiğince basit bir şekilde görmeye çabalar. "John elindeki biberonu yere fırlattı. Vanja çitin altından sürünerek geçip madene doğru koşmaya başladı. Heidi bunu fark edince pusetinden kalkıp peşinden gitti. Şerif ofisinin arkasında kırmızı beyaz renkte bir kola otomatı gördüm, şortumun ceplerini arandım ve bulduklarım şunlardı: iki firkete, uğur böceği desenli bir saç tokası, bir çakmak, Vanja'nın Tjörn'de bulduğu üç taş ve iki küçük beyaz deniz kabuğu, bir yirmilik ve iki beşlik banknot, dokuz tane de bir kronluk madeni para." (s. 19)

Cüzdanla zaman kaybetmeyen bir adam daha.

İlk kitapta Karl Ove'un babasıyla olan ilişkisi, babanın ölümünden sonra göğüs germek zorunda kaldığı sıkıntılar, ailesi ve gençliği vardı. Karakter hakkında temel oluşturacak bilgileri aldık, ikinci kitapta üç yıllık bir zaman dilimini geri dönüşlerle birlikte görüyoruz.

"Onu terk etmek istiyordum, çünkü sürekli şikayet ediyordu, hep bir şeyler istiyor, kendisi hiçbir katkıda bulunmuyordu, sadece şikâyet edip duruyordu, hiçbir şeyi olduğu gibi kabullenmiyordu, ve eğer gerçekler beklentilerini karşılamıyorsa, beni suçluyordu, bu, büyük küçük her olayda böyleydi." (s. 16)

Karl Ove'un aşık olduğu kadın Linda hakkında söyledikleri. Aşk iyi, gözün görmesi daha iyi. Yıkıcı bir ilişkiyi ortadan kaldırır bu, dengelemeye açar. Her an yeniden yaratılan aşk, Baugman'ın dediği gibi, sürecek aşktır. Terk etme isteği bir an sonra inceliklerle ortadan kalkar, belki sevilen bir filmi izledikten sonra yok olur, her an dönüşebilecek bir potansiyele sahiptir. Bu potansiyelin izinde bir Karl Ove, uğruna yıktığı evliliğin, terk ettiği ülkesinin ardından nasıl yaşadığını gösterecek. Üç çocuk, bir Linda, yazılması gereken metinler, inişli çıkışlı sosyal yaşam, hepsi yetmezmiş gibi anıların zamanlı zamansız belirmesi oldukça zorlu bir mücadeleye yol açacak.

Meseleler bir bir belirip kaybolurken metnin akışında hızla yol alıyorsunuz. Başlardaki doğum günü bölümü, Karl Ove'un çocuklarıyla olan ilişkisini ortaya koyarken diğer ebeveynlerle kendini kıyaslamasını, her zaman kendini hissettiren bir ait olamama duygusunu ortaya çıkarıyor. Yalnız babalar, puset ittiren babalar, çocuklarıyla boğuşan babalar anlatıcının büründüğü rollerden bazıları. Babalık, Karl Ove'u besleyen en büyük kaynaklardan biri, büyük ödünleriyle birlikte.

Kaçırılanlar, Karl Ove'un davranışlarını bir ölçüde belirlediği gibi dünyaya verdiği anlamı da büyük ölçüde etkiliyor. Adam Phillips'in Kaçırdıklarımız nam metniyle birlikte okunduğu zaman daha doyurucu çıkarımlar elde edilebilir. "İnsanlar tarafından yeniden yaratılma" olayını onca karaktere karşı çoğunlukla farklı tavırlar sergileyen Karl Ove'un kişilik tahlillerinde görmek mümkün. Kendi çıkarımı olan anlamların yanında çok fazla şeytan terapist göremememiz, benliğinin dışından bakmamaya çalışan anlatıcıyı düşündüğümüzde anlaşılabilir. Başka bir insanın anlatıcı hakkında söyledikleri başka bir anlatıdır ve metinde yeri pek yoktur, Geir'le olan muhabbet hariç. O noktada da kendini şekillendirme ortaya çıkıyor. Neyse, şöyle bir şey: "Yalnızca küçük ve kendini önemsizleştiren ile büyük ve mesafe yaratan vardı. Ve benim gündelik hayatım işte bu ikisinin arasında yer alıyordu. Belki de bu hayatı sürdürmekte o yüzden bu kadar zorlanıyordum. Gündelik hayat, bütün görevleri ve rutinleriyle katlandığım bir şeydi; hoşlandığım ya da bana anlamlı gelen ve beni mutlu eden bir şey değil. Bunun yerleri silmek ya da çocuğun altını değiştirmek konusundaki isteksizlikle hiçbir ilgisi yoktu, esasen daha temel bir şeyle ilgiliydi; sürdürdüğüm hayat anlamlı değildi, ondan hep uzaklaşmak istiyordum. Dolayısıyla sürdürdüğüm bu hayat bana ait değildi. Benim olmasına çabalamıştım, kavgam bu olmuştu ve bunu istemiştim elbette, ama başaramamıştım, başka bir şeye duyduğum özlem bütün çabalarımın kuyusunu kazmıştı." (s. 75) Anlamı ne kadar çok ararsa o kadar çok kaçıran, bulunduğu anın dışında başka bir zaman arayan anlatıcı, her yolun ölüme çıkmasıyla anlamsızlığı bir tutar, bütün sıkıntısını bu çıkmaza bağlar. Ölümlü olmanın bilinci her güzelliği katletse de hayatı değerli kılan da ölüm duygusunun ta kendisidir, yine Monokl'dan çıkan Ölümü Düşünmek'le paralel haller. O halde nasıl yaşamak lazım gelir, hormonlara yükleme yaparak? İyi fikir, insanların aşk için yalvarması belki ölümsüzlük isteğinden kaynaklanır. Aşık olunca anlam arayışının bittiğini söylerler, her şeyin tek bir anlamla dolup taştığını söylerler, sonuçta aşk insanı sonsuza en çok yaklaştıran duygu olduğu için lazımdır. Karl Ove, aşık olduğu zaman bunun farkına varıyor. Gelsin cicim ayları ve sancı.

Karl Ove, yaratıcılığını körüklemek için Norveç'ten İsveç'e geliyor ve Linda'yla tanışıyor. Bu süreç son derece yalın ve Dostoyevski içeriyor. Bu kitapta geçiyor: Dostoyevski'nin her çağın ergenlerine hitap ettiğinden bahsediliyor. Kötü bir şey değil, yaşamın coşkuyla karışık olarak en saf haliyle hissedildiği dönemin ergenlik dönemi olmasından yola çıkılarak söylendi bu. Karl Ove, aşk acısından yüzünü keserken Dostoyevski okuyor ve acıyı tam kalbinden yakalıyor. Bu referanslar kitabın çoğu bölümünde mevcut. Hamsun'le, Beckett'le ve pek çok sanatçıyla dolu birkaç satır, metnin yerini konumlandırmada yardımcı oluyor. "Yanımda Dostoyevski taşıyordum; ilkin Ecinniler, sonra da Karamazov Kardeşler. Bu kitaplarda ışığı yeniden bulmuştum. Ama Hölderlin'de olduğu gibi mağrur, açık ve saf ışık değildi bu; Dostoyevski'de hiçbir yükseklik yoktu, hiçbir dağ, hiçbir tanrısal perspektif yoktu, her şey insana ait alandaydı; yani Dostoyevski'ye özgü sefil, pis, hastalıklı, neredeyse kirletilmiş ve histerinin eşiğindeki ruh haline bulanmış yerde." (s. 81) Buna paralel olarak Tanrı'yla Dostoyevski arasındaki meseleye Tolstoy da dahil ediliyor, sonra anlamın insana verilmediği, insanın anlamı yarattığı sonucuna varılıyor. Olay anlatısının yanında düşünce altyapısı, metni tek boyutlu olmaktan çıkarıp derinlik kazandırıyor. Karl Ove'un dünyayı yaratırken fenomenolojiye şöyle bir bakıp çıkması, somut dünyayı sözle biçimlendirme üzerinden edebiyatın yerini de inceliyor. Önce söz vardı ve her söz, söyleyenle söylenen arasında değişmeden, bozulmadan kalabilirdi. Mişima dayanamadığı bir dünyada yaşamaya devam etmedi ve yazdığı metinlerle yaşamaya devam etti. Somutla soyut arasında bir araf. Nietzsche'nin uçan tekmesi, tersini iddia edenler için bu metinden de fırlıyor.

İsveç'e gelen adamımız aşkına karşılık bulamadı, sekiz yıllık eşinden ayrılıp kendi yoluna gitti ve bir zaman sonra kızla tekrar karşılaşıp bu kez başardı. Üç de çocuk, ziyade olsun. Beş yüz sayfalık bir geri dönüşten sonra kaldığı yerden devam eden anlatı, ilk kitabın yazıldığını öğrenmemizle ve ailelerin hemhal olmasından sonra Karl Ove'un annesinin babayla nasıl tanıştığını anlatmaya başlamasıyla bitiyor. Yeni kitabın devam edeceği noktayı biliyoruz, tek sorun senede bir kitap çıkacak olması gibi gözüküyor.

Bu adam yaşadığını bir fırtına gibi anlatıyor ve kafaya kazıyor, elinizdeki kitabın soluk alıp verdiğini duyacaksınız.


Steven Wilson konserini unutamıyorum, Opeth'ten sonra ruhumu verdiğim ikinci konserdi galiba. Kitaba da tam uydu şarkı, heh.

7 Haziran 2016 Salı

Stephen King - Kâbuslar Pazarı

Kitap yazısı aşağıda, şahane bir hava olduğu için müzikten, liseden ve gençlikten bahsetmek istiyorum. Dileyen buraları geçsin.

Yolları şarkılarla ölçerim. Okula giderken Amorphis'ten Tuonela, Death'ten See Through Dreams. Dershaneye giderken Dream Theater'dan Finally Free, Fates Warning'ten The Eleventh Hour. Çeşitli istikametlere çeşitli şarkılar, hepsinin arasına Opeth şarkılarını yerleştirin. Lise zamanları böyle geçti; ezilmeye beş kala air guitar ile coşardım. Çok küfür yemişimdir ama müzik muhteşem bir şey. Opeth hele.

Ayıramıyorum, her albümü ayrı sevsem de Still Life daha bir güzel gelirdi. Soğuk, tedirgin edici. O zamanlar erginliği yakalamaya çalışırdım, kitaplarla veya müzikle gelmeyecekse erginlik neye yarardı ki? Yaramadı da zaten, hoş bir şey değilmiş. Şarkılar ne olursa olsun kaybolmuyor neyse ki. Konsept bir albüm Still Life, hikâyesini kendimize uydurup o yalnızlığı da çekerdik. Adamımızın Melinda'ya duyduğu aşkla bizim kıçı kırık lise aşkları bir değil miydi? Aynı defi yaşamadık mı? Sonuna kadar. O zaman aradan 13 yıl geçtikten sonra, şu güzel yağmurun altında bir Opeth patlatırız be. Al ulan, ah Melinda.



"Gelin kuzucuklarım," diyor King, ısırmayacak gibi gözüküyor. Adile Teyze'ye bağlamasının sebebi belli, iyice yaşlandı. Ciddi bir kaza atlattı, zar zor iyileşti ve yazmaya devam etti, hala yazıyor. Eski performansının çok uzağında olduğunu söyleyenler var, yazdığı yeni şeylerin de pek güzel olduğunu söyleyenler var. Sadece şunu söyleyeceğim, bu adam bu yaşında yazmaya devam ediyorsa, okutmaya devam ediyorsa daha yapacağı çok iş var demektir. Yeni bir seri beklememek lazım, adam bir şiirden koca bir saga yarattı, yeter. Öyküden ve romandan yürümeye devam ediyor. İkisinin yazım aşamasını kıyaslıyor ve öykünün yazımının daha zor olduğunu söylüyor. Öykü bir esin anında fikir olarak belirebilir, hatta nasıl başlayıp nasıl biteceği bir anda şekillenebilir ama roman öyle değildir, tekrar tekrar denenen, yazılan bir şeydir. King, öykülerin hikâyesini anlatırken bu durum daha iyi anlaşılıyor.

Öyküler ısırabilir, uyarı bu yönde. Uyumadan önce kapının neden aralık olduğunu düşündüren türden öyküler bu huzursuzluğu yaratıyor King. Kısaca şu: Kapıya asılı gömleğinizin bir an için bir varlığın üzerinde olduğunu, yatağınızın altında bir varlığın nefes alıp verdiğini, dolabın kapağının yavaş yavaş aralandığını düşünenlerdenseniz bu kitap uykuyu getirmek için iyi bir tercih değil. Küçük korkuların sürekli huzursuz ettiği ruhlar için çok sıkıntılı bir kitap.

Mile 81: Yılın belli zamanlarında kullanılan bir yol üzerinde terk edilmiş sosyal bir tesis var, Peter adlı çocuğumuz burayı keşfe geliyor ve uykuya dalıyor. Peter ve abisi arasındaki ilişki birkaç sayfa boyunca anlatılıyor, işler acayipleşmeden önce normal dünyaya bir pencere açıyor King, böylece yabancılaşma ve korku hissi artacak.

Buick 8, Christine, içine ecinni girmiş pres makinesi, maymun oyuncağı, King'in tipik mahluğu yine ortada ama bu kez uzaydan geliyor. Uzaylılar pek çok King eserinde ortaya çıkar, burada araba biçiminde beliriyor. Clive Barker'ın Rawhead Rex'iyle paralel bir çizgide ilerliyor öykü; yabancı bir varlığın bir anda peydah olması ve önüne geleni yemesi.

Oradan geçen bir kadın, satın aldığı atıyla birlikte yolculuk ederken camları çamurla kaplı, kapısı aralık bir araç görüyor ve kenara park edip aracın yanına gidiyor. Araba, kendisine dokunanı çatır çutur yemeye başlıyor. Önce bu kadın, sonra başka bir araçla seyahat eden ailenin babası, sonra oraya gelen bir polis memuru teker teker yem oluyorlar. Sonunda Peter uyanıyor, aracın yanına gidiyor ve çocuk aklıyla inandığı şekilde araçla savaşıyor, yanında taşıdığı mercekle arabanın bir noktasına güneş ışınlarını yoğunlaştırıyor ve araç geldiği yere dönüyor. "Pete'in aklına dünyayı saran atmosferin üstündeki soğuk karanlık geldi; o sonsuz boşluk içinde kim bilir neler yaşıyor ve pusuda bekliyordu." (s. 65)

Öyküdeki karakterlerden biri, aracı gördüğü zaman Christine'i hatırlıyor. Güzel bir gönderme, kendine referans.

Premium Harmony: King'e göre Lovecraft okurken Lovecraft gibi yazılır, Carver okurken Carver gibi. Öykü Carver'a ithaf edilmiş, King'in biraz geç keşfedip çok sevdiği bir yazar, bizde şiir ve öyküleri Can'dan çıkıyor, şiirlerinin çevirmeni Cevat Çapan. Neyse, King için Carver: "Evet, adam sarhoşun tekiydi ama kocaman bir yüreği vardı." (s. 68)

Kısacık bir öykü: Yıllanmış evliliklerinin durgunluğunu kıramayan bir çift, bir köpek, seyahat esnasında mola verirler ve kadın tesise girer. Bir an sonra arabanın yanına biri gelir, adama karısının düştüğünü ve hareket etmediğini söyler. Kadın ölür, civardaki insanlar adama acır, adam ne olduğunu anlar ama körelmiş duygularıyla pek bir şeyin farkına varmaz. Aslında kimse varmaz. Su içmek gibi bir şeydir ölüm, nefes almak gibi. Hayatın doğal bir süreci. O kadar.

Batman ve Robin Tartışıyorlar: Bu öykünün bir kısmını anlayabiliriz, bizi ısıracak olan kısmı değil. Minibüs terörünü düşünün, şoför aşağı indi ve elinde sopayla küfrederek geliyor. Süper. Dayak yiyeceğiz. Yanımızda babamız var, aklı gidip geliyor. Adamı haftada bir kez huzurevinde ziyaret ediyoruz, eski günleri anıyoruz falan. Sonra biz dayak yerken baba arabadan çıkıyor, şoförün gırtlağına bıçağı geçiriveriyor. Minik oğlunun dayak yediğini izleyecek değil ya.

Olabilir, bu ihtimal King'in sanatını dehşet verici kılıyor.

Kum Tepesi: Yaşlı bir yargıç, ölümü yakın. Avukatını çağırıyor ve vasiyetnamesini yazdırıyor, bu arada yıllardan beri yaşadığı bir olayı anlatıyor. Evinin yakınındaki bir adada, kum tepesinin üzerinde isimler beliriyor ve beliren isimler kısa bir süre sonra ölüyor. Yargıç, son bir isim gördüğünü ve ondan sonra söylüyor. Avukata göre bu isim yargıcın ismi ama gerçek bambaşka. Anladınız.

Kötü Çocuk: "Başaramayacaksın," diyen ses her zaman orada, beyni bir yerinden kemiriyor. Her zaman. Kaygılardan kurtulamayan insanın kabusu. Başka bir hayatı muhteşem bir şekilde yaşamakta insanların üstüne yok, neyi başarıp başaramayacağınızı söylerler, kendilerinden oldukça eminler. Bu kötü çocuk, toplumun sesi olarak değerlendirilebilir ama öyküdeki mevzu biraz daha korkunç. Bir adama musallat olan şişko, kötü bir çocuk var ve her kritik anda ortaya çıkıp adamın hayatını mahvediyor. Adamın arkadaşları birer birer ölürken delirmemek işten değil, adam da delirip çocuğa kurşun yağdırıyor. Tabii ki çocuk bir başka çocuk, o değil. Avukat, idam edilen müvekkilinin hikâyesine inanmasa da arabasına binmek üzereyken çocuğun şapkasını ön koltukta gördüğü zaman inanacak. Lanet artık bir başkasının üzerinde.

Öbür Dünya: Nispeten zayıf bir öykü, ölümden sonrası için bir ihtimal. Hayatınızı yeniden yaşarsınız, hiçbir şeyi hatırlamadan. Tek bir pişmanlığı tekrar yaşamamak için akılda tutulması gereken ince bir ayrıntı acaba hatırlanabilir mi?

Ur: Kindle için yazılan bir öykü, 11/22/63 havasında. Kindle aldınız ve olası tüm evrenlere ulaşabildiğinizi gördünüz, gelecekteki evrenler dahil. Çok sevdiğiniz bir insanın ölümünü engellemeye çalışır mıydınız? Anlatıcı bunu başarıyor ve paralel evrenler polisine yakalanıyor, yırtıyor bir şekilde. Kabaca olay bu.

Kötü Hissetmek: Saki'nin Lady Anne Susuyor öyküsü, biraz daha günümüz versiyonu. Hasta karısının iyileşmesini bekleyen, kadının moralini yüksek tutmaya çalışan adam, üst kattan gelen kötü kokudan şikayet eden apartman sakinleriyle birlikte aynı kaygıyı taşır; evde ölü fareler mi var? Komşuların şüpheleri yön değiştirir, adam evine kimsenin girmesini istemez. Yine anladınız. Birini yeterince seversek ölmemesini sağlayamayız ama o kişinin yaşamayacağı anlamına gelmez bu.

Bir adet post-apokaliptik öykü, bir adet polisiye öykü, birkaç garip öykü daha. Belki eski öykülerini aratıyor ama King hala çok iyi.

6 Haziran 2016 Pazartesi

M. Kansu - Bir Solucanın İntihar Girişimi

Lefkoşa'da dolanırken Kıbrıslı sanatçıların metinlerini merak etmiştim. Eski, tozlu sokaklar arasında iki katlı yapılar, katedralden bozma bir cami, bitmek bilmeyen duvar, sınırlanmış bir şehir, sınırlanmış bir dil yaratıyı nasıl biçimlendirebilir, peşine düşmek konusunda kendi kendime söz verdim. Mehmet Yaşın, Neşe Yaşın, Osman Türkay, Pembe Marmara, kimi bulursam. M. Kansu'yu buldum ilk. Kapak resmi yok, kitap da pek yok ortalıkta. Nadirkitap'ta iki yerde var, başka da yok. Kayıp kitapların izini sürmeye devam ediyorum, sevdim bu işi. Bilinmeyeni ortaya çıkarmak istiyorum, silinip gitmeye yakın işlerin tarihini ben tutacağım.

Kansu'nun öyküleri kısa, nefeslik. Anın yaşandığını ispatlamak için anının, imgelerin kapatıldığı küçük odalar. Doğanın duyumsanan kısmı, her an her şeyle etkileşim içindeki insanı bir noktada sürgün vermek zorunda bırakıyor. Sezar ile Cezar bu sürgünün ürünü bir öykü. Bir adam evden çıkar, bir çiçek güneşe bakar, her şey sessizce gerçekleşir ya da o durgun, devinimsiz dünyada hiçbir hareket gerçekleşmemiştir, çok önceden çizilmiş bir haritayı önüne alan kaşif neyi keşfedebilir?

İnsanın en bilindik acıları bu sessizlikte büyüyor, doğanın resmini çizdikten sonra. Kansu, çoğu öyküsüne rengarenk mekanını kurarak başlıyor; güneş, ağaçlar, toprak, gök, mevsimler, rüzgar... Bir sıkıntı, hepsinin ortasında. Parlak renkler birbiriyle uyumsuz, bir tekinsizlik duyuluyor. Bunca rengin -bir araya geldiğiyle- neye dönüşeceği, hangi sokağa çıkacağı belli, insanı nereye koyarsanız koyun. Acısı olabildiğince çıplak. Kuşkunun Çizdiği Ölüm, cüzamlı bir hastayla doktorunun arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Kıbrıs, çeşit çeşit meyvenin dallardan sokaklara sarktığı ve hemen hiç kimsenin bu meyvelere dokunmadığı bir yerdir. Acaba insanlar acılara da mı dokunmuyorlar, herkes acısını bir kendine mi ilikliyor diye düşünmedim değil, zira Girne'den Lefkoşa'ya çok yalnız bir toprağın öyküsünü duyarsınız. Cahit Zarifoğlu Kıbrıs'ta askerlik yaparken bir gözlemde bulunmuş, tam hatırlamıyorum şimdi. Şöyle bir şeydi: "Girne'den çıktık, X, Lefkoşa, Y, Mağusa. Bu kadar." Kıbrıs'ın insanları, her biri bir ada. Bir Başka Rengi Dönüşürdü Acılarla Yüzleştikçe adlı öyküde "O" vardır; arkadan gelen bir ses, boyna dişlerini geçiren bir hayvan, her an hissedilen bir yılgı. Adayı yalıtmak bir şey, insanı yalıtmak bir başka şey. İnsan kendi sıkıntısını kendi yarattığı noktaya gelirse bir yerlere kilitlediği huzuru da kaybeder ve O'ndan başka konuşacak kimsesi kalmaz. O Ağacı, her mevsim kül çiçeği açar. Yapay Işığı Benimsemenin Bedeli, bir başka O'nun öyküsü, mutluluk veren O'ların da bir nevi zincir olduğunu söyler. Yakaya taktığınız bir O, takmadığınızda her an nerede olduğunu sorguladığınız, gazetede sevdiğinin evinin önünde intihar ettiğini okuduğunuz genci düşünürken kendini hatırlatan O, zamanı dilim dilim önünüze serdiğinizde her bir parçada kendini hatırlatan O, hiçbir imgeyle dönüştüremeyeceğiniz, yok edemeyeceğiniz, mücadele dahi edemeyeceğiniz... O, bir dünya markası.

Aç Çocuğa Öykü gibi daha toplumsal meselelerin öyküleri de vardır, adadan gitmeye çalışanların öyküsü, sokaklara gömülenlerin öyküsü. Milliyetçi bir damara rastlamadım, savaşların izleri mevcuttur ama mevzunun anlamsızlığı üzerinden gidilir. Yani sonuçta kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, aydınlanma falan, bu ne mantıksızlık? 

Uğultusuz, Uzun Bir Önsevişme... Uğu çıkarın akıldan, tutkuya kapı aralarsınız. 

Kalın, Kurşuni Bir Bulut, başka bir biçimle başka bir yazardan, Bilge Karasu'dan okuduğum bir öyküdür. Bilge Karasu'nun üç kadını/adamı/mahluğu (özneyi, nesneyi?) aynı anda konuşturduğu bir öyküsü vardır, zannımca Heidegger'ın dil-varlık meselesinden açılmış bir pencereden görünenlerle yazılmıştır. Neyse, bu öyküde bir masa etrafında oturan kişilerin bağlamı belirleyen tek bir objeye/süjeye dönük konuşmaları, kimliklerini yitirmelerine, sözcüklerin kurşuni bir buluta dönüşüp her şeyin üzerini kapamasıyla son bulur. Üzerine düşünülmüş bir öykü. 

Şununla bitireyim: Akın, İyi Ki Yaşlandın.. Gülten Akın'ın geçtiği bir öykü, bir şairden diğerine kurulan bağ. Akın'ın o zamanlar çıkardığı kitabı Sonra İşte Yaşlandım üzerinden şiirlerinin sarı kağıtlar kadar bir şey olduğunu düşünen anlatıcı, kendi şiirinin yaşlılığının da farkına varır ve Akın'a sevgilerini döker. Yanlış döker galiba; kitabın adını Ve İşte Yaşlandım olarak alır. Öyle midir? Şairler arasında kitapların adları değişebiliyordur belki; bir şairin bir diğer şairin kitabı üzerinde tasarrufu mevcut mudur?

Şairden öyküler olduğu için her bir satırda farklı imajlara açık olmalısınız, karmaşa yaratan metinler bunlar; tür gereği oldukça yoğun. Şu güzel ki -kim demişti bunu, hatırlamıyorum- "ölü imgeler" yok, yani çıkmaz sokağa varmayacaksınız hiçbir zaman.

Edinebilirseniz bir bakın diyeceğim ama pek mümkün değil gibi. Denk gelirseniz artık. 

1 Haziran 2016 Çarşamba

Taner Ay - Metruk Zamana Seyahat

Tetiğe çöken protagonist, -bilinç gnostiği- tetiğe asıldığında parçalara ayırdığı hatrına sezginin, rüyaların ve seksen parçalı anlatının dışında başka bir vasıtayla varamayacak ölçüde dağılır. Toparlaması zor; işkencelerin, yıkıcı bir aşkın ve muhtemelen birilerini öldürmenin bilançosu birkaç gül, birkaç kurşun, biraz kül, biraz duman. Külli tamam, hepsi ayrı ayrı yerlerde, camları kırık odaya dağılmış, uyumaya çalışan bir adamın ıstırabında parlıyor. Nasıl toplamalı, daha doğrusu bu şekilde nasıl yaşamalı? Her bir parçayı kaldığı yerden sürdürüp kaldığı yerde bitirerek, birbirine bir türlü teyelleyemeyerek, korkunç bir akışla. Bilinç akar, yatağını bulur. Yatağın en kirlisi, terden en ıslağı. Uyku gelmiyorsa bir adamın su uykusu kısacık bir metne dönüşecektir, dönüşmüştür. Budur. "Kırık hayatlar da uyur, yum gözlerini." (s. 16)

Taner Ay 1957 doğumlu. Söylediğine göre "kayda değer başka bir husus yok." Fotoğrafında yakışıklı, arkasında bir Leonard Cohen fotoğrafı. Avukat, eleştirmen, sinema tutkunu. Metinleri türsüz. Şiir, biraz. Anlatı denebilir.

Uyumaya çalışan bir adam, başlangıçta Perec'in adamıyla aynı mesele. Nazım Hikmet giriyor araya; aksi ve lanet bir adamla ilgili son günlerin değerlendirmesi başlıyor ve metin açıldıkça her bir sözcüğe, yeri geldikçe her bir harfe tutunmaya çalışmak gerekiyor, yoksa metnin merkezkaç kuvveti okuru savuracak kadar hızlı. Eksiltili harfleri takip edeceksiniz, atlamamanız gerekiyor. "gözlerini/gözlerin/gözleri/gözler/gözle/gözl/göz/gö/g" (s. 16) Anlatıcıyı ne koşulda olursa olsun takip etmeyecekseniz bir hikâyeyi dinlemenin ne anlamı var?

Akış hızlı, durulacak gibi değil. Adamın adı Fırat, şizofren. Kadının adı Çiğdem. Fırat bir militan, sanıyorum siyasi çatışmaların en şiddetli olduğu dönemden. Çiğdem bir kadın adı, sözleri ve adı dışında kadınla ilgili bildiğimiz pek bir şey yok. Fırat evlenmek istemiyor, Çiğdem'i çok sevmesine rağmen gönlünü davaya vermiş. Çiğdem, silah yerine el tutması gereken eli bırakmak istemese de bunu yapmak zorunda. Öncelikler, doğru sıralama. Önceliklerini doğru belirlemeyen bir insan için kaybedilenler, yaraların kabuklarını iyileşmeye az kalmışken kaldıracak iğnelere dönüşür. Fırat, görkemli kaybedenlerdendir. Çiğdem'i, davayı, kendini kaybederken her şey fırtınaya tutulmuş gibi etrafında uçuşur. Yakalayıp kağıda koyabildiği harfler her an tekrar uçacak gibidir, uçmaya meyilli bir metin. İnce poşetlerden yapılmış bir uçurtma. Seyahat, kapatılmış anılara bir yolculuktur. Metruk/terk edilmiş zaman uzunca bir süre kilitlidir, özgür kaldığı zaman... Sağanak yağmur, kaçışsız.

Menekşeli adam, adamın kendisi adam tarafından öldürüldü. Adamın bunu kabul etmesi bir yüzleşme, en ağırından. Tetiğe çöktü, tek el ateş. Fırat yok artık, menekşeler yerlerde. Çiğdem kayıp, zaman onu değiştirecek ve anlatıcıyı da değiştirecek, birbirlerini bir daha asla bulamayacaklar, tekrar tanışmak zorundalar. Güçleri varsa. "Söyle bana Çiğdem! Neden böyle aksarım L esaretinde hüzne dolanıp duran atlarmışçasına?" (s. 54) Bir bataklık olarak görülüyor Çiğdem; sağlıklı çocuklar verebilir ama davadan saptırır. Dişiliğiyle baş döndürür ama dönen baş yerine gelmez.

Anılara devam, dönen başın baktığı istikamette dereler arasından, ağaçlar arasından kaçan bir grup militan, asker peşte. Mahirlerin kaçışına pek benzer bir durum. Sıkılan her bir mermiyle insanlığın bir kısmı yok oluyor, boşluğu korku dolduruyor. Aklı kaçırmamak gerçekten zor. Kaçıyor zaten. Çiğdem hep o kaçan bölümü istiyor, uyku bir türlü gelmiyor, seçilmiş anılar yerine denetimsiz görüntülerin baskısı son darbe oluyor.

Zor metin, yenilgiye şık bir vücut çalımı. Yirmi yerinden deli.