27 Aralık 2012 Perşembe

Chuck Palahniuk - Dövüş Kulübü

Filmi izleyeli de kaç zaman oldu, elime geldi bu raf düzenlerken. Filmle olmaz o işler, kitabını okuyacaksın. Kitabını okumadan önce filmi izleyeli bayağı olacak, yoksa Tyler gözünde canlanırken Brad Pitt'miş gibi canlanır, film seni yönlendirmiş olur, bok olur. Benim gözümde adam Guile gibi canlandı. Ben çocukken Street Fighter oynardım bayağı.

Kaosun tam ortasına düşüyor okuyucu. 10 dakika sonra havaya uçacak bir binanın en tepesinde kafaya dayanmış bir silah, "Ölmeden yaşayamayız," gibi, "Bu aslında ölüm değil," gibi felsefik gibi şeyler söyleyen Tyler isminde bir adam, susturucu ve bomba yapım teknikleri, havaya uçmak, silah, Marla.

Kurgu zamanında bir ileri, bir geri gidiyoruz, o yüzden sallamadan okumak gerekiyor. Bu kaostan sonra anlatıcımızı bir şişkoya sarılırken görüyoruz. Bob. Testis tedavisi yüzünden memeleri çıkmış ve iyi hissetmek için hastalığının toplantılarına gidiyor. Romanın çözümüne dair ilk ipucu burada geliyor: "O koca ıslak surat yüzümün üstüne kapanıyor ve ben içeride kayboluyorum. İşte o zaman ben de ağlıyorum. O sarmalayıcı karanlıkta, başka birinin kolları arasına hapsolmuşken, hayatta elde edebileceğiniz her şeyin sonunda çöpe 
gideceğini anladığınız zaman ağlamak çok kolaydır." (s. 17) Böylece bu tip terapilere gelme sebebi olan uyku sorunu da bir süreliğine atlatılmış oluyor. Yaşamak için yeterince makul.

Marla Singer'ı bu toplantılarda tanıyor anlatıcı. İkisi de çeşitli destek gruplarına gidiyor. Akciğer kanseri, bağırsak kanseri, bilmem ne bir şeyi, buralarda karşılaşıyorlar ve anlatıcının uykusuzluğu geri dönüyor, kendisi gibi biri daha var çünkü ve birbirlerinin oraya geldikleri zamanki mutluluğunu yok ediyorlar. Suçluluk duygusu. İki yıldan sonra uykusuzluğa dönüş büyük bir sıkıntı, bu sebeple Tyler ortaya çıkıyor. Ya da Tyler ortaya çıktığı için uykusuzluk ortaya çıkıyor. Filmi bilmiyormuş gibi yapalım, daha hiçbir şeyden haberimiz yok.

Anlatıcımızın işi ürün iptali koordinatörlüğü. Adından anlaşıldığı üzere çok kral bir iş. Evini süper eşyalarla döşemesinden de belliydi. Evinin havaya uçmasından da. Gerçi bu, ortada bir sıkıntı olduğunu gösteriyor ama oraya daha gelmeyelim. Üçüncü bölümde anlatıcının işiyle Tyler'ın işi birlikte anlatılır. Burada güzel bir hadise var, şimdi tekrar göz gezdirirken çaktım. Anlatıcı, "Uyanırsın, SeaTac," diyor, "Uyanırsın, Willow Run," diyor mesela. Hep böyle diyor. İşi gereği çok seyahat ediyor, içinde hep aynı şeylerin olduğu hep aynı çantayı götürüyor yanında. Diğer yanda Tyler'ın sinema makinisti olduğundan bahsediyor. Hep aynı makaraların takılması, çıkarılması, aynı filmi tekrar tekrar izlemek zorunda kalmak mesela, Tyler'la anlatıcının arasındaki ilişkiyi ortaya koyan ince bir detay.

Anlatıcının işten eve döndüğü bir gün. Sokağa bir şeyler saçılmış. Evi havaya uçmuş çünkü. Burada bir eşya dökümü var. Pahalı eşyalar. Anlatıcının hayatı olmuş eşyalar. Her birinin nasıl havaya uçtuğunu, parçalandığını görüyoruz. Binanın kapıcısı anlatıcıya, "Eğer ne istediğini bilmezsen bir bakarsın istemediğin bir sürü şeyin olmuş," diyor. Anlatıcı demeyeyim de mesela Hüsnü diyeyim. Hüsnü Tyler'ı arıyor, buluşup bir şeyler içiyorlar. Tyler, Hüsnü'ye gel bende kal ama bir şartım var gibi bir şey söylüyor. Her şeyin başladığı yer şurası:

"Orada, barın birinde, sarhoş kafayla, kimse bize bakmazken ve baksa bile umursamayacakken, Tyler'a benden ne istediğini soruyorum.
Tyler diyor ki: 'Bana bütün gücünle vurmanı istiyorum.'" (s. 47)

Bir sonraki bölüm. Hüsnü işte. Ağzına kan tadı geliyor, yüzünde dikişler var, yaptığı sunumu patronu devralıyor. Kusmadan yarım litre kan yutulabileceği bilgisi verildikten sonra anlıyoruz ki kulüp açılmış. Hayırlı olsun. Kulüp hakkında konuşmak yasak, ikinci kural da birincinin aynısı.

"Bir öğle yemeğinde örneğin, masanıza gelen garsonun gözlerinin etrafında dev pandalarınki gibi iki siyah halka vardır. Belki de aynı garsonu, geçen haftanın dövüş kulübünde kafası beton zeminle doksan kiloluk bir depo elemanının dizi arasında ezilirken görmüşsünüzdür; adamın yumrukları etrafındaki bağırtıların arasından duyduğunuz sert, kesik ve kof bir sesle oğlanın burun kemiğine defalarca inerken. Ta ki oğlan, 'Dur,' demeyi becerecek kadar nefesini toplayana ve kan püskürtene kadar." (s. 50)

Zamanında bir çocuk vardı, Kartal'da kendi kulübünü kurmak için internette adam arıyordu. "Gelin dövüşçez rahatliycaz sonra hayatımız daha güzel olcak ben bi depo kiraladım eski bakkal deposu kolili yer de var," falan. İşte bunun başarılı hali, doğal olarak ilk hali oluyor. Bir barın bodrumunda her cumartesi toplanıyorlar, Tyler kuralları söylüyor. Dövüş kulübü hakkında konuşmak yasak, yasak ve eğer ilk gecenizse dövüşmek zorundasınız.

"Beni sorarsanız, ben babamı altı sene kadar tanıdım; ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Benim babam her altı yılda bir yeni bir şehirde yeni bir aile kurar. Buna aile demek ne derece doğru bilmiyorum; yeni bir şube açar demek belki daha uygun.
Dövüş kulübünde gördüğünüz şey, kadınlar tarafından yetiştirilmiş bir erkekler kuşağıdır." (s. 51)

Koca bir hasiktir çektim burada. Bundan sonrası biraz özel, isteyen diğer paragrafa atlasın. Kariler, benim babayı ben 6 yaşına kadar bile göremedim, 2 yaşına kadar gördüm, zıplamış evden. Sonra kendi şubesini açtı ama böyle her altı senede bir şube açmadı, o şubede kaldı. Ondan sonra ne oldu bilir misiniz, abiyle anne öyle bir gelecek kaygısına soktular ki beni, kafayı yedim. Baba yok, anne emekli, abi öğrenci. Çalış oğlum, iyi bir okula girmelisin. Çalış oğlum, notların iyi olmalı. Çalış oğlum, çalış oğlum. İşin iyi olmalı oğlum, iyi kazanmalısın oğlum. Eşşeğin siki oğlum. Sizi iyi anlıyorum dövüşçüler, çok iyi anlamıyorum ama iyi anlıyorum.

"Yaşadığınızı hiçbir zaman dövüş kulübünde olduğu gibi hissetmezsiniz. Sizi seyreden onca kişinin ortasında, oradaki tek ışığın altında, öbür çocukla karşı karşıya olduğunuz zaman. Dövüş kulübünde önemli olan, dövüşten yenik ya da galip çıkmak değildir. Dövüş kulübüne ilk kez gelmiş birine bakın, kıçı beyaz bir somun ekmek gibidir. Aynı adama bundan altı ay sonra rastladığınızda, vücudu tahtadan oyulmuşa dönmüştür. Her şeyin altından kalkabileceğine emindir bu adam. Dövüş kulübünde de spor salonlarındaki gibi homurtular ve inlemeler duyulur; ama burada asıl mesele iyi görünmek değildir. İnsanların ağzından kiliselerde olduğu gibi histerik çığlıklar yükselir ve pazar akşamüzeri uyandığınızda kendinizi kurtulmuş hissedersiniz." (s. 53)

Alaeddin/Adam Şenel'in Siyasal Düşünceler Tarihi adlı kitabının ilk bölümünden ilk insanlara dair:

"İnsanın yaşamı, organlarının evriminden çok araçlarının ve bunlarla bağlantılı olan yaşama biçimlerinin gelişmesiyle değişmeye başlamıştır. Gerçekten, zamanımızdan 500 bin yıl kadar önce yaşayan, kalıntıları Neanderthal'da bulunduğu için 'Neanderthal İnsanı' denilirken, daha sonra (ortalama beyin büyüklüklerinin günümüz insanının ortalamasından da büyük oluşuna bakılarak) Homo sapiens'in bir türü sayılıp Homo sapiens neanderthalensis denmeye başlanan canlının görünümü, günümüz insanından farklı ise de, günümüzün insanının iskeleti ile zamanımızdan elli bin yıl önce yaşayan atamız olan Homo sapiens sapiens türünün ilk temsilcisi uzman avcı Kromanyon/Cro-Magnon insanının iskeleti arasında, ancak uzmanların ayrımlayabileceği küçük farklılıklar vardır. Buna karşılık, araçlar ve yaşam biçimleri arasındaki fark çok büyüktür. Ve bu fark toplumsal evrimin ürünüdür. Gerçekten bugün sanayileşmiş ülkelerde üretilen 13 milyon değişik mal ve araç ile yaşam biçimimiz, biyolojik evrimin değil, toplumsal birikimin, toplumsal evrimin ürünüdür. 
(...)
Toplumsal evrim, yetişkinlerin öğrendiklerini, çocukların yeniden öğrenmek zorunda kalmadan taklit edip kendilerine kazandırmalarıyla; daha sonra erginlerin öğrendiklerini görenek, dil, yazı vb. ile gençlere ve sonraki kuşaklara kazandırmaları ile; demek ki deneyim, bilgi birikimi ve bilgi iletişimi ile gerçekleşir." (s. 6-7)

İşte bütün sıkıntı bu iki noktadan doğuyor.

"Her şeyin altından kalkabileceğine emindir bu adam." Bu cümleyi düşünelim. Bir zamanlar, toplayıcılığın da öncesinde neler olduğunu düşünelim. Mağaradaki ateşin sönmemesini sağlama görevini kadınlar üstlendi, çünkü erkekler daha kudretli görünüyordu, daha güçlülerdi ve bir ateş söndüğü zaman onu yakmak için büyük bir zahmet çekiliyordu, erkekse kadına bakma görevine karşılık yardım istiyordu. Bu rol böylece benimsendi. Erkekler avcılık yapmaya başladılar, sonra çok büyük hayvanları avlamak için bir araya geldiler ama bu sürekli bir ortaklık değildi, etten payını alan uzar, yoluna bakardı. Hayvanları öldüren erkek güçlü hissetti, kadınına/kadınlarına bakan erkek güçlü hissetti, kabile döneminde mamuta son darbeyi indiren erkek güçlü hissetti, kabilenin sembolik ödülünü taşıyan erkek güçlü hissetti. İlkel de olsa silah yapan erkek güçlü hissetti ve bu durum, ardışık iki tür arasındaki fiziksel değil, sosyal farkı ortaya çıkardı. Güçlü olan mutlu oluyordu, bunun yanında elde edilecek çok bir şey yoktu. Kadın, silah, ateş. Bunlar yeterliydi. Şimdi durum ne? En başta para. Para kazanmak için çalışmalıyız, yaşamak için değil. Yiyeceğimiz bu paradan gelebilir, lâkin şart değil, birçok yol var yiyecek edinmek için. Para, sonra telefonlar, bilgisayarlar, oyun konsolları, koltuklar, lambalar, perdeler, sandalyeler, masalar, ayakkabılar, küpeler, kolyeler, restoranlar, geziler. Gezmek için vize parası vs. veriyoruz, inanılır gibi değil. İnanılır, çağ bu. Bunca sahip olunması gereken şey var ve sahip olmazsan aşağılanırsın.

"Ay sen onu mu giyiyosun?"
"Telefonun çalıyo, Fransız İhtilali arıyomuş. Pkfmpf."

Sahip olamazsın, çünkü sen hiçbir şey değilsin ve senden beklenenler o kadar fazla ki bir tekini bile yapamayacak kadar beziyorsun. Yapamazsan başarısızsın. Toplumsal evrim budur, atalarımızdan öğrendiklerimiz de budur. Binlerce yıllık toplumsal evrim bu bok çukurunda sona erdi. Şimdilik. İnsanın kendisi de pek bir bok olmadığı için sorun olmadı gerçi, her şey varlığını sürdürüyor ve kimse şikayetçi değil. Öyleyse yarın bir otobüse bomba bırakabiliriz, veya kimseye fark ettirmeden metroda birini itip raylara düşürebiliriz. Biz hapse gireriz, ölenin ardından ağlanır ve her şey yoluna devam eder. Hayırlı olsun.

Kıvılcım ilk dövüşle başlıyor, Tyler'la Hüsnü'nün etrafında bir kalabalık toplanıyor.

"Sanki Tyler'ı değil de, bu dünyada yolunda gitmeyen her şeyi un ufak etme şansını en sonunda yakalamış gibi hissettim kendimi. Kuru temizleyiciden yaka düğmeleri kırılmış olarak dönen gömleklerim. Hesabımın yüz dolar eksiye geçtiğini söyleyen bankam. Bilgisayarımı açarak DOS yürütme komutlarımı kurcalayan patronum. Ve Marla Singer, dayanışma gruplarımı benden çalan kadın." (s. 55)

Bunun ilk izlerini bence çocuklukta bulmak mümkün. Zillere basıp kaçarken, boncuk atan tabancayla birilerine sıkarken, gazete tutuşturup balkondan aşağı atarken (bu biraz ağır oldu gerçi) aynı şeyi çok küçük de olsa hissediyoruz.

Hüsnü, Tyler'a taşınıyor. Üç katlı, bodrumu olan eski bir ev. Çatısı deli gibi akıtıyor, etrafta birkaç depo var ve başka hiçbir şey yok. Marla'yla Tyler yatıyorlar bu arada, Tyler Hüsnü'ye Marla'ya kendisinden bahsetmemesini, yoksa sonsuza kadar kaybolacağını söylüyor. Sonra beraber acayip işlere girip çıkıyorlar, sabun üretiyorlar mesela. Deli para varmış sabun işinde, onu öğreniyoruz. Bir kovulma hadiseleri mesela: "'Kovulmak,' der Tyler, 'herhangi birimizin başına gelebilecek en iyi şey olurdu. Böylece havanda su dövmekten kurtulur ve hayatlarımızla bir şey yapardık.'" (s. 85)

İşlerin boka sarmasıyla sona geliyoruz ister istemez. Hüsnü kardeşimiz kulüple alakalı bir kağıdı işyerinde unutuyor, patron buluyor bunu. Hüsnü patronu tehdit ediyor, bir sürü usulsüz iş yapmışlar ve insanlar bu yüzden ölebilir. Bir araba markasının bir modelinin fren sisteminde küçük bir sorun var ve bu görmezden gelinmiş, yüzlerce insan zaman içinde ölebilir. Böyle şeyler. İnsanlar ölüyor, ölebilir, Hüsnü uçağa binince uçağın düşmesi için dua ediyor ve kafayı yemiyor? Mümkün değil. Kafayı yemese zaten kitap olmazdı.

Bir zaman sonra Tyler evin bodrumu için hesap kitap yapıyor ve buraya bir sürü ranza alıyor. Böylece kulüp elemanlarından ilk ordu da kuruluyor. Üç grup vardı galiba; biri vandallık falan yapıyor, diğerleri de ona benzer şeyler yapıyor. Mesela bir grup kundakçı, bir yerleri havaya uçuruyor. Şehrin en yüksek binasına yanan gülen surat çiziyorlar. Birileri öldürülüyor, böyle şeyler. Arabalı bir bölüm var romanda, yemin ediyorum dehşetten benim ellerim terledi. Okuyun, çok arıza bir bölüm o. Anlayacaksınız zaten.

Örgütlenme dedik, olay şu: "Güçlü kadın ve erkeklerin oluşturduğu bir sınıf var ve bunlar hayatlarını bir şeye feda etmek istiyorlar. Reklamlar insanları gerek duymadıkları arabaların ve kıyafetlerin peşinden koşturuyor. Kaç kuşaktır insanlar nefret ettikleri işlerde çalışıyorlar; neden? Gerçekte ihtiyaç duymadıkları şeyleri satın alabilmek için.
Bizim kuşağımız büyük bir savaş görmedi, büyük bir buhran yaşamadı; ama bizim de bir savaşımız var. Büyük bir ruhani savaş bu. Kültüre karşı büyük bir devrim hazırlıyoruz. Büyük buhran bizim hayatlarımız. Biz ruhani bir buhran geçiriyoruz." (s. 156)

Hüsnü'yle Tyler'ın ilişkisini, sonu anlatmayacağım. İnternette paylaşıla paylaşıla romanın en meşhur olmuş cümleleriyle bitiriyorum ve iyi günler diliyorum. Nitrogliserin için damla damla, unutmayın.

"'Şunu unutma,' diyor Tyler. 'Ezmeye çalıştığın bu insanlar senin muhtaç olduğun herkestir. Biz senin çamaşırlarını yıkayan, yemeğini pişiren ve önüne getiren insanlarız. Senin yatağını biz yapıyoruz. Uykudayken seni biz koruyoruz. Ambulansları biz kullanıyoruz. Telefonlarını biz bağlıyoruz. Bizler ahçıyız, taksi şoförüyüz ve senin hakkında her şeyi biliyoruz. Sigorta bildirimlerini, kredi kartı ödemelerini biz takip ediyoruz. Hayatının her alanını biz denetliyoruz.
Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük; ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza ancak dank ediyor,' diyor Tyler. 'O yüzden bize karşı dikkatli ol.'" (s. 173)

20 Aralık 2012 Perşembe

Murat Menteş - Dublörün Dilemması

Mü-kem-mel.

Oyuncu romanları çok severim, oyunların sınırı yoktur çünkü. Mıy mıy hikâye dinlemezsin, zaman, mekan, karakter, ne varsa birbirine girer. İçinden çıkabildiğin ölçüde zevk alırsın. İşte bunun yeni bir örneği, en kralından.

Epigrafı kes: "Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur." Cüneyt Arkın [Sıkı Dur Geliyorum, 1964]

Şundan sonra düz bir roman beklemek mantıksız olur. Belli ki aklımız alınacak, belli ki balatalar yanacak, kayışlar kopacak.

Nuh Tufan biraderle giriyoruz. Kutlama gibi bir şeydeyiz, Nuh bir konuşma yapacak. Söze başlama aşaması. "Muhterem misafirler..." Mekana Ferruh Ferman girdi, Nuh'un dikkati bozuldu.

"Meziyetli leydiler..."

Dsdf, şundan sonra ben kitabı bitirene kadar gün yüzü görmedim, pkfmp diye güldüm otobüste. Devamı da komik de söylemeyeyim, keyfi kaçmasın. Sonra mekana bir Ferruh Ferman daha giriyor, derken sayıları 20 oluyor. Bir de Bay Nike var, yanağındaki yara izi Nike amblemine benziyor. Onun adamları silahlı, Ferruhlar silahlı. Kurşunlar havalarda uçuşmaya başlıyor. "Ortalık cehenneme döndü. Jet sosyete, havada çarpışan jetler gibi darmadağın olmuştu. Fakat çığlıklar duyulmuyordu, çünkü müzik silah seslerini bile bastırıyordu." (s. 14)

Ya böyle filmler var ama hiç aklıma gelmedi hay anasını. Şunun çatışmalısını düşünün:

Her neyse, son sahnenin ilk sahnede gösterimi. Afili bir adı vardır bunun, ben bilmiyorum. Çatışmanın ortasından başa dönüyoruz.

Alıntıdan anlaşılacağı üzere bir sürü çılgın benzetme bekliyor okuru. Eğlendirici gayet.

Belli bir zaman sırasına göre anlatmayacağım, zira böyle bir şey yok. Nuh Tufan bir albinodur; bembeyaz bir adam. Otobüste gördüğü çok güzel bir kıza gayet başarısız bir şekilde yazar, kız Nuh'tan iğrenir ve uzaklaşır. Nuh, arkadaşı İbrahim Kurban'la buluşur. Lise arkadaşı bunlar. İbo bir yıl kimya, bir yıl tıp okumuş. Sonra güzel sanatlar fakültesinin heykel bölümüne girmiş. Nuh da aynı fakültede tiyatro öğrencisi. Neyse, İbo bir canlı doku ürettiğini söylüyor Nuh'a. Böylece yüzleri müzleri kopyalayabiliyorlar. Buradan para kazanma olayına girecekler ama öncesi var.

Geri gidiyoruz, Meyvertigo adlı bir meyve suyu markasını bok etme operasyonu düzenleniyor. İşin başında Nuh ve o sıralarda birlikte yaşadığı Baretta namlı arkadaşı var. Şant-Ajans adlı bir şirket kuruyorlar ve gazetelere ilanlar, bir şeyler. "Sayın şirket sahibi, rakibiniz boku yesin mi?" Mesela. Sonra bir iş geliyor, ortalık yerlerde, "Bu kutudan bok çıktı," diyorlar, "Vişneli diye aldık, çıkmadı," diyorlar. Böyle ha, abarttığım falan düşünülmesin. Şimdi ne kadar oyun oynanıyor da olsa ben süper kıçımın yardımıyla bir fikre vardım, bu yüzden her şeyi dikkatlice inceliyorum.

Bir iki ayrıntı var, onları vermeden geçme yazar. Ahmet Midhat Efendi'ye denk geliyoruz Menteş'te. Neşelere gel: "Konservatuarda geçirdiğim üçüncü senenin son günleriydi. Aldığım burslarla kıt kanaat geçiniyordum. Çevremdeki çocukların tamamı denyoydu. [Denyo: Ortaoyununda budala tipi. Denilo da denir. Yaygaracı, kendisine gösterilen müsamahayla şımarmış, küstah, arsız, küfürbaz, yüzsüz ve sırnaşıktır.]" (s. 25) Metin arasına açıklama sıkıştırmak nedir? Postmodernciler, göreve.

Bir de şu: "Bir Meyvertigo yetkilisi, canlı yayında bir kutu Meyvertigo'yu bardağa boşalttı ve bir dikişte içti. Türk televizyon tarihinin en mide bulandırıcı sahnesiydi! Bir sürü kusan oldu!.." (s. 29)

Hemen oraya gelmeyeyim dedim, yine geldim. Murat Menteş izlediğim kadarıyla, ki pek de izlemedim taktığı gözlüklerden ötürü, tüketim toplumundan iğrenen bir şahıs. Beigbeder, Ellis, Palahniuk gibi biraderlerin bizdeki temsilcilerinden biri. Dolayısıyla reklamlar, şunlar bunlar kötü. Eh, şu reklam katakullilerine bakınız. Gerçeği bilmeyip reklama inananlara bakınız, hatta gerçeğin zaman zaman reklam olup olmadığını bile bilmeyenlere bakınız. Bunların hepsi daha büyük bir hadisenin parçası ama oraya bari gelmeyeyim daha lan. Devam. Bir saniye, şu da var: "Her ev, tüketim çılgınlığıyla satın alınmış lüzumlu lüzumsuz ürünlerle giderek daralmaktaydı." (s. 65)

Paralar suyunu çekince civardaki bir zenginin, Umur Samaz'ın köpeğini kaçırıyorlar. Para babası bunlara parça parça para gönderiyor, bunlar da ha bugün, ha yarın, köpeği vermiyorlar sahibine. Bir gün köpek ellerinden kurtuluyor, Umur Samaz sokağa fırlıyor ve köpeğine kavuşuyor. O sırada oradan geçen bir arabadan ateş açılıyor, ikisi ölüyor. Umur Samaz'la köpek. Cenazeye falan gidiyor Baretta'yla Nuh, biri Nuh'a sarılıp ağlıyor. Falan.

Kısa kesiyorum, maske olayı vardı ya, ilan veriyorlar gazeteye. Bir davete mi gidilmesi gerekiyor, zenginin biri arayacak, onun yerine bunlar gidecekler maskeyle. Olay bu. Ferruh Ferman diye birinin yerine geçiyor Nuh, sonra otobüsteki kız da bu Ferruh'un sevgilisiymiş meğerse, böyle böyle acayip acayip olaylar. Bok etmek de istemedim şimdi, bütün kitabı anlatmanın alemi yok.

Oyunlara bakalım; üç dört farklı karakter, yer yer anlatıcı oluyor. Farklı açılardan olayları izleyebiliyoruz böylece. Borges, Tolkien, Nueve Reinas, bir sürü gönderme, bir sürü atıf. İbolu bölümlerde ihtimaller (Kafanıza meteor düşmesi ihtimali 7/3678234682, yani var) mesela.

Son olarak, kitabın kendisi bir simulakr. Baudrillard'ın varlığı da bu sebeple önemli. The Matrix'in efil efil Baudrillard estiğini biliyoruz, Voçoski Biraderler kör göze parmağım şeklinde gösterdilerdi. Murat Menteş, burada Baudrillard'ın kendisini koyuyor romanın ortasına. Bu şahsın sahtelik, kandırıkçılık, simülasyon ve kaotik diğer şeyler temalı fikirlerinden yola çıkarsak maskeler, yüzlerin kopyalanması, ürünler, reklamlar, hatta karakterlerin adları ve hatta kitabın adı da bir gerçeklik-taklit ilişkisini, bu çıkmazı ortaya koymuyor mu? Nuh, Ferruh'un yerine geçtiğinde bazen kim olduğunu unutacak gibi olur. İbo bir bilen abidir, bir yüce dayıdır, maskeler onun başının altından çıkmıştır ama ondan da üstün bir yaratıcı vardır; yazarın ta kendisi. Onun da üstünde birileri vardır, hayatımızı yönlendiren, sadece görünüşlerinin farkında olduğumuz şeyler.

Bir simulakr bile günde iki kez doğruyu gösterir. Menteş'ten komik, edebisi yer yer derin, güldüren, güldürürken düşündüren, düşündürürken kusturan süper bir roman.

Falih Rıfkı Atay - Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri

İnsan umuyor ki Atatürk'ün kişisel notları çıkar, ne olduysa birinci kaynaktan okuruz. Yok, Falih Rıfkı bizi yemiş. Oğlum olur da almaya niyetlenirsiniz bunu, öyle bir hata yaparsınız, almayın. Çankaya'da bahsedilen olayların bazıları toplanmış, buraya konmuş. Bir olayı yok. Ayık olun yani. Bu da ne boktan yazı oldu arkadaş, kitap sağ olsun.

Al, bu da kapak. Bunu görürsen almıyorsun bilader. Dublörün Dilemması'nı yazayım şimdi.

19 Aralık 2012 Çarşamba

Halikarnas Balıkçısı - Sonsuzluk Sessiz Büyür

Şadan Gökovalı'nın bir ucundan girip diğer ucundan çıkamadığı tonla yazıdan derlenmiş Balıkçı kitaplarından biri. 1950'lerde Demokrat İzmir adlı gazetede çıkan tarih yazıları, Gökovalı'ya göre İzmir tarihi konusundaki en ayrıntılı ve en özgün çalışmalardan biriymiş. Antik eserlerin resimlerini de kendi çizmiş Balıkçı, çizimler on numara.

Önce İzmir'in 3000 yıl önceki coğrafi durumuna bakıyoruz. Akarsuların isimleri nereden geliyor, Efes'in önü denizdi, böyle şeyler. Amazonların İzmir'le bağlantıları var mesela, İzmir adının kökenlerine gittiğimizde Amazonlara da denk geliyoruz. Buradan İskitlere yol oluyor, Kimmerler beliriyor ve o dönemde yakınlarda kim varsa hepsini bir bir görüyoruz. Birçok araştırmacıyı referans alıyor Balıkçı, sallama bilgiler değil bunlar. Mitolojilere de tarihle paralel olduğu yerlerde inandığını belirtmişti. Yeterince geriye gidersek her mitolojinin bir gerçeğe dayandığını düşünmek gerek, anlamadığımız şeyleri abartmaya, efsaneleştirmeye çok meraklı olduğumuz için mitoloji, söylence falan çıkıyor ortaya. Bence süper, masal gibi geliyor hepsi. Yok Hera İo'yu kovalamış, İo öküz olmuş, kaçmış da bilmem ne. Çok güzel lan.

Eski Söylencelerin İçyüzü adlı bir bölüm var ki Balıkçı'yı sevmek için yeterli. Şimdi bu İzmir'in kurucusu hakkında üç iddia var; biri bir Amazon savaşçısı, diğeri Tantalos namlı bir yarı-tanrı ki bu kardeşimizin hikâyesini öğrenip sinirlenmeyen insan yoktur sanıyorum, diğeri de başka bir adam. İşte bunların olayına Zeus falan da karışıyor, işin içine mitoloji girdi mi eski zaman tarihçilerinin dilleri bir değişiyor, bir süsleniyor. Ben buraya alamam hepsini, çok rica ederim 36. sayfadan itibaren bir okuyun.

Aslında bu yazıların tümü, bir iki yeni bilgi dışında Balıkçı'nın diğer kitaplarında da incelediği mitolojik hadiselerden ibaret. İşte Anadolu'da eskiden anaerkillik mevcutmuş, bu yüzden Kibele'ye tapılıyormuş, sonra güç sahipleri değişmiş, bu sefer ataerkillik baskın olmuş. Sümerlerin Tammuz'undan Adonis'e, başka bir ata tanrı çıkıyor ortaya ve ana tanrılar şekil değiştirip varlıklarını sürdürseler de geri planda kalıyorlar. Oysa Kibele'ye, Bereket'e tapmak için erkekler cinsel organlarını kesip toprağa gömerlermiş ayinlerde. İnsanlar kurban edilirmiş falan. Stephen King'te bile bunun izleri mevcuttur. Tarihle mitolojinin karışması da bu yüzden güzeldir zaten; gerçekliğinden emin olamadığımız şahsiyetler, arketipler olarak varlıklarını sürdürürler, günümüze kadar gelebilirler hatta. Gılgamış'ın Herkül'e dönüşmesi, çok basit bir örnek. Hristiyanlıktaki birçok geleneğin paganizm kaynaklı olması, daha neler neler.

Çok çok öküzce anlattım, bir dünya ayrıntı mevcut. Anadolu'nun tarihini incelemek isteyenler için birebir.

Büyük Kukuriko, bir distopya. Ya da bazılarının ütopyası. Teknolojinin nimetlerinden faydalanarak bir toplumun koyunlaştırılmasını inceleyen bir hikâye.

Güç sahipleri, birçok düşünürün görüşlerini alarak bir sentez oluşturuyor ve bu sentez, toplumun yönetilmesi için temel oluyor. Şurayı almakta da fayda var: "(...) İlk önce kahraman , Tanrı olarak tanınır. Sözgelimi Odin ve Thor gibi. Sonra peygamber olarak, daha sonra büyük bir şair olarak Dante, Shakespeare gibi. Bunların ardından asker ve edip olarak, vb... Eğer Carlyle günümüze kadar yaşamış olsaydı, endüstri ve makinalaşma çağımızda kahraman, büyük bir endüstri şefi olarak ortaya çıkardı." (s. 156)

Temel bu, ardından yapay yüz ifadeleri, yapay tepkiler, yapay düşünceler veriliyor insanlara. Bunlar elektronik aletlerle, maskelerle sağlanıyor. Böyle bir uyuşturulmuş, düşünemeyen, mutluluk sanrısı içinde yaşatılan toplum. Ben sadece bir noktaya dikkati çekmek istiyorum, bir arkadaşımdan aynı şekilde dinlemiştim çünkü. Gerçek bir olay! Büyük firmalar var ya hani, giyim firmaları. Öküz gibi paralara kıyafet satarlar. Artık öyle bir noktaya gelinmiş ki mesela bu firma bir takım elbise üretiyor, sadece 10 adet. Para babalarına haber uçuyor, benim giydiğimi başka kimse giymesin diye inanılmaz paralara alıyorlar bu elbiseleri. Başka kimse giymesin diye. Ben sizin aklınızın bam telini sikeyim çok affedersiniz. Ulan donunla birlikte yıkayacaksın o gömleği, pantolonu, ona özel çamaşır makinesi de al bari. Neyse işte, aynı olaydan Balıkçı da bahsediyor.

En sonda da dört beş deneme var, fıkra var, bir de radyo konuşması var. Böyle bir kitap. Balıkçı yine süper.

Falih Rıfkı Atay - Batış Yılları

İkinci Meşrutiyet yılları Falih Rıfkı'nın çocukluğuna denk geliyor. Bir diktatörlükten bir diğerine geçiş. İkincisi daha ağır şüphesiz, 10 yılda ülkeyi dört savaşa sürüklemek kolay değil. Büyük başarı.

1894'ten 1918'e bir imparatorluğun, bir şehrin batışı.

Girişe gel: "Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk 'kaba ve yabani demekti.' İslam ümmetinden ve 'Osmanlı' idik. İlmihallerde baş dersimiz din ile milliyetin bir olduğunu öğrenmekti." (s. 11) Yakup Kadri de aşağı yukarı aynı şeyleri yaşamış, bu hadiselerin izlerini Yaban'da ve Sodom ve Gomore'de bulmak mümkün. Yaban'da, "Elhamdülillah Müslümanız, Türk dediğin deha şu dağlarda yaşar," diyen köylü iç burkar. Bir de uzun yıllar boyunca basımı yasaklanmış ve nihayet sansüre uğrayarak basılmış Bozkurt'un yazarı H. C. Armstrong da bu bahsettiğim ikinci kitaptaki, yüzbaşı mıydı, İngiliz asker zannediyorum. Bu alakasız oldu gerçi.

İkinci Abdülhamit dönemi. Vatan, millet, hürriyet gibi şeyler söylediğin an hapisten ey kari. Seni jurnalciler süründürürler, darbe işkencecilerinin eline düşmüş gibi olursun. Bir ilginç anı: Padişahın resmi, fotoğrafı hiçbir yerde yok. O da yasak çünkü. Falih Rıfkı padişahın fotoğrafını bir Fransız gazetesinde buluyor, okula götürüyor. Hocalardan biri çakıyor mevzuyu, iyi yürekli bir adam olduğu için Falih Rıfkı'yı iyi bir dövüp evine yolluyor. İroni diye yazmam gerekir mi? Neyse, Falih Rıfkı'nın abisi de, "Bizi Fizan'a mı sürdüreceksin?" diye daha beter dövmüş bu sefer. Vaziyet bu.

Büyük Köy başlıklı bir bölüm var, fena:

"Önce İstanbul'u ikiye ayıralım: Hıristiyan ve Frenk semtleri, Müslüman semtleri. Tanzimat'tan bu yana Batıkârî gelişmeler Hıristiyan ve Frenklerde, Müslümanların da saray ve Babıâli alafrangalarındaydı. Müslümanların büyük çoğunluğu hazne fıkarası, esnaf ve sokak takımı. Tanzimat çarşıları yüzde yüz Hıristiyanların elinde. 1912'de bir Yunan vesikası bütün Osmanlı İmparatorluğu'nda bir tek Türk bakkal olmadığını yazmaktaydı. Birinci Dünya Harbi'ndeki milli iktisatçılık politikasına rağmen, Rumlar ve Ermeniler çekildikten sonra Anadolu çarşılarının nasıl kapandıklarını gözlerimle gördüğüme göre, bu vesika gerçeğe yakın olmalıydı. İstanbul'da Müslümanların elindeki esnaflık Tanzimat öncesi çarşılarındadır. Müslüman terzisi şalvar diker. Müslüman kunduracı mes, yemeni, takunya, nalın ve terlik yapar. Batı kılığındaki Müslümanların hepsi Hıristiyan dükkâncıların müşterisidirler. Zengin dendiği vakit saray ve Babıâli büyükleri, rüşvetçiler yahut Hıristiyanlarla Frenkler hatıra gelir. Birkaç müteahhit Arap ve Karadenizli zahireci vardır. Türklerden bata çıka, hile veya zulümle mal edinen bir sınıf da aşar iltizamcılardı." (s. 21)

Görüldüğü üzere ekonomi de boku yemiş. Hayırlı olsun. Memurluk o zamanlar da gözde.

"Okuldan çıkınca bir 'kalem'e kapılanmak İstanbul okumuş gencinin başlıca ideali. İlk zamanlar parasız staj yaparsınız. Sonra yirmi kuruş aylığa geçer, yükselmeler için sıranızı beklemeye koyulursunuz. Eğer ailenizin bir geliri yoksa memurluk size ikinci bir kapılanma, varlıklı bir evin içgüveyliği şansını sağlamıştır." (s. 23)

Bunun dışında Beyoğlu alemleri, kibarlık budalası beyefendiler, şuh hanımefendiler... O dönemin romanlarında bolca bulunan şeyler. Bunların dışında yangınlardan da bahsediliyor. Artık nasıl bir etki bıraktıysa Tanpınar da, Ayverdi de, muhtemelen o dönemleri yaşamış veya araştırmış diğerleri de bu yangınları anlatıyor. Yangına ilk kim yetişecek yarışmaları yapılıyormuş falan. Olaylara gel. Direklerarası, Ramazan Bayramı, Karagöz, Ortaoyunu, bir sürü şey.

1909'a geldiğimizde 31 Mart Vakası. Padişah yanlılarının, "Mektepli subay istemeyiz!" bağırışları arasında İttihat ve Terakki'ye giderin kralı çekilir. İstanbul'da her yer birbirine girer. Kolağası Mustafa Kemal'in yönetimindeki Hareket Ordusu şehre gelir, isyanı bastırır. Zamane gençleri, çocuklar, baskıdan yılanlar İttihat ve Terakki'ye sarılır. İttihat ve Terakki, plansızlığın getireceği yıkıma uğrayacak, devleti bok edecektir ancak o zamanlarda bundan kimsenin haberi yok tabii.

Sonrası politik birtakım olaylar, harpler, yenilgiler, Rumeli'nin elden çıkmasıyla ağlaşan insanlar. Falih Rıfkı, bunları bir de karşı taraftakilerin hatıralarıyla destekleyerek anlatıyor, o süper olmuş. Tek bir söz daha söyleyerek bitireceğim, bu Yahya Kemal'e gel de kıl olma. Refik Erduran'ın Gülerek'inde de söylemiştim; ben biraz kılım bu adama. Yenilgilerimizin sonucunda ülkenin elden gider gibi olduğu bir zaman, "Ah keşke parçalamasalar, tek parça halinde ya İngiltere alsa, ya Fransa alsa, ya eşşeğin boku alsa," demiş çok affedersiniz. Seni İngiltere alsın kardeş, sen git.

18 Aralık 2012 Salı

Falih Rıfkı Atay - Çankaya

KPSS'ye hazırlanıyorum ben. Tarih var, ona destek olsun diye böyle şeyler okuyacağım bir süre.

Çocuk denecek yaşta gazeteciliğe başlamış, İttihat ve Terakki şakşakçısı olmuş, İttihatçı Cemal Paşa'nın kalem müdürlüğünü yapmış bir adam Falih Rıfkı. İkinci Abdülhamit'in baskıcı rejiminden bıkan çoğu aydın gibi özgürlük istemiş, özgürlük fırsatı olarak ortaya çıkan İttihat ve Terakki'ye sarılmış ve sonunda çokları gibi bu plansız harekete yüz çevirmiş. Ardından Atatürklü yıllar başlıyor ve koyu bir Atatürk hayranlığı bu sefer.

Anı kitapları tehlikelidir, yazarın düşüncelerinden az çok bir şeyler çıkarabiliriz fakat olayları ve kişileri birazcık olsun saptırdığı anda geçmiş olsun, istersen kazı yaparak oku, çarpıtılmış bir geçmişi öğrenirsin ve eğer yalanlayacak kimse yoksa, susturulmuşsa vb. doğruya ulaşamazsın. Tarihi kazananlar yazar derler ya, burada önemli olan yazma eyleminden çok susturulmuş tarihtir. Bir şekilde öbür tarafı da dinlemek lazım, karşılaştırmalı okuma yapmak lazım.

"Ya ben kimim?

Ben haddini bilen bir yazı adamıyım. Cumhuriyet devrine 'Akşam' gazetesinin dört sahibinden ve iki başyazarından biri olarak girdim. Cumhuriyet Halk Partisi'nin iktidar devrinden 'Ulus' gazetesinin 'eski' başyazarı olarak çıktım. Otuz yıl yazdım, konuştum, dinledim ve gördüm. Hepsi bu..." (s. 9)

Burada hareketin içinde yer almış bir aydının yazdıkları var sadece, bu yüzden bu türlü çıkarımlar yapmak için ne yeterli bilgim, ne de araştırma şevkim var. Dolayısıyla en temizi diyorum, dönemin olaylarını Game Of Thrones'u inceler gibi incelemek.

Zamanın birinde sekiz on krallık var, bu krallıklardan biri boku yemiş, diğerleri onu parçalamaya çalışıyor. Parçalanacak ülkenin adı Ottovard  olsun. Ottovard'ın insanları bir dinin mensubu, büyük savaşlarda din kardeşlerinden destek bekliyorlar ama hava alıyorlar. Çünkü din, parayı maskelemek için son derece kutsal ve masum bir perde.

En büyük dört savaşın biraz öncesinde, uç topraklardan birinde bir çocuk dünyaya geliyor. Adı Muston Kemmigal. Leş gibi sallıyorum isimleri ya. Bu gencin babası ölür, annesi tekrar evlenir. Ailesinin parası yoktur, büyük sıkıntılar çeker ama hiçbir zaman isyan etmemiştir. Aklı fikri münazara, riyaziye, cebir, böyle şeylerdedir. Şiire heves eder, okuduğu askeri okuldaki bir usta, "Bırak sen bunları evlat, krallığın sonu iyi değil. Sen kılıç tutmayı, at binmeyi öğren," der.

Düşman krallıkların dilini öğrenmek için gayret eder, bir de Müjgron adlı bir kız sever ama reddedilme korkusu yüzünden durumu ailesine söylemez. Hiçbir zaman ailesine böyle bir şeyi söyleyemeyecektir.

Büyüdükçe gördüğü bir şey vardı ki zamanın büyük krallıklarından biri olan Ottovard, boku yemiştir. Yüzyılların "biz kendimize yeteriz" kibri ters tepmiş, hiçbir konuda kendine yetemeyen ülke, başkalarının oyuncağı konumuna gelmiş, gizli anlaşmalarla çoktan paylaşılmıştır. Vahim sonu görmüş olanlar önlemler almaya çalışmış, kralı uyarmış, lakin bu önlemler hep günü kurtarıcı, toplumun tabanına yayılmayan önlemler olmuştur. İki yüz yıl böyle çabalandıktan sonra görülür ki yenilikten çok yeniliğin fikri yayılmalıdır. Halk, kralı gibi düşünmeli, kralı gibi hissetmelidir. Böylece Tanzimort Fermanı ortaya çıkar. Her şeyin günlük güneşlik olacağını düşünen kralın unuttuğu bir şey vardır: Kendisi gibi düşünmesini istediği halkı kendisi dışlamış, kendisi tahkir etmiş ve kendisi unutmuştur. Bunların hepsini yapmasa da ataları bu şekilde bakmıştır halka. Bir şeylerin değişmesi amacıyla tepeden yenilik indirmek için artık çok geçtir. Nice savaşın ardından krallık küçülmüş, zayıf düşmüştür. Kemmigal'ın tek bir amacı vardır, krallığı düştüğü zor durumdan kurtarmak.

Yeni bir hareket doğmaktadır o sırada, Kemmigal bu harekete katılır. Krallığın başkentinde yeni krallara dönük bir isyan çıkar, bu isyan Kemmigal'ın başında olduğu bir ordu tarafından bastırılır. Çoğu duyarlı insan gibi bu hareketten başlarda umutludur Kemmigal, fakat temel alınan ne bir düşünce, ne bir fikir vardır. Eski kral devrilir, yeni krallar ne yapılacağını bilmez. O sırada iki büyük savaş çıkar ve fikir ayrılıkları yüzünden ordu iyi yönetilemez, zaten terhis edilen yüz bin askerden geriye pek bir şey kalmamıştır. İlk savaş kaybedilir, neredeyse krallığın başkentine kadar gelir düşman.

Sıkıldım lan, düz devam edeceğim. Balkan Savaşları'nın ilkinde paçayı zor kurtardık, ikincisinde Edirne'yi geri alabildik. Bu sırada Atatürk Suriye'ye, Libya'ya gönderildi, çünkü hiçbir yanlışa boyun eğmeyen, karşısındaki kim olursa olsun eleştiren, yakın arkadaşlarına, "Vatanı neden Mustafa Kemal kurtarmasın?" diyecek kadar kendine ve ilkelerine güvenen bir askeri hareketin merkezinde tutmak, İttihat ve Terakki'nin has adamlarına zarar verecekti. Bu kendine güven olayı, Mustafa Kemal'in bir diktatör olacağından korkanlarca, bir de düşmanlarınca sürekli kullanılmıştır.

Çanakkale Zaferi, Doğu Cephesi, Fransa derken Mustafa Kemal ne yapacağına iyice karar verir. Bunu tek başına yapamayacağı için etrafında bir sürü insan belirir. İsmet İnönü'yü ilk başlarda Enver'in adamı olduğu için sevmez. Fevzi Çakmak'ı koyu bir hilafetçi olduğu için sevmez, Kazım Karabekir'e tam olarak güvenemez. Yalnız bir adamdır, çevresindekiler amacına ulaşmak için kullanacağı adamlardır. Sonradan dostlar edindiği de var, politikada ne kadar dost olursa tabii.

Birinci Dünya Savaşı geçer, Falih Rıfkı'ya göre bu savaşa hiç girilmeyebilirmiş, İkinci Dünya Savaşı gibi. İpin koptuğu gemi bombalaması olayından hiç kimsenin haberi olmamış. Dışarıdan itiklenmişiz. Enver Paşa'nın Alman hayranlığı var gerçi ama son nokta bu olaydır.

Mustafa Kemal'in İstanbul günleri, harekete geçmek için son planların yapıldığı günlerdir. Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas... Ne tehlikeler atlatılmış, inanılmaz. Çerkez Ethem, Demirci Efe, Topal Osman. Entrika yumağı her yer. Gidişat şu: Mustafa Kemal önceliklerini gayet iyi bir şekilde belirlediği için önce düşmanı evine göndermek için çalışıyor, sonra rejim için, sonra yenilikler için. Falih Rıfkı, bunları yakından yaşamış, kendisi Bolu mebusu.

650 sayfalık kitap, çok mevzu var incelenen. Kimi ayrıntılı, kimi değil. Falih Rıfkı'nın Mustafa Kemal için görüşü şu: Milletini uygar medeniyetler seviyesine çıkarmak için uğraşan bir diktatör. Bu hususta bir iki örnek de veriyor. Mesela mecliste görüşülen bir konu var, Mustafa Kemal bir açıklama yapıyor. Sonra karşı grup, bu grup genelde hilafetçi, gerici tayfadan, gelip açıklama yapıyor. Ardından Mustafa Kemal kürsüye geliyor ve, "Efendiler, galiba dediklerimi tam olarak anlayamadınız," deyip yine açıklama yapıyor. Ardından kabul oyları. Ağır dinci biraderlere posta koyma olayları mevcut.

Son olarak, Atatürk'e dair çok sayıda anıya, ilginç olaya rastlanıyor. Parasını dolandırıcılara kaptırması mı dersiniz, iğrenç bir şapkayı beğenip alması mı dersiniz, neler neler. Ankara'nın ilk başkentlik günleri de var. Var da var.

11 Aralık 2012 Salı

İhsan Oktay Anar - Efrâsiyâb'ın Hikâyeleri

Keşke diyorum, keşke Anar şu kendiliğinden büyülü gerçekçi Osmanlı ortamından ayrılsa da bu kitaptan hareketle daha uç noktalara gitse, ezber bozsa ve sokulduğu "fantastik tarih anlatıcısı/vakanüvis" konumundan çıksa.

Okurun yazara yüklediği "çıta yükseltme" hadisesini hiç anlamadım. Önceki kitapları gibi olmadığı için bu kitabı beğenmemiş çoğu. Neyin çıtası, neye göre yükseliyor. Çıta yükseltmek belli bir çizgide çalışmak, o çizgide emek vermek demektir. Öyleyse bütün çıtaları indirelim, yerle bütünleşsin hepsi. Yazdığını daha iyi yazmaya çalışan yazardan yazdığını anımsatmayacak başka bir şey yazan yazara sığınırım.

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=30747231

Kitabı okuyanlar için link. Bir arkadaş karakterleri, ana kurgudaki ve yan kurgulardaki kişileri, olayları biir bir yazmış. Emeğe saygı, şukusunu verin. Okumayanlar ve okuma niyeti olanlar bir hata edip de tıklamasın. Okura bırakılmış, belki de bırakılmadan yazarın kendini eğlediği oyunların çözümü burada.

1960'larda Anadolu'nun orta yerinde bir kasaba. Bu kasabada bir kabadayı var, bu kabadayıya Ölüm musallat oluyor. Kabadayı iriyse bu daha iri, kabadayı güçlüyse bu daha güçlü. Deli Dumrul gibi dikleniyor önce kabadayı, sonra pısıp bir teklifte bulunuyor. Okey oynayacaklar, iki tarafa da eş lazım. Akşama buluşmak üzere sözleşiyorlar, Ölüm Cezzar Dede'nin evin gidiyor. Dedenin bir dünya torunu var, veletler çok hareketli. Dede Ölüm'ün geldiğini anlıyor, çocukları atlatmak için uyumalarını bekliyor. Onlar uyumadan önce Ölüm'ün Efrâsiyâb'ın hazineleri hakkında bilgi vermek için geldiğini söylemişti çocuklara. Çocukların düşüncesine göre ortalıktan kaybolan dede, haber vermeden hazine aramaya gitti. Belki de bütün o arayış, anlatılan bütün hikâyeler ve kıssalardan çıkartılan hisseler, çocukların bu şekilde düşünmelerinin sonucuydu. Çocukların cennetlik olduğuna dair çok şey bulacak okur, öyleyse cennetliklerin koca bir hikâyenin gidişatını etkileyebilecekleri neden düşünülmesin?

Oyunda kazanan Ölüm, kabadayıyla eşinin canını alır. Bu hikâye bitti, şimdi sadece Dede'yle Ölüm var.

Hikâye anlatmaya başlarlar birbirlerine. Anlattığı her hikâye için ömrüne 1 saat katacaktır Dede. 1001 Gece Masalları'nın moderni, hatta postmoderni diye düşünün, neler neler olacak çünkü hikâyelerde ve üst kurmacamızda.

Ben sadece ilginç bölümleri alacağım, söylediğim gibi, okura bırakılmış şeyleri yazıp bok etmeyeceğim bayan. Üst kurgu ve alt kurgu ilişkilerini okur bulsun, dikkatli okur bulsun daha doğrusu.

Hikâyelerin listesi şöyle:

Ölüm: Güneşli Günler (korku)
Cezzar Dede: Bidaz'ın Laneti (korku)
Cezzar Dede: Bir Haç Ziyareti (dini)
Ölüm: Dünya Tarihi (dini)
Cezzar Dede: Ezine Canavarı (aşk)
Ölüm: Hırsızın Aşkı (aşk)
Cezzar Dede: Şarap ve Ekmek (cennet)
Ölüm: Gökten Gelen Çocuk (cennet)

Ben almayacağım hepsini.

Güneşli Günler: Ölüm anlatıyor. Şimdi burada bir sıkıntı var sanıyorum. 1960'lardaydık anlatıcının dediğine göre, bu hikâyenin başında şöyle bir şey var halbuki: "Çok değil, günümüzden sadece yarım asır kadar önce, yani cumhuriyetin yirminci yıllarının sonuna doğru..."

Güncel tarihten, kitabın yazıldığı tarihten yapılan dönüşün bir anlamı var mı, her şeyin aslında bir masal olduğu mu anlatılmak isteniyor, yoksa basit bir hata mı bu? Ne bu? Geçek.

Anadolu'nun orta yerindeki bir köyün hemen dışında yatılı bir okul var. Şimdi ben bu romanın Anar'ın en "cesur" romanı olduğunu söyleyeceğim. Neden cesur, çünkü eleştirilen şey kat kat olayın, karakterin altına gömülmüş değil, son derece açık. Ben Anar'da ilk kez rastlıyorum böyle bir şeye. Aslında o güzel cümleleri kesip bir bölümünü buraya taşımak tam bir katliam olacak, bölünmez bir güzellik onlar ama bir hata yapacağım:

"(...) Ayrıca müdürler ve muavinlerin suratlarından pek farklı olmayan duvarlar da, yüksek ve yüce, çirkin, kirli bir renkteydi. Çirkinliğe büyüklük eklendiğinde tiksinme duygusunun korkuya dönüşeceğini bilen devlet, okulların böyle bir renge boyanmasını uygun görmüştü." (s. 19)

Bu açıklıktan bahsediyorum. Buradan hareketle biraz aşırıya kaçmayı seviyorsak tek parti dönemine ağır bir giydirme olarak da görebiliriz. Takdir hakkı okurun.

Okulun durumu kötü, öğrencilerin durumu daha kötü. Kıyafetler dökülüyor, soğuk, bir de okul çok korkunç. Tuvalete gidene kadar korkudan altına işemiş oluyor öğrenci, Anadolu'nun orta yerinde gotik bir mekan yaratılmış. Buradan yürüyerek okulun müdürünün bembeyaz tenli olmasından ve güneşe çıkınca vücudunda yaraların açılmasından ötürü, bir de öğrencilerin taktığı Kont adından ötürü tabii, okulu Kont Dracula'nın evine, öğrencileri de romandaki Jonathan Harker'ın yerine koyabiliriz.

Müdürün yardımcısı Sağır, bir resim öğretmenidir ve müdürün yakın arkadaşıdır. Sanat anlayışı şöyle: "(...) Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, Güzelliği ancak, hayran olduğu dâhi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu. Bu haliyle o, Tanrı'nın insanlara öğrettiği iyiyi tanıyan, fakat iyiliğin tadını çıkarmak yerine başkalarını kötülükle itham eden bir ahlâkçı gibiydi. Kısacası Güzellik, adamın içine bir türlü girmemişti. Gerçi Güzelliğe aşıktı, ama vâsıl olamamıştı. Kavuşunca meşk, kavuşamayınca aşk olduğu galiba doğruydu." (s. 24) Burayı romanın sonuna bağlayacağız, Benim Adım Kırmızı'daki suret-mana ilişkisini hatırlayalım.

Sağır'ın dikkatini çeken çok yetenekli bir öğrenci vardır, 11 yaşında bir çocuk. Muazzam resim yapar, öyle böyle değil. Sağır bir gün bu çocuğa takım taklavat verip resim çizmesini istiyor. Çocuk çok seviniyor, lakin havanın bozmasına da üzülüyor, manzara resmi yapacak çünkü. O sırada Kont'a kan lazım, yüzü güneşten yaralanmıştı çünkü. Çocuktan kan alıyorlar, lakin bokunu çıkarıyorlar ve çocuk ölüyor. Bir tanecik resim yapmış oluyor, Sağır o resmi Kont'a getiriyor ve çocuğun ölümünün ardından intihar ediyor. Gramofonda İkarus'un Yükselişi çalıyor. Resimde çocuğu görüyor kont, bir de doğan güneşi. Resmin manasını gören Sağır, çocuğun ortaya koyduğu Güzelliğe inanamamıştı, lakin biraz düşünseydi çocuğun çocuk olduğunu bulacaktı. Her çocuk manyaktır, lakin her çocuk iyidir de. Hele hele böyle bir ortamda büyümüş bir çocuk. Neyse, Kont da yanıp bitip kül oluyor, resimde canlanan çocuk, ışık ülkesine doğru yürüyor. Ondan sonra okul süper bir yer oluyor, bu resmi bir yere asıyorlar ve resmi görenler çok mutlu oluyor.

"Bu okuldan mezun olup şimdi yaşı elliyi bulanlar, o karanlık okuldaki tek ışığın, 'Güneşli Günler' olduğunu daima hatırlayacaklardı." (s. 37)

Masal içinde bir gerçek kılma hadisesi olarak önemli cümle, gerçeklik duygusunu kaybettirmemeye çalışıyor Anar ama bunun tam tersini, masalın daha bitmediğini belirten cümlelere de rastlayacağız.

Bir Hac Ziyareti: Diyarbakır'ın Divana adlı köyünde emekli edilen bir imam ve yerine geçen haşarı bir başka imam var. Bu yeni imamın yetiştirilmesi ayrı bir güzellik, çift dikişle geçilen seneler, bilmem neler. Sonra bir şekilde duruluyor lakin. Neyse, rakip köy var bir tane ve o köyün imamı hacca gitmiş. Bizimkini de yollayacaklar, bir adamdan borç alıyorlar lakin bir şartla; borç veren adamın babası ve oğlu da gidiyor. Oğlan kurt adam çıkıyor, üstüne imamın sonradan edindiği Budizm hayranlığı yüzünden Arabistan yerine Tibet'e gidiyorlar, imam kandırıyor bunları. Sonrası hacca gitmek isteyen dedeyle imam arasındaki çekişmeler, komiklikler, şakalar.

Dünya Tarihi: Evek, bu da incelenmesi gereken bir öykü. Neden adı öyle, çünkü bu öykü dünyadaki bütün kahramanların özelliklerini taşıyan bir karaktere sahip. Şu öyküde Buda'nın, İsa'nın, aklınıza gelebilecek hemen her efsanevi şahsın başından geçenler var. Bu hikâyeyi Ölüm'ün anlatması da biraz dediğime geliyor.

Zengin bir tüccar var, işi gücü para olmuş. Bir rüya görüyor. Rüya motifi. İşte sakallı bir dede giriyor rüyasına, parasını yoksullara dağıtmasını falan diliyor. Bizimki dedeye ölmeden önce yanına gelmesini ve birazcık gün görmesini söyleyip dedenin hışmına uğruyor, işleri kesiliyor, huzuru kaçıyor falan. Sonra bir büyüğüyle konuşuyor. Yol gösterici motifi. Lonca başı mıydı neydi, diyor ki sen git işte o ulu dedenin elini öp, yoksa boku yiyecen. Bizimkisi mallarını bağışlıyor önce, lakin son gelene kalan üç altını vermiyor, adamın da bu tüccarın dede olayından haberi var. İnşallah aradığını bulamazsın diyor. Bizimki yola düşüyor. Yolculuk motifi.

İşte gidiyor gidiyor, birileriyle karşılaşıyor, onların yan hikâyeleri derken yıllar geçiyor, bizimki yaşlanıyor, saç sakal falan. Ağlıyor, sızlıyor, adamı bulamıyor. Sonra bir kuyudan su içmek için kuyuya eğiliyor, görüyor ki o dede meğer kendisiymiş. Kahramanın kendiyle yüzleşmesi motifi. Bunların hepsi Kabalcı'dan çıkan Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı kitapta var, tavsiye ederim. Olay tasavvufa bağlanıyor, insanın arayıp kendini bulması, ilim ilim bilmesi, ilim kendini bilmesi, sen kendini bilmezsen ya nice okumaktırsı.

Ezine Canavarı: En gülmeçli hikâye buydu sanıyorum. Dört oğlanın dört kızla, dört kızın annesiyle dört kızın babasının evlenmesi ama neler neler oluyor. Keyifli. Bir yıkanma sahnesi var, tellak falan, of.

Gökten Gelen Çocuk: Gülerk Kent ve Anadolu'nun ortasında bir Superman. İşte şöyle şeyler ne kadar güzel. Anar'ı sevmek için şu kısacık şeyi okumak yeter. Çocuksuz bir çifte gökten leylekle bir çocuk geliyor, sonra bir sürü olay. Sonda yine bir şey düşüyor bahçeye, bu sefer bakıyorlar ki üç elma. Anar'ın masallar bitti deme şekli.

Anar'ın yine o pek soylu diliyle okuyoruz. Hatta bir kızgınlık anında konuşan karakter için, "Sinirli bir üslupla" gibi bir eklemeden sonra söyleneni veriyor. Hikâyenin dilini ve kurgunun masallığını bozmamak için yapılabilecek en makul yol, yoksa başka bir yerde sırıtır bu. Hikâyelerin binbir zahmetle yaratılmış masal dünyasında, "La seyin gafanı gırarım," gibi bir cümle düşünemiyorum. Ha bir hikâyede de Kırmızı Başlıklı Kız falan var, öyle sapık bir kitap bu.

Ölüm'ün kitap boyunca Uzun İhsan'ı kovaladığını en sona bıraktım, kitabın sürmesini ve hatta oluşmasını sağlayan, kurgusal dünyadaki bu karakter çünkü. Hem Uzun İhsan'a, Hem Anar'a ayrı ayrı teşekkürler. Kimin kimi yarattığı belli değil çünkü.

Ek 1: Bir yerde Narkissos bile var, şu tasavvuflu hikâyede. Olması lazım.

9 Aralık 2012 Pazar

Halikarnas Balıkçısı - Merhaba Anadolu

Yine Hasan Kaplan abimizin yazısı mevcut:

"...Balıkçı Aşktır.
...Balıkçı Sevgidir.
...Balıkçı Topraktır.
... Balıkçı Masmavi Denizdir,
...Balıkçı bunların hepsidir,
ANADOLU'DUR...

21.3.1988 Hasan Kaplan"

Abimiz Balıkçı'yı nasıl sevdiyse artık, bir zamanlar sahip olduğu bütün Balıkçı kitaplarına bir şeyler yazıktırmış. Bende böyle bir ton kitap var. Kiminde Füsun yazıyor, paraf gibi bir şey de var. Kadıköy'de oturan psikolog bir ablaymış. Kadıköy Barlar Sokağı civarındaki Kelepir'e vermiş çoğu kitabını, oradan toplamıştım. Yaşamın Ucuna Yolculuk'un ilk baskısını almıştım, onunmuş. Sonradan oradaki sen yetkili bir abiye benziyona sordum, başka kitaplar da bırakmış, bırakıyormuş. Yaşam Kullanma Kılavuzu, Mitos'tan çıkan ilk baskı, onu da almıştım. Calvino bırakmıştı, onu da kaçırmadım. Ne bıraktıysa aldım, 1.5 sene önce falan oluyor bu. Yetkili abi, Füsun'un bir dahaki gelişinde beni arayacağını söylemişti, aramadı. Füsun'la tanışamadım. Niye tanışacaksam.

60'larda birine hediye edilmiş bir kitapta, "Batıyoruz oğlum, nice yıllara, nice kayıp günlerimize" yazıyor. Bir başkasında hayatının aşkına sevgisini haykıran bir adamın yazısı var, kim bilir ne oldu da kitap sahafa düştü. Neler oluyor, kim bu insanlar, neredesiniz ve neredeydiniz? Uykuya dalarken etrafımı raf raf kuşatmış kitaplardan onların fısıltılarını duyuyorum.

Şadan Gökovalı'nın kitabı değerlendirme bölümünde bir değerlendirme yok. Shaw'dan, Sinclair'dan falan yaptığı çeviriler veriliyor, Balıkçı'nın Anadolu hakkında yazdığı ve Kültür Bakanlığı'na verdiği kitapların hâlâ basılmayışından bahsediliyor. Bir de yazdığı onca makaleden, araştırmadan, hikâyeden, romandan. Gökovalı, Balıkçı'nın yaşadığı evin bodrumunda ıslanıp okunmaz hale gelmiş iki çuval yazıdan bahsediyor. İçim gitti. İki çuval lan. Bir yirmi kitap daha çıkarmış oradan.

Burada bir sürü makale, Anadolu'ya dair bir sürü mitolojik, tarihi hadise. Derya deniz. Bölüm bölüm bunlar, ilk bölüm Merhaba Anadolu.

Burada önce Anadolu ve Avrupa kelimelerinin etimolojik incelemeleri var. Bir de anaerkil yapının Anadolu'da tanrılara kadar kök salması, sonra kaka  Batı'nın ataerkil baskınlığı, sonra hepsinin ataerkil baskınlığı. Ya. Bunlar böyle uzuun uzun var.

Troya'nın izi sürülüyor mesela ve Balıkçı'nın dediğine göre İstanbul az kalsın Troya'nın kalıntılarının yanı başına kurulacakmış. Troya sekiz defa falan kurulmuş, efsanevi savaştaki Troya yedinci olanmış. Sonra Konstantin, devleti Troya'ya kurmak istemiş, vazgeçip bilinen yere kurmuş. Bir de ilginç bir bilgi: "Fatih Sultan Mehmet, o zamanın papasına yazdığı mektuplarda kendi atalarının Traklar olduğunu ve kendisinin, Hektor'un öcünü almaya çalıştığını, dolayısıyla kendi müttefiki olması gereken İtalya'nın düşmanlığına bir anlam veremediğini yazar." (s. 20)

Harbici varmış böyle bir şey; İlyada'yı okumuş padişah ve böyle bir mektup yazmış, başka kaynaklarda da hadise mevcut.

Hikâyelerde sıklıkla karşımıza çıkan dalgıçlar burada da anılacak tabii: "Sosyal durumları ne olursa olsun, Anadolu halkını teşkil eden bütün fertler, dalgıçlığa son derece istidatlıdırlar. Akdeniz'in en usta dalgıçları Türklerdir. Eski püskü 'skafandar' dalgıç takımları ve solüsyonla yamanmış delik deşik hava boruları ile 54 kulaç derinliğe dalan Türk sünger avcıları, dünya rekorunu ellerinde bulunduruyorlar!" (s. 25) Yaşa Balıkçı.

Bir nokta çok önemli; Balıkçı mitolojinin gerçek hadiseler olmadığının üstünde önemle duruyor. Mitolojide bahsedilen olayları tarih çerçevesinde inceliyor, yani körü körüne bir inanış yok. Bir hayalciden ziyade araştırmacı olması da bunun sonucu zaten. Mesela Ege'deki ve Marmara'daki deniz savaşlarından ve efsanevi olaylardan bahsederken şöyle diyor: "(...) O yörelerde denize dalınırsa Orfeus'un lirinin denizde bulunacağı pek umulamaz ise de Deniz Tanrısı'nın heykelinin çıkarılması pek muhtemeldir." (s. 29)

"Dünyanın İlk Bankası Anadolu'da Kuruldu" diye bir bölüm var mesela, çok ilginç.

"İsa'dan önce altıncı ve beşinci yüzyılda Efes'teki Artemis Tapınağı, bugün bildiğimiz anlamda bir banka gibi işlemlere girişiyordu. Bu nedenle bazen Latincede Diyana Tapınağı da denilen Efes'teki Artemis Tapınağı; hem dünyanın yedi harikasından biri, Hem İyoniyen mimari üslubunun başlangıç ve prototipi ve hem de dünyanın ilk bankası olmakla ünlüdür." (s. 34)

Bankalar şairlere şiir sipariş edip bu şiirleri kapıya asıyormuş, böylece sanatçıya da destek olunuyormuş. Asıl ilginçlik şu ki bu tapınaklar neyin dinsel kurumlar. Buradan borç alınan para da tanrıdan alınmış gibi oluyormuş, dolayısıyla borç ödenmeyince tanrıların hışmına uğranacağı düşünülüyormuş. Dünyalara gel lan.

Gökova şöyle iyice bir güzelleniyor mesela, sonda da güzel bir bölüm var.

 "Öyleyse, Gökova'yı mutlaka görmenizi önererek ve oraları candan seven, dost Sabahattin Eyüboğlu'nun bir sözünü aktararak bağlayayım Gökova yazısını: Halikarnas Balıkçısı'nı cennete götürmüşler, 'hani Gökova?' demiş.

Merhaba!.." (s. 37)

Şu kadar anlattım, daha kitabın onda birine gelmedim, arada yazmadığım bir sürü şey de var. Öyle dolu dolu, öyle şahane. Daha da anlatmıyorum, içeriğini unutmayacak kadar etkilendim. Garanti kaçırılmasın, gördüğünüz yerde yumulun. İzmir'in Kuruluşu diye bir bölüm var, of. Alın lağ.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Halikarnas Balıkçısı - Parmak Damgası

Balıkçı'nın öyküleri. Manevi oğul Şadan Gökovalı, öyküleri derlerken Balıkçı'nın diğer üç kitabına girmemiş öyküleri seçtiğini belirtiyor.

Bir de kitabın ilk sayfasında şöyle bir yazı var:

"Anadolu Halikarnas Balıkçısıyla doğdu
O'nunla birlikte büyüdü
O'nunla birlikte ölmedi
fakat...
Can çekişiyor.
Sahiller betonla, denizler pislikle.
İonya'yı İonya, Karya'yı Karya
yapmaksa biz gençlere düşüyor.

24.3.1988 - Hasan Kaplan"

Bununla birlikte Balıkçı'nın üç kitabını daha almıştım sahaftan, hepsinde Balıkçı'ya duyulan sevgiyle yazılmış notlar var. Sahaf ikinci elcilerden yok pahasına aldıklarını satıyor, Hasan Kaplan'ın kitaplarının spotçulara düşmesinin sebebini ölüme bağlıyorum ister istemez. Sürekli gittiğim üç dört spotçudan birine sormuştum, "Abi ya hediye kitaplar geliyor buraya, ya da bir yaşlı ölüyor, onun kitaplarını getiriyorlar," demişti. Hediye edilen kitapları sudan ucuza eskiciye vermek zaten ayrı bir danalık da bu ölüm olayı garip. Çok üzücü bir şey; ölüyorum ve eşim, annem, kimse o, kitaplarımı eskicilere veriyor. Versin, öldükten sonra umursayacağımı pek sanmıyorum ama şu an, harcanan onca emeği, çöp kitapların arasında didik didik aranıp güzel bir kitabı bulmanın zahmetini düşününce gayet basit ve insani bir bencillik hissediyor insan. Ben de başkalarının geride kalmış hayatlarındaki emeklerini topluyorum gerçi, böyle iğrenç, nalet bir insanıböğhühüa.

Balıkçı'nın muazzam bir araştırmacı olduğu malum, kendi üslubuyla mitoloji tarihini bir anlatıyor, köpek olmamak elde değil. Kendisinin böyle dört beş kitabı var, hepsinde benzer konular olmasına rağmen Balıkçı'nın anlatımı değişiyor. Kimi bildiğin akademik araştırma, kimi deneme, kimi de hikâyelere yedirilmiş mitolojik mitolojik şeyler. Yazacağım bunları. Bu son grupladığıma bir örnek bu.

Dalgıcın Parçaları: Dalgıçlara hemen her Balıkçı kitabında rastlarız. Üç kuruşun peşinde, ekmeğini çıkarmaya çalışan insanlar. Güvenlik önlemi neymiş o zamanlar. Vurgun yerler, hava hortumu dolanır, bir boklar olur. Sünger avcısı gördüğünüz yerde peşinen üzülün, çünkü başına boktan bir iş gelecektir.

Burada da bir işçi dalıyor, boğulmuş olarak çıkarılıyor. Vücut şişmiş. Kafayı kesiyorlar, bu sefer kafa başlıktan çıkmıyor. Parçalıyorlar kafayı. Beyin ve kemik parçalarının yapıştığı başlığı işçinin kardeşi giyiyor, ekmek parası çünkü. Deniz emekçisinin çilesini bir Sait Faik'te, bir de Balıkçı'da gözlemleyebilirsiniz.

Gerçeğin Direkleri: Gönül kıran ve hatasını anlayan bir hocanın pişmanlığı, anne olan bir kızın kahramanlara yaraşır hoşgörüsü ve mitolojiden fırlayan olaylar, olaylar. Naif.

Etrim Yolunda: Balıkçı'nın ağzından bir Anadolu güzellemesi. İlyada, Troya ve kaybolmuş bir şehir: Etrim. Diyecek bir şey de bulamıyorum, şunları okurken bir yandan da oraları gezmek lazım aslında.

Ege'nin Dibi, bundan sonraki hikâyelerin yer alamadığı kitap. Balıkçı bir yazısında, "Ben Ege Diplerinde olsun istemiştim, Ege'nin Dibi yapmışlar. Elinin körü dermiş gibi," diyordu. Haklı, yazarın istediğine uysanıza kardeşim.

Bu hikâyeler Balıkçı'nın büyüsünü taşımayan, insanın biraz daha merkeze alındığı hikâyeler.

Pazen Don: Daktilo Gülşen'in Bay Haşmet'i tavlama çalışmaları. Tam amacına ulaşacakken pazen don giydiğini fark ediyor, istediği olmuyor ama arkadaşlarına da ballandıra ballandıra yalan söylüyor. Böyle.

Domino Ayşe: Ayşe'nin kötü yola sapıp bir süngerciyle mutluluğu bulması. Bir de bir meczup, "Ölüm de var!" diye bağırıyor ikide bir. Hemen Gölgesizler'in, "Kar neden yağar?" diye haykıran adamını hatırlıyoruz ama Toptaş başka bir yerden esinlenmiş, bununla bir alakası yok. Yine de böyle bir şeyi ilk kez Balıkçı'nın kullandığını görüyoruz.

Karabulutoğulları: Yine bir emekçi hikâyesi. "Milas yolunun taşları kadar kalabalık" aileden birkaç erkek kalır, onlar da denize açılırlar. Başa gelen malum, bunu bir de ana Kara Ayşe'ye söylemesi var. Acı bir hikâye.

Fosforlu Handan: Handan'la okullu bir gencin ilk bakışta ccozurtlayıp tanışmasından sonra Handan'ın hapisten yeni çıkmış belalısı kızcağızı öldürür, olaydan haberi olmayan genç de arkadaşıyla konuşurken kızın güzelliğini anlatır. Yine acı.

Dönmeyen: İzmir'e okumaya giden bir çocuğu serseriler vapurdan atıyorlar. Çocuğu gören olmuyor bir daha. Bu da acı.

Haydut: Kerimoğlu Hasan bir eşkıya. Karaya yanaştığı bir gün, kendisinden korkmayan bir kızı görüyor ve ona mücevher veriyor. Eşkıyalıktan da bıkmış açıkçası, kız da hayatında önemli bir değişiklik. "Başın derde girerse aha şu kayalara odun dik," mi ne diyor, bunu yakalamak isteyenler de kızın aldığı mücevheri öğreniyorlar ve odun vasıtasıyla Hasan'a tuzak kuruyorlar. Olayı çok geç çakıyor Hasan, lakin korkmuyor. Battı balık gerçekten de yan gidiyor; vücudundaki onlarca delikle denize düşüyor haydut.

Parmak Damgası: Bir şey diyeceğim; şu hikâye edebiyatımızdaki en güzel aşk hikâyesi olabilir.

Seniha Öğretmen, köye geldiğinin ilk zamanlarında köylülerce pek beğenilmez. Yedibenli Huriye'nin çocuğunu okula kabul etmesi mesela, hiç hoş karşılanmaz ama çok iyi bir öğretmen olduğu anlaşılır ve zamanla köylülerce sevilir. Ardından Balıkçı Mahmut, öğretmene balık getirmeye başlar sürekli. "Parayla değil hoca abla," der, balıkları bırakıp sıvışır. Aşık olmuştur, etrafındakiler, "Birader, okumuş kadın alma, sen ona yetemezsin," derler, adam, "Hayır, başıma hiçbir şey kakmaz," der. Aşık lan işte. Haber Seniha'ya uçar, Seniha kıpkırmızı olur, "Olur," der.

Nikah masası. Mahmut'un okuması yazması yoktur, parmak basar. Seniha bir okkaya, bir Mahmut'a bakar ve kocasının parmak izinin yanına kendi parmağını basar. Ne kadar güzel bir hikâye, kısacık ama bir mutlu oluyor insan, deme gitsin. Sevda böyle bir şey.

Ege'nin Dibi: Ah be abi...

Bay Haşmet'in paralarının olduğu gemi batmıştır, bu paragöz göt de yok pahasına bir dalgıçla anlaşır. Dalmamasını söylerler buna, hem para azdır, hem de enkaz bayağı derindedir. Bizimki dalar, paraları bulur, bir de günlerce telgraf beklediği, hasretinden yandığı aşığını bulur orada. Bir adamla gemiye binmiş, kazada boğulmuştur. Aliş intihar eder orada. Ciğerim kebap oldu Balıkçı kardeş. Merhaba!

Dört Kaptan: Aşık oldukları kız için zar atan, yarışan dört arkadaş. Eğlenceli.

Hoşbulduk Selim Dede: Şadan Gökovalı, bu öykünün daha önce Ötelerin Çocukları adlı romanda yer aldığını söylüyor ama eksik söylüyor, zira Ege'nin Dibi, Haydut, Yaşasın Atlar ve Domino Ayşe de o romanda vardı müstakil parçalar olarak.

Dedemizin büyüttüğü anasız babasız çocuklar var, bunlar denize açılıp kimi ölünce, kiminin yeri yurdu belirsizliğe karışınca bir martıyla dost oluyor dede. Bir gün martının yırtıcı bir kuş tarafından parçalandığını görüyor. Bu martıyla gerçekten çok iyi arkadaştı, "Naa! Naa!" diye bağırınca martı geliyormuş mesela. Neyse, martının yavrularına bakıyor dedemiz. Bu yavrular uçmaya çalışırken uçurumdan aşağı atıyorlar kendilerini, dede de arkalarından.

Beş on hikâye daha var, onlar da şahane. Balıkçı işte; Ege'nin mitolojiyle büyülendirilmiş insanları. Süper.

7 Aralık 2012 Cuma

Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı

Romanın yazılış aşamalarını Manzaradan Parçalar'da bulabilirsiniz, ayrıntılarıyla anlatılıyor. Bir iki şey haricinde bu kısmı geçek.

Öncelikle bu romanın bir "oyun" olduğunu unutmamak gerekiyor, Pamuk'un hayatına yedirilmiş bir oyun. Gençliğinde ressam olmak isteyen ve bütün zamanını buna ayırıp üniversiteye gelince hayallerini bir anda değiştirmek zorunda kalan yazarın gençlik hayallerinde ve o yılların keyif dolu anlarında yer etmiş büyük mutluluklar, romanın kaynağı. Böyle mutluluklara Pamuk'un diğer romanlarında da rastlamak mümkün, Sessiz Ev'i düşünürsek her bir karakterin beklentisi farklıydı. Yeni Hayat bir yolculuğun romanıydı, yolculukların kendine has bir burukluğu olsa da mutsuzluğundan bahsedemeyiz. Kısaca Pamuk'un romanlarında hiçbir zaman tamamen batmış bir insana rastlamazsınız. Burada da rastlamazsınız. Sebebi, romanın ortaya çıkış sebepleriyle aynı: Unutulmaya yakın bir mutluluğu canlandırma çabası ve oyun oynama ihtiyacı.

Oyunu, romanın kurulduğu dünyada aramak gerekiyor. Pamuk anlatmış; yıllar süren araştırmalar, binlerce minyatürün incelenmesi, daha bir sürü ayrıntı. 1591'deki bir şehre, meydanlara sokaklara, evlere, odalara, mutfaklara, mutfaklardaki tabak çanağa ve yiyeceklere dair ne varsa Pamuk'un zahmetli araştırmalarının ürünü. Hatta söylediğine göre romanı yazmaya bir türlü başlayamamasının sebebi de doymak bilmez araştırma açlığı. Burada ilginç bir nokta, yazarın daha çok Batılı gezginlerin seyahatnamelerinden faydalanması. Kendisi British Museum'da bir deryaya düşüyor, kitapların arasında bir oraya bir buraya saldırıyor ve orada canımız, canısı, pek sevdiğimiz Mario Vargas Llosa'yı görüyor falan. Neyse, bu seyahatnamelerin bence şöyle bir etkisi olmuştur ki misal Edmondo De Amicis'in İstanbul'una baktığımızda, sanki büyülü gerçekçiliğin kralıymış gibi gelir. 1800'lerde böyle bir İstanbul var, kim bilir 1600'lerde nasıldı. Büyülü bir alemi dolaşan Batılıların izlenimleri, ister istemez Pamuk'un kurduğu dünyayı ve karakterden karaktere dolaştırdığı anlatıcının üslubunu değiştirmiştir. Sanıyorum.

Anlatıcının ağız değiştirmesinin hiçbir fark yaratmadığından şikayetçiydi bir arkadaşım. Yani bizim Kara nasıl konuşuyorsa, Leylek de öyle konuşuyormuş. Sadece anlatıcının değişmesi, karakterin değişimini yansıtmaya yetmiyormuş ama Pamuk'un öyle bir kaygısı olmadığı çok belli. En başta diyor ki, "Bak cakabo, ölüler konuşmaz, köpekler hiç konuşmaz, ağaç hiç hiç konuşmaz. Öyleyse bu senin bildiğin bir dünya değil, senin istediğin cümlelerle karşılaşmayacaksın, benim dünyama hoş geldin ve hoşuna gitmediyse kapa kitabı." Böyle. Aslında tek bir anlatıcının varlığını seziyorum ben; her bölümün başında anlatıcıların adı verilirken bölümlerin, dolayısıyla anlatıcıların tümüne kitabın adı vasıtasıyla Benim Adım Kırmızı denmesi mesela, gayet mümkün.

1591'deyiz, devlet boku yemeye başlamış. Ekonomik sıkıntıların ortaya çıkışıyla birlikte nakkaş sınıfı da etkileniyor bundan ve ısmarlama şeyler çiziktiriyorlar. Bu bir sıkıntı, zira Allah'ın gözünden gördükleri alemi beş kuruşa şuraya buraya minyatür bezektiriyorlar. Bu, romanın bir boyutu.

Padişahın emriyle Enişte Bey'in hazırlaması gereken bir kitap var ve bunu dört usta nakkaş işleyecek: Zeytin, Leylek, Kelebek ve Zarif Efendi. Zarif Efendi daha başta öldürülüyor ve bunun ucu Nusret Hoca'ya dayanıyor. Nusret Hoca, memleketin kötüye gidişini dinden sapılmasına bağlayan kuvvetli bir zat, roman boyunca kendisiyle hiç karşılaşmayacağız ama her sayfada gücünün farkına varacağız, zira nakkaşlar arasında yayılmasından korkulan resim sanatına düşman bir dayımız. Buradan da Doğu-Batı konusuna geliyoruz. Denebilir ki Beyaz Kale'deki "ben sen miyim, ben kimim, burası neresi, neresiydi doğu, batı neydi, biz ne olduk, neleroloyor" fikrinin yansıması, Benim Adım Kırmızı'daki nakkaşların dünyasına gizlenmiştir. Şimdi romanda bu resim-minyatür çatışmasının süper anlatıldığı bir bölüm vardı, lakin orayı kıvırmadığım için bulamadım bir türlü. Kabaca şöyle: Bu minyatür, 16. yüzyılda Tebriz taraflarından, Horasan taraflarından akın akın geliyor ve bir yüzyıldan biraz daha uzun bir süreç için Osmanlı'nın başlıca sanat alanlarından biri oluyor. Devlet bünyesinde bir nakkaşlar sınıfı bile oluşturuluyor. Batı'nın resim sanatına karşı bir duruş değil, çünkü zaten resim tamamen reddedilmiş. Nakkaşların Allah'ın gördüğüyle sanatlarını ortaya çıkardıkları söyleniyor, yani minyatürdeki her şey, Allah'ın gördükleri. Aşağı yukarı böyle bir şey. İşte unuttuğum nokta burası ki bu minyatürlerde bir sebeple perspektif yok, dolayısıyla uzak, yakın, nerede olursa olsun cisimlerin boyutu aynı. Belki şimdi kitapta bulursam yazarım olayını. Oysa Batı'nın resmi zındıklık ve kafirlik, zira her şey gerçekteki haline benziyor ve ahirette bunlara can verilemezse cehennemi boylamak garanti. Maddi gözle değil, mana gözüyle görme hadisesi. Bir de üslup olayı var, nakkaşların üslubu olmazmış da nakkaşhanenin üslubu olurmuş. Zira görüleceği üzere en iyi nakkaşların körler olduğu söyleniyor, çünkü yıllar boyunca aynı figürleri yapa yapa el alışır ve en saf, basit haline ulaşırmış işlenenler, ilahi bir boyutta sürdürülürmüş sanat. "Bir"e ulaşma çabası. Bu sebeple üsluba iyi gözle bakılmıyor.

 Üslup meselesi önemli; romanın bir cinayetle açıldığını söylemiştim. Dört nakkaştan biri öldürülüyor ve diğer üçünden şüpheleniliyor. Romanda anlatıcı olarak bu üçünü görmemizin yanında bir de Katil Diyecekler Bana namlı müstakil bir bölüm daha var, burada personayı değil, kişiliği görürüz. Pamuk'un yönlendirmesiyle birlikte bu üç nakkaşın bölümleriyle Katil Diyecekler Bana bölümleri arasında bir bağlantı kurulmaya çalışan çoktur eminim ki. Ben de bir tahmin yürüttüm ama yanlış çıktı dsfd. Neyse, bu Katil Diyecekler Bana bölümlerinin ilkinde şöyle bir kısım var:

"Zavallı kurbanımı can havliyle bulduğum sıradan ve kaba bir usulle öldürdüm. Eserimden geriye beni ele verecek kişisel herhangi bir kalıp kalmadığını araştırmak için geceleri bu yangın yerine geldikçe üslup sorunları kafama daha da çok şey üşüşmeye başladı. Üslup diye tutturdukları şey, kişisel bir iz bırakmamıza yol açan bir hatadır yalnızca." (s. 27)

İlerleyen bölümlerde Enişte Bey'in yeğeni Kara adlı arkadaşın bu nakkaşlarla konuşmalarını ve nakkaşların anlattığı hikâyeleri göreceğiz, en büyük çıkarım noktaları buralar. Bir de şu: "Onu kuyudan aşağıya attıktan çok sonradır ki, yaptığım işte bir nakkaşın inceliğine hiç mi hiç yakışmayacak kaba bir yan olduğunu düşünebildim." (s. 30) İşin içine polisiyenin girmesini değerlendirirken roman biterken geriye dönüşün olmadığı bir noktada yapılacak pek bir şeyin kalmadığından ve bu yan kurgudan pek memnun olmadığından bahsediyordu Pamuk, oysa bu cinayet olayının başlı başına bir parça olmadığını, kurguyla bütünleşik bir hadise olduğunu düşünüyorum, Katil Diyecekler Bana da bunun en büyük kanıtı. Polisiyeyse polisiye, okuyucunun yorumlamasına göre farklı kimliklere bürünebiliyor.

Resim-nakış arasındaki mücadelede epigrafa gitmek gerekiyor.

"Doğu da Batı da Allah'ındır."
"Körle gören bir olmaz."

Kuran'dan alınan bu ayetlerin kazandırdığı okuma biçimiyle birçok çatışmayı bulmak mümkün, en önemlisini alacağım ben:

Ben Bir Ağacım'dan: "Ben, fakir, gördüğünüz ağaç resmi, böyle bir akılla resmedilmediğim için Allahıma şükrediyorum. Frenk usullerince resmedilseydim beni sahici bir ağaç sanan İstanbul'un bütün köpekleri üzerime işer diye korktuğumdan değil. Ben bir ağacın kendisi değil, manası olmak istiyorum." (s. 63)

Dönemin nakkaş ortamlarını anlatmaya sabrım yetmez. Körlükten onca minyatüre, yan hikâyeciklerden nakkaşların evlerine, üstatlardan üstatların eserlerine birçok yolculuk yapacak okuyucu. Fikrimce nakkaşların anlattıkları hikâyelerin özünü kavrayıp okumaya devam etmek lazım, öbür türlü sadece polisiye okuyormuş gibi sonuca odaklanmak, romanın sunduğu güzellikleri kaçırmaya sebep olabilir. Ben Pamuk'un "saf" tarafıyla bitireceğim, "düşünceli" bölümü aha, yukarıdakiler.

Şeküre, Enişte'nin kızı. Kara da gençliğinde Şeküre'ye aşık olmuş, lakin Enişte'nin olayı öğrenmesiyle tey Tebriz'e neyin gidiyor, 12 yıl dolaşıyor galiba, oradaki minyatürleri, nakkaşları inceliyor ve dönüyor. Romanın aşk hikâyesi bölümü de burası. Ondan sonra bir sürü olay, bir şeyler. Bu Şeküre'nin iki oğlu var, Orhan ve Şevket. Pamuk, abisiyle kendisini yerleştirmiş romana. İlk kez Pamuk okuyanlar bunun farkına varamayabilir, bilenler içinse hoş bir sürpriz. Bir de Ranlı şair Sarı Nazım var, o da gülümsetiyor.

Son olarak, kaybolan bir sanata ağıttır bu roman. Manzaradan Parçalar'da Pamuk şey diyor, işte, bu roman kaybolmuş bir güzelliğin izinin sürülmesidir, zira kök salacak kadar bir mazisi olmadı ve Batı da resim sanatında gümbür gümbür geliyor. Enişte Bey'e söyletiliyor ki zamanla minyatür geleneği kaybolacak, üstatlar unutulacak, Batı'nın resimleri ve sanatı baskın olacak. Gerçekten öyle, kendi adıma konuşmam gerekirse küçük adamların, aynı yüzlerin resmedilmesiydi minyatür, felsefesini hiç bilmiyordum. Köklü kültür olayı romanda da mevcut, Katil'in ağzından duyduğumuza göre resim baskın olunca nakkaşlar unutulacak, çünkü Batı yüzyıllardır bu sanatla uğraşıyor, oysa Doğu'da bırakın uğraşmayı, yasaklanmış.

Böyle. Orhan Pamuk okumayı geciktiriyorum, çünkü mesela güzel bir çikolata olur, öküz gibi yeriz tek hamlede, elde bir şey kalmaz. Böyle olsun istemiyorum. Kara Kitap'ı seneye okurum artık. Tabii ucuza bulabilirsem.

5 Aralık 2012 Çarşamba

Philip K. Dick - Alfa Ayının Kabileleri

Poe'nun muydu, öyle gotikçi bir dayının mıydı, hatırlamıyorum. Bir hikâye vardı, gidip bakmaya da üşendim şimdi. Bir mekana dışarıdan bir abimiz geliyor. Mekanda bir sürü insan var, hepsi böyle hiperaktif, neşeli, acayip. Konuşuyorlar falan, sonra anlaşılıyor ki abimizin görmeye geldiği insanlar bunlar değil, asıl görülecekler hapiste. Bunlar mahkum, şehri ele geçirmişler. Ya da akıl hastaları galiba. Evet, akıl hastaları. Neyse, en sonunda yetkili bir dayımız, "Siz yanıldınız ve gücünüzü kaybettiniz, şimdi 'normal' olan bizler sizi güdeceğiz," falan. Yani iyi-kötü olayının tamamen bir bakış açısından ibaret olması. Heh, bu kitapta da aynı vaziyetler var.

Chuck Ritterstorf namlı kardeşimiz CIA için çalışıyor, ısıl işlem görmüş robot benzeri insan simülakraların yayacağı propagandaları yazıyor. Çünkü ABD'nin etrafı gomonik ülkelerle çevrilmiş ve bu ülkelerde "kurtarılmayı" bekleyen insanlar var, bunlar simülakraların yardımıyla kurtarılacak. Chuck'ın eşi Mary var, evlilik danışmanı gibi bir şeydi galiba. Kocasını boşuyor ve öküz gibi bir nafakaya mahkum ediyor, parasını alabilmek için de kocasına bir metin yazarlığı işi buluyor. Dünyaca ünlü komedyen, Bunny Hentman, Chuck'la birlikte bir senaryo hazırlıyor. Bu senaryoda bir simülakra yardımıyla karısını öldürmeye çalışan bir karakter var. Bu noktadan itibaren akıl oyunları başlıyor. Chuck, bir görevle Alfa III M2'ye giden karısını öldürmeyi düşünüyordu, bu senaryoyla birlikte başkalarının kendisini bu işi yapmak için psikolojik olarak hazırladıklarını anlıyor. İşin içinde CIA de var, simülakra onlara ait. Olay, CIA ile Alfa kabileleri/Bunny arasında çok küçük hamlelerle ilerlenen bir strateji oyununa dönüşüyor. Chuck'ın intihar etmekten kıl payı kurtulması da var, tam PKD hadiseleri bunlar. Bir çıkar ilişkileri, bir şeyler.

Alfa III M2'nin olayı da şu: Zamanında Alfa/Arz arasında bir savaş yaşanmış ve Dünya bu savaşı kazanmış. Lakin bu aydaki bir akıl hastanesinden kurtulanlar, 25 yıllık bir süreçte galiba, kendi devletleri diyebileceğimiz bir yapı oluşturmuşlar ve bu da dünyalıların işine gelmiyor, bunların tekrar akıl hastanesine kapatılmaları lazım. Bunun için de Mary yollanıyor işte. Burada Manlar var, manik depresifler. Şizler var, şizofrenler. Böyle yedi klan var ve her birinin özelliği, hastalıklarına göre belirlenmiş. Manlar çok agresif ve kuvvetli, şizofrenler sanatçı, böyle şeyler. Bunların yaşadıkları şehirlerin adları da yine aynı mantıkla verilmiş: Adolfville, Gandhitown, bilmem ne. Yukarıda hastalık dedim de, tam bu noktada PKD'nin psikososyal incelemeleri giriyor işin içine.

Bu uyduda yaşayanlar "normal". Çünkü normal olmayanların varlığı, bir savaş başlatıp neyin normal olduğunu belirleyecek kadar kuvvetli değil, hatta hemen hemen hiç yok. Akıl hastalıklarının hasta olmayanlarca belirlenmediği bir dünyada hastalık isimlerinin de klan adı olarak kullanılıp başka bir anlam içermemesi de gayet doğal. Hatta görülüyor ki bu insanlar arasında arzdaki insanlardan farklı durumlar mevcut değil. Yine kuvvetlinin borusu ötüyor, sanatla ilgili çalışmalar yine var, bilmem ne. Başkalarınca normal olmayan bir durumun tanısı konulmadığında uygarlık yine sürdürüyor kendini. Bundan 100 yıl sonra en başta bahsettiğim hadise gerçekleşebilir; "normal" insanlar kendilerini hapiste bulabilir. Sonuçta bize benzemeyenleri parmaklıklar ardına gönderen biziz.

Azizler konusunun üstünde ayrıca durmaya değer, zira konu olarak pek özgün olmayan bir fikrin en özgün noktası burasıydı bence. Üç aziz var, bunların doğaüstü bazı güçleri var. Her şeyin rasyonel olarak ilerlediği bir dünyada bunların varlığı bir dengesizlik yaratıyor ama PKD'nin cevabı hazır: "Bir şizofrenik, ya da daha büyük bir olasılıkla birlikte çalışan birkaç şizofrenik, psikotik algılarını telepatik bir yetenekle işbirliğine sokmuş olabilirler miydi?" (s. 174) Melezler; telepatların etkin olduğu bir dünyada bir tık daha üstte yer alan beyni kuvvetli kardeşler. "Neden olmasın?" fikrini veriyor PKD.

Eh, "bir de öbür taraftan bakalım" romanı. Güzel.