27 Şubat 2014 Perşembe

Mustafa Kutlu - Uzun Hikâye

Bir uzun hikâye olur sevgi, "her şey sevgiyle başlar".

Mustafa anlatıyor, şu koşan çocuk. Bir zamanlar 16 yaşındaki genç. Babasını ardında bırakıp bir başına yola çıkan genç adam. Babasının daktilosuyla bir solukta döküyor hikâyeyi. Uzun, çünkü dolu dolu bir hikâye bu. Yolların, kasabaların, mücadelenin ve umudun hikâyesi.

Ali, dedesiyle beraber Bulgaristan'dan göçüp Eyüp'e yerleşir, rızklarını topraktan çıkarırlar. Mahalleli önce diş bilemiş, sonra dede Pelvan Sülüman bir silkelemiş adamları. Pabuç bırakacaklardan değil, bildiği yoldan ayrılmayan bir adam. Doğruluktan şaşmaz. Ali de dedesinden alıyor bu huyunu. Feride'ye aşık oluyor, belalı ailenin kızı. Abileri kızı zengin birine yamamaya çalışıyor, dövüyorlar kızı bir de. Ali bu abilerin ve yamanacakların olduğu sinemayı yakıyor, Feride'yle birlikte düşüyorlar yola. Uzun hikâye böyle başlıyor. Bir istasyondan diğerine, kök salacak bir yer bulana kadar yolculuk devam edecek. Bitmiyor bu yolculuk; Feride'nin abilerinden kaçış bir süre sonra sona erse de ilk duraklardan birinde Ali'nin adı sosyaliste çıkmış, lakap olarak kalmış. 1960'ların Türkiyesi için ana avrat küfretmek oluyor birine sosyalist demek. Dönemin siyasi ortamı bunu gerektiriyor, bu yüzden de sözde sosyalistliği yüzünden hiçbir yerde tutunamıyorlar. Doğruluk, dürüstlük oluyor sosyalizm, komünizm, vatan hainliği, daha neler neler. Dönem insanının çıkarları doğrultusunda kavramları nasıl çarpıttığı ve kötülüğe kılıf bulabildiği söz konusu, bu yüzden Ali duramıyor hiçbir yerde, ailesiyle birlikte kasabadan kasabaya. Umutları hiç kaybolmuyor, bir ev bulacaklar mutlaka.

Üç durak var, hikâye ilkiyle başlıyor. Tren şefiyle arkadaş olan Ali, adını daha önce hiç duymadıkları bir kasabada indiriyor ailesini, eski bir vagonu ev haline getiriyor ve orada yaşamaya başlıyorlar. Ali'nin ağzı laf yapıyor, yakışıklı adam, jilet gibi giyiniyor her gün. Önemli bir insan intibası uyandırıyor, yerliler de seviyor adamı. İş mi ayarlanacak, Ali hemen ayarlıyor. Her şey yolunda gidiyor, ta ki oranın kan emicilerinin ağına takılana kadar. Ali arzuhalci, Ali kitapçı, Ali okul kâtibi. Ali okulun bahçesini işleyip cennet haline getiriyor, müdür bey her şeyin üstüne konuyor, Ali de alıyor bir gece bütün meyveleri sebzeleri, konu komşuya dağıtıveriyor. Başka bir durağa.

Feride hamile, bir gece fenalaşınca doğruca ilk trenle hastaneye. Mustafa evde bekliyor ki beraber dönsünler. Ali dönüyor, elinde annenin pardesüsü. Sarılıp ağlıyorlar. Mustafa, babasının ilk kez o zaman ağladığını görüyor. Biri annesini kaybediyor, diğeri de hayatını büyük bir mutlulukla paylaştığı karısını. Ali için yolculuk eksik kalıyor, Feride yanında olmayacak ama Mustafa var, Feride'nin fotoğrafı var, bir de saka kuşuyla küpe çiçeği. Feride'den hatıra. Yola devam.

Mustafa büyüyor elbette. Annesi öldüğünde küçüktü, lise çağına geldiğinde bir kasabada babası arzuhalcilik yaparken hikâye biraz kendisine dönüyor. Kasaba yaşantısı, dönemin gençleri, aşklar, yazılan mektuplar, dönemin sosyal ve siyasal ortamı. Bu kitabı üç kez okudum ve son okuyuşumda, birkaç aydır küçücük bir kasabada yaşadığım için, İstanbul'un kaosundan uzaklaşıp küçük yerlerin yaşam tarzını gördükten sonra tam olarak anladım. En ufak bir hareketiniz bile laf olur, yayılır sağa sola. Yabancılanırsınız. Yeri gelince adam yerine koymazlar bile. Mustafa'nın gençliğini yaşadığı ortam böyle bir ortam. Tabii babasına çekmiş o da, hiçbir şeyin altında kalmıyor ama yolculuklardan da sıkılıyor, ayrılmak istemiyor artık büyüdüğü kasabadan. Son ayrıldıklarında eskinin eşkıyası, yeninin zabiti Zopuroğlu sıkıştırıyor iyice Ali'yi, polisler basıyor evi. Gidiyorlar.

Son kasaba, baba-oğul için dönüm noktası oluyor. Mustafa üniversiteyi kazanamıyor, babasının devraldığı kitapçıda çalışıyor. Aşık olduğu kız Mustafa'yla kaçmak istemeyince, Ali de yerel bir gazetede yazdıkları yüzünden hapse girince yol yine gözüküyor, bu sefer Mustafa tek başına gitmek zorunda. Son ziyarette Ali, Mustafa'ya daktilosunu veriyor, bir bildiği var. Başa dönüyoruz, Mustafa her şeyi bir gecede yazıveriyor o daktiloyla, babasının o güne kadar çalamadığı mızıkasını çalabiliyor bu kez. Yeni bir hikâye başlıyor, önceki kadar umut dolu. Sevgi yok belki ama o da olur. Bir gün her şey olur, kervan yolda düzülür.

Filmini izledim, keşke izlemeseydim diyorum. Olay örgüsü karman çorman, Ali pek delikanlı. Ben adamı dingin biri olarak canlandırmıştım. Haksızlığa gelemez, onun dışında ağzı laf yapar ama pek konuşmaz da. Filmde böyle değil. Gerçi Kenan İmirzalıoğlu on numara olmuş.

Kutlu'nun hikâye anlatıcılığının en güzel örneklerinden bu, sıkıntılı bir dönemde yaşamaya çalışan umut dolu insanların serüveni. Bizim topraklarımızda, bizim insanlarımızın arasında. Oraları bilmeyen birinin mekan, karakter ve atmosfer yaratmada bu derece başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Klasikler dışında okuduğum kitaplara dönmeyi pek sevmem ama bu bir Türk klasiği bana göre, Mustafa Kutlu da edebiyatımıza pek özgün bir soluk kazandıran harika bir yazar.

24 Şubat 2014 Pazartesi

John Fante - Roma'nın Batısı

Bir uzun hikâye, bir de hikâye var burada.

Dangalak Köpeğim: Üç oğlan, bir kız, bir eş ve şapşal, dev bir köpek. Roma'ya gitme hayalleri kuran Henry, bu hayalini gerçekleştirme isteği ortaya çıkmadan önce çocuklarını evden göndermeyi bekliyor, hayatlarını kazanmalarını. Çocuklar evde, her biri ayrı bir sıkıntı ve yaşlı yazar, karısına yenildiği, çocuklarıyla uğraşamadığı zamanlarda Roma'ya gitme hayalleri kuruyor; atalarının geldiği yere. Gidilebilir bir yer, orada olduğu düşüncesi her zaman rahatlatıcı. Orada da bir şey yok oysa. Biliyor.

Dangalak çıkageliyor bir gün. Dev bir köpek. Uyuşuk. Kimse evde istemiyor bu köpeği. Köpek de onları istemiyor gibi, çıkmıyor bir türlü. Henry her ne kadar bütün toplar kendisine dönmüş olsa da kovmak istemiyor köpeği, kendiyle bütünleştiriyor hayvanı bir şekil: "(...) Ben biliyordum o köpeği neden istediğimi. Utanç verici derecede açıktı, ama oğlana söyleyemezdim. Mahcup olurdum. Kendime itiraf edebilirdim ama, bununla ilgili bir sorunum yoktu. Yenilgiye ve başarısızlığa uğramaktan usanmıştım. Zafer açlığı çekiyordum. Elli beş yaşındaydım ve tek bir zafer yoktu görünürde, bir çarpışma bile. Düşmanlarım bile çarpışma isteği duymuyorlardı artık. Dangalak zafer demekti. Yazmadığım kitaplar, görmediğim yerler, hiçbir zaman sahip olamadığım Maserati, arzuladığım kadınlar, Danielle Darrieux, Gina Lollobrigida ve Nadia Grey. Senaryolarımı kan damlayıncaya kadar doğrayan eski konfeksiyoncu patronlarıma karşı zafer demekti. Ünlü üniversitelerde okuyan, dünyaya çok şey vaat eden çocuklara sahip olma düşümdü." (s. 38) Hayat muhasebesi. Henry senaryolarını, kitaplarını düşünüyor, çocuklarını düşünüyor ve sahip olduklarının kendinden pek az şey taşıdığını düşünüyor, belki de çok şey taşıdığını. Başarı açlığı çekiyor, başarının ne olduğu onun için bir muamma aslında. Senaryoları, kitapları satıyor, eleştirmenlerle çekişiyor ve bir süre sonra her şey kayboluyor onun için. Dangalak yeni bir başlangıç, her şeye. Mahallenin en büyük köpeğini döven bir köpek, hayata karşı alınmış büyük yenilgilerin avuntusu gibi geliyor. "Karanlık rahimde pusuya yatmış dört tohum" ve birlikte geçirilmiş yılların ardından yemek şapırtılarının arasında yabancılaşan bir eş, elde edilenler artık hiçbir keyif vermezken yük halin geliyorlar.

Köpek kaçıyor, Henry karısıyla kavga edip Roma'ya gitmek üzere yola çıkıyor ve köpeğinin bulunduğunu öğreniyor. Bulan adama yüzlerce dolar veriyor ödül olarak, biraz da zorla. Roma hayali sona eriyor bir anlamda, zafer Henry'nin yanı başında duruyor çünkü. Çocuklar da bir bir gidiyorlar evden, facia sonucu veya kendi istekleriyle, fark etmiyor. En yakın oldukları halde tanınmayan insanlar.

"(...) Çocuklarımı değil de köpeklerimi anlamamın şaşılacak bir yanı yoktu. Jamie'yi, Dominic'i, Denny'yi ve Tina'yı anlayıncaya kadar bir daha asla yazamayacaktım. Onları anlayıp sevdiğimde bütün insanlığı sevecek, etrafımdaki güzelliklerin farkına varacaktım ve her şey parmaklarımdan sayfaya elektrik gibi akacaktı." (s. 104)

Çocuklar gidince artlarında kalanlara bakınca ağlamaya başlıyor Henry. Bir basket potası, perdeler, boş odalar. Alışkanlıklar yıkılıyor, her gün görülen yüzler artık orada değil ve elli beş yaşında bir adam, zaferlerinin yerine koyduğu bir köpekle ve yabancılaştığı eşiyle bir başına.

Orji: Henry'nin çocukluğuna bir bakış, belki de bu karakteri biraz olsun anlayabilmek için en iyi yol.

Henry'nin babası duvar ustası, arkadaşlarıyla birlikte çalışıyor ve Henry de bu dünyaya girmek istiyor ama pek küçük. İşçi dünyasının adamları var bir sürü; Fante'nin çocukluğunun kahramanları belki de. Neyse, bir şekilde babayla arkadaşına bir altın madeni kalıyor. Her hafta sonu gidip kazıyorlar ve elleri boş dönüyorlar. Anne kıllanıyor bir gün, Henry'yi de yanlarında gönderiyor. Küçücük maden, bir bok çıkmaz. Kadın var bir de, iki ortağın takıldıkları bir hanım. Henry manzarayı görünce kutsal suyla madene dalıyor, üzerlerine döküyor. Annesini düşünüyor, babasını düşünüyor ve hayatın belki de ne kadar boktan olduğunu düşünüyor o an. Sonra birlikte dönüyorlar. Bu kadar.

Fante'nin mizahının bir savunma mekanizması olduğunu düşünmeye başladım, yazdığı olayların onda birini yaşamış olsa bile büyük bir yardım olmadan üstesinden gelinecek şeyler değil bunlar. Evden ayrılması, yazarlık serüveni, yenilgi olarak gördüğü her şey bir şekilde kendisini var eden olgular haline gelmiş. Bu yüzden öylesi komik ve gerçek.

Bulunmuyor bu kitap sanıyorum, nadirkitap.com'da 40 TL. Sahaflarda da rastlamadım, bulunca alacağım direkt. Ödünç bu.

16 Şubat 2014 Pazar

John Fante - Üzümün Kardeşliği

"Üzümün kardeşliği! Her kasabada görürsünüz onları;
kıraathanelerin önünde aylak aylak oturup önlerinden geçen
her eteğin arkasından iç geçiren yaşlı hergeleler." (s. 5)

Aile, karakterler aynı. Fante'nin bu seferki mevzusu baba-oğul ilişkileri. Bir yandan Dostoyevski'yle konuşmalar, mesela "Kim babasını öldürmek istemez ki?" sözünün tam olarak karşılığı olmasa da bir benzeri bu hikâyede mevcut.

Kardeş Mario'dan gelen telefonla babasının annesini aldattığını öğrenen adamımız Henry, Mario'nun hemen gelmesini istemesiyle birlikte babasıyla olan ilişkisini düşünür. Eşi Joyce'tan babasının Joyce'a sarktığını öğrenir. Baba yeri geldiğinde bütün mahalleyi ayağa kaldıran, bazen barış ilan edilmiş gibi tek bir ses bile çıkarmayan bir adam, sızdığı zamanlarda. Kendisi gibi yaşlı arkadaşlarıyla takılan bir duvar ustası. Yaşlandıkça huysuzlaşmış, diğerleri de öyle olduğu için birbirlerinden ayrılmaz olmuşlar. Eve döneceğini biliyor Henry, bütün o çocukluk sıkıntılarının onca yıldan sonra tekrar ortaya çıkacağını biliyor. Gitmek istemese de mecbur. 50 yaşında bir adam, babasının yaptıklarından dolayı hiçbir zaman mutlu olmamış ama babasına dönmek zorunda.

Baba, çocuklarını da duvarcı ustası olarak yetiştirmek istemiş ama Henry kasabadan kaçmış, Virgil bankacı olmuş ama kariyerine babasının sekte vurduğunu söyleyerek sürekli şikayet ediyor, kasabada anneyle babanın kavgaları dillere destan çünkü. Mario duvarcılığı deniyor bir tek, işi sevmeyip futbolcu olmaya karar veriyor. Üniversite bursu kazanıyor bununla ama gidemiyor, babası istemiyor çünkü. Bütün aile seferber oluyor, bari aileden büyük bir adam çıksın. Yok. Babanın değişmez fikirleri yönetiyor aileyi yıllar boyunca. Yetmişlerinde bir adam artık, hâlâ yaramazlık yapıyor ama İtalyan aile yapısı; saygı duyuluyor adama, ne yaparsa yapsın.

"Ben iyiydim. Bir şey yakalamıştım. San Elmo ve televizyon dışındaki hayata dair yeni bir his; heyecan verici, şaşırtıcı, adrenalin pompalayıcı. Neredeydim ben bunca yıldır? El arabası, harç? Kim engellemişti beynimin gelişmesini? Kitapları benden uzak tutan, onlardan nefret eden kimdi? Babam. Onun cehaleti, onunla aynı çatı altında yaşamanın çılgınlığı: tehditleri, tutkuları, zorbalığı, kumarı. Beş parasız Noel'ler. Mezuniyet için bir takım elbise. Borç, borç, borç. Birbirimizle konuşmuyorduk. Bir gün demiryolunu geçerken karşılaştık. Beni birkaç adım geçtikten sonra durdu ve gülmeye başladı. Döndüm. Beni işaret edip kahkahayla güldü. Kitap okuyormuş gibi yaptı ve güldü. Dalga geçmiyordu. Öfkesini, hayalkırıklığını, tiksintisini ifade ediyordu." (s. 59)

Adamın hayatı zor; 1900'lerin başlarında ailesini beslemek için delicesine çalışmış, para kazanabilmek için gecesini gündüzünü ayırmamış ama herkesin hayatının kendisi gibi olacağını, kendi bildiği işi çocuklarının da yapması gerektiğini, yoksa aç kalacaklarını düşünmüş her zaman. Kuşaktan kuşağa geçen bir kölelik. Başka tür bir hayatı düşünemiyor, hayalini bile kuramıyor. Henry yazar olup hayatını kazanmaya başladığı zaman bile aşağılamış onu, belki de duvar inşaatı için 50 yaşındaki oğlunu zorla götürmesi de bu yüzden. Bir zanaat öğrensin diye.

Henry isyan etse de babasının sözlerinden çıkamıyor, çünkü baktığı zaman onca mücadeleden kurtulmuş, kendisini büyütmüş adam var karşısında. Ayyaş, eyyamcı, sadıklıktan zerre nasibini almamış... ve baba. Belki öldürmek isteriz, belki bir daha hiç görmemek isteriz ama o orada işte. Peşinden gidiyor Henry, Dostoyevski nefretini hafiflettiği için minnettar.

Bir motel için bir şey yapacaklardı ama unuttum, fırın benzeri bir yapı. Babanın arkadaşları da orada, Henry'ye yükleniyorlar bir yandan. Yaşlı bir adama nasıl davranılması gerektiğini bilmiyormuş. Babası da arada sırada işi bilmediğini falan söylüyor. Tam cinnetlik bir ortam, Fante'nin üslubuyla okuyunca oldukça komik.

Yapı bitiyor ama parayı ödemiyor motel sahipleri, zaten şiddetli bir yağmur yağdığı sırada, herkesin önünde tuğlalar büyük bir gürültüyle yıkılıyor. Babanın ölmesi demek bu, bir dönemin sonu. Molise ailesinin esas adamının vedası, onca yıldan sonra yaptığı bir şeyin ilk kez yıkılmasıyla gerçekleşiyor. Baba bir süre sonra ölüyor ama Dostoyevski bırakmıyor Henry'yi, hep yanında olacak.

Aile draması ama değil, komik bir yanı da var. Fante'den on numara bir yarı otobiyografik metin. Bulunmuyor gerçi, nadirkitap.com'da bile bir iki tane vardı galiba, o da fahiş fiyatlı.

Stephen King - Mahşer

Oğlum biz hiçbir şey okumamışız lan.

Bunun 300 küsur sayfalık olanını lisede okumuştum, muhteşemdi. Post apokaliptik dünya, mistisizm soslu yaşam mücadelesi, bir gencin ilgisini çekebilecek her şey. On numara. Sonra geçen sene tekrar okuyayım dedim, bir yavan geldi... Karakterlerin arka planı tam dolu değil, oradan oraya sürükleniyorlar ama her şey akıp gidiyor, olaylar ansızın gerçekleşiyor ve hop, bitiyor kitap. Klasikler her on yılda bir tekrar okunmalı derler, aynı şeyin bu tür için geçerli olmayacağını düşünmüştüm açıkçası. Sonra bu 1200 sayfalık canavarın çıktığını duydum, okumak yeni kısmet oldu. Heh! İşte mevzu buradaymış zaten. Pek karşılaştırma imkanı bulamadım ama 300 sayfalık olanından daha ilk bölümüyle ayrılıyor. Benzin istasyonuna çarpan araç bölümüyle açılıyordu kısa olan, Stu'yla tanıştığımız bölüm. Hastalıkla bodoslamadan tanışıyorduk. Bunda öyle değil. Laboratuvardan kaçan Charlie'nin ailesiyle birlikte gizlice arazi olması, bu sırada öksürdüklerini görmemiz, sonraki bölümde benzin istasyonuna bindirmesi, hastalığın inanılmaz bir hızla yayılması ve King'in bu yayılma esnasında en küçük detayları bile vermesi, şahane. Ailesine hastalık bulaştıran hemşire, markette üç dakika içinde üç kişiye hastalık bulaştıran adam... Yok yok, okunacaksa bu okunmalı. Öbürü pek yavan.

Kitabın başında King'in okurlara bir notu var, neden öyle olduğunu anlatıyor. Yani neden kitabın kuşa çevrildiğini söylüyor işte. Muhasebeden söylemişler kitabı kısaltalım diye. King kabul etmiş, sonra okurlar tam metnin basılması için baskı yapmış ve bunu da kabul etmiş, çünkü eksik olan bölümlerin hikâyeyi gerçekten zenginleştirdiğini düşünüyormuş. Gerçekten, olan da tam olarak bu. Dev bir epik mevzuyu kırpıp kırpıp basmak da ne oluyor. Efendi olun önce efendi!

Üç kitap şeklinde ayrılmış metin, her bir kitabın sonu hikâye için bir dönüm noktasını belirtiyor. İlkinden başlıyorum.

I. Kitap

Laboratuvar görevlisi Charlie'yle açılıyor mevzu, Charlie ailesiyle birlikte kaçıyor falan, sonra iyice kötüleşiyorlar ve benzin istasyonuna gümbürt. O esnada hastalık Stu'nun yanındakilere bulaşıyor, oradan alıp başını gidiyor zaten. Bu yayılma safhası çok güzel, King insanların doğal yaşamını anlatıyor, araya hastalığı nerede ve kimden kaptıklarını sıkıştırıveriyor. Hayat rutin bir şekilde sürüyor, bir saman nebzesi, önemsenecek bir şey değil. Komşulara gidelim, bilmeden onlara da virüs bulaştıralım ve hastalık vücudumuzu ağır ağır çürütürken aspirin alalım, yatağa düşelim ve olanlara bir anlam veremeden ölelim. Bazıları hayatından sıkılır, rutini kırmak ister ama bunu ölerek yapmak istemez sanıyorum. Bu insanlar ne olduğunu anlayamadan patır patır ölüyor. Televizyonda bir şey yok, gazetede bir şey yok. Hastalığın ilk zamanları. Katliam sessiz sakin geliyor. Ortalık hareketlenecek, dünya nüfusunun çoğu öldükten sonra.

Bu hastalığın yayılmasının ardından karakterlerle tanışıyoruz birer birer. Stu zaten ilk gördüğümüz. Stu'nun geçmişinde hasta bir anne, okuyamayıp çalışmak zorunda kalan bir genç var. Yokluktan gelmiş, hesap makinesi fabrikasında çalışan bir adam. Salgınla birlikte herkesin bir görevi olacak, herkes yavaş yavaş değişecek ama Stu'nun ne kadar değiştiğini pek göremeyeceğiz, çünkü geçmişine şöyle bir değiniyor King ve geçiyor. Sonlara doğru, onca mevzudan sonra çok değiştiğini düşünüyor Stu, bu kadar. Bence King'in biraz havada bıraktığı bir adam olmuş. Yol boyunca en çok onu göreceğiz ama bir Larry Underwood kadar, bir Frances Goldsmith kadar bilmiyoruz hikâyesini. Lakin delikanlı adam, onu biliyoruz bir. Stu'nun yolculuğu kapatıldığı bir araştırma merkezinde başlıyor. Neden ölmediğini anlamaya çalışıyorlar, salgın son aşamaya geçmeden önce. Bulamıyorlar. Tesisin başındaki general bakıyor ki artık kontrol edilemez bir noktaya gelindi, gazetecilerin vurulmasını istiyor falan, en sonunda da intihar ediyor. Son aşamada Stu tesisten kaçıyor, askerler arasında kamplaşmalar oluyor, millet birbirini vurmaya başlıyor. Hele bir canlı yayın olayı var, şahane. Bir stüdyo, programda askerler var ve diğer askerleri vuruyorlar. Hiçbir şeyden haberi olmayan biri vardı, bu programı izliyordu ve haliyle her şeyin bir kurgu olduğunu düşünüyordu. Ölüm korkusunun yol açtığı delilik ve askeriyenin çözülmesi bölümleri harikaydı.

Larry Underwood, albümüyle patlama yapan bir müzisyen. Onca yıl barlarda süründükten sonra nihayet parlıyor ve anında partilerle cozutuyor. Arkadaşları için düzenlediği partide müzisyen bir arkadaşı bunun kulağını çekmese hiçbir şeyin farkında değil; kırılan eşyaların, alınan uyuşturucuların haddi hesabı yok. Herkesi şutluyor, çıkacak faturadan ötürü yıllar sonra annesinin yanına gidiyor ve annesi buna giydiriyor bir güzel. Larry sürekli alan, kendini düşünen ve vermeyi bilmeyen biri. Bencil. Kendi çıkarı için zekasını on numara çalıştırabiliyor, salgından sonra bencilliğiyle sık sık yüzleşecek, doğal olarak kendiyle de. Değişecek. Hastalık yayılmaya başladığı sırada annesinin yanında kalıyor.

Nick, dilsiz ve sağır bir genç. Çok okuyan, analitik düşünebilen biri. Otostop çekerek şehirden şehre gidiyor ve günlük işlerde çalışıyor. Gittiği bir kasabada dayak yiyor ve soyuluyor, şerif buna yardım ediyor, yatacak yer veriyor falan. Hastalık yayılmaya başladığı sırada kasabada.

Frannie hamile, babası son derece anlayışlı ama anne, ilk oğulları öldüğünden beri kontrol manyağı. İkisi de ölüyor, Frannie kasabadaki çirkin oğlan Harold Lauder'la birlikte yola çıkmak zorunda kalıyor. Harold da kilit bir karakter, dark side'a geçmesinden, iç çatışmalarından ayrı bir kitap olur. Lauder, lisede dalga geçilen şişko çocuk. Çok okuyor, yazıyor ve kokuyor. Uzun saçları yağlı, yarım dünya bir kardeşimiz. Frannie'ye aşık üstüne. Mevzu çıkacağı belli.

Bu kahramanlar yola çıkarken çok şey kaybetmiş durumda. Aileler dahil, tanıdıkları herkes ölüyor. Bilinmeyene doğru, ellerinde hiçbir şey yokken yola çıkıyorlar. Frannie ve Harold beraber, Nick tek başına, Larry ise Rita Blakemoor adlı bir kadınla. Geçmişlerini de yanlarında sürüklemek zorunda kalıyorlar; Larry ve Rita'nın kısa ilişkisi mesela. Rita varlık içinde yaşamış, mücadele hakkında pek bir fikri olmayan bir kadın. Durmadan ağlıyor, yanlış yaptığında Larry'den özür diliyor sürekli. Larry kadınla uğraşmak istemiyor, bırakıp gitmeyi düşünüyor. O andan önceki bütün sıkıntılı anlarda olduğu gibi. Kadını bırakıyor da, tek başına New York'tan çıkmak için karanlık bir tünele girdiğinde fark ediyor kadına ihtiyaç duyduğunu. Geri dönüp kadını buluyor ve birlikte yol alıyorlar, Rita intihar edene kadar. %70 kaza, %30 intihar diye düşünüyor Larry, bir de geçmişinde yarıda bıraktığı insanları. Kitapta kendiyle en büyük mücadeleyi veren insan Larry herhalde. Kahramanın bol acılı arınma yolculuğu. Elindeki her şeyi yitirdiği zaman, en dibe vurduğu an yukarı çıkmaya başlayacak.

Nick, yolda Tom Cullen'a rastlıyor. Zeka geriliğinden mustarip Tom, Nick'i gördüğünde çok mutlu oluyor ve onunla gitmeyi kabul ediyor. Nick de Tom'u pek seviyor, insanlar kendisine özürlü muamelesi yaptığı için Tom'a sempati besliyor ve birlikte yola devam ediyorlar. Tom daha sonra Nick'i bir hortumdan kurtarıyor, böylece aralarında kopmaz bir bağ oluşuyor.

Stu, Glen Bateman'la karşılaşıyor. Glen sosyoloji profesörü, kaosun esir alıp yıktığı şehrin kalıntıları üstünde resim yaparken çıkıyor ortaya. Kitapta yeni bir toplumun kurulması, kıyamet sonrası bir dünyada sağ kalanların neler yapabilecekleri üstüne felsefi fikirleri Bateman aracılığıyla veriyor King. Basit bir örnek: "Bana tek başına bir kadın veya erkek göster, sana bir aziz göstereyim. Sayıları ikiyi bulursa, aşık olurlar. Üç olursa 'topluluk' adını verdiğimiz şirin oluşum meydana gelir. Dört kişi olurlarsa bir piramit inşa ederler. Sayıları beş olursa biri dışlanır. Altı kişi olduklarında önyargıyı tekrar icat ederler. Yedi kişi olurlarsa yedi yılda savaşı tekrar icat ederler. İnsan, Tanrı'nnın yeryüzündeki yansıması olabilir, ama insan toplumu, şeytanın yansımasıdır ve daima eve dönmeye çalışır." (s. 415) Bununla sınırlı değil elbette; büyük toplanış sırasında şehrin yönetiminde Bateman'ın fikirleri çok önemli bir hale gelecek. Şimdi yolculuk zamanı daha. Stu, Frannie ve Harold'la karşılaşıyor ve onlara katılıyor. Harold Stu'yu istemiyor, nefret ediyor adamdan. Frannie'yi elinden alacağını düşünüyor ama Frannie zaten onun değil, aralarındaki beş yaş fark çok büyük bir farklılık yaratıyor. Neyse, bu üçü beraber.

Larry Underwood, Nadine Cross'a ve Joe'ya rastlıyor. Joe vahşi bir çocuk, en başta Larry'yi bıçaklamayı düşünüyor sürekli ama Nadine ona engel oluyor. Nadine saçlarındaki aklarla, güzelliğiyle Larry'yi etkiliyor ama ne zaman Larry bir hamle yapsa geri çekiliyor. Bir şeyi bekliyor gibi.

Yolculukta rüyalar giriyor devreye. Bir rüya mısır tarlasında, "evdeymiş gibi hissettiren" bir yerde geçiyor ve çok yaşlı bir kadın, rüyayı görenleri çağııyor. Diğer bir rüya karanlık. Soğuk onları çağırıyor, korkutarak. Randall Flagg, Ejderhanın Gözleri'nin ve Kara Kule'nin mühim adamı, nerede bir gösteri, hareket varsa kaosun tohumlarını eken kara adam, dışlanmışları nefretin gölgesinde toplamak için yürüyor. Lloyd Henreid'i hapishaneden kendi kaçırıp yardımcısı yapıyor. Piromanik Çöpçü'yü uzun bir yoldan getiriyor ve karanlık tarafı seçecek ne kadar insan varsa yanına çekmeye çalışıyor. Rocky Dağları sınır; doğuda Abagail Ana, batıda Randall Flagg.

II. Kitap

Karakterler bir araya geliyor ve rüyaların peşine düşüyorlar. Çöpçü, yolda gördüğü her şeyi yakıyor, petrol rafinerilerine kadar her şeyi. Nick ve Tom, Ana'ya gidiyor, diğerleri de öyle. Ana'nın geçmişi iyice bir inceleniyor, 1900'lerin başındaki beyaz-siyah çatışması falan. Sıkıldığım için almayacağım buraya dsfd. Neyse, Ana'nın evinde bir araya geliyorlar ve daha pek çok gelen olacağı için büyükçe bir şehre doğru yola çıkıyorlar, yoldakiler oraya gelecek. Hatta bitireyim ya, bodoslama bundan sonrası.

Harold, Frannie'nin yolda tuttuğu günlüğü ele geçirip okuyor ve kin gütmeye başlıyor Stu'yla Frannie'ye. Pek iyi şeyler yazmıyor günlükte. Şehre yerleştiklerinde Harold, diğerlerinden uzakta bir ev seçiyor ve kendi günlüğünü yazıyor. Bu sırada Nadine'in içindeki karanlık giderek büyüyor ve Larry'e gidiyor ama Larry yeterince reddedilmiş, sevgilisi de var; Lucy. İçinde bir şey Nadine'i istediğini söylüyor ama kulaklarını tıkıyor ve Nadine'i reddediyor. Kendi için bir şey yapmıyor bu sefer ama Nadine'i de Flagg'in kucağına itmiş oluyor. Nadine, Harold'la birlikte yaşamaya başlıyor, çeşitli cinsel hadiseler yaşanıyor ama Nadine, kendini Flagg için saklıyor. Bomba yapıyorlar, şehrin yönetim kurulunu havaya uçurmayı planlıyorlar. Bunlar olurken Frannie ve Larry, Harold'ın günlüğünü buluyorlar ve ne kadar büyük bir tehlike altında olduklarını anlıyorlar ama her şey için çok geç; hemen hemen bütün baba karakterlerin toplandığı bir eve yerleştirilen bombadan Frannie'nin önsezisi sayesinde kurtuluyorlar. Nick hariç; o bombayı buluyor ve Harold'ın bomba düzeneğine eklediği telsizden gelen sesini mucizevi bir şekilde duyuyor: "Ben Harold Emery Lauder ve her şeyi özgür irademle yapıyorum." gibi bir şey. Ev havaya uçuyor, Nick ve iki üç yan karakter ölüyor. Abagail Ana, diğerlerine haber vermeden çıktığı ve herkesin ödünü patlattığı yolculuktan ölmek üzereyken dönüyor ve Tanrı'nın kendisiyle konuştuğunu söylüyor. Stu, Glen Bateman, Larry ve sonradan önemli bir mevkiye gelen dostları Ralph Bretner'la birlikte batıya doğru bir yolculuğa çıkıyorlar. Taşıtsız, ekipmansız, tam bir arınma yolculuğu. Öncesinde Yargıç, şu an adını hatırlayamadığım, asker gibi bir kadın ve Tom Cullen'ı casusluk için göndermişlerdi. Yargıç yaşlı bir adam, ne yapacağını iyi biliyor ama Flagg her yerde, Göz yardımıyla her şeyi görüyor ve yargıcı adamlarına öldürtüyor, kadını da yakalıyorlar ama Tom'u bulamıyor Flagg, zeka geriliğinden ötürü. Adamları Flagg'in zayıflığına şahit olunca yerleştikleri Las Vegas'tan kaçışlar başlıyor.

III. Kitap

Çöpçü'yle eğlenme hatasına düşen birkaç kişi yüzünden Çöpçü, helikopterlere bomba koyarak Flagg'in elindeki üç pilotu da öldürüyor, işler yolunda gitmiyor Flagg için. Bizimkilerin yolda olduğunu da biliyor. Bir eksikler; Stu yolculuk sırasında bacağını kırıyor ve onu orada bırakıyorlar. Ana ölmeden önce yolculukta birini kaybedeceklerini söylüyordu, okur düşünüyor ki Stu mevta oldu. Öyle değil, hayatta kalan bir tek Stu oluyor.

Şöyle bir şey var; bu hayatta kalanların bazı mistik güçleri var. Çöpçü mesela; orduya vs. ait ne kadar gizlenmiş silah varsa buluyor. Son bulduğu şey atom bombası. Bizimkiler yakalanıp asılacağı zaman radyasyon yüzünden dökülmüş dişleriyle, çürümüş vücuduyla birlikte geliyor. Larry, Glen, Flagg...

Küresel facia, Tanrı ve karanlık, yeni toplumun kuruluş sancıları, karakterlerin sonsuz yolculuğu... Mükemmel. Uzun bir aradan sonra bir kitabın birinci elini aldım, bir ton para bayıldım ve zerre pişman olmadım. Müthiş. Başka bir şey diyemiyorum ve King'i seviyorum. Zamanı geliyor, üç kitap daha yazmayı düşünüyormuş. Biri Doktor Uyku olsa, kaldı iki. Şu adamı yaşatın ne olur, 150 yıl yaşasın. Şöyle uçuk kafalı hayran yazısı yazdırıyor ya, helal. Oğlum bakın bunun 10 katı daha var kitapta, ben bir şey anlatmadım. Alın okuyun, pişman olursanız kafama atın kitabı. Kafamı kırar, garanti.

5 Şubat 2014 Çarşamba

John Steinbeck - Al Midilli

Steinbeck'in en pastoral metinlerinden biri bu. Doğayla iç içe geçen yaşamlar, coğrafyalar, kültürler vs. ne kadar farklı olursa olsun birbirine benziyor. Aynı mücadele, aynı sağlam insanlar ve aynı mutluluklar, üzüntüler. Bizim yazarların öykü dünyasını görebiliyorsunuz bu metinde. Toprakla, hayvanla uğraşan insanların benzerlikleri bir ölçüde mutlu edici; onca farklılaştırılmaya, ayrılığa rağmen dünyanın bir ucundan öbür ucuna aynı şeyleri duyumsayan insanların var olduğunu düşünmek, insanların birbirinden o kadar da uzaklaşmadığını gösteriyor belki. Biz insanız ve bizi hiçbir devlet, hiçbir din, hiçbir şey ayıramaz.

Dört hikâye var. Tiflin ailesi tatlı bir aile. Baba sorumluluklarının farkında olan, toprakla uğraşan insanlar gibi sert fakat şefkatli. Anne sevgi dolu bir arkadaş, Jody ise 10 yaşında, altın sarısı saçlı bir çocuk. Çiftlik ortamında büyüyen, hayvanları seven, meraklı bir velet. Bu dört hikâyeye çiftlik işlerine yardım eden Billy Buck da katılıyor ara ara. Başkaları da var, yeri geldikçe yazacağım.

Armağan: Baba, Jody'ye bir midilli hediye ediyor. Çok güzel bir hayvan bu, Jody pek seviyor midillisini ve okulda bile hep midillisinden bahsediyor. Bir gün midilli yağmur altında kalıyor, biraz Billy Buck'ın ihmalkarlığı yüzünden. Adam normalde her işi pek ciddiye alır ama midillinin varlığına alışamadığı için unutuyor hayvancağızı. Midilli hasta oluyor, suçluluk duygusuyla kıvranan Buck, Jody'ye söz veriyor hayvanı kurtaracağına dair, lakin kurtaramıyor ne yazık ki. Jody midillinin cesedini buluyor, cesede tünemiş akbabayla boğuşuyor ve kuşu parçalıyor, üstü başı kan. Babasıyla Buck geliyor, baba çocuğa kızıyor bayağı, kuşu parçaladığı için. O an Buck, belki de hayatında ilk kez patronuna öfkeyle bakıp çocuğun neler hissettiğini anlayıp anlamadığını soruyor. Bir anlamda kendi suçunun yüküyle Jody ne hissediyorsa aynı şeyi hissediyor. Doğanın kazandırdığı tecrübe, verdiği ders de sert olur, hele hele küçük bir çocuk için: Sevdiğin şeyleri kaybedebilirsin, bunu aklından çıkarma.

Ulu Dağlar: Bir gün yaşlı bir adam çıkageliyor çiftliğe. Kilometrelerce yol yürümüş, gençken ayrıldığı çiftliğe dönebilmek için gece gündüz yol almış. Adı Gitano. Tiflinlerin çiftliğine gelince görüyor ki eski çiftlik yıkılmış, yeni sahipleri tanımıyor fakat yine de geri döndüğünü, çalışabileceğini söylüyor durmadan. Adam çok yaşlı.
Bir günlük misafir ediyorlar adamı, o bir gün iki güne çıkıyor, sonra bir süre kalıyor adam orada. Bir de yaşlı at var çiftlikte, Gitano hep bu atla ilgilenmeye başlıyor, arada Jody'le konuşuyor ve bir gün o yaşlı atı alıp dağlara gidiyor, kimseye haber vermeden. Yine Jody'nin sevdiği bir şey yitiyor.

Vaat: Babası Jody'ye bir tay alıyor, Nellie. Midillinin ölümünden sonra çocuk biraz da gönül eğlesin diye. Tay büyüyor, hamile kalıyor ve Billy Buck, hayvanı öldürmeden yavruyu kurtaramayacağını söylüyor. Doğum sürecine şahit oluyor Jody, travmatik bir olay. Buck'ın üstü başı kan içindeyken hem de. Yazık be.

İnsanların Önderi: Dede geliyor, annenin babası. İç savaş kahramanı, anlattığı hikâyeler babayı sıkmış artık, adam da biraz bunamış herhalde. Anne-baba çekişmesi, dedeye makul davranma ve bütün sıkıntılara rağmen sevgi çekiyor başı. Eh, insanın bin bir türlü hali var. Annemiz, babamız bir gün iyice yaşlanacak, bunayacak, altına kaçıracak çok affedersiniz. Onlara bakacağız. Annemle birlikte anneanneme yıllardan beri bakıyoruz. Sevgiyle. Sevgi olmasa vefa da olmaz, hiçbir şey olmaz. Neyse işte, böyle bir olay.

Çocuk ve hayat, en kocamanından ve acılarla dolu, mutluluklarla da. Bir deneyin, çok şey katabilir.

Ray Bradbury - Resimli Adam

"Vücudunun öteki bölümlerine gelince; nasıl oturup da seyrettiğimi anlatamam. Çünkü bu vücut insanların, dağların, roketlerin bir başkaldırısıydı. Öylesine karmaşık ayrıntılar ve renklerle oluşmuştu ki bu vücutta yer alan kalabalıkların küçük, sessiz mırıltılarını duyabilirdiniz. Derisini şöyle bir oynattığı zaman minik ağızlar kıpırdıyor, küçük, yeşil ve altın renkli gözler kırpışıyor, mini mini eller çırpınıyordu. Sarı çayırlar, mavi ırmaklar, dağlar, yıldızlar, güneşler, gezegenler, adamın göğsünde uzanan samanyolunu bile dolduruyordu. Midesinin üzerinde olduğu gibi bileklerinde, böğürlerinde, sırtında, omuzlarında, kollarında yirmiden çok garip insan kümeleri vardı. Onları kıl ormanları içinde, çillerden oluşmuş birtakım yıldızın arasında bulabilir ya da koltukaltı mağaralarında elmas gözlerin parıldadığını görebilidiniz. Her biri eylemini gerçekleştirmeye niyetli, her biri ayrı bir portreler galerisi..." (s. 9)

Binbir Gece Masalları gibi bir başlangıç; hikâyeleri anlatacak olan karakteri tanıyoruz ve ardından onca hikâyenin arasında kayboluyoruz. Resimli Adam'ın anlatacağı çok şey var, dövmeleri hayat buluyor ve her biri değişik biçimler alıyor, devingen bir vücut. Sonsuz hikâye çıkar buradan.

Bendeki baskı bu. Kemal Bek çevirmiş. 1991 tarihli ilk baskı, Yılmaz Yayınları. Bu tür yayınevleri uzun ömürlü olmuyor ne yazık ki, kim bilir kaç tane vardır bilimkurgu basıp da kepenkleri kapatmak zorunda kalan. Don Kişotluk bu.

Usanana kadar hikâyeleri ayrı ayrı anlatmak istiyorum, her biri ayrı bir insanlık eleştirisi. Lem, Bradbury, PKD gibi yazarları tür içindeki diğer yazarlara oranla daha çok seviyorum; gezegenler, uzay gemileri, asırlar sonrasının dünyaları, hikâye ne şekilde işlenirse işlensin metnin altında bize dair her zaman eleştiri okları gizli.

Kitabı okuyalı iki ayı geçti, bazı yerleri yanlış hatırlayabilirim, sıkış yapabilirim, affola.

Çayır: Çocukları için her şeyin en iyisini alan ebeveynler bir noktada kontrolü kaybediyor, çocuklarıyla pek ilgilenemiyorlar ve veletler de kendi dünyalarında yaşamaya başlıyorlar. Çocukların çok acımasız olabilecekleri malum, ahlak ve sevgi kavramları beyin gelişimine paralel olarak o yaşlarda tamamlanmadığı için her şeyi yapabilirler. Bu çocuklar da yapıyor.

Çocukların böyle bir aletleri var, hayal güçlerine göre böyle ortamlara geçirebiliyor. Anneyle baba, bu aleti yasaklamaya çalışıyor, çok vakit geçiriyorlar çünkü bununla. Çocuklar sinirleniyor, sonra kabul ediyorlar. Bir gün ailelerini odaya kilitleyip safariye çıkarıyorlar. Gezinti güzel, aslanlar gelene kadar. Aslında aletin tam olarak bir gerçeklik yaratma özelliği yok ama çocukların düşünce şekilleri mi artık, nefretleri mi, her neyse, anneyle baba bir anda Afrika'nın orta yerinde buluyorlar kendilerini. Teknolojinin hayatları ele geçirmesini eleştiren, kitaptaki ilk hikâye bu, bunu seven kitabı elinden bırakamaz zaten.

Çiçek Dürbünü: Bu da ilginç; bir mekikte patlama oluyor ve birkaç astronot uzaya saçılıyor. Kimi bir gezegene doğru gidiyor, kimi uzayın derinliklerine doğru. Telsiz bağlantıları var, konuşabiliyorlar. Uzayda bir çöpmüş gibi sürüklenirlerken. İşin kötüsü bu telsizi kapatamıyorlar. Birkaç saatlik ömürlerinin kaldığını bilen adamlardan bazıları çıldırıyor haliyle, sonra çaresizlikle birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya dökenler, birbirlerine hakaret edenler falan, gırla. Yalnızken ve çaresizken insan en yırtıcı, en tehlikeli hayvan haline geliyor.

Finali kes:

"'Atmosfere çarpınca bir göktaşı gibi yanacağım. Acaba,' dedi, 'beni kimse görecek mi?'

Kent dışında bir yolda, küçük bir oğlan göğe bakarak çığlık attı:
'Bak anne, bak! Kayan bir yıldız!'
Illionis'in akşam karanlığı içindeki göğünde, parlak, ak bir yıldız kaydı.
'Bir dilek tut,' dedi annesi, 'bir dilek tut!'" (s. 42)

Öteki Elin Kozu: Willie, ailesi ve diğerleri, Mars'ta kendi düzenlerini kurmuş siyahi insanlardır. Bir gün beyazların Dünya'dan geleceklerini duyarlar. Willie, siyahlara yaptıklarından ötürü beyazlara çok kızgındır, ne hakla Mars'a geldiklerini sorar etrafındakilere ve zamanında beyazların aşağılama amacıyla yaptıkları olayların aynısını yapar. Sonra beyazlar gelirler, boku yediklerini, Dünya'nın yaşanamayacak bir yer haline geldiğini söylerler. Mars'ta yaşamak için yalvarırlar hani, o derece çaresizdirler. Willie önce halkı galeyana getirmeye çalışır, sonra düşünür: "Tanrı bunu başarmamızı sağladı. Artık başımıza ne gelecekse, herkesin başına da aynı şey gelecek. Aptallık dönemi sona erdi. Aptallık etmemek zorundayız. Adam konuşurken anlamıştım bunu. Beyaz adamın, şimdi, bizim her zaman yaşadığımız yalnızlığı yaşamaya başladığını anladım. Yıllarca bizim yersiz yurtsuz kaldığımız gibi, şimdi o da yersiz yurtsuz. Şimdi her şey eşit. Yeniden başlayabiliriz, hepimiz aynı düzeyde..." (s. 59) Bundan güzel bir ırkçılık eleştirisi okumadım ben, işte gerçek bilimkurgu bu be. Aşırı keyif alıyorum böyle metinlerden.

Usandım dsfd. Ya bu sadece üçü, on beş tane daha var böyle şahane hikâyelerden. Eşini ve çocuklarını seven bir adamın uzay mekiği hurdası alıp yaptığı güzel sürpriz, Venüs'ün durmadan yağan çıldırtıcı yağmurundan kurtulmaya çalışan adamların mücadeleleri, bir dünya mevzu. Bu Venüs olayı işleniş açısından çok farklı olsa da yaşam mücadelesi açısından Lovecraft'ın Eryx'in Duvarları İçinde adlı hikâyesini anımsattı, belki Bradbury kendi üslubuyla Lovecraft'ı anmıştır.

Nefis nefis, kaçırmayın. Kitabı okurken arkada Ayreon dinleyebilirsiniz, epey bir zamandan sonra hatırlayıp dinledim ben de. Eski şarkılar, eski dostlar.

Knut Hamsun - Victoria

"Hamsun, Victoria ile bütün zamanların en güzel aşk romanını yazmış oldu."

En güzellerinden biri şüphesiz. Romantik dönemin aşk romanları gibi ince ince örülmüş, yarattığı insan-tabiat eksenli dünyadaki başarılı karakterleriyle on numara bir roman. Aşk ve doğa olduğu gibi yalın, karakterler de öyle. Kısacık bir metin, yolda falan rahatlıkla okunabilir.

Değirmencinin oğlu Johannes, yakınlardaki malikanede yaşayan Victoria ve arkadaşlarını sandal gezintisine çıkarır. Arkadaşların arasında Otto var, Victoria'nın çok daha sonra nişanlanacağı çocuk. Çocuklar daha, onlu yaşlardalar. Johannes'i kayıkta bırakıp gidiyorlar, o da hayal kuruyor; bir sürü kölenin kendisine hizmet ettiği, çıktıkları adanın sahibi olduğu bir rüya. "(...) Şato çocukları adadan ayrılıp giderlerken, Victoria, imkansız, yapamayacaktı bunu. Kendini, önünde yerlere atacak, hıçkıracaktı; çünkü Victoria kendisine aşık olacaktı. 'Bırakın da ben de kalayım, reddetmeyin beni efendimiz; kulunuz, köleniz olayım!'" (s. 8)

Adada yalnız kaldıkları bir zaman da oluyor Johannes çocuk saflığıyla Otto'dan çok daha güçlü olduğunu, Victoria'nın adını bir taşa kazıdığını ve eğer uzaklara giderse taşa bakıp kendisini hatırlamasını söylüyor. Gidiyor da; okumak için şehre gidiyor, yıllarca orada kalıyor, başarılı bir öğrenci ve yazar oluyor, Victoria'nın hayali hiç terk etmiyor onu. Tatil için geri döndüğünde malikanenin kızını uzaktan görebiliyor. Ağaçların arasında yürüyor sürekli, çocukluğunda bulduğu sığınağına gidiyor. Dönüşüyle birlikte her şey tazeleniyor; umutları, üzüntüleri, Victoria'ya duyduğu aşkı...

Bir gemi kazasına şahit oluyor sandalıyla gezintiye çıktığı bir zaman. Küçük bir kız suya düşüyor, Johannes kızı kurtarıyor ve anında kızın kahramanı oluveriyor. Bu kız, Victoria'nın Otto'su gibi olacak kendisi için. Victoria'yla yıllar boyunca konuşacaklar, gezintilere çıkacaklar ama hiçbir zaman bir araya gelemeyecekler. Victoria Otto ile nişanlanacak, sonra Otto uçarılıkları yüzünden ölünce dul kalacak, karalara bürünüp Sur'a gidecek. Dsfd şaka. Neyse, Johannes de iyi bir şair olacak ve şehirde yıllarını geçirecek. Aralarda, birkaç günlüğüne görüşülecek. Victoria, Johannes'i hep sevdiğini söyleyecek ama Johannes'in istediği türden bir sevgi olmayacak bu, çünkü Johannes onu görmek için elinden geleni yaparken Victoria hayatın kurgusunda sürüklenmeyi tercih ediyor. Johannes'in aşkı şöyle: "Aşk bir insanı yere yıkabilir, onu tekrar ayağa kaldırabilir, onu yeniden rezil edebilirdi. Bugün bakarsın beni sevmiş, yarın seni, öbür gün onu! Böyle kararsızdı aşk. Koparması imkansız bir mühür mumu gibi dayanıklı da olurdu; ölüm saatine kadar tıpkı sönmez bir mum gibi parlardı da; ölümsüzdü, bu kadar. Peki neydi aşk?" (s. 28)

Johannes'in kazada kurtardığı ve sonradan nişanlandığı Camilla, Richmond adlı bir gence aşık oluyor, bunu olabildiğince nazik bir şekilde Johannes'e söylüyor ve aldığı cevaptan mutlu, Johannes'in hayatından çıkıyor. Otto da öldü, aralarında hiç kimse kalmıyor, hiçbir şey kalmıyor. Koca bir "ama" var işte. Johannes'in malikanede katıldığı bir yemekte tanıştığı yaşlı bir adamın sözleri çok şey anlatıyor. Adam ilk aşkının acısından bahsettikten sonra evlenmiş, durumu Johannes'e açıklıyor: "Durun, başka tek söz yok! Neler söyleyeceğinizi biliyorum. Onu, diyeceksiniz, birincisini, gençlik aşkınızı unuttunuz mu? Aynen böyle söyleyeceksiniz. Beri yandan, sayın bayım, ben size o ilk, biricik ve ebedi aşkımı nerede kaldığını sorabilir miyim? O sevgili, bir topçu yüzbaşısıyla evlenmedi mi? Siz hiç ömrünüzde, bir erkeğin evlenmek istediği asıl kadınla evlendiğini gördünüz mü? Ben görmedim. Bir efsane vardır: Tanrı bir erkeğin dileğini kabul eder, erkek ilk ve biricik sevgilisiyle evlenir. Ama bu netice, erkeği yeni saadetlere götürmez, asla. Niçin diye soracaksınız. Bakın, size cevap vereyim: Ufacık bir sebep yüzünden, kadının hemen ölüvermesi yüzünden." (s. 111)

"Siz hiç ömrünüzde, bir erkeğin evlenmek istediği asıl kadınla evlendiğini gördünüz mü?" Ne güzel ya, direkt ayırdım burayı.

Sonuç olarak ayrılık var, hiçbir roman kavuşmalı bir finalle böylesi bir dram yaratamaz. Upuzun bir mektup geliyor Johannes'e, veremden falan ölmeden önce yazmış Victoria. Her şey yarım kaldı ve hayat devam ediyor. Her şey anılarda ve gelecek günlerin heyecanı bu anıları karıştırıyor, bozuyor. Her şeyi olduğu gibi hatırlayabilseydik lanet gibi bir şey olurdu herhalde.

Güzel yani, bende Tur Yayınları'ndan çıkmış olan eski baskılarından var. Timaş'ın kitabı keseceğini düşünmüyorum, pek öyle ayıpçıl sahne yok. Alınabilir oradan ama o kapak ne öyle.

3 Şubat 2014 Pazartesi

John Fante - Hayat Dolu

Eş hamile, baba huysuz, peder baskıcı, Fante çaresiz. Otobiyografik öğeler taşıyan bu kitapta Fante, eşinin hamileliğinin son dönemlerini anlatıyor.

Teliflerden kazandıkları yetiyor, bir süre çalışmalarına ara veren Fante'nin tek amacı Joyce'un kaprislerine katlanıp sıkıntılı dönemi en az hasarla atlatabilmek ama bu pek kolay olmuyor.

"Bazen başımı kaldırıp baktığımda onu gözlerini bana dikmiş başını sallarken buluyordum.
'Tanrım, neden evlendim ki seninle?'
Tek kelime etmeden aptal gibi sırıtmakla yetinirdim, çünkü ben de nedenini bilmiyor, ama benimle evlendiği için mutluluk ve huzur duyuyordum." (s. 9)

Kadına haller geliyor; ev işlerini tek başına halletmeye çalışıyor, gece gündüz bebeklerle ilgili kitaplar okuyor ve bütün huysuzluğuyla doğumu bekliyor. Fante de makaleler okuyor, hatta doktorla konuşurken sürekli makalelerde okuduklarından bahsedip adamı bezdiriyor. Herkesin minik takıntıları var. Gecenin bir körü Joyce'un tuvalete koşup gümbür gümbür adımlarla yatağa dönmesi de bir başka ıstırap kaynağı. Fante, yazarlık kariyerini borçlu olduğunu söylediği, sevdiği kadına kavuşmak için bütün sıkıntıların geçmesini, çocuğun bir an önce doğmasını bekliyor. Joyce da öyle. Bebekten nefret edecekler neredeyse. Sadece bebekten de değil, pek sıkıntılı bir zamanda Fante geçmişi düşünmekte huzur buluyor, hüzün de buluyor gerçi.

"Sessiz sokaklar boyunca eve sürerken öbür kızları düşündüm, tatlı Avis'i ve sevgili Monica'yı, ve geçen onca yıldan sonra öyle bir özlem duydum ki onlara. Ne kadar güzel ve körpeydiler, vücutları ne kadar biçimliydi, hamilelikle şiş filan değillerdi, şimdi beni kendimden geçiren bıktırıcı bir arzuyla özlediğim kızlar geri gelmemek üzere gitmişlerdi ve onlara asla sahip olamayacağımı idrak edince az kalsın ağlayacaktım. Evlilik buydu, bir mezar, kendinden güçlü bir iyi ve doğru olanı yapma isteği ile sabahın üçünde insanın aptal konumuna düşmesine neden olan berbat bir hapishane. Evliliğin tek ödülü çocuklardı, onlar da nankördüler. Kendi çocuklarımı yaşlılığımda tahayyül edebiliyordum; beni kapıya koyuyorlar, ihtiyarlık maaşımı bağlatmak için bazı evrakları imzalıyorlar, böylece benden, hayatının en iyi yıllarını onlara daha iyi bir hayat verebilmek için dürüst bir işte alın teri akıtarak geçirmiş ihtiyardan kurtuluyorlardı. Böyle ödüyorlardı şükran borçlarını." (s. 19)

Baba mevzuları diğer kitaplarda da var, hatta direkt Dostoyevski'ye bağlamış Fante. Oralara sonraki kitapta geleceğim. Bu kitaptakini vereyim şimdilik. Evlerinin ortasında koca bir delik açılınca duvarcı olan babasını ziyarete gidiyor Fante, adamı tamirat amacıyla eve getirebilmek için. Şimdi İtalyan aile yapısı hakkında The Godfather'dan, The Sopranos'tan bir şeyler biliyorum, bu yüzden evde geçen bölümleri, aile üyelerinin ilişkilerini gözümde canlandırabildim. Tipik Amerikan ailesi gibi yaklaşırsanız zannediyorum bu bölümlerin güzelliği önemli bir ölçüde kaybolur. Bu aile yapısı bilinirse neden bazı şeyler üstünde öylesi ısrarcı olunduğu falan anlaşılabilir. Bunu göz önüne alarak okumanızı tavsiye ederim. Neyse, anne zaten evlatlarına bitiyor, John'ı her gördüğünde bayılıyor falan. Baba tam baba; sert ve otoriter ama anneye verilen değer her daim ortada. Kardeşler de kardeş işte. Bu anne-baba ikilisi, torunun erkek doğması konusunda batıl inançları gereği yapmadıklarını, demediklerini bırakmıyorlar. Ceplere sarımsak koymak, sabah çiğ yumurta içmek gibi. En komik bölümlerin çoğu bunlar. Bir de baba-oğul ilişkisi var, inceldiği yerden kopmuyor da orta yolu bulmak için uğraşıyorlar bayağı. Kopamıyorlar tabii birbirlerinden, kesin bir rest yok. Aile her şeyden önemli.

Baba ikna ediliyor, eve dönüyorlar ve karnaval iyice karışıyor. Baba Nick, dev göçüğü tamir etmek için uğraşırken oğluyla çekişiyor, Joyce ve Nick birbirlerini pek sevdikleri için eşine karşı Nick'i savunuyor. Bir de Peder Gondalfo çıkıyor ortaya. Hamile kalana kadar koyu bir ateist olan Joyce, katolik olmaya karar veriyor ama Fante'de bir değişim yok, ateist olmasından mutluluk duyduğu eşi gibi düşünmüyor. Sonrası üçlü ittifak, ortada kalan bir adam ve bir dünya tantana, bebek doğana kadar.

Mis ya, Mustafa Kutlu okurken aldığım keyfin hemen hemen aynısını Fante'den alıyorum. Süper.

1 Şubat 2014 Cumartesi

George R. R. Martin - Kargaların Ziyafeti

Jon yok, Stannis yok, Brandon yok, Tyrion yok, olay daha çok güney ve batı üzerinden yürüyor. Biraz ağır yürüyor, sıkabilir ama ben tatmin oldum.

Brienne: Sansa'yı bulmak için dünyanın öbür ucuna gitti, Jamie'nin elini kesenlerden intikamını aldı ve az daha ölüyordu, sürpriz bir şekilde karşılaştığı Gendry onu kurtardı. Tayfadaki diğer herkes ağır cortladı, uzun bir yolculuktu ve Brienne dışındakiler bir şekilde telef oldu. Brienne kurtuldu, Thoros tarafından bulundu ve ölüp diriltilen leydisiyle karşılaştı: Catelyn Stark, Beric'in Lazarus olayındaki gibi hayata döndürdüğü leydi. Brienne, kızlar konusunda masumiyetini kanıtlamak zorunda ama kılıcı seçmedi, yolda karşılaşıp kafileye kattığı, Tyrion'ın adamı Podrick'le birlikte asılıyor, ölmek üzereyken son bir kelime haykırıyor. Muhtemelen kılıç.
Brienne önemli bir karakter, kılıç hocasından eski nişanlılarına kadar geçmişindeki birçok kişi ve dolayısıyla olay hakkında önemli bilgiler var bu kitapta. Sonraki kitaplarda daha önemli rolleri olacak bence.

Jamie: Ayrı oldukları zamanda Cersei'yle bambaşka kafalara girdiler. Jamie daha mantıklı, ileriyi düşünen bir adam oldu ve bu durum Cersei'yle aralarındaki mevzu cortladı. Sonra da Starklardan kalan sıkıntıları halletmek için cepheye gitti. Zannediyorum Cersei'nin sonunu kendisi getirecek. Cersei, Tyrion'dan ölümüne korkuyor ama asıl korkması gereken Jamie olabilir.

Cersei: İktidar ateşiyle yanıyordu, Joffrey ölünce Tommen'a bel bağladı ve iyice kafayı yedi. Geçmişinin iyice eşelenmesiyle de ortaya çıktı bu; hayalleri yıkık bir kadın Cersei. Çocukken arkadaşlarıyla bir cadıya gidiyor, geleceğini öğreniyor. Bir kralla evleneceği söyleniyor, Rhaegar Targaryen'la evlenecekken kraldan veto yemiş. Sağ El'in kızıyla kralın oğlu, süper olabilirmiş aslında ama Robert'a kısmet oluyor. Eh, Robert da başkasını sevince bok gibi bir evlilik, eldekine sıkı sıkıya sarılma durumu. Cadının bir de kehaneti var, genç bir kraliçe bunu aşağı alacakmış. Margaery Tyrell'a komplo falan kuruyor bu yüzden ama kendi gidiyor bok yoluna, istemeyerek saygı gösterdiği dindar tayfa tarafından katakullisi açığa çıkıyor ve haklılığını kanıtlaması için kendisi adına dövüşecek bir şövalye arıyor, çok affedersiniz, itin götüne soktuğu Jamie'yi geri çağırıyor. Nasip, kısmet. Bu genç kraliçe Daenerys de olabilir, çok karakter var.

Greyjoyları açıkçası biraz sünepe adamlar olarak bilmiştik ama sünepelik Balon'daymış biraz, adam ölünce Euron, Victarion ortaya çıktı, Asha da var aralarında. Euron Greyjoy'da ejderhaları idare edebilen bir boru ve gömülü bir ejderha yumurtası var, Daenerys'le evlenme mevzuları var, ejderhalar üstüne oyunlar dönüyor.

Dorne bölümleri ayrı bir dünya. Arianne Martell, Lannister tayfası için kurduğu tezgahın sonunu getiremedi ama Doran Martell'in planlar daha çılgın. Meğer bu Arianne, Viserys Targaryen ile beşik kertmesiymiş. Eh, herif altınla duş alınca bu olay yattı ama Arianne'in kardeşi Quentyn'i yollamış bu sefer Doran, Daenerys için! Of of, ortalık karışacak iyice.

Arya: Bulunduğu ortama alışmaya çalışıyor. Kör olmasa iyiydi, Sam'le karşılaşması da ilginç ve güzel bir tesadüftü.

Samwell: Üstat Aemon öldü, Sam kızcağızla bir başına kaldı. Sam de ileride önemli işler yapacak gibi geliyor.

Sansa: Kimliği falan değişti ama Sansa diyelim. Gördük ki Petyr Baelish, bu kızı evlendirerek akrabalık yoluyla Kışyarı'nın başına geçirecek. Kitapta bir açıklaması var, şimdi alsam buraya of. Çok çok ince hesaplar, hiyerarşik mevzular. Kral/kraliçe olmak zor iş arkadaş.

Pek sevilmemiş bu kitap, bir dünya karakter katıldı vs. deniyor ama sevdim ben. Daha geniş bir bakış açısı edindik, meraklandık. Bir sonraki kitap var sırada ama biraz Fante okumalıyım.