12 Ekim 2013 Cumartesi

Adnan Özyalçıner - Yağma

Yağma bir gelenek. Ele geçirilen şehirler yağmalanır, yenilgiye uğratılan ordunun karargahı yağmalanır. Pahada ağır ne varsa götürülür, bunun yanında kadınlar da götürülür. Ve dahi şehirler fethedildikten sonra da yağmalanır. "Her gün hepimizin bir şeyler yağmaladığı ve her gün hepimizin bir şeylerinin yağmalandığı bir şehrin öyküsüdür bu. İşte bu temel çelişki, kitaba bu adı vermemin başlıca nedenidir. Kitaptaki bütün öyküleri genel çizgileriyle kapsadığına inandığım yağma düzeninin çelişkileri, trajikomik durumlar yaratarak öykülere bir kara mizah havası da katmış oldu. Yoksa öyküleri bu yöne, özellikle ben sürüklemiş değilim." (s. 112)

1972 Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü'nü kazanan Yağma, Han-ı Yağma'yı anımsatıyor. Zaten bu şiirin bir bölümü hikâyelerden birinin epigrafı olarak kullanılmış. Sis de var tabii epigraf olarak, Tevfik Fikret'in ve İstanbul'un olduğu yerde Sis de olur.

Sur Kapılarında, balatayı hafiften yakmış bir dayının şehrin kuruluşuyla başlayan uzun bir hikâyeyi dile getirmesi. Bu anlatıcı dayıya şehrin ruhu da diyebiliriz.

Şehir kurulduktan sonra soylular sınıfının başa geçmesiyle insanların koyunlar gibi güdülmesi başlıyor. Duvarlar örülüyor; bilinmeyen, korkunç düşmanlardan korunmak için onca insanın karşılıksız, içten çabası. Duvarlar örülünce belki güvende hissediyor insan kendini ama bazı şeyleri de kaybetmiş oluyor.

"Şimdi ne denizden en küçük bir esinti alıyorduk, ne de ilkyazları ovada açan çiçeklerin kokuları, duvarların içine sıkıştırdığımız şehre ulaşabiliyordu. Soyluların ovadaki çiçeklerden ezdirdikleri kokuları, her özgür vatandaş, şişeler içinde satın alabilirdi. Koku dükkanları almış yürümüştü şehirde. Engin denizi görmek, esintisini duymak isteyenler de, soyluların işlettikleri, denize bakan yüksek kulelerin tepelerindeki çayevlerinde çay içerek bu isteklerini gerçekleştirebilirlerdi." (s. 119)

Aslında kendi özgürlüklerini engellemişlerdi, anlatıcıya göre. İliklerine kadar acı çektikleri düzenden kurtuluş umudu ortaya çıkıncaya kadar böyle gitmişti bu. Bir sabah on binlerce atlıyı gördüler kapılarında ve dayının dediğine göre kapıları açarak bu savaşçıları şehre aldılar. Efendilerinin yerini yeni efendiler almıştı böylece, her şey daha güzel olacaktı belki. Olmadı. Daha özgürlerdi belki, kendi hesapları için çalışıyorlardı ama kölesi oldukları sistem farklı bir şekilde tekrar ortaya çıktı. Kazandıkları hiçbir şeye yetmiyordu, temel ihtiyaçlarını giderdikten sonra ellerinde bir şey kalmıyordu. Böyle bir hikâye.

Yağma'da da benzer bir olay anlatılıyor. Bacağı sakat bir adamın bir akşam gezintisi. Bezmiş, umudunu kaybetmiş bir adam bu. Karısıyla birlikte tutunmaya çalışsa da beceremiyor pek. İş bulmak için çıktığı evine aylak aylak dolaştıktan sonra geri dönüyor her gün. Etrafına bakınca tek gördüğü şu, ya da anlatıcının gördüğü: "Herkes gücünün yettiğince bir şeyler çalıp çırpıyor, bir şeyler kaçırıyordu. Bir talan, bir yağmaydı bu. Kapanın elinde kalıyordu. Işık da, yiyecek de, ev de, otomobil de, iş de, kaldırım da..." (s. 130)

Gökyüzünde Ayaklanma, bir baloncunun çocuklarla, balonlarla ve hayatla imtihanı. Pek dokunaklı olmasının yanında balonların rengarenkliğiyle şehrin karalığı arasındaki çatışmanın anlatımı da on numara.

Pazar Gezintisi, cenaze arabasıyla çıkılan bir hafta sonu gezintisini konu alıyor. Sıcak bir yaz akşamı. Cenaze arabası yenilenmiş, ailenin babası arabayı evin önüne ilk kez çekiyor. Babaanne bir gezinti istiyor, atlıyorlar Kumburgaz'a. Deli bir yağmur, şehre dönüşte üstünden çamurlar damlayan, üstelik o parıl parıl parlayan güneşin altında, tek araba cenaze arabası. Trajikomik işte.

Mis Gibi Anadol'da piyangoluk bir Anadol mevcut. Vapurlardan inen yolculara satılıyor biletler. Kadın daha çok bağırıyor, en sonunda öksürük krizine tutuluyor. Hemen arkasındaki adam babası, o kadar bağırmamasını söylüyor. Bu ikisi, şehrin büyük insanlarından. Kimilerine göre küçük olabilirler ama şehri bu arkadaşlar kadar yoğun yaşamak, onlardan biri olunmadığı sürece çok zor.

Bir bu kadar hikâye daha var. Kara İstanbul'u merak edenler, Özyalçıner'in fotoğrafik ve destancı üslubuyla ele aldığı bu kitaba bodoslamadan dalabilirler.

9 Ekim 2013 Çarşamba

Adnan Özyalçıner - Gözleri Bağlı Adam

Özyalçıner'in 1978 Sait Faik Hikâye Ödülü'nün armağan konuşmasından bir bölüm:

"Sanatıma zaman zaman biçimsel kaygılar da egemen olsa, kimi sanat akımlarından da olumlu, olumsuz etkiler de almış olsam hep onları yazdım. Kendi mahallemin insanlarını. Yoksul İstanbul'u. İstanbul yazıcısı olarak, belki de en çok bu yüzden benzeşir yazdıklarımız Sait Faik'le." (s. 8)

Türk öykücülüğünde Sait Faik'le Sabahattin Ali'nin kendi kuşağı için çok önemli olduğunu belirtiyor Özyalçıner. Özellikle Sait Faik. O zamanlar Nazım Hikmet, Sabahattin Ali yasaklanmış, Sait Faik'se olabildiğince özgür. a tayfası için çok önemli bir yazar Sait Faik. Demir Özlü, Erdal Öz, hepsi söylüyor bunu.

Tutsaklar: İki mevzu bir arada; ABD üslerinin doğayı cortlatması ve faşo baba.

Köy yerinde ağa gibi biri var. Zengin bir adam. Kızı bir kamyoncuyu seviyor, kamyoncu kızı kaçıracak. Ağa haberini alıyor bunun, beraber iş yaptığı ABD askerlerinden birinin evine yerleştiriyor kızı, ev işlerine vs. yardımcı olması için. Kamyoncu dayı bunu öğreniyor, tarlalarında çalışanlara nutuk çekiyor. İşte ABD geldi üs kurdu, suyunuz kesildi, tarlalarınızı sulayamıyorsunuz, şimdi de bizim gönül işleri cortluyor gibi. Anlatıcının üslubu da aynı şekilde, ABD'ye cephe alınmış. Sosyal hayat eleştirisinin yanında siyasi eleştiri de bariz. Gizli olanı biz uyduralım: Tutsak alınan kız Türkiye, ABD yine ABD, kamyoncu da özgürlük mözgürlük.

Baskın: Yoksulluk yüzünden köyünü bırakıp gelen bir amca var, eşiyle birlikte kapıcılık yapıyor büyük şehirde. Bir sabah geç uyanıyorlar, servis için kendilerini çağıran da yok. Uzun süren bir sessizlik. Amca dışarı çıkıyor, dolanıyor biraz. Korku olaylarına bağlayacak sandım bu noktada, gerçi yine oraya bağlıyor. Apartmandaki iki genç öğrenci yaka paça götürülüyorlar, operasyon sırasında çıt çıkmamış, herkes evinden korkuyla izliyor olanları herhalde. Çocuklardan biri öldürülmüş çünkü. Amca özel time doğru hamle yapıyor, tekmeyi yiyip oturuyor. Sonra tası tarağı toplayıp köye dönüyorlar, bu olay onlar için son damla oluyor. Özyalçıner'in çaresizliği bir bütün; kişi üzerinden mekanı, mekan üzerinden olayı tamamlıyor. İnce bir işçilik var, okura tamamlaması için pek bir şey kalmıyor belki ama durum tam olarak, her yönüyle ortaya konuyor.

Buluşma: Grev. Hasan'ıyla buluşmak isteyen dikişçi abla, buluşma yerinde yalnız kalır, kimse gelmez. O sırada Hasan'ın götürüldüğü polis aracı geçer önünden. Hasan fabrikada grev başlatıcısı olmuş ama tuzakmış bu, herkes çekilince ortada bu kalmış. Aşık olduğu adamı son bir kez görmek isteyen kadın, aracı takip etmeye başlıyor falan.

İkinci Arka: Tayyar kardeşimiz mitinglere otobüs kiralayıp adam götürüyor ya, o aklıma geldi. Yevmiye de veriyorlarmış. Teşbihte hata olmaz gerçi, onlar yıkıma gitmiyorlar. Sonuçta 50 kayme varsa işin ucunda, kalabalık yapmak güzel bir şey. Bir hüloğ 50 kağıt.

Hamal Habip, ağrıyan bacağını dinlendirmek için yükünü yere bırakır ve geçmiş aklına gelir. Otobüslerle toplanan adamların arasında, 100 kağıt alacaklar gün sonunda. Sopalar, taşlar, yarılan kafalar, kırılan kemikler... Tam bir kargaşa. Bu sırada bir kurşun yiyor bacağa, o günden beri yarı topallıyor, yarı hatırlıyor. Bazı şeyleri hatırlayamasaydık belki de böylesi utanamayacaktık.

Gözleri Bağlı Adam: Yine bir ABD üssü. Teknik bir problem yüzünden Türk teknikerlerden biri ABD üssüne çağrılır. Üsse girerken gözleri kapatılır, adamımızın hayal gücü de ölümüne çalışır tabii. Dışarıda masal alemiymiş gibi anlatılan bir ortam çünkü. İşi biter, döner ve bire bin katarak gördüklerini anlatır. Böyle bir şey.

Hoş.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Eduardo Galeano - Gölgede ve Güneşte Futbol

Futbol savaş çıkardı, futbol bir ülkenin başka bir ülkeden intikam almasını sağladı, futbol yüzünden insanlar öldü, öldürüldü. Bunların hepsini futbol gibi keyifli bir oyun mu yaptı, yoksa insanlar bu sporu yıkım, şiddet gibi doğal davranışlarında araç olarak mı kullandılar. Soru işareti yok, ikincisi. İnsanın doğasında şiddet vardır demiyorum, şiddete ulaşmanın çok kolay olduğunu söylüyorum ve futbol da insanla şiddet arasında ideal bir köprü vazifesi görüyor ne yazık ki. Bu vazife gördürülüyor daha doğrusu.

Galeano, Uruguaylı bir futbol aşığı. Deneme kitapları varmış, Can'dan çıkmış onlar da. Bende bunun ilk baskısı var ama onun kapağını bulamadım, yeni baskılardan birininkini koydum. Bu biraz tırto bir kapak. Ve hatta bu ney lan.

The Devil's Dictionary var Ambrose Bierce'ın. İnsanoğluna giydirmeli bir kitaptır. Mesela şöyle: "Elbise: İnsanların çirkinliklerini gizlemek için giydikleri hede." Tam böyle odunlamasına değil, ince ayarlar da mevcut. Bu sözlüğü alın, giydirmeleri çıkarın, maddelerin yerine dünya kupalarını, futbolcuları ve olayları koyun, bunu da kronolojik bir şekilde yapın. İşte bu kitabın olayı bu. Galeano, doğumundan önceki futbol olaylarını araştırıp incelemiş, ya da belki yaşlılardan dinlemiştir falan, kitabın ilk bölümlerini bunlarla oluşturmuş.

Taraftar, kaleci, oyuncu, top, bu maddelerle başlıyor kitap. Sonra futbolun tarihçesi. Brezilya'ya futbolun gelmesi var, İngilizler getirmiş. Futbolun kurallarının şekillenmesi, Güney Amerika'nın futbolla yatıp kalkmaya başlaması, sefaletten bir çıkış yolu olarak futbolu gören kavruk gençler, Falkland Adaları ve Maradona, Pele ve o dönemlerin bütün yıldızları, Kolombiyalı Escobar'a kadar giden bir yolculuk. Escobar'ın öldürülmesi çok çok üzücü. Bir küçük şanssızlık ve kurşun yağmuruna tutuluyorsunuz. Kalede eski Beşiktaşlı Cordoba var:


Futbolun mucidi İngilizler ve dünyanın geri kalanı arasındaki durum da ilginç. Sınıflar çok farklı olduğu için İngilizlerin şikayeti büyük: Kendileri gayet soylu, kont gibi, dük gibi adamlar ama futbolu başka ülkelerde fakirler, kokmuş adamlar oynuyor. Ühü. Hıyarlığı kes.

Goller, efsane hareketler, bir sürü ayrıntının yanında geniş bir endüstriyel futbol giydirmesi var, bir de faşizmin futbola yansıması elbette. Mussolini ve Franco dönemleri, göğüs reklamları, televizyon gelirleri ve daha fazla para kazanmak için uğraşan sömürücü bir FIFA. Ne pis oyunların döndüğünü görüyorsunuz.

Sadece futbol yok bu kitapta, geçtiğimiz yüzyılın kısa bir tarihçesi mevcut. Galeano'nun esprili üslubu keyif verici. Futbol sevmeyenler bile çok şey bulacak bu kitapta.

4 Ekim 2013 Cuma

Léo Malet - Ecel Terleri

Üçlemenin üçüncü kitabı.

Paul Blondel, düşlerinden tere batmış bir şekilde kurtuldu. Tıknaz, gözlüklü bir adam kabusu olmuştu; ne zaman görünse Paul'ü ölümüne korkutuyordu. Hele o gece, soyguna çıkmadan önceki gece Paul için çok sıkıntılı oldu. Reis'in söylediklerini yapmak zorundaydı, sevgilisini kaybetmişti ve aşağılık kompleksi yüzünden dünyasını zindana rahatlıkla çevirebiliyordu. Otuzlarına yaklaşmıştı ve yaşamak dışında başarabildiği pek bir şey yoktu.

Birinci bölümde her şeyin başladığı zamana dönüyoruz. Paul bir dolandırıcı, mücevher işi yapıyor. Bildiğimiz şey; kıytırık bir takıyı çok değerliymiş gibi gösterip kakalamak. Gözüne güzel bir kadını kestiriyor, yemi yutturuyor ve ödeme için kadının evinin civarına gidiyorlar. Barın birinde muhabbet ilerliyor. Sonrası yine aptal aşıklık. Serinin diğer iki metnindeki karakterlerin en problemlisi burada: Çok güzel, genç bir kadınla sevgili olan, kendine güveni eksilerde bir adam. Üstelik Jeanne, bütün dolandırıcı numaralarını bilen bir kadın, en başından beri dönen katakulliyi biliyordu, yine de Paul'den etkilendiği için renk vermedi.

Jeanne'in takıldığı barın sahibi Robert, yaşlı bir adam. Paul'ü ilk gördüğü an sevmiyor, üstelik Jeanne'i kaptığı için düşmanlık güdüyor. Jeanne ve Robert akraba, Robert'in barı Jeanne sayesinde döndüğü için Paul'ün ortaya çıkması sıkıntı yaratıyor. Yine de Jeanne Paul'e destek veriyor dolandırıcılık işlerinde, o da bu bataktan kurtulmak istiyor çünkü.

Diğer Paul ortaya çıktığı zaman işler karışmaya başlıyor. Reis denen bu zat, Jeanne'in eski sevgilisi. Kanunsuz işlerden servet yapmış, çetesiyle soygunlara devam ediyor. Paul, Reis'in varlığına tahammül edemese de sesini çıkaramıyor, beceriksizliği yüzünden sıkılmaya başlayan Jeanne'i elinde tutmak için Reis'in çetesine katılmayı kabul ediyor. Sonra Jean bunu terk ediyor falan, kitabın başında söz edilen soygunda da rüyalarındaki o gözlüklü adamı karşısında görünce basıyor kurşunu, polislerden kaçmaya başlıyor bu kez.

Adamımız son derece batık, şanssız ve biraz da kafadan cort olduğu için giderek dibe batıyor. Serinin en çaresiz kaçışı, en çaresiz karakteri bu kitapta. Adamımız dibe battıkça garip bir keyif alıyor okur. İşler daha ne kadar kötüleşebilir diye düşünüyor. Yeterince kötüleşiyor.

On numara final. Bulursanız alın bu üçlemeyi.

Léo Malet - Güneş Bize Haram

Üçlemenin ikinci kitabı.

Resim de yok, kitap sitesi reklamlısını koydum artık. Eh.

André Arnal 16 yaşında, serserilikten ıslahevine düşüyor. Serserilik, sokakta yatmak, kötü kişilerle takılmak ve böyle şeyler. André bunların hiçbirini yapmıyor, bir ayyaşın söylediklerini dinlemek zorunda kalıyor ve o sırada polisler bunu alıp atıyorlar kodese. Şanssızlık. 21 yaşına kadar, yani reşitliğine kadar orada kalma tehlikesi var. Gençlerle dolu bir yer ve çoğu sorunlu. Sıkıntı büyük. Neyse ki dayısından mı ne haber geliyor, bir miktar da para göndermiş. Salıveriliyor André.

Demir kapı ardından kapandıktan sonra bir anlığına tekrar açılıyor, Fernand çıkıyor bu sefer. 14 yaşlarında. Bir süre beraber takılıyorlar. Fernand, André'nin parasına sulanıyor. Annesiyle problemli bir kardeşimiz. André, Fernand'a annesini camdan atması gerektiğini söylüyor ve çocuktan kurtulmak için elinden geleni yapıyor. Fernand evine gidiyor, kısa bir süre sonra caddeye bir şey düşüyor. Fernand'ın annesi. Fernand, camdan sırıtıyor. Psikopatlığı kes.

Sefillik büyük problem, işsizlik de öyle. Kapitalizm giydirmesi sırasında şunlar geliyor:

"(...) Sefalet, üzerine yapıştığında adamı kolay kolay bırakmaz... Kurtulmak için bir mucize gerekirdi. İşin beteri de içimizde mucizeye inanan tek kişinin olmaması...

(...)

Söylüyorum sana, sefil düştüğün zaman, hiçbir şeye hakkın yoktur. Onların dediği gibi belini doğrultmaya da hakkın yoktur, güneş de uyku da sana haramdır." (s. 36)

André Milo'yla tanışır, Milo'nun yardımıyla bir iş bulur ve çalışmaya başlar. Kötü şartlarda. Tırışkadan iş kazası numarasıyla hem para alabileceğini, hem de yatabileceğini keşfeder. Öyle de yapar, numaradan bir kazayla yaralanır ve komisyonunu alan bir sigortacının yardımıyla kaza sigortasından para almaya başlar. Malet'nin kendisi de bu numarayla para kazanmış bir süre.

Fredo geliyor sonra. O da bir aylak. André'yle takılıyorlar bir süre. André, Fredo'nun eşcinsel arkadaşlarının ve pezevenklerinin de olduğu bir ortama giriyor. Gina'yla tanışıyor bu sırada, sonu getirecek olan kızla. Fredo'nun kardeşi. İlk görüşte aşk. Gina'nın babası intihar etmiş, anne alkolik. Trajikomik sahnede anne de var; André fark ediyor ki Gina'yla takılmasını istemiyor Fredo. Sonradan Fredo'yla Gina'nın yattığı ortaya çıkıyor, ensest bir ilişki. André, Fredo'yla kavga ediyor, ayyaş annenin önünde. Gina'yı kazanıyor. Bundan sonra işler çığırından çıkıyor zaten.

Eşcinsel arkadaşlar, pezevenklerini öldürüyorlar. André ifadeye çağırılıyor, orada davayı takip eden gazeteciyle tanışıyor ve çizimlerinden bazılarını adama veriyor. André yetenekli bir kardeşimiz. Gazeteci, çizimleri patronuna göstereceğini söylüyor ama bir haber gelmiyor. Çıkış yolu arayan André için ilk darbe. İkinci darbe Gina'nın evine döndüğü zaman. Çığlıkları duyup yukarı koşuyor, Abdullah nam bir zencinin Gina'ya tecavüz etmek üzere olduğunu görüyor. Oracıkta gebertiyor herifi. Fredo ayarlamış mevzuyu, onu da gebertiyor. Kaçış başlıyor sonra. Bundan sonrası trajik, kapkara anlatı.

Yokluktan kurtulmaya çalışan bir çocukla hemen hemen aynı şeyi isteyen bir kızın hikâyesi. Mekan ne kadar değişirse değişsin, her yerde boğuculuğu hissediyorsunuz. İnsanlar karanlık olunca metin de öyle oluyor ister istemez. Mis bir roman.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Léo Malet - Hayat Berbat

Anlam veremediğim bir şekilde memur oldum. İstanbul'dan beş saat uzaktayım. Küçük bir sahil kasabası, demiştim bunları. Her yer çok sessiz. Tenha. Arkamda orman, önümde Karadeniz var. İnsan yok. Unutkanlığımın son raddesi: Pazar günü 5 litrelik su aldım, öteberi aldım, eve dönüyorum. Bir müddet yokuş çıkmam gerekiyor. Yoruldum, yol kenarında durdum. Yağmurluğumu yaslandığım çite astım. Sonra poşetleri yüklenip eve geldim. Dün. Dersim bitti, eve geldim, tütün doldurmak için makaron almaya indim. Çıkıyorum, aynı çite yaslandım. Aa, e benim yağmurluk bu? İki buçuk gündür bıraktığım şekilde duruyor? İstanbul'da olsa anında kaybolur, sanki evimin askılığına asmışım gibi duruyor öyle. Gelen geçen zaten pek yok, geçenler de umursamadılar mı artık ne oldu, bilmiyorum. Neyse, yapacak pek bir şey yok. Breaking Bad bitti zaten, Seinfeld izliyorum, hikâye yazıyorum, kitap okuyorum. Bu kadar. İlk maaşımı elime aldım, ne yapacağıma karar veremedim. Yıllar boyunca o kadar yolsuzdum ki o para elimi yaktı. Aldığım gibi bankaya geri yatırdım. Şimdi de bilmiyorum, ne yapacağım onu. Dursun öyle. Oğlum siz parayla ne yapıyorsunuz lan, bir iki anlatın da önemini falan anlayalım.

Şuraya gelecektim; mayış iyi güzel, çıkıp şunu yapayım bugün diyebiliyor insan ama alışkanlıklar değişmiyor. Hafta sonları İstanbul'a kaçıyorum, eskici eskici, spotçu spotçu geziyorum. Halk ekmekçi var, ona gidiyorum. Tekerleksiz Bisikletler'i 1 TL'ye aldım adamdan. Bir de şu: http://www.nadirkitap.com/kitapara_sonuc.php?kelime=%FEikasta&anasayfaara=ARA Doris Lessing'in iki kitabı var bende, bunu da merak edip aldım. Sapanca'da bir tezgahta buldum. 4 TL. Birinci ve muhtemelen son basım. Şimdi hazine bulmanın keyfi varken neden gidip de fahiş fiyattan birinci el almak? Kazın oğlum, kitap süpermarketlerine kaptırmayın paranızı.

Kara Üçleme'yi yine böyle eşelenirken buldum, Küçükyalı'daki kitapçımda. Hayat Berbat'ı Behzat Ç. izleyenler hatırlayacaktır, bir sahnede Şule okuyordu ve Behzat da saklıyor muydu neydi. Neyse. Metis Polisiye olarak geçiyor bu üçleme ama polisiyeye tür olarak yakın bulamadım ben. Sıkı bir polisiye okuru da değilim, pek ahkam kesmek istemem ama kitaplardan genel olarak anlamadığım için buna hakkım olduğunu düşünüyorum. Kara anlatı işte. Paris'in gettoları, kaybeden insanlar. Gırla. Léo Malet, gençliğinde böyle ortamlarda bulunmuş, hayata tutunmaya çalışmış biri. Breton'la vs. tanışmamış olsaydı kendi metinlerinin kahramanlarından biri haline gelebilirdi belki.

Albert, Paul, Marcel ve Jean, para yüklü bir banka aracını soymak üzere araçlarından fırlıyorlar. Kamyonet diyelim, kamyonetin arka kapısı açılıyor ve Jean, içerideki iki kişiyi tarıyor. paraları alıp tüyüyorlar, bir de yastık bırakıyorlar ki Paul'ün kamburu numaradanmış gibi algılansın. Paul gerçekten kambur.

Anlatıcı Jean, hikâyeyi Jean üstünden öğreniyoruz ama olay bir süre sonra tamamen Jean'a dönüyor. Saldırıdan önce Jean'ın düşündüğü: "(...) Hayat berbattı. Bu her gün kendini gösteriyordu. On yaşında olmak isterdim. Neden bilmem ama on yaşında olmak isterdim. Muazzam bir on yaşında olma arzusu. Hayat berbattı; bu tiksindirici ve korkunç bir çarktı; biz de berbatlığının sürmesine katkıda bulunuyorduk." (s. 9)

Jean, hayatın ve hayatla ilgili hemen her şeyin berbat olduğunu düşünen bir kardeşimiz. Çocukluğu pek parlak değil, sonunda kendini katliam yaparken buluyor. Soygun olayı, bir fabrikanın grevdeki işçilerine destek amaçlı. Jean'ın bağlı olduğu komitenin üyeleri, mücadelelerinin silahlı eylemlere dönüşmesinden rahatsız olsa da çoğu şey gibi bu da Jean'ı etkilemiyor, çünkü Jean bazı fikirlere, ideolojilere yakın olsa da -ya da böyle bir ihtimal var olsa da- düşünceleri hayatın berbat olduğuna çıkıyor her seferinde. Bu yüzden bağlı olduğu hiçbir şey yok. Bu sefilliği sürdürmek istemiyor gibi gözükse de bana kalırsa içten içe bundan keyif alıyor. Grevdeki işçilerin kanlı paraya sırt çevirmelerinin ardından soygunu onlar için yaptığını, sefilliğe razıysalar nesiller boyunca sefil kalmalarının en iyisi olduğunu düşünüyor falan. Başkalarını düşünüp kendi hayatını bok çukuru olarak gören bir adam. Oysa o bok çukurundan baktığında bütün dünyayı bokla sıvalı olarak görmesi lazım. İçten çatışmalı bir adam Jean.

Neyse, kaçıyorlar soygundan sonra. Marcel yaralanıyor, Jean arkadaşlarına Marcel'in işinin bitik olduğunu söylüyor ama aslında öyle değil. Diğerlerini uzaklaştırıyor, Marcel'in yüzüne gülerek yarasının ölümcül olmadığını, ancak bunu diğerlerinin bilmediğini söylüyor ve Marcel'i öldürüyor. Kendince bir mizah anlayışı var adamın. Banka aracını tararken öldürdüğü adamlardan biri de aşık olduğu kadın Gloria'nın babası. Görüştükleri zaman durumu ustalıkla gizliyor.

İşçiler kanlı parayı istemiyor, para da Paul'le Jean'a kalıyor. Şehrin dışında bir villada yaşıyorlar, gazetelerde soygun haberleri çarşaf çarşaf. Bir gün hapisten kaçan bir kız geliyor villaya, Paul'le birlikte oluyorlar. Bir zaman sonra kız anlıyor bunların soyguncular olduğunu, Paul kızı öldürüyor. Soğukkanlılıkla. Banka soygunları planlıyorlar, yaptıkları en iyi işe devam edecekler. Jean'ın isteği bu.

"İnsanoğlunun yokedilmesi dileklerimi hiç yüksek sesle söylememiştim. Sadece garip hayallerle hoş tutardım kendimi... Yeryüzünde evrenin seyredilebileceği noktayı bilseydim, oraya koşar, toprağa bir kazık sokar, ona asılır ve düşerken dünyayı da peşime katarak kendimi boşluğa atardım. Bir de, yeryüzünün karnında bir kutuptan diğerine kazılı ve içi dinamit dolu tünel sistemi vardı..." (s. 48-49)

İşin bir de Gloria'yla olan bölümü var. Gloria, Lautier'yle evli. Lüks içinde yaşayan bir kadın. Jean'la sinemaya gidiyorlar, geziyorlar falan. Lakin Jean'ın hiçbir meyli olmuyor Gloria için, en azından ayan beyan. Lautier bir gün aralarında bir şey olmasından şüphelenip çıngar çıkartıyor, bir tane ekliyor Jean'. Bu olaydan sonra Gloria'yla ayrılıyorlar. Bir gün Jean'le görüşmek istiyor. Yine Jean'la ilgili bir bölüm: "(...) Lautier, kendilerinden emin ve bir o kadar da mühim olan bu gerzekler oyundan geliyordu herhalde. Gloria'yla karşılaşmıştı ve onunla yatmıştı. Ben de Glorria'yla karşılaşmıştım, ama aramızdaki engelin büyümesine ses çıkarmamıştım. Hemen onunla yatmayı düşünmemiştim. Daha derin bir şeyler olmuştu. Yaldızlı parıltılarla dolu gözlerden gelen büyük bir fırtına uçurmuştu beni. Ne sefil bir batık olduğumu ancak daha sonra kavramıştım. Hayatta nasıl hareket edileceğini bilmiyordum. Ben bir nihilisttim. Ancak Browning arkadaşımın kurşundan havlamaları yoluyla kendimi ifade edebiliyordum. Engelleri kaldırırken bunun yol açtığı yeni engeller yaratarak Gloria'ya doğru kanlı bir yol açıyordum kendime. Ve en müthiş engeli ruhumun içinde taşıyordum." (s. 96) Hayatını yönlendirdiğini düşünen, Gloria'yla ilişkisinin kontrolünün elinde olduğunu sanan Jean, hayatta nasıl hareket edeceğini bilmediğini ekliyor. Her şey elinin altından kayıyor, Browning hariç.

Lautier'nin Jean'la son görüşmesinde gebertiyor bunu Jean. Sonrasında Gloria'yla yenen aile yemeğinde aile dostu psikolog giriyor devreye ve sona doğru geliyoruz. İlk görüşmede bir olay çıkmıyor. Burada çok malzeme var, sabrım yettiğince alacağım.

Jean dört yaşındayken annesinin öldüğünü öğreniyoruz. Bu olaydan sonra mezarlıklara seve seve gitmeye başlamış. "Ve kendim de bir mezarlık oldum. Evrensel bir matemi tutuyor gibiyim." (s. 126) Annesi dolayısıyla bütün kadınlar çürüyormuş gibi düşünüyor. Bir yerde onların sadece fahişe olduğunu da söylüyordu. Gloria için tam olarak geçerli değil bu. Bu çürüme duygusu, hayatta kimseye zevk vermediği ve hayattan zevk alamadığı düşüncesiyle paralel. Gloria'yı bundan uzak tutuyor. Olabildiğince.

İkinci görüşmede her şey çöküyor. Gloria da orada, sokaktan geçen bir gazeteciden gazete alıyor. Paul yakalanmış, ötmüş. Her şey ortaya çıkıyor, Jean esir alıyor bunları. Doktor tanıyı koyuyor bu sırada; Jean'ın elindeki silahı gösteriyor, "Sizin cinsel organınız bu!" diyor. Bundan sonra müthiş bir final var, doktorun Jean'ın psikolojisini çözümlemesi. Uzun, hepsini alamıyorum. Sadece iki şey: Gloria'nın Jean için bir ceset olması ve Jean'ın yaşamının uzun, zarif bir intihardan ibaret olması.

Olduğu gibi anlattım kitabı zaten, son da sürpriz olsun ama pek de sürpriz olmayacak.

Yakın bir zamanda Erich Fromm'dan İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri'nin ikinci cildini okumuştum. Onu da yazmam lazım ya buraya, neyse. Bu ciltte "Kıyıcı Saldırganlık: Ölüseverlik" adlı bir bölüm var, burada Hitler inceleniyor. Hitler'in bir iki özelliğini Jean'a benzettim, o yüzden bu konuyla ilgili bir bölümü alıntılayıp bitiriyorum. Durumun temellerini alamadım, sadece genel bir değerlendirme:

"Aşırı ölüsever kişilerin çok tehlikeli olduklarını vurgulamaya pek gerek yoktur. Bunlar, içi nefretle dolu, ırkçı, savaş, kan dökme ve yıkım yanlısı kişilerdir. Bu kişiler, yalnızca siyasal önder olmaları durumunda değil, diktatör bir önderin olası yandaşları olarak da tehlikelidirler. Bunlar ilerde cellat, terörist, işkenceci olurlar; onlar olmaksızın hiçbir terör dizgesi kurulup işletilemez." (s. 159-160)

1 Ekim 2013 Salı

Cem Akaş - Tekerleksiz Bisikletler

Anlatım biçimlerine göre söz konusu olan mevzunun kimlik değiştirmesi güzel. Bunlar edebi işler. Bizde Ferit Edgü'nün böyle bir çalışması var, Gökdemir İhsan'ın Kurmaca Alıştırmaları var, usta Raymond Queneau'nun Biçem Alıştırmaları var. Bir şey anlatırken kimileri bunu oyun oynayarak anlatmak istiyor. Queneau şuna benzer bir şeyler diyordu: "Bütün bilimler tek bir noktaya doğru ilerliyor, edebiyat da bunun bir parçası ve yazar, yazarlığını korumak istiyorsa kendini bu olanlardan soyutlamamalıdır." Aşağı yukarı. Oyunları bu görüşün bir köşesinden çıkarabiliriz. Bunun belli bir sınırı yok; az oyun, çok olay/durum olur, tamamen oyun olur. Edebiyat bu yüzden çok güzel; istediğinizi seçebilirsiniz. Her çeşit yazarımız mevcut. Bütün dünyadan bahsediyorum.

Cem Akaş da bana göre bir oyuncu. Röportajlarında böyle bir çaba gütmediğini, sadece yazdığını söylüyor. Kuralları koyarken oyun oynamak istemediğini söylüyor ama bu da bir oyun. Edebiyatla yaşam iç içe geçmiş, olayı bu.

Tekerleksiz Bisikletler, postişten ek yazımlara kadar geniş bir alan sunuyor okura. Belli bir hikâyenin peşinde koşan bir okur değilseniz değişik anlatım teknikleri hoşunuza gidecek. Bir iki örnek vereyim, gerisi sürpriz. Şimdi gördüm, künyede şu yazıyor: "Bu kitapta yazım kuralları konusunda yazarın isteklerine bağlı kalınmıştır." Neden böyle bir şey ekleme ihtiyacı duydular acaba. Okur için oldukça yabancı bir olay olduğunu mu düşündüler, bilmiyorum. Leyla Erbil'in Karanlığın Günü metninde üç virgülden türetilmiş vs. noktalama işaretleri vardı. Bilge Karasu da yeni anlatım biçimleri denemiştir. Yeni bir şey değil bu yani, belki yayınevinin sadık okurları için bir uyarıdır bu. Öyle düşünmek istiyorum.

Halı Nerde, Dedi: Diyaloglarla ilerleyen bir hikâye. Sayılı durum cümleleri dışında alayı diyalog. Tırnak işareti kullanılmamış.

Bir Gün Hepiniz: İçinden Banksy geçen, fiilsiz bir hikâye. Jilet'in sokak sanatı, Lale'yle tanışması ve bol bol Kadıköy. Dediğim gibi, cümlelerde fiil yok.

Feniks'in Külleri: Bir Borges anlatısı gibi başlayıp Borges'i anarak biten bir metin. Dipnotların pek de dip olmaması var üstelik.

Madame Bovary eklemeleri, Thérèse Raquin çıkması, fotoğraf altı hikâyelemeleri. Üslubun özgürlüğü konusunda ufuk açıcı bir kitap. Tavsiye. 7'yi de tavsiye ederim.

Ek: Röportaj buldum bir tane.