12 Ekim 2013 Cumartesi

Adnan Özyalçıner - Yağma

Yağma bir gelenek. Ele geçirilen şehirler yağmalanır, yenilgiye uğratılan ordunun karargahı yağmalanır. Pahada ağır ne varsa götürülür, bunun yanında kadınlar da götürülür. Ve dahi şehirler fethedildikten sonra da yağmalanır. "Her gün hepimizin bir şeyler yağmaladığı ve her gün hepimizin bir şeylerinin yağmalandığı bir şehrin öyküsüdür bu. İşte bu temel çelişki, kitaba bu adı vermemin başlıca nedenidir. Kitaptaki bütün öyküleri genel çizgileriyle kapsadığına inandığım yağma düzeninin çelişkileri, trajikomik durumlar yaratarak öykülere bir kara mizah havası da katmış oldu. Yoksa öyküleri bu yöne, özellikle ben sürüklemiş değilim." (s. 112)

1972 Türk Dil Kurumu Hikâye Ödülü'nü kazanan Yağma, Han-ı Yağma'yı anımsatıyor. Zaten bu şiirin bir bölümü hikâyelerden birinin epigrafı olarak kullanılmış. Sis de var tabii epigraf olarak, Tevfik Fikret'in ve İstanbul'un olduğu yerde Sis de olur.

Sur Kapılarında, balatayı hafiften yakmış bir dayının şehrin kuruluşuyla başlayan uzun bir hikâyeyi dile getirmesi. Bu anlatıcı dayıya şehrin ruhu da diyebiliriz.

Şehir kurulduktan sonra soylular sınıfının başa geçmesiyle insanların koyunlar gibi güdülmesi başlıyor. Duvarlar örülüyor; bilinmeyen, korkunç düşmanlardan korunmak için onca insanın karşılıksız, içten çabası. Duvarlar örülünce belki güvende hissediyor insan kendini ama bazı şeyleri de kaybetmiş oluyor.

"Şimdi ne denizden en küçük bir esinti alıyorduk, ne de ilkyazları ovada açan çiçeklerin kokuları, duvarların içine sıkıştırdığımız şehre ulaşabiliyordu. Soyluların ovadaki çiçeklerden ezdirdikleri kokuları, her özgür vatandaş, şişeler içinde satın alabilirdi. Koku dükkanları almış yürümüştü şehirde. Engin denizi görmek, esintisini duymak isteyenler de, soyluların işlettikleri, denize bakan yüksek kulelerin tepelerindeki çayevlerinde çay içerek bu isteklerini gerçekleştirebilirlerdi." (s. 119)

Aslında kendi özgürlüklerini engellemişlerdi, anlatıcıya göre. İliklerine kadar acı çektikleri düzenden kurtuluş umudu ortaya çıkıncaya kadar böyle gitmişti bu. Bir sabah on binlerce atlıyı gördüler kapılarında ve dayının dediğine göre kapıları açarak bu savaşçıları şehre aldılar. Efendilerinin yerini yeni efendiler almıştı böylece, her şey daha güzel olacaktı belki. Olmadı. Daha özgürlerdi belki, kendi hesapları için çalışıyorlardı ama kölesi oldukları sistem farklı bir şekilde tekrar ortaya çıktı. Kazandıkları hiçbir şeye yetmiyordu, temel ihtiyaçlarını giderdikten sonra ellerinde bir şey kalmıyordu. Böyle bir hikâye.

Yağma'da da benzer bir olay anlatılıyor. Bacağı sakat bir adamın bir akşam gezintisi. Bezmiş, umudunu kaybetmiş bir adam bu. Karısıyla birlikte tutunmaya çalışsa da beceremiyor pek. İş bulmak için çıktığı evine aylak aylak dolaştıktan sonra geri dönüyor her gün. Etrafına bakınca tek gördüğü şu, ya da anlatıcının gördüğü: "Herkes gücünün yettiğince bir şeyler çalıp çırpıyor, bir şeyler kaçırıyordu. Bir talan, bir yağmaydı bu. Kapanın elinde kalıyordu. Işık da, yiyecek de, ev de, otomobil de, iş de, kaldırım da..." (s. 130)

Gökyüzünde Ayaklanma, bir baloncunun çocuklarla, balonlarla ve hayatla imtihanı. Pek dokunaklı olmasının yanında balonların rengarenkliğiyle şehrin karalığı arasındaki çatışmanın anlatımı da on numara.

Pazar Gezintisi, cenaze arabasıyla çıkılan bir hafta sonu gezintisini konu alıyor. Sıcak bir yaz akşamı. Cenaze arabası yenilenmiş, ailenin babası arabayı evin önüne ilk kez çekiyor. Babaanne bir gezinti istiyor, atlıyorlar Kumburgaz'a. Deli bir yağmur, şehre dönüşte üstünden çamurlar damlayan, üstelik o parıl parıl parlayan güneşin altında, tek araba cenaze arabası. Trajikomik işte.

Mis Gibi Anadol'da piyangoluk bir Anadol mevcut. Vapurlardan inen yolculara satılıyor biletler. Kadın daha çok bağırıyor, en sonunda öksürük krizine tutuluyor. Hemen arkasındaki adam babası, o kadar bağırmamasını söylüyor. Bu ikisi, şehrin büyük insanlarından. Kimilerine göre küçük olabilirler ama şehri bu arkadaşlar kadar yoğun yaşamak, onlardan biri olunmadığı sürece çok zor.

Bir bu kadar hikâye daha var. Kara İstanbul'u merak edenler, Özyalçıner'in fotoğrafik ve destancı üslubuyla ele aldığı bu kitaba bodoslamadan dalabilirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder