26 Nisan 2012 Perşembe

Orhan Pamuk - Saf ve Düşünceli Romancı

http://www.youtube.com/watch?v=hASdwrDuqZM

Şu link'i verip uzasa mıydım acaba? Dsfd, yok yok. Üç aşağı beş yukarı röportajın içeriğiyle kitabın içeriği denk. Bir iki bir şey söyleyeyim ama ben. Niye açtık siteyi yoksa.

Böyle kitapları okurken, eğer iyi bir okuyucuysanız ve yazı işleriyle uğraşıyorsanız kitap yorumu dışında okuma ve yazma olayıyla alakalı söyleyeceğiniz üç beş şey oluyor. Zaten bir yazarın kendi yazı serüvenini anlatması, bir anlamda kendi otobiyografisi olmaz mı? Kuramsal olaylar bir açıdan bunun dışındaysa da aslında olayın içindedir; yazarın neyi nasıl yazdığı, yazarla ilgili bir fikir oluşturur. Tabii buradan Pamuk'un "gerçeklik-kurmaca" zıtlığına geliyoruz. Neyse, adım adım gidelim. İşte, söylenecek üç beş şey oluyor. Ben de uğraşan biri olarak biraz fikir belirteceğim.

"Saf" demek, böyle içinden akarsular akar ya, foşur foşur. Aktığı gibi yazmak yani. "Düşünceli"yse o akarsuya bent yap, baraj yap, şekiller yap, çok acayip aksın. O. Kullandığın anlatım teknikleri falan. Pamuk diyor ki bu ikisini süper şekilde birleştiren iyi yazardır. Evet. Çok güzel demiş. İşte bu kavramları ilk kez kullanan Schiller var, bilmem kim var. Öyle eski eski adamların kitaplarından düşünceler var.

Bağlantılarla uzayalım. Saf olsun, düşünceli olsun, yazar bir ressamdır. Yani yazara ressamlık vasfını yüklemen lazım. Bir kitabı okurken -vapurda, trende, otobüste, koltukta, yatakta- her paragrafta, satırda, harfte farklı bir resim görmek gerekir. Ben kitabı okumadan önce resimlerden ziyade bir film gibi düşünürdüm kitapları, arka arkaya akan sahneler bütünü. Diyalogları gözümde canlandırmaya çalışırdım, tabii kulaklarımla duyduğumu da biliyorum. Yolculukların bir an önce bitmesini sağlayan da bu kişisel filmler değil midir? Mesela eğer betim mevcutsa eşyaları, manzarayı olabildiğince detaylı olarak görmek isterdim, öbür türlü odayı, parkı vs. kendimce canlandırırdım. Sanırım ben bu ikincisini tercih ediyorum. Kitapta da yer alan Goriot Baba'yı düşünelim. Ben Goriot Baba'yı lisedeyken okumuştum ve ilk yüz sayfada ölüyorum sandım, çünkü pansiyonun bulunduğu sokak, pansiyon, duvarlar, tabaklar, insanlar öyle uzun uzun anlatılıyordu ki artık canımdan bezmiştim. Zevksiz değil, söylemek istediğim şey; okuyucuya hissettirilmeden verilen ayrıntıların okuyucuda resimleştirilmesi bir tık daha üstte. Tamamen kendi hayatımıza, kendi düşüncelerimize, kendimize göre gözlerimizin önünde belirmesi. Süper bir şey. Burada devreye giren olay işte "gerçeklik-kurmaca" zıtlığı. Pamuk'a göre ikisiyle de yaşayabiliriz, zira insan zıtlıklarla yaşayabilir. Orhan Pamuk'a, "Sen Kemal misin pampa?" diye soruyorlarmış, bahsedeceğim şey tam olarak bu tür bir gerçeklik değil.

Okuduğum hiçbir romanı gerçeklik açısından ele almadım, daha doğrusu gerçekliğini sorgulama ihtiyacı duymadım. Bütün romanların bir şekilde gerçek olduğunu biliyordum, fakat söz gelimi çok sevdiğim bir yazarla tanıştığımda, yazara kitabım(n)ı imzalattığımda, bir iki konuşabilme şansı elde ettiğimde romanlarıyla alakalı hiçbir şey sormadım, sormak bana ayıp bir şeymiş gibi geldi. Çünkü adamın aylarca uğraşıp ortaya koyduğu bir gerçekliği sorgulamak, o gerçeklikle yaşam arasında dandik bir soruyla bağ kurmak, adama hakaret etmekle aynı anlama geliyordu benim için. Romanların başka bir yaşam olduğu doğrudur, fakat her romanın ayrı bir can taşıdığını düşünmek daha çok hoşuma gidiyor.  Yazarla olduğu kadar okuyucuyla da alakalı bir şey; ben kurduğum bu dünyanın yıkılmasını asla istemediğim için bunlara inanıyorum. Elimde hiçbir şey kalmadığı zaman bir tek romanlar kalacak çünkü, romanlar ve müzik.

Kitaba devam edek. Romanın okuyucuda uyandırdığı gerçekliğin temel öğeleri: zaman, karakter, olay örgüsü.

Pamuk'a göre yazar, karakterlerle özdeşleşebildiği, bu yolla başarılı karakterler ortaya koyabildiği sürece romana inanış güçlenir. Burada benim dandik hikâyelerimden, yazmaya çalıştığım romandan öğrendiğim bir iki şeyi anlatmak isterim. Karakter her şeydir aga. Kurgunun kralını yap, tekniğin kralını kullan, karakterin başarısızsa dük gibi kalıyorsun ortada. Fransız dükü gibi. Şekilli şemalli, haritalı bir roman yazım tekniğin yoksa, "saf" bir romancıysan biraz, karakterinin nereye gideceğini, nasıl davranacağını, ne düşüneceğini, ne yapacağını bilmen gerekir. Onu bir insan gibi tanıman gerekir, yoksa sırıtır.

Karakter yaratımıyla alakalı birçok teknik var. Kimisi anne kızlık soyadına kadar özellik kağıdı hazırlar. Bir şablon üstünden karakter yaratır. Bu işte "düşüncelilik". Pamuk da diyor ki, "Teyzeciğim, ben Kemal olduğumu söyleyemem, bazen de söylerim." Anladın mı? Kemal'de Orhan'dan parçalar elbette olacak. Romanda siyaset açısından da olaya bu yolla yaklaşıyor Pamuk. Ben o adamları anlayabilmek için, onların neler hissettiğini duyumsayabilmek için onları yarattım diyor. Bu durumda o karakterlerin Pamuk'tan ne kadar farklı olduklarını düşünebiliriz ki? Lacivert'i düşünelim mesela. Tamamen bir ayrılık yok, çok büyük bir benzerlik de yok. Ortası işte, en süperi.

Karakterle ilgili başka bir şey; Pamuk biraz da okuyuculara güvenin diyor yazar adaylarına. Küçük ayrıntılardan ruh hali çıkarmak, derin karakter tahlillerine yeğdir. Evet.

Eşyalar, eşyalar... Eşyalar insanı delirtmezse başka ne delirtir, bilmiyorum. 85. sayfada eşyalarla ilgili güzel bir bölüm var, buraya almayıp direkt oraya yönlendiriyorum.

Olay zaten olay, kurgulayışına göre... Zaman konusunda Aristoteles'ten örnek veriyor Pamuk. Şiir, romanlar, sonsuz bir andan parçalar sunar. Film demiştim yazının başında, kare kare düşünelim. Romanın yaptığı budur; zamanı parçalamak veya zamanı bir bütün halinde, geçmiş-şimdi-gelecek şeklinde içermek. Proust örneği var, Tanpınar örneği var.

Son olarak "merkez" mevzusu. Saf olalım, düşünceli olalım, romanın bir "merkez" noktası var. Ne kuruyorsak o merkezin etrafına kuruyoruz veya merkezin dışına çıkmadan kuruyoruz. Merkezin yeri azıcık değişirse koca bir romanı baştan yazmaya girişebiliyoruz. Kitapta örneklerle anlatılmış bu. Benim merkezden anladığım şu oldu: Romanı bir şey anlatmak için yazıyorsak -ki kendimizi kendimize anlatmamız da buna dahildir- merkez işte tam olarak bu anlatmaya çalıştığımız şey. Saflık, düşüncelilik, her şey, her şey bunun içinde veya çevresinde. Kuracağımız her bir cümle, seçeceğimiz her bir kelime bu merkezle alakalı olacak. Tabii artık merkezler kayabilir, birden çok merkez bulunabilir. Edebiyat çok acayip bir şey, istediğini yap.

Yani kısaca böyle bir kitap bu. Çok güzel. Akmar'da 5 TL'ye bulabilirsiniz. Dsfd.

Sırada Faulkner'dan Ayı var. İyi günler. Benim günlerim felaket geçiyor.

23 Nisan 2012 Pazartesi

Truman Capote - Tiffany'de Kahvaltı

Napiyim lan, yeni okuyorum. Allah Allah.
Bende bir takıntı var; böyle baba yazarların çoğu kitabını almazsam okumaya başlamıyorum onları. Arka arkaya devirmeliyim ki o yazarın tadı beynimde yer etsin. Capote böyle. Yedi sekiz tane var sanırım, ucundan giriştim. Sonra da diğer kitaplarını okumaktan vazgeçtim. Ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Neyse.

Evet, tam olarak bu var bende. İlk baskı, 1966. Evin Doğu almış kitabı ilk, 5. 9. 974. Nereden, ne zaman aldığımı hiç hatırlamıyorum. Kadıköy'deki Kelepir olabilir. Gerçi uzun zamandır pek kelepir değil orası, gitmiyorum. Bugün bir gideyim, neler neler çıkar.

Gidip geldim. Evin Doğu'ya Facebook'tan mesaj gönderdim, kitabı hatırlayıp kendisinin aldığını teyit ederse kendisine yollayacağım bunu. Her kitap bir şekilde sahibine dönmeli. Her şeyimi paylaşırım, kitaplarımı paylaşmam. Çok isteyen bir arkadaşım varsa alırım, hediye ederim. Bu hanımefendinin elinden nasıl kurtuldu bu kitap, onu da soracağım ve kendisini azarlayacağım. Geber Evin Doğu.

Evet, kitap. Kitap güzel. Bence filmin çok büyük bir payı var kitabın bu kadar tanınmasında. Yani çok fırtınalar koparmış sanırım, lakin ben giderek hissiz bir öküze döndüğüm için bende tesiri kısa sürdü; bir iki yerde içim bir hop etti, ne de güzel yazmış, helals dedim içimden. O kadar. Kürk Mantolu Madonna'nın bir tık altında ürperdim.

Bence buradaki "hanım", Holly Golightly, çok süper bir insan. 14 yaşında evlenmiş, kocası alkolden gebermiş, işe giriyor, patron tacizinden sonra kaçıyor. Yaşlı bir çiftçiyle evleniyor, ondan da kaçıyor. Sonra büyük şehire geliyor, takılmalık abla olarak hayatını kazanıyor. Hediyeler, para, bilmem ne. Erkek fışfışlayıcısı değil, tersine. Erkekleri sallamıyor pek. İnsanları sallamıyor daha doğrusu. Tante Rosa benzeri bir kadın diyeceğim, buradan başka bir yere geliyoruz. E bu Holly romanda hamile falan kalıyor ama meğersem eşcinsel bir erkekmiş bu arkadaş? Kadın mıymış veya? Capote öyle demiş? O yüzden kapağa hiç bakmamak lazım, yanlış bir izlenimle okuduğunuz zaman kitap bok oluyor haliyle. Audrey Hepburn ne kadar güzel ama filmi o açıdan gömüp atmış bence. Ben anlamadım o olayları pek, kendimden de bunu beklediğim için hiç şaşırmadım.

Neyse, Holly'nin bir iki tribi var, bence muazzam. Cevaplamak istemediği bir soru sorulduğu zaman burnunu kaşıyor, direkt sallamıyor. Anahtarını kaybettiği, kaybedeceği için bir fotoğrafçının ziline basıyor sürekli. Gecenin körüymüş, umrunda değil ablanın. Fotoğrafçı kardeş gider yapınca bizim esas oğlana dadanıyor bu sefer. Paul Varjak, öyküler yazan bir jigolo. Lan bu kitabı kuş haline getirmişler galiba ya da ben kaçırdım; jigololukla alakalı bir şey de yazmıyordu. Allah Allah. İşte bunların ikisi de tutunmaya çalışan insanlar. Paul'a Fred diyor Holly, çünkü kardeşinin adı o. Kardeşini pek seviyor yıllardır görüşmemelerine rağmen. Biraz kafadan yavaş bir arkadaş bu Fred, askere gidiyor. Askerden ölüm kağıdı gelince Paul'a bir daha Fred demiyor. Çok seviyor lan kardeşini.

Sayfa kıvrıklarımdan gidelim biraz.

"'Ben ise hayır. Hiçbir şeye alışamam. Alışabilen bir kimse gebersin daha iyi.'"

İşte Holly böyle bir insan. Erkekten erkeğe, şehirden şehre gider. Daima yeni yüzler, yeni yerler. Gez Allah gez. Süper. Herkese "sevgilim" diye hitap ediyor, araya Fransızca kelimeler sıkıştırıyor, çünkü "ben dönyanın en gözel garısıyam" sendromundan kurtulmak için önce Fransızca görüp dilini yumuşatmışmış. Taktiklere gel arkadaş yav. Bir bölüm daha:

"Holly, 'Sakın bir yabanı sevmeyin Mr. Bell,' diye ona öğüt verdi. 'Dok'un (Dok adlı kişi yanlış hatırlamıyorsam Holly Lulamae iken, yani taşralı küçük bir kızken onunla evlenen iyi yürekli yaşlı bey) yaptığı yanlışlık buydu. Eve durmadan yaban şeyler taşıyordu. Kanadı incinmiş bir şahin. Bir kez, ayağı kırılmış kocaman bir vaşak getirdi. Kalbini bir yabana vermemelisin; bunu ne kadar çok yaparsan onlar da o kadar kuvvetlenir. En sonunda ormana kaçacak kuvveti kazanırlar.'"

Kilit sözler bunlar bence. Holly bacımız kuşu vaşağı anlatırken kendini de anlatıyor. Little Wing geldi aklıma Jimi Hendrix'ten. Uç uzaklara, küçük Holly.

Bir mantık hatası var, çeviriden kaynaklı da olabilir gerçi. José diye bir arkadaş var, bir yerde İngilizceyi pata küte konuştuğu belirtiliyor. Adam sular seller gibi konuşuyor sonra.

Holly bir yerde tutuklanıyor gibi bir şey oluyor, Paul da Holly'nin planlarının gerçekleşmeyeceğini, Brezilya'ya gidemeyeceğini söylüyor. Gitse bile vatanına bir daha asla dönemeyeceğini söylüyor. Holly'nin dediği şu:

"'Ne olur yani, zorlu küçük. Neymiş sanki, vatan dediğin rahat ettiğin yerdir. Ben hâlâ arıyorum.'"

Anladın mı, sürekli arayışlarda Holly. Bu yüzden sürekli yer değiştiren sevgileri, duyguları ve hayatı var. Kedisini azat ettiği bir bölüm var, orada da kimseye hiçbir söz vermediğinden bahsediyor. Kendisini bağlayan hiçbir şey yok. Bu yüzden de çekip gidebiliyor.

Valla açıkçası ben bir de Sel'den alıp okuyacağım bunu, o baskısı daha güzeldir zannediyorum. Çünkü bu ne lan böyle. Bu eski kapaklıyı görürseniz almayın.

Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan Gulyabani ve Gönül Ticareti var sırada. İyi günler. Size de iyi günler. Hoşça kalın. Gutnayk.

21 Nisan 2012 Cumartesi

H. G. Wells - Kızıl Oda ve Diğer Öyküler

Normalde efendi, vur ensesine-al lokmasını bir insan olarak tanınırım. Kibarımdır. Yanağım sıkılmamıştır, çünkü çirkinim. O başka bir şey tabii.
Lakin ki kitaplar konusunda öyle değildir. Uçan Tekme Adam gibi, ucuz kitaba tekme atmışlığım çoktur. Pazarlık düğmem sahaf gördüğümde ortaya çıkıyor sadece. Evet.
İthaki'ye bir mail göndermiştim, işte böyle böyle bir blog var, bana bir kitap verin, ben onu okuyup yazayım diye. Hatta kargo masrafına da gerek olmadığını söyledim, Kadıköy'deki mekanlarından gidip alabilirdim. Tabii sallamadılar dsfd. İşte şimdi de sallamasınlar da göreyim. İthaki! Pşüüş!

Akmar civarındaki kitapçıların birinden 5 TL'ye almıştım, sonbahardı. Okumak şimdi kısmet oldu.

Wells'i biliyoruz. Öykülerini bilmiyoruz. Ben bilmiyordum, görmüş oldum. Çok güzelmiş. Üç beş tanesine biraz daha yakından bakalım.

Mor Mantar Başı: Azıcık sünepe bir beyefendinin şans eseri birkaç mantar bulup yemesi, sonra kafayı yiyip karısına, sevmediği tanıdıklarına gider yapması. Komedi gibi, biraz da Stephen King'in kafayı yiyen garsonunun olduğu hikâyenin biraz daha özü, basiti. Süper.

Felaket: Çok zor durumda kalan adamın ani kurtuluşu, sürprizli. Bunu ele almamın sebebi şu:

"Bu olaydan okurların onun tamamen umutsuz olduğunu düşünmemeleri için söz edilmiştir."

Ahmet Mithat Efendi tadında bir cümle, tabii onun kadar okuyucuyla yüz göz olma olayı yok. Arada bir iki tadımlık cümle var böyle. O zamanlar bunlar mevcutmuş demek ki.

Genel olarak bakınca öykülerin bazılarında muazzam bir olaya şahit olan bir tek kişinin olayı anlatması tekniği var. Dolayısıyla gerçeklikten emin olamıyoruz. Zaten o kaygı da güdülmediği için daha güzel. Ben mesela bir adam, "Cennete gittim, şöyle şöyleydi," dese ve oraları süper anlatsa hemen inanırım. Çünkü neden inanmayayım. Yani. Winslow adlı eskici gibi bir adam var, bir öyküde kahraman kendisi fakat başka bir öyküde de adı geçiyor. Neden bu ayrıntıyı verdim, bilmiyorum. Böyle ortak kişili metinleri çok seviyorum, sanırım ondan.

Deniz Avcıları: Stephen King'in Raft'ını bildik mi? Orada bir raftta mahsur kalan gençler vardı. Burada da denizden gelen acayip hayvanlar var, onlarla mücadele. Bu da gayet güzel.

Kristal Yumurta: İşte en somut benzerliği kurabileceğim öykü bu. Clark Ashton Smith'in Ubbo-Sathla'sına gidelim. Paul Tregardis, eskici gibi bir yerde bir küre mi diyeyim bilemedim, yuvarlak bir şey bulur. Dumanlı süt rengi diye bir şey var mı bilmiyorum, onun renginde bu yuvarlak şey. Kürede bazı şekiller görür, bakar da bakar. Meğersem Zon Mezzamalech isimli bilinmeyen çağlardaki bir büyücünün hayatını yaşıyormuş kürede. Çok acayip şeyler görüyor tabii, ilk zamanlara kadar gidiyor ve Ubbo-Sathla'nın çamur deryası halindeki Dünya'da hükümranlığında buluyor kendini. Sonra ortadan kayboluyor.

Bu yumurta da şeklen aynı. Işık doğru açıda düştüğünde içinde başka dünyaların görüntüleri var. Meğer orası bir yermiş ama söylemeyeceğim, heh heh. Alın okuyun arkadaş. Bay Cave de bu yumurtaya bakıyor da bakıyor, bağımlısı oluyor derken öykü süper.

Bıçak Altında: En baba öykülerden biri de bu. Şunu vereceğim, başka da bir şey demeyeceğim:


Pollock ve Porrohlu Adam: Bir lanet öyküsü, lanetten kaçmaya çalışan bir adam var. Thinner gibi. Amma lakin ki tam öyle değil; Robert E. Howard'ın Cehennem Güvercinleri öyküsünde yılan gönderme olayı vardır. Voodoo gibi işlere girip yamuk yaparsan ayvayı yersin, kıçından ısırıverir yılan. Nalları dikersin. O öykü ABD'de geçiyor, burasıysa Sierra Leone. Burada da yılan gönderme olayı var. Atalar Amerika taraflarına göçmeden buralardaki ritüellere güzel örnekler var. Bu öykü de güzel.

Örümcekler Vadisi: Yine Stephen King, Yağmur Mevsimi. Örümceklerden nefret ederim. Ürpertici. Hatta dur:

"Çok ürpertici bir öykü, okurken ayaklarımı kıçımın altına alıp tortop oldum!"

Nermin Bezdamlı, Radikal

Asdsf, neyse. İşte böyle bu kitap. Bence herkes iki üç defa alıp okusun. Dostlarınıza hediye edin. Yazımdan etkilendiğinizi özellikle belirtin ki İthaki'den kitap alabileyim. Dsfd yok yok, kafanıza göre. Hadi iyi künner, bir sonraki kitabın ne olacağını bilmiyorum. Beraberce görürüz.

19 Nisan 2012 Perşembe

Mario Levi - Bir Şehre Gidememek

2008'in son aylarında yaşım 20'ydi. İlk ayında 20 değildi uzunca bir süre. Yeni bir yaşı özlemle beklediğimi söyleyemem, bu yüzden 20'ye girdiğim zaman üzülmüştüm. Şimdi 24'e girdim, daha da üzgünüm. Neyse, bu son aylarda Mai ve Siyah'ı almak üzere Maltepe'ye gitmiştim. O zamanlar daha ikinci sınıftaydım, burs alıyordum bir yerden. Param yatmıştı, çektim. Çünkü sahafa gidiyordum, bir türkü tutturmuştum, çok mutluydum.
Lunapark Kapandı'yı şans eseri görüp aldım orada, Mario Levi'yle böyle tanıştım. Madam Floridis Dönmeyebilir'i de bir başka sahafta görmüştüm. Şimdiye kadar hep sahaflarda karşılaştık kendisiyle, benim için çok anlamlı.

Üç hikâye, hikâyelerin epigrafı niteliğinde aynı izlekteki üç metin karşılıyor bizi. Hikâyeler ayrı olsalar da epigrafik metinlerin oluşturduğu yapı, kitabı bir bütün halinde tutuyor.

Levi'nin geçmişe dönük yüzünü, sadece bu yüze ait olan ayrıntılarda böyle buram buram hissederim. Gidilemez bir şehirdir veya gitmeye niyetlenen, ne ki bir türlü adımını atamayan bir gidemezdir öykülerdeki. Bakalım meselam.

İlk öyküde bir Gracinda var, Rio ikâmetli bacımız.

"'Döneceğini biliyordum' demişti Gracinda 'çünkü bu şehre gelecektin istesen de istemesen de ve beni bir kez daha görme hasreti yıllarca peşini kovalayacaktı.'"

Ne diyeyim şimdi; günlük yaşamın zaman hırsızlarından mı bahsedeyim, özlediklerimizin orada, uzakta ama istediğimiz zaman görebileceğimiz bir yerde olduğunu bildiğimiz için inceden hissizleştiğimizi mi söyleyeyim? Bu ilk öyküde gayet, bol bol var hepsinden. Ha, epigrafından Tezer Özlü geçen bir öykü ve yazarı, dediğini göre en başta bir dil yolcusu. Mario Levi'nin cümlelerini biliyorsak hak veririz. Ben düşünüyorum ki bu cümleler yığılıdır, iç içe geçmişlerdir ve bir yandan girip bambaşka bir yandan çıkarız. Matruşka gibi düşünelim, giderek büyüyen Matruşka.

"Ama sonuç ne olursa olsun hep bir yerlerde kaldığımızı, kendi hayaletimizce kovalandığımızı ve tüm çabalarımıza karşın bireysel serüvenimizde sürekli olarak bir sürgünü ve tutsaklığı yaşamaya zorunlu olduğumuzu hiç unutmamamız gerekiyor."

İkinci öykü. Eşref Bey bir edebiyat öğretmeni. Hikâyeleri var falan. Onun da geçmişinde gidilememiş bir yer var, Raşel. Raşel bir yerdir, bir apartman dairesidir, bir sahildir.
Biri Eşref Bey'in yerine gidiyor bu kez. Kendisinin genç bir dostu. Raşel'le konuşuyor, Raşel de bir şehre gidemeyen. İstanbul gözünde tütüyor. 6-7 Eylül olaylarında İsrail'e gitmiş. Gidiş o gidiş. Eşref Bey, duvara asılmış çerçevelerin en parlaklarından, ve tozlu. İstanbul'sa bir daha görülmeye korkulacak bir yer. Neresinin değişmesinden korkmayız ki? Soru sorarak anlatıp şekil yaptım. Süper. Kızlar... Heh heh.

"Yıllar sonra ulaşılan sonuç ne olursa olsun geriye hiç olmazsa bir küçük savaş kalabiliyor. Ve sanımca bir insanı en çok bu savaş anlatıp tanımlayabiliyor."

Son hikâye. Hiçbir şey yazmıyorum, zira şu bölümden sonra kitabı bir kenara atıp yatağa uzandım ve bir sigara yaktım. Yok lan, oda kokarsa anneden bir ton azar işitirim. Sigara falan yakmadım ama düşündüm.

"(...) Tüm bu sözcüklerden sanırım şu sonucun çıkarılması gerekiyor: Aramızdaki her şey bir incelikti Sevil, sana anlatamadığım ve belki de hiçbir zaman anlatamayacağım bir incelik. Benzeri yenilmeleri yaşadığım insan ilişkilerinde de hep aynı incelik sözkonusuydu. İncelik, uyumsuzluk, korkaklık ya da aynı anlama çekebileceğin binbir olumsuz nitelik."

Ekşi Sözlük'te dendiği gibi kitabın epigrafı, Kavafis'in Şehir şiiri kitabın kendisi kadar güzel.

Lunapark Kapandı'da da bir gidemeyiş vardı en kralından. O tabii tuğla gibi roman olduğu için karakterlerin her bir olayını öğrenip gidemeyişlerine bir yorum yapabiliyoruz. Burada öyle değil. Levi'nin hikâyelerinde küçük küçük isteyişler var; görmek, koklamak, son bir kez daha görmek. İnsanlar gitmiyor, gidemiyor ama. Özlemle yetiniyorlar.

Geçmişin yüceltilmiş özleminin Tanpınar'la, İleri'yle birlikte üç güzelinden biri Levi. Hepsi ayrı olsa da Levi biraz daha ayrı, onun öykülerinde sokaklar, apartman daireleri vardır çünkü. İleri'nin apartmanlarının, semtlerinin aksine; apartmanlarla, şehirlerle özdeş insanlar mevcuttur. Kişisel yalnızlık diye bir şey türetip mantıklı olmasını beklesem tokadı basar mısınız? Ben basmam, Levi anlatıyorsa mümkün değil.

H. G. Wells okudum, artık kafama ne zaman eserse yazarım. Okuyacak kitap arıyorum, raflarımdakilerden beğenemiyorum. Sıkıntı var.
İyi geceler.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Erhan Bener - Anafor

Erhan Bener'in şimdiye dek okuduklarım arasında en tırto kitabıydı bu zannediyorum.

Bir şirket var, bu şirketin sahibi Büyükhanım. Omuzlarındaki meleklerle konuşan bir fantastik bayan. Hafiften cortladığını tanıdıklar da biliyor, lakin kadın çok güçlü. Servet sahibi. Namazında niyazında. Gençliğinde bir iki ceviz kırmış, kendisine Fransızca öğreten bir adamla işi pişirmiş. Tanıdık bir imam yardımıyla adamın ruhunu falan çağırmayı düşünüyor.

Şirketi yöneten adam, Büyükhanım'ın görümcesinin oğlu Cahit. Zampara bir adam. Annesi bir ip
cambazıyla Lübnan'a kaçıyor galiba, orada Cahit doğuyor. Sonra annesi ölünce Cahit Büyükhanım'ın kanatları altına alınıyor, İsviçre'ye falan yollanıyor okuması için. Bir liberal insan Cahit, tam sistem adamı. Paraya ve güce tapıyor.

Sevin, Büyükhanım'ın kardeşinin torunu. Şeker gibi bir kız, kötülüğün yakınından uzağından geçmez. Büyükhanım, Cahit'le bunu evlendirmeyi düşünüyor. Bunun bir abisi var, Emin. Gomonik. ODTÜ'de okuyor, tutuklanıyor falan. Romanın siyasi bir boyutu Emin'in ve Emin'in kankası İlhan'ın üstünden dönüyor.

İlhan, Mardin'de bir tünel inşasında çalışan mühendis. O da şeker gibi bir adam. Kankası Hiram var, Kürt. PKK da bu noktada olaya dahil oluyor.

İlhan'ın baba bir kardeşi Nükhet. Babaları şirketin hissedarı, Nükhet bağlantısı da oradan. Nükhet, Cahit'i seviyor. Sekreter İclal de Cahit'i seviyor gibi. Galip isimli nakliye işlerine bakan adam da İclal'in iplerini elinde tutuyor, katakulliler çeviriyor. Şöyle: Şirketin Avrupa'dan getirttiği malzemeler arasında listede olmayan şeyler de var. Bu malzemeler Irak'a gidiyor, Saddam'ın Cehennem Topu adlı silahı için malzemeler. Ona karşılık Hiram adlı diş hekimi arkadaş da PKK'nın zorlamasıyla bir şeyler yetiştiriyor. Çok karışık lan olaylar. Bu kadarını anlatayım, deli detayları okuyucu keşfetsin.

Bir iki ayrıntı vereyim.

"Bu kız adam olmaz, en iyisi köyüne yollamak!" diye bir laf geçiyor arada. Direkt Elif'in Öyküsü'nü hatırlıyoruz.

Sevin, Cahit'le zaman geçirmek için İstanbul'a gidecek, Ankara'da. Şehirde bir bomba patlıyor, silah sesleri geliyor her yandan.

"Sokaklarda kan gövdeyi götürüyordu ve Sevin, orada balkonun yarı karanlığında, belirsiz, ama en azından maddi sorunlar açısından ona şimdikinden daha rahat koşullar sağlayacak bir yakın evliliğin muhasebesini yapmakla meşguldü. İki sokak ötede, belki de kendisinden genç birtakım insanlar, bir anlaşılmaz savaşta canlarını verirken, bu savaşta doğrudan taraf olmayan başka birtakım insanları da göz kırpmadan öldürebiliyorlardı..."

111'de Hiram'ın Kürt devleti hakkındaki görüşleri önemli. Kürt-Türk kavgasını bitirecek tek şeyin özerklik olduğu görüşü var.

Cahit'in bir sözü: "Öyledir, öyledir dostum! Özal haklı. Büyük düşüneceksin. Büyük işleri hedefleyeceksin. İnsan her zaman, belki de erişemediğinden fazlasını istemelidir ki hiç değilse azı eline geçsin!"

Romanda karakterleri normalde sarsması gereken bazı olaylar var fakat hafif bir dalgadan fazlasını göremiyoruz. Kazalar üstüne kurulmuş bir roman, ölümler üstüne kurulmuş. Güncel meseleler üstüne yazılmış "hızlı" bir roman etkisi bırakıyor insanda. Kadro kalabalık, daha saymadığım çok adam var ama bu adamların üstünde pek durulmamış, zira romanın olayı dönemin sıkıntılarını güzel bir çorba yapmak. Karakterlere inemeyişimiz, bu olayların biraz havada kalmasına sebep oluyor. 300 sayfalık roman rahatlıkla 600 sayfa olabilirmiş, böylece sıkıştırılmışlık duygusu da vermezmiş. Falan.

Eh, okunmasa da olur bir roman. Önceliği başkalarına veriniz en azından. Bundan sonra Mario'm Levi'mden Bir Şehre Gidememek var. Bu gece bitecekse de onu da yazamam. Uykum geldi.
İyi geceler.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Füruzan - Kırk Yedi'liler

İki haftadır bir şey yazmadım. Çünkü okul için okuduklarımı yazmak istemedim. Müşahedat mı yazaydım, Mai ve Siyah mı yazaydım be çitlembik. İstemedim, yazmadım.

Füruzan'a döndük. Uzun sürmüş bir yazının ertesinde görüşmek üzere. Gutbay bulu sıkay. Uzun sürecek çünkü.

Vücudun korkması. Ömer Seyfettin'in Perili Köşk öyküsünde vardı. Periye dokunmadan önceki andan bir monolog. Emine'de şöyle oluyor:

"Emine," diyordu. "Korkma. Nasıl olsa bu bitecek. Kimseyi ele vermedin; verecek kim vardı ki. Geçecek hepsi. Sen güçlü kızsın. Olduğun yeri biliyorsun. O yere aklınla, yüreğinle geldin. Korkmaktan utanma. Vücudun korkuyor..."

Aklın vücuda söz dinletemeyişi bir değil mi? Periye dokunmak, işkenceden korkmak çok mu farklı? Bilinmeyenin korkusu, insanoğlunun en derin korkusu değil miydi hani, hele hele 24-25 yaşında bir kız için?

Selahattin kızı Emine Semra Kozlu. Nüveyre'den doğma. Doğum 1947. İstanbul. Beşiktaş.

Nereden başlasam?

Emine İstanbul doğumlu. Ailecek Erzurum'a gidiyorlar çocukken, anne baba öğretmen. Cumhuriyetin ilk öğretmenleri. Vatana, millete hayırlı bireyler yetiştirmeleri için idealizm pompalanmış emekçiler. Kardeşinin adının Kubilay olmasından belli değil mi? Bir de Seçil var, abla.

Esaslar bunlar. Kurgu şöyle: 72'de yakalanıyor Emine, sorguya çekiliyor. İşkenceler çok fena. Bu noktada geçmişe dönüşler hakim. Bunları ikiye ayırabiliriz:

Büyükler: Erzurum anıları, üniversite arkadaşlarının anıları. Bu üniversite arkadaşlarının bahsi geçtiğinde yukarıda yazdığım şekilde arkadaşların tutanağa mı diyeyim, neye diyeyim bilemedim, yazılı bir belgeye geçirilmiş isimleri, cisimleri yer alıyor. Bunlardan başka Seçil'in intihar girişimi var. Oraya geleceğim.

Küçükler: Bilinç akışı gibi. Bir yerden küçücük bir olay çağrışıyor, bir paragraflık bir geriye dönüş yaşıyoruz, sonra kurgunun asıl yolundan devam ediyoruz.

Adım adım inceleyeceğim şimdi. Ben böyle güzel bir nokta yakaladığım zaman sayfanın üst köşesini kıvırırım. İçim de acımaz. O kadar para veriyorum kitaba, onun da canı yanacak arkadaş. Her şey karşılıklı. Allah Allah yav. Neyse, o köşelerden de kopya çekeceğim biraz.

Erzurum: Erzurum, Emine'nin siyasi olmayan yönünün geliştiği yer. İnsanlığının diyeyim.
Erzurum'da kaldıkları ev iki katlı. Alt kat buz gibi, üst katta soba yanıyor, nispeten daha iyi. Apartman dairesine taşınmaya çalışıyorlar. Sürekli daha iyiyi kovalayış var, daha iyiye ulaşma arayışı var ailede.
Anne Nüveyre. Sahip olduğu idealizmle kişiliği birleşmeyen bir kadın. Elinde bir öğretmenlik, katakulli sonucu evlenmek zorunda bıraktığı bir adam ve üç çocuk var. Kazanmaya oynuyor, kaybetmeye tahammülü yok. Çocuklarının hatalarına hele, hiç yok. 70'lere doğru Emine'yi evlendirmeye çalışırken şunları söylüyor:

"Aç açık olmayınca mutsuzluğa alışılıyor kızım. Herkesi nasıl yaşıyor sanıyorsun yani. Ailelerin çoğunluğu... Yorgunluk var Emine çocuğum, yorgunluk."

Anne böyle. Seçil de bir teğmendi galiba, ona aşık oluyor. Annesi kızını İstanbul'a yollayıveriyor çat diye. Öyle bir anne. Baba biraz anlayışlı gibi gözüküyor, sessiz. Öyle bir eş varken normal.

İclâl diye bir öğretmen var, şeker gibi kadın. Emine'nin en sevdiği öğretmeni. İclâl, sevdiği evli bir erkekle basılınca doğruca Erzurum'a gönderiliyor, orada öğretmen oluyor. İşte Türk kadınlarının en büyük eğlencesi olan dedikodu devreye giriyor burada. Bu dedikodular üstünden hem Nüveyranım'ın karakterini, hem de dönemin ahlaki, sosyolojik, psikolojik falan yorumunu öğreniyoruz. Kadının İclâl için dediği şeye bak:

"İyi ailesi olsa öğretmen olur muydu?"

Kadın problemli, baba suskun, çocukların biraz manyak olması kaçınılmaz.

Bak çok ince noktalar var anneyle ilgili, almazsam olmaz. Konu yine İclâl.

"Birden annesinin, 'Demek ki bayağı tutulmuş İclâl'e adam,' deyişindeki özlemi sezerdi Emine. Oysa yüzünde açık vermeyen bir örtülme olurdu annesinin."

Her şeyi de almak istemiyorum, 113. sayfada kadın-erkek meselesinde kadının düşündükleriyle ilgili güzel şeyler var mesela. Anne burada bitsin. Anne böyle yani.

Seçil... Seçil bir zenginle evleniyor sonra, intihar girişiminde bulunuyor. Oğlu oluyor, pek umursamıyor. Hayatından memnun değil. Öylesi bir parçalanmışlıkta zaten memnun olması da pek mümkün değil. Başka bir şey söylemiyorum Seçil hakkında, okuyan bilsin.

Kubilay varla yok arası bir şey, içten pazarlıklı bir genç izlenimi bırakmıştı bende. Anneye çekmiş olabilir.

Erzurum'da ilgimi en çok çeken kişi Leylim nine oldu. Bir Marquez romanından fırlamış gibi bu ninemiz. Açlık yüzünden bir torununu alıp Kars'tan Erzurum'a yürüyor. Torun Kiraz, sonradan Emine'nin en yakın arkadaşı oluyor ve onlarda kalıyor. Bu vesileyle Leylim nine de arada geliyor, bu iki kızcağıza uyku vaktinden hemen önce yaşamla ilgili çok güzel şeyler anlatıyor. Romanın TDK'dan ödül almasının en büyük etkeni bu Leylim nine bence. Dil, kelimeler çok güzel.

Üniversite arkadaşları/İstanbul: Burada Emine kızımız artık bir üniversite öğrencisi, devrimci. Etrafında bir sürü arkadaşı var, bu arkadaşların çoğunun akıbetini biliyoruz aslında, anlatmaya gerek yok. Kitabın kapağına bakmak yeterli.

Soldaki Mardin doğumlu arkadaş muhtemelen Haydar. Emine'nin sevdiği adam. Abisinin uğraşlarıyla okuyor, yoksa çiftçi olacak. Haliyle fakirliğin bilincinde, İstanbul'a gelip iktisat okuyor ve bir eylemde yakın arkadaşı Zülkadir'in vurulup ölmesine şahit oluyor. Yine diyorum; anlatmaya gerek yok. 70 başlarının kaotik ortamında bir grup gencecik insanı izliyoruz.

Kurgusal yapıyı anlatmıştım. Kitabın ortalarının sonunda, sonlarının başında işkence zamanına dönüyoruz ve bir iki geriye dönüş dışında o zamanda kalıyoruz. İşkence tasvirlerini nasıl anlatayım şimdi. "Çok güzel" dersem içim huzursuz olacak.

Erkek-kadın mevzusu demiştim. Başka bir örnek:

"Eh... bak en iyi sözü ettin, "bir erkek gibi" lafının alaylı yükünü çocukluğumuzdan beri biliriz. Bir kadın gibi olmak, bir erkek gibi olmak... bunlar iki cinsin sınırlarına çekilmiş çok kurnazca düzlemler Seçil."

Gerisi geliyor.

Haydar'ın kendini anlattığı sahnelerde bir Anadolu insanının sıcaklığını, içtenliğini buluyoruz. Eleştirel boyut elbette mevcut, hükümetlerin politikalarından çokça çekmiş, torpil olmadan iş dönmeyeceğine inanan, devlet karşısında ezilmiş insanlar bunlar. Haydar gibi bataktan çıkmak isteyen insanlar oluyor. Haydar çıkıyor, adam zeki beyler. Sınıfsal bir eleştiri var burada. Sayfa 302'de başlıyor.

Daha da yazmıyorum, zira hem karnım aç, hem de ne yazcam. Pazar günü sabah sabah yazı yazıyorum ya. Bir gideyim uyuyayım. Seçil'in intiharı kalmıştı. Yaşamına, ailesine uyum sağlayamadı. Uyumsuzdu, dayanamadı diyelim.

Çok güzel kitap, zengin. Okuyunuz. İyi günler. Sırada Erhan Bener'den Anafor var.


1 Nisan 2012 Pazar

Iain Banks - Camda Yürümek

Rock Laneti'ni bildiniz mi? Lisenin uzuun günleri boyunca bir defa, iki defa... Evet, bildiniz; üç, dört, beş falan. O kadar defa okumuştum o kitabı. Çünkü eski bir rockstar'ın hayatıydı ve mükemmel bir kitaptı. Ondan sonra Iain Banks okumak kısmet olmadı, iki gün öncesine kadar.

Bence kitaplar üçe ayrılır. Şu anda ayırdım, başka bir zaman ayırırsam daha aza ayırabilirim, daha çoğa ayırabilirim, keyfim bilir. Allah Allah, nedir yani. Evet, üçe.

1) Öyle Kitaplar: İşte araştırmadır, tarihtir, öyle kitaplar. Bilgi verme amaçlı diyelim ama Tanpınar'ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi kitabı gibi kitaplar bu kategoriye girmez. Adam hiçbir olaya sanatsız yaklaşamadığı için. Neyse.

2) Çeşitli Kitaplar: Bunlar böyle işte oku-unut kitapları.

3) Çeşitsiz Kitaplar: Bunlardan fazla yok. Anlatım teknikleriyle, kurgusuyla, tabii kurgusuzluğuyla da olabilir, işte çeşitli şeyleriyle kafada bir tat bırakan kitaplar. Camda Yürümek böyle bir kitap.

Üç farklı adamın öyküsünü okuyoruz adım adım. Graham Park, Steven Grout ve Quiss. Kitap altı yedi bölümden oluşuyor, her bölümde bu üçünün yaşadıklarını sırayla okuyoruz. Üçünün de ayrı bir hikâyesi var ve bunlar sonda birleşiyor.

Graham, sanat okulu öğrencisi, resim çiziyor. Slater diye gay bir arkadaşı var, Sara diye bir kızı gösteriyor buna dolaylı olarak. Neden öyle? Çünkü sonunda çok acayip işler dönüyor, oraları söylemem.
İşte bizim saftirik aşık oluyor kıza derken kızla yakınlaşmaya çalışmalar, sonra sürpriz son.

Grout dünyanın en anormal adamı olabilir. Galaktik bir savaştan kurtulduğunu sanıyor, stres basınca mikrodalga tabancasıyla kendisine ateş edildiğini düşünüyor, kitap okuyor sürekli ve başında daima bir baret var. Asfalt dökücü bu adam, sorunlu biri olduğu için kovuluyor, işsizlik sigortasından yararlanamıyor. Derken baretini çıkardığı bir anda, kendi asfaltladığı yolda başına talihsiz bir kaza geliyor.

Quiss de işin fantastik yanındaki adam. Çıkmak istediği bir şato var, çıkamıyor. Kafka'ya göndermeler var zaten, onun şatosu gibi. Ajayi var yanında, yaşlı bir kadın. Şatodan çıkabilmeleri için, "Durdurulamayan bir cisim, kımıldatılamayan bir diğer cisme çarparsa ne olur?" gibi paradoksal bir soruyu cevaplamaları lazım. Cevap hakkı için de çok acayip oyunlar oynamak zorundalar: Tek boyutlu satranç, açık-alan go, noktasız dominolar ve Çin Scrabble'ı. Zamandan bol bir şeyleri olmadığı için hepsini bitiriyorlar bir şekilde, fakat soruya verdikleri cevaplar yanlış olduğu için bir türlü çıkamıyorlar.

Bundan sonrası spoiler.

Quiss şatonun kulelerini dolanırken bir odaya giriyor, tavanda kafanın geçebileceği kadar bir delik var. Fantastik bir delik; kafayı sokunca sonsuz bir karanlık ve ışıklar var. Bir süre sonra bir insanın vücudunda olduğunu hissediyor Quiss. Romanın ilerleyen bölümlerinde anlaşılıyor ki o deliklerden milyonlarcasının olduğu, milyonlarca insanın mı desem, milyonlarca Quiss gibi varlığın o deliklere kafa soktukları bir platform var. Meğersem bilmeceyi çözemeyenler ve kafayı yemek üzere olanlar oralara kafayı sokup insanların hayatıyla bütünleşiyorlarmış. Quiss buradan bir bağlantı sağlıyor.

Grout'a gelelim. Burası biraz karışık; Grout sonlarda bir kaza geçiriyor ve hastaneye yatıyor. Hastanede bir kibrit kutusunda Quiss'in çözmesi gereken bilmece yazıyor. Ya bütün o şato falan Grout'un cortlamış aklının bir ürünü, ya da Quiss bilmeceyi çözmekten vazgeçip Grout'un yaşamına giriyor. Ki romanın sonunda Quiss'in kafayı kırdığını anlıyoruz, hangi yolu seçtiği muamma kalıyor. Biz yorumlayacağız.

Graham... Sara'yla Slater'ın kardeş olduğunu ve altı yıldır seviştiklerini bilmiyor. Sara buna siktiri çekince kendi yoluna gidiyor. Romanın eleştirel boyutu Graham üstüne kurulmuş. Saf, naif bir insan. Uç cinsellikten, kapitalizmden, kendisi için nefret edilecek ne varsa nefret ediyor ve eleştiriyor. Evet.

Yani roman süper, bence herkes en az iki kere okumalı. Üç.