27 Eylül 2015 Pazar

William Golding - Kule

Kiliseyi her bir taşına kadar gördük ve zihinsel şemamıza oturttuk, işlemeli camlardan zemine düşen rengârenk ışıklara kadar. İnancın sarsılmaz kalesi. Doğanın içinde. Zaman da eski, o da doğanın içinde. İnsanlara geldiğimizde işler sarpa saracak, çünkü inançla bilim arasında bir denge var ve bu denge inanç lehine esnetilecek, insanlığın yıkımı pahasına. Günah işleme pahasına kilisenin yanında yükselen kule tamamlanacak, Başrahip Jocelin için sırtındaki meleğin verdiği güce layık olmak gerekiyor. Herkesin işi gücü bu olmalı, herkes kulenin tamamlanmasıyla uğraşmalı. İnançsız usta Roger Mason yola getirilmeli, bu uğurda iş imkanları dalaverelerle kısıtlanmalı. Kulenin dibini su basıyor mesela, Jocelin Birader teknik olarak işin imkansız olduğunu anlamıyor, anlamak istemiyor ve portrede kendisiyle birlikte herkesi çirkinleştirmeye başlıyor.

Teknik yetersizliğin yanında maddi zorluklar da var, Jocelin'in hamisi olan büyük teyzesi, Lady Alison, maddi yardımda bulunuyor ama yağmur yağdığı zaman kule her seferinde pırtlıyor, dibinde su birikiyor falan ve daha farklı bir tadilat şekli gerekiyor. Roger kardeşimiz işi bırakmak istese de engelleniyor ve kafayı kırıyor, kilisenin ayak işlerini yapan adamla uğraşıyor ve adamın karısını ayartıyor. Günaha saplanıyor. Bu ayakçı kardeşimiz dilsiz miydi, kambur muydu öyle bir şey, adamla uğraşıyorlar ve adam karısını bırakıp kaçıyor. Kadın bir süre sonra ölüyor. Bir felaket havası sarıyor kilisenin etrafını, kulenin inşaatı adım adım sürerken trajediler yavaş yavaş yaşanıyor. Golding'in anlatımının sıkıcı olduğu söyleniyor ama sıkıcılık değil mevzu, mekan yaratımında insanoğlunun hataları düzensiz ve tekinsiz bir ortam oluşturuyor. Kulenin dibindeki çamura gömüldüğünüzü söyleyebilirsiniz, Jocelin'in ilahi konuşmalarına cevap veremeyen yine sizsiniz, yapıların taşları ve insanların hataları son derece elle tutulur bir şekilde kurulu. Roman bu biçimde son derece başarılı.

Kulenin yıkılıp yıkılmadığı bir yana, Tanrı'ya ulaşmak isteyen insanın yıkımı var, Golding'in meselesi daha çok bu. Babil Kulesi yükseliyor, kimileri ruhen çöküyor ve inanç bütün bunlara rağmen olduğu yerde, doğru anlaşılmayı umduğu tek yer olan kalpte bekliyor.

Ek: Özet gibi oluyor, arada tek tük yazacağım bundan sonra. Askerden dönüşte adam akıllı ele alırım. İyi günler, şimdilik bu kadar.

Ursula K. Le Guin - Yaban Kızlar

Kendine has bir kast sistemi olan ilkel toplumlardan birinde geçiyor hikâye. Yağmacı kardeşlerimiz bir başka topluluğa saldırıp milleti kılıçtan geçiriyor ve küçük bir kızı kaçırıyor. Kızın ablası da takip ediyor grubu ve kendini ele veriyor. Kardeşine bakmak zorunda, ailesinin emaneti.

Kızların sahibi ve diğer nüfuzlu aileler arasındaki mevzular toplumsal bir eleştiri ve her ne kadar distopik bir anlatı olsa da bu, günümüzde farklı şekillerde ve farklı coğrafyalarda benzerleri yaşanıyor. Nereden yaklaşırsanız bir pencere açarsınız; cinsiyetçilik, kapitalizm, dört başı mamur bir iğneleme. Yine de doğru olanı yapmak aslında çok basit, hangi sistemin zincirlerine bağlı olunursa olsun. Kötülük kolay bir edim olabilir ve fedakarlık istemez. Öbürü zor. Hayırlısı.

Öykü güzel, sonrası da süper. Okurken Uyanık Kalmak diye bir makalesi var hanımın, enfes. Harry Potter serilerine hafiften bir giydiriş, kapitalin edebiyatı piç edişi ve benzeri birçok mevzuyu ele alıyor. Boğucu Kültür'le paralel çoğu noktada, haliyle. Kısaca şunu diyor: "Para babaları, elinizi çekin kitaplardan! Okuyan adam zaten az, bir de siz niteliksizleştirmeyin adamları." Bunu derken Paulo Freire'nin okuma kültürüyle ilgili görüşlerine paralel fikirler ortaya koyuyor. Eskiden okumak sadece belli bir zümrenin elindeydi, okuma-yazma olayı bir güç göstergesiydi ve bunlara sahip olan bilgiye de sahip olurdu. Bir sınıf göstergesiydi ve kadınların çoğu için hayaldi. Falan, böyle şeyler. 1850-1950 arasında ABD'nin eğitim sistemiyle birlikte altın yıllarını yaşayan nitelikli eser okuma eylemi, gücü elinde bulundurmak isteyenler tarafından pırtlatılıyor ve ilk çağlardaki sistem geri getirilmeye çalışılıyor, farklı bir biçimde. Bu sefer bilgi niteliksizleştiriliyor ve okurun bilgi edinme hakkı, edebi zevki katlediliyor. Bunun bir eleştirisi işte. Güzel okumamızı istiyor hanımımız. Güzel okuyalım kardeşler.

Bir röportaj var, hanım yine pek güzel konuşuyor. İlerlemeci değil, değişmeci olduğunu söylüyor. Bir şeyleri kırıp dökmeden, birçok kalemde sürecek bir değişimin destekçisi. Son makalesinde de kadınlar için "tevazu" kelimesinin anlamının olumsuz yönde nasıl değiştiğini irdeliyor.

Böyle. Gayet güzel.

25 Eylül 2015 Cuma

Rollo May - Yaratma Cesareti

Alper Oysal, yaratının kaynağını bütün parıltısıyla ortaya koyan bu eseri sunarken Rollo May'i ve varoluşçu psikoterapiyi iyice bir açar. Bu bölümde mevzunun özünü sezersiniz, sonrasında yaratma ve cesaret ayrı ayrı incelenir ve birleştikleri noktada tanrılar, nevrozlar, yıkımlar yer alır. Yaratma bir meydan okumadır, insanın daha iyisini yapabileceği düşüncesiyle tanrılara kafa tutmasının ardında nevroz olsun veya olmasın, bir güç gösterisine şahit oluruz. İnsan yanar da yine üretir, içten patlamalı motor olur da yine üretir ya da üretemez, duvara çarpmış gibi olur, akıl sağlığını kaybetmeye başlar, yıkıcı bir kişiliğe kavuşur ve yaratıcılığı o şekilde göstermeye kalkar. İnsanın tekliğinin ve tekliğin getirdiği derin kaygının açacağı yollarda yaratı, bir karşılaşma ve üstün gelme çabasıdır. Hayata karşı, sanatçının yarattığı -Kant'ın algı dünyasından hareket ediyor burada May- yaşama karşı bir mücadele. Nevrozlar bir silah olabilir ve bu silahın namlusu kişiye çevrilmiş olabilir ama mücadelenin özünde ciğerlerin bir karga tarafından her gün deşilme tehlikesini göğüslemek vardır. Her şeye karşı yaratı, benliği sürdürmek için.

May, kuramla içeriğin birbirini destekleyip desteklemediğini inceler öncelikle, varoluşçuluğun ve psikoterapinin etkileşimini incelerken varoluşçuluğa göre içeriğin kuramı belirlemesi gerektiğini belirtir ve yaratmayla cesareti eyicene bir açımlar. Sonrası tam bir şenlik. Cézanne'ın ağaçlarından gerçekliğin sanat formunu görürüz; sanatçı için gerçeğin benlikle yoğurulduğu noktada ve anda tam olarak ne olmaktadır, neler yaşanmaktadır? Nevrozun bu mevzudaki yeri nedir, bilinçaltı nerede dahil olur falan, May'in okuru yaratıya doğru çıkardığı yolculuğun duraklarıdır. Bu duraklarda Einstein, Shaw, Kant, Joyce ve pek çok yaratıcıyla karşılaşırız.

Çok kabaca anlattım, aynı kabalıkla bitiriyorum. "Vecd" der May. Yaratının özünde vecd vardır. Trans değil, karanlığın ardından gelen pırıltı. Yürüyüş mesela; Woolf'un yürürken tasarladığı romanlar geliyor aklıma. Herkes için farklı bir tecrübe bu. Kafada parıldayan bir lamba. Çözüm anı. İdrakın tepe noktası. Yeteneğin yanında yaratı için olmazsa olmazdır bu.

Buna askerden sonra tekrar döneceğim, şimdilik böyle kalsın. Yaratan adam alsın okusun bunu, ilgisi olan ya da.

Stanislaw Lem - Yıldızlardan Dönüş

Hal Bregg, Prometheus nam bir uzay projesinden geri döner ama yolculuk esnasında ömründen kaybettiği 10 yıla karşılık dünya bir 120 yıl falan ilerlemiştir. Dolayısıyla bıraktığı dünyayla bulduğu dünya birbirinden oldukça farklıdır. Bayağı bir farklı aslında; bilimin uçarcasına ilerlemesiyle dünya da bayağı bir değişmiştir. Mesela şöyle; bir yerden bir yere gideceksiniz.

"2Glion'u kullanarak 54. Dorzi'ye çıkış. Pstofi'ye yolculuk 23,7 pors."

Tamam o zaman.

Kahramanımız uçaktan indikten sonra sayfalar dolusu kaybolur, çıkışı bulamaz. Kendisi gibi sıkıntı çeken astronotlarla ilgilenen bir departman var, onun elemanıyla iletişime geçmez ve kendi başına yeni dünyaya uyum sağlamaya çalışır. Solaris'te akıl alan bir okyanus tasviri vardır, okuyanlar bilir. Lem'in imge aktarma olayı zaten muhteşem, bir de buradaki ulaşımı, iletişimsizliği de diyebiliriz, öyle bir aktarır ki bir daha asla çıkışı bulamayacak gibi hisseder okuyucu. Sonra yeni dünyayı keşfe çıkarız Bregg'le birlikte.

Bir dünya yeniliğin içinde "betrize" işlemi sosyal yaşamın değişimindeki temel icat olarak gözüküyor. Bu işlemle birlikte insanların şiddet olayı sona eriyor, tatlı çocuklar olarak dolanıyorlar. Bununla birlikte tutku, ihtiras ve ucundan kıyısından şiddetle alakalı ne kadar duygu varsa güdükleşiyor. Evliliklerin dönemlik sözleşmelerle başlaması ve ortalama yedi yıl sürmesi de buna bağlı. İnsanoğlu savaşlardan bıkıp savaşların sebebini ortadan kaldırıyor ama kendi varlığını da ortadan kaldırıyor, bir denge işidir çünkü insan. Kendini dengelediği ölçüde yaşar ve yaşamaktan keyif alır. Bu işlemle birlikte sadece belli duyguları taşıyarak yaşıyor ve bu durum Bregg'e ters. Kadınlarla olan ilişkileri bu yüzden bir türlü istediği gibi şekillenmiyor. Aslında toplumun kendisini tamamen dışlamasının sebebi de bu; betrize edilmemiş bir birey ve etrafına tehlike saçabilir. Yolculuğun biyolojik etkileri sonucu boyu oldukça uzun ve kaslı bir vücut yapısı var, bir de eski kıyafetler giyiyor. Yeni yüzyılda bir hortlak, uygar insanların arasında!

Uzaya yaptığı yolculuk sırasında Einstein ayarında bir adam çıkıyor ve dünyayı değiştirecek yeni bir formülle yeni bir enerji şekli ortaya çıkarıyor, bu sayede uzay yolculukları oldukça kısalıyor, dünyanın enerji ihtiyacı büyük ölçüde çözülüyor ve uzay şövalyeleri gözden düşüyor. Unutuyorlar Bregg ve ekipteki arkadaşlarını. Birkaçı yolculukta ölmüş, birkaçı geri dönmüş ve Bregg gibi uyum sağlamaya çalışıyor. Bir araya geldiklerinde yolculuk sırasında gerçekleşen kazalar konuşuluyor ve Bregg'in toplumla uyum sağlayamamasının sebebi, bu kazalarda takındığı tavırlarla da alakalı. Hastalık derecesinde duyarlı bir insan ve topluma uyum sağlama çabaları başarısızlığa uğrayınca yeni bir uzay seyahati fırsatını kaçırmıyor, Dünya'dan uzaklaşıyor Bregg kardeşimiz.

Yani savaştan dönersiniz, askerden dönersiniz, mahrumiyet bölgesinden dönersiniz, uzaydan dönersiniz ve hiçbir şey bildiğiniz gibi değildir, siz değişmemiş olsanız bile. Uyum sağlayamazsanız basın geri. Oraya da uyum sağlayamamışsanız havaya uçun falan.

Etgar Keret - Yedi Güzel Yıl

Etgar Keret, yedi yılının özetini çıkarırken hikâyelerinin kaynağını da sergiliyor. Savaşın durmak bilmediği topraklarda trajedinin en derinden hissedildiği anlar, yabancılaşan insanları ve olayları sayfalarda ortaya çıkartmış. Keret, karısı ve oğluyla birlikte yolculuk ederken sirenlerin havayı yırtmasıyla birlikte arabayı durduruyor, yere yatıyor. Oğlunu kucağına alıyor, karısıyla birlikte tost yapıyorlar çocuğu. Bombalar havada vızıldıyor. Yapacak daha güzel, sevgi dolu ne var başka? 19 yaşında bir genç, askerliğinin bitmesine iki yıl varken ilk öyküsünü yazıyor. O bunaltıyı alt edecek bir silah var elinde artık. Abisine öyküyü okutuyor ve tamam, artık işi gücü saçmayı kaydetmek oluyor. Böyle yaşantı parçaları Keret'ın anlattığı.

İşin aile boyutunda bir adet abi, bir adet abla, anneyle baba var. Keret, annesiyle babasını anlatırken soykırımdan kurtulup yaşamlarına güdük bir ruhla devam etmek zorunda kalmış bir neslin acısını da anlatıyor. Özellikle annenin Varşova'ya bir daha hiç dönmemiş olmasının acısı, Keret'ın Polonya'dan aldığı davetlere daha sık katılmasına ve annesinin yürüdüğü sokaklarda yürüyerek aynı acıyı kendi kuşağına taşımasına yol açıyor. Annenin söylediği şu söz zannediyorum mevzuyu iyice çözer: "Sen İsrailli bir yazar değilsin. Sürgünde olan Polonyalı bir yazarsın." (s. 141) Keret'ın öykülerindeki sürgün, dışlanmışlık hissini buradan alın.

Baba... Baba yenilmez bir savaşçı, iflah olmaz bir iyimser. Çocuklarına karşı daima sevecen, hayata karşı güçlü. Ölümden ucu ucuna kurtulması ve faşolara karşı savaşması cabası. Bir gün daha yaşamak için çok ağır bir ameliyata girmekten çekinmeyen bir adam. Keret'ın iyimserliğini buradan alın.

Eş ve çocuk, sonsuz bir mücadele. Deneyip yanılmama çabası. Acemilerin geçmeyen tedirginliği. En iyiye ulaşabilmek için gereken güç. Bir ilişkiyi sürdürmek, çocukla birlikte iki diyelim, öykülemek ve yaşamaya hep aynı kaleydoskoptan bakabilmek, Keret'ın başardığı şey bu aslında. Karısının dediğine gelin: "(...) 'Hayatımızı alıp daha ilginç bir şeymiş gibi devamlı yeniden şekillendiriyorsun. Yazarların yaptığı da bu değil mi zaten?'"

On numara bir Keret kitabı, bir bakın.

19 Eylül 2015 Cumartesi

Julian Barnes - 10½ Bölümde Dünya Tarihi

Kitapların kitabı olarak üç beş tane örnek verebiliriz. Kutsal kitaplardır. Anlatının eğilip bükülmesi cıstır lakin yine dönüp dolaşıp bu kitaplarla oynarız, onların uyarlamalarını okuruz, izleriz, dinleriz. İnsanoğlunun kolektif tarihçesidir, birilerinin inandırıcı bir şekilde kurguladığı metinlerdir, Yaratıcı'nın sesidir, ne olursa olsun kopyalanırlar, değiştirilirler, yorumlanırlar. Borges bunlardan çorlamıştır labirentini, meşhur kitabını. 1001 Gece Masalları bir türevdir, Jesus Christ Superstar kutsal kitabı tersten okumadır. Sonsuz hikâyeye bir kapı. Hayal gücü katalizörü.

Julian Barnes ne yapıyor, Nuh'un gemisinden giriyor olaya ve koçun boynuzuna saklanan tahtakurularının anlattıklarıyla giriyor işe ve gerçekten dediği sayıda bölüm kadar anlatıyor dünyayı. Kalan yarım bölüm? Aşk aşk, dünya tarihinde daha çok yer alan başka bir şey var mı?

Tahtakuruları Nuh'un ayyaşlığından, kötü bir kaptan olmasından dem vururken adamın eldeki en iyi adam olduğunu belirtiyorlar. Yani daha iyi bir kaptan, daha iyi bir insan yok. "Siz Nuh'un hep aklı başında, haksever ve içinde Allah korkusu taşıyan biri olduğuna inandırılmışsınızdır, oysa ben size onu, sinirlerine hâkim olamayan ayyaş serserinin teki olarak tanıtmıştım. Bu iki görüş tümüyle bağdaşmaz değil. Meseleye şöyle bakın: Nuh hiç de sağlam pabuç sayılmazdı, ama siz bir de ötekileri görecektiniz. Tanrı'nın her şeyin üzerine bir sünger çekmeye karar vermiş olması bizi hiç şaşırtmadı; tek bilmecemsi şey, bu türler arasından, yer yüzündeki varoluşları, yaratıcısı için özellikle övünç kaynağı olmayan birini korumayı istemiş olmasıydı." (s. 15) Bir de gemideki hayvanların besin olarak götürülmesi var, o da garip. Zümrüdüanka mesela, tadı güzel diye yeniyor ve bir efsane olarak kalıyor. Aynı şekilde Unicorn da öyle. Nuh'un ailesi tarafından ipi çekiliyor. Sonra tek bir gemi yok elbet, birkaç gemilik bir kalyonla gidiliyor falan, böyle bir sürü kirli çamaşır dökülüyor ortaya ve Tanrı'nın baskıcılığından ötürü Nuh'un da biraz cortladığından bahsediliyor.

Diğer bir bölümde insanoğlunun bir güneş gibi parıldamaya başladığı zamanların, Antik Yunanistan'ın kaybolmuş hazinesinin peşine düşen bir araştırmacı var, dünya çapında ünlü bir adam. Televizyon programı yapıyor falan. Bir gün gezideyken gemiyi Arap teröristler basıyor ve Arapların katledilmesi konusunda araştırmacının dünyaya bir açıklamada bulunmasını istiyor. İsrail, Naziler, Araplar hakkında bir konuşma. Konuşmazsa araştırmacı ölecek. Dünyanın gerçek bir parçası da ölecek, çünkü doğrular çarpıtıldıkça dünya tarihi yanlış temellerin üzerine konur ve temellerin doğruluğu bir süre sonra umursanmaz. Kayıplar büyür, dünya döner ve ne kadar büyük fırsatları kaçırdığını fark etmez bile insanoğlu. Kitap aslında bu mevzu üzerine kurulmuş bölümlerden oluşuyor. Bir ters okumalar kitabı.

Deniz Kazası isimli öyküyü ele alalım. Bir kaza anlatılıyor ve kazanın resmi üzerinden dünya okunuyor, Adorno'nun felaketler ve sanatla ilgili meşhur vecizesi üzerinden bir tartışma dönüyor. Gerçek nedir, sanat dünyayı nasıl algılar falan. Diğer hikâyelerde bu algı üstünden dünya tarihi, Nuh'un gemisi ve daha pek çok üfürükten mevzuyla ilgili şey var.

Bir şey diyeyim, o yarım bölüm var ya... Sezinciğim'e de söyledim, aşkla ilgili sezip dile getiremediğimiz, düşünce haline sokamadığımız şeyler vardır. Barnes'ı gözlerinden öperim, cuk yazmış adam. Diyor ki aşk mutlu etmez, hatta muhtemelen mutsuzluk çekeceksiniz ama insan olduğunuzu, potansiyelinizi aşık olduğunuzda anlayacaksınız. "Sizin âşık olup olmadığınızı bilemem. Sormak gereğini duyuyorsanız, o zaman herhalde değilsiniz, size verebileceğim tek tavsiye bu (hatta bu bile yanlış olabilir). Size kimi seveceğinizi, nasıl seveceğinizi söyleyemem:Bu tıpkı neler yapmak gerektiği kadar neler de yapmamak gerektiğinin öğretildiği şu kurslara benziyor (yaratıcı yazı gibi - insanlara nasıl ve ne yazacaklarını öğretemezsiniz, sadece yanlış yaptıkları yerlerde onlara yardımcı olup zaman kazandırabilirsiniz). Ama size niçin sevmeniz gerektiğini söyleyebilirim. Çünkü buldozer gibi yıkıp harabeye çevirmek için sadece aşkın yarım evlerinde duran dünya tarihi, aşk olmazsa gülünçtür." (s. 241)

Of be. Daha neler neler.

Müthiş bir kitap, Barnes'ın nesi varsa okuyası geliyor insanın.

Melih Cevdet Anday - Aylaklar

Konaklardaki yaşamların -çok affedersiniz- boka sarması temalı bir Anday romanı. Ben şiirlerini pek severim, kafayla birlikte sayısız imge açar. Romanını da Sezinciğim önerdi, yanıma alıp okudum. Nöbette bitirdim bunu da. Bir yakalanırsam çarşı iznimi kitlerler ama taşıttıkları çöplere, hamal gibi çalıştırmalarına saysınlar.

Saraylı bir ailenin artık yok olmuş bir yaşantıyı sürdürme çabası iyi bitmiyor. Liyakat, soy sop, yıkılan bir imparatorluğun ardından yenilenen dünyaya ayak uyduramıyor, yine de ailemiz yılmak bilmeden sona doğru yardırıyor.

Leman Hanım, paşa babasının gölgesinde yetişmiş bir saraylı hanım, evdeki aylakları besleyebilmek için aileden kalan evleri vs. satıyor ve ailenin tarihçesini hastalıklı bir şekilde, en ince ayrıntısına kadar aklında tutup şak diye anlatabilecek kadar deli. Eşi Davut Bey, kurduğu çılgın planları hayata geçirmek için evinde bir dolu ayyaş besleyebilecek kadar alternatif bir kafada yaşıyor. Oğul Galip Bey, şimdinin sonsuzluğuna sıkışıp bütün duygulardan muaf kılınmış -aşk hariç- bir adam. Torun Muammer, varoluşçuluğu son derece dipten ve tırt bir şekilde yaşayan kardeşimiz. Ne hissettiğini, ne yaşarsa ne hissedeceğini bilemeyen bir genç. Bir tane erkek budalası kız, bir tane İttihatçı yaşlı adam, iki üç beleşçi daha, kadro tamam. Her birinin ayrı bir kafası var ve hepsini bir arada tutan Leman Hanım. Ya da karakterlerin bazılarının düşündüğü üzere Leman Hanım'ın akıl sağlığı bozulmasın diye aylaklık ediyorlar. Saray eşrafını birkaç uçarı tip oluşturuyor yani.

Roman iki bölüm, ilk bölümde bu tayfayı tanıyoruz. İkinci bölüm Muammer'in anılarından oluşuyor. İlk bölümün pek başarılı olduğunu söyleyemem, hızlı geçişlerden baş dönmesi yaşayabiliyor okur. İkinci bölümse evet, pek hoş. Muammer her şeyi yavaş yavaş çözümlerken konağın haciz sonucu uf olmasını, karakterlerin dağılışını falan görüyoruz. Böyle bodoslamadan değil tabii her şey, her bir karakter için sayfalar dolusu yazılır ama askerliğin gözü kör olsun. Belki dönüşte yazarım diyeceğim, yazamayacağım. Neyse.

Böyle yani. Ben biraz Girne'yi dolaşayım. İyi günler. Askere gelmeyin, bedelli yapın demiş miydim?

Selçuk Altun - "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir"

Girne'den selamlar. Bir tane liman var, başka bir şey yok. Askerliği Lefkoşa'da yapıyorum, orada da bir şey yok. Kısacası Kıbrıs'ta hiçbir şey yok, gelmeyin. Askerliğin de bir olayı yok, hızlı yaşlandırıyor, yapmayın.

Okumaya zaman ayırıyorum yoksa aklımı kaçıracağım. 01.30-03.30 nöbetlerinde bir kamyonetin arkasında el fenerinin ayarını en kısığa getirip devriye aracının kapı gıcırtısını andıran fren sesini beklerken heyecanlı anlar yaşıyorum. Sezinciğim'i özlüyorum her an. Bunun dışında sıkıntı yok.

Muhteşem kitaplar almışım yanıma, süper şeyler yazabilirdim ama gerek yorgunluktan, gerek bütün çarşı iznimi bu işe ayırmak istemediğimden önümüzdeki dört ay boyunca muhtemelen en rezil yazılarımı yazacağım. Eh.

Bu kitapta Sina Silah adlı karakterimiz, renkli bir ailenin üyesi. Osmanlı'nın sonlarından itibaren belini doğrultup paranın dibine vurmuş bir ailenin en küçük üyesi. Annesiyle babası ölünce dayısının güdümünde yetişiyor. Deli zengin oldukları için yurtdışında okuyor, bu sırada edebiyat ve müziğe sığınıyor, yapmak istemediği şeyleri yapan çoğu insan gibi.

"Nitelikli bir insanın kendinden iyi dosta gereksinimi olabilir mi? Sonra kitaplar. Kıskanç değil midir onlar? Çok insan dostu olan bir gerçek kitap dostu tanıdınız mı?" (s. 77)

Favori yazarlarından ölen olmayınca, bir de tanıştığı insanlardan veritabanına yeni yazarlar ekleyince Sina Silah için büyük paralar kazanmanın, dayısının gölgesinde yaşamanın bir önemi kalmıyor. Adamın hayatı karnaval gibi zaten, ABD'de değişik çevrelerden değişik insanlar tanıyor, dünyanın üst sınıf ailelerinin çocuklarıyla birlikte okuyor, takılıyor falan. Değişik ortamlar. Neyse, aşık oluncaya kadar bir sorun yok. Thomas Jefferson hayranı olan dayı, kendi ülkesinin yönetimi için yetiştiriyor yeğenini ve bir Yahudi kızıyla -yanlış hatırlamıyorsam- evlenmesini istemiyor. Sina isyan ediyor ve dayısı üzüntüden felç geçiriyor falan. Bir de dünyanın en iyi yazarı meselesi var, Sina Silah bir şekilde izini bulduğu bu adamı arıyor. Bu sırada Selçuk Altun'la karşılaşıyor, ikisi de aynı liseden mezun olmuş ve mezunlar gününde bir araya geliyorlar. Sonra Selçuk Altun ekonomi eğitimi alıyor ve kendini Sina Silah'a dönüştürüyor, o sırada Pat Metheny'nin yamuk gitarından dökülen nağmeleri dinliyordur muhtemelen.

Arıyor yani Sina, sevmediği sürece sahip olmadığı şeyi keşfedince uydurukçuluğa kaptırıyor kendini ve onu o zamana kadar var etmiş her şeyi elinin tersiyle itebilecek raddeye geliyor arayışı. Karnaval yaşam dedik, anlatı Murat Menteş'i bayağı bir etkilemiş olabilir diye düşünüyorum. Beni etkiledi, Oktay Rifat'ın tüm şiirlerini bulmalıyım, Sezinciğim'de var ve Selçuk Altun'un listesini çıkardığı, benim dinlemediğim gruplarla okumadığım kitapları edinmeliyim. Şu da Nick Hornby'nin futbollu kitabında ucundan incelediği bir mevzu: "Ülkenin ağır sosyoekonomik sorunları karşısında oldukça duyarsız kalan genç nüfusun zamanında çalınmayan basit bir faul düdüğü için çılgına dönebilmesini müthiş çarpıcı bulmuşumdur." (s. 172)

3 Eylül 2015 Perşembe

Stephen King - Bay Mercedes

Ankara güneşi malum, enseyi pişirirken kafayı çorba haline getirir. Sabahın köründe nizamiyenin önünden geçen otobüslere baktırır, unutulan sosyal yaşamın nasıl bir şey olduğunu düşündürür. Tozun toprağın içinde sürünürken sokağın karşısındaki binalarda birilerinin yaşadığını hatırlatır. Bir zamanlar bir adımız vardı, onu düşünürüz. Memleketlerimizle çağrılırız, numarayla ya da.

"Lan Malatyalı!"
"Şş, 1786!"

Neyse, eğitim alanında biri cebinden çıkarıp okumaya başladı bunu. Bir abim askerde portakal kabuğu görüp ağladığını anlatmıştı, memleketini özlemiş. Ben bir arkadaşın cebinde King'i görünce ağlamadım, çok mutlu oldum. Dışarıdan bir esinti geldi. Sonra ödünç aldım kitabı falan, o arkadaşa da Moby Dick'i verdim. Atlaya atlaya okumuş. Olur mu lan öyle şey, gemicilerin attıkları düğümlerin anlatıldığı sayfalarda bile Ahab'ın kişiliği ve trajedisi gizli değil mi?

Mevzunun başında birkaç kişinin üzerinden geçen Mercedes marka güzel bir araba var. İnsanlar iş bulmak için sabahın köründe sıraya girmişler, o sırada dünya aydınlanıyor. Arabanın farları. Sonra birinin suratını eziyor, birinin kolunu bilmem ne yapıyor. Bu Death Proof'u izleyenler oradaki çarpışma sahnesini hatırlasın. Bir de Ballard'ı hatırlayalım; otoerotizm konusunda çığır açmış bir abimiz kendisi. King'i de etkilemiş. Bu Bay Mercedes kafayı kırmış ama arabayı parçalayıp insanların üzerinden geçmenin verdiği hazdan çok daha fazlasını istiyor, bu yüzden arabayı yürüttüğü kadını yavaş yavaş delirtip intihara sürüklüyor. Sıradaki kurbanı yakın zamanda emekli olan bir polis memuru. Olay bu ikisinin arasında dönecek.

E-postalar, sorgulamalar, açıklar derken emekli polisimiz izlerin peşine düşüyor ve oyunu akıllıca oynayarak çocuğu buluyor, bir katliamı engelliyor falan. Kedi-fare oyunu ama roller değişiyor zaman zaman, heyecan hiç bitmiyor. Yine de psikopat çocuğumuzun dolduruşlara gelmesi, eh, hikâyenin zayıf tarafını oluşturuyor. Memur, çocuğun cinayetlerden sorumlu olmadığını söyleyerek yem atıyor, bizim salak da açık veriyor böyle böyle. Kör noktasından vuruluyor sözde. O kadar da zeki değilmiş meğer, King'in karakteri kurma biçimiyle tersini düşünüyor insan. Neyse artık.

Sarar ama, eh işte.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç

1910'da Dünya'nın pek yakınından geçen Halley, uydurukçuluğu fevkalade başarılı olan toplumumuzda infial yaratır. Kuyruklu yıldız ecnebi memleketlere düşecek, Osmanlı mevzudan çok etkilenmeyecek, herkes havaya uçacak falan, çeşit çeşit hurafe üretilir. Bir merak, bir heyecan... Devletin nalları dikmesine birkaç yıl kala onca yenilgiyle bunalmış toplum için can simidi olur Halley, dillerden düşmez. Bir de izdivaç sıkıştırıverin. Dünyanın sonuna doğru gönül işleri durmak bilmiyor, dönemin toplum yapısının insanlara dayattığı -başka türlüsü olamaz çünkü kadın kılığına giren, intihar eden erkekler ve veremden ölen kadınlar olmasa edebiyatımız ağır sıkletten tüy sıklete iner, bir de tebdilihava için Pendik tarafları pek gözdedir, zaman makinesine binerseniz aklınızda bulunsun- aşk simülasyonundan kafayı yiyenlerin mutluluğuna şahit oluyoruz bu kez.

Protagonistimiz -veüv- İrfan Galip, çok okuyup yazan bir kardeşimizdir. Hendese, riyaziye bilir. Kafasını kitaptan kaldırmaz ama bakar ki halk Halley hakkında hiçbir şey bilmiyor, mahallesinde bir toplantı düzenler. Kadınlara uzayın işleyişini kabaca anlatmaya çalışır ama Gürpınar'ın meşhur mevzusu devreye girer; kadınlar dedikoduya başlar ve yarım yamalak anladıklarını iyice çarpıtıp ortaya komik sohbetler çıkartırlar. Kurguyu bozan bir şey bu aslında, bir yanda kuyruklu yıldız ve kadın-erkek ilişkisi, diğer yanda komiklikler. Homojen bir yapı oluşturmaz bu ikisi, ayrı bölümler bir araya getirilmiş gibidir.

İşte ne olur, İrfan Galip'e bir mektup gelir. Böyle uzaydır, ilimdir falan pek ilgilenen bir kız, İrfan Galip'e içini döker. Onu bir abi gibi gördüğünden, kendisinin de bilimle ilgilendiğinden ama ailesinin çok katı olduğundan vs. bahseder. Tabii bizim şapşik alim kıza anında tav olur, aşktan falan dem vurur. Yuh, iki mektup bekle bari. Neyse, öylesi bir duygusal açlıkla boğuşuluyor o zamanlar. Kız adama çıkışır, adam ısrar eder, kız adama bir oyun oynar ve adamın kararlılığından emin olmak ister. Sonunda evlenirler, Halley tam tepelerinden geçerken. Adam hurafelere uyup kızın iffetinden şüphe etmez, o hurafeleri bizzat kız üretiyor bir de. Halley Dünya'ya çarpmaz. Gürpınar, giriş bölümünde hurafelere gerçeklerden çok daha kolay inanıldığından yakınır. Her şey ortadayken bile daha sansasyonel olan daha gerçek gibidir, hesaplamalara rağmen yıldızın Dünya'ya düşeceğine inanılır. Her şey ortadayken dedikodulara inanılır ve ilişki patlar mesela. Falan. Kıssadan hisse işte, "The truth is out there." İyi bakın. Ulan ben askerden geldiğim gibi The X-Files başlayacak, hay gözünü seveyim.

Evet, bir klasik. İyi bir şey.

1 Eylül 2015 Salı

Elçin - Ak Deve

Ayağıma selam.

Aramızda kalsın, askeriyede fotoğraf çektirmek yasak. Kameralı telefon sokmak falan da yasak ama evci izninden dönüşte soktum bir şekilde. Hatıra olarak kalsın bu.

Mamak'tan dün döndüm, Kıbrıs'a gitmeden önce beş günlük dağıtım izni aldım. Yani büyük konuşmamak gerekir ama Sezinim hariç bir daha hiçbir güç beni kolay kolay İstanbul'dan çıkartamaz, hele Ankara'ya götüremez. Bir şehir bu kadar bozkır olur bir, kahverengi olur iki. Bol sürünmeli, koşmalı günlerin sonunda, Mamak'ın tepelerinde gözüm bir parça mavilik aradı ama bulamadı. Sonra ne oldu, bu sabah beşte kalkıp evde bir süre boş boş dolandım. Ayaklarım dayanamadı ve beni güzelim semtimin sahiline götürdü. Küçükyalı'dan İdealtepe'ye yürüyüp döndüm.

Nefes alıyordum.

İşin kötüsü Kıbrıs'ta da Lefkoşa'ya düştüm, adanın tam ortası. Çöl gibi bir yer. Ulan...

Acemilikte kitap okumak için zaman olmayacağını söylemişlerdi, üç küsur haftada bitiririm diye Moby Dick'i aldım. İlk haftada bitti kitap. Haydi bakalım kitap ara dur sonra. Bildiğiniz kitap piyasası oluştu. "Sen bana Babalar ve Oğullar'ı ver, ben sana Gulyabani artı bir kola vereyim." Böyle muhabbetler... Buldum ettim sonunda, tabii kitaplar elimde kalmadığı için muhtemelen en üfürükten yazılarım bunlar olacak. Zaten amaç kişisel tarihimi çıkarmak olduğu için sıkıntı yok.

İtiraf ediyorum, kitabı bitirmeme seksen sayfa falan kaldı. Ben yine de yazayım, ucundan kıyısından Elçin'i bildiğimden -bundan önce iki kitabını okumuştum- bir iki şey söyleyebilirim.

Elçin bizim kardeş Azerbaycan'ın en ünlü yazarlarından. Tepeden inme Sovyet rejiminin Azeri toplumu üzerindeki etkilerini anlatırken eski söylencelerden, folklordan sıkça yararlanıyor. Ben Aytmatov'un şehri anlatanı olarak görüyorum biraz. İki yazarda da karakter kadrosu geniş, zaman geçişleri sık. Elçin'de modernitenin uğultusu altında mitolojinin sesi Aytmatov'daki kadar duyulmasa da orada olduğunu bildiğimiz bir şey. Ak Deve mesela; büyük savaşların ikincisinde sokaklarda gezinen bir toplayıcı. Evlerin önünde oturan hayvanlar gibi, öyle bir efsane vardır ya. Kimin öleceğini önceden bilip kapıda beklerlermiş. Savaşla birlikte ortalıkta gezinmeye başlayan Ak Deve belki görülmez, yine de evlerden yükselen feryatlardan anlaşılır ki bütün mahallenin kapılarını bilir, alacağını aldıktan sonra yoluna devam eder.

Küçük bir çocuğun gözünden mahalleyi tanırız. Karakterler, sokaklar bir bütün halinde yaratılır. Büyülü bir gerçeğin içinde yaşar çocuk, insanları bu büyüyle tanır. Savaşla birlikte gelen ölüm, çocuğun bu hayal dünyasını kırıp gerçeği tüm ağırlığıyla mahalleye çöktürür. Dokuz yaşın gördüğü, evlere vurulan koca kilitlerden ve kaybolan insanlardan ibaret olacaktır. Hikâyelerinin mucize gibi gelen ayrıntılarıyla bir masal kahramanıymışçasına beliren karakterler, yok oluşun basitliği ve kesinliğinde çocuğu dünyanın kirli yüzüyle tanıştırır. Uçurtmayı yine vurdular kısacası.

Önce insanlar bozuldu sanırım, ekmeklere sonra sıra geldi. Ölüm Hükmü'nde ailesini şikayet eden bir kız vardı, beyni ideolojik çorbaya döndüğü için annesiyle babasının başını yakıyordu. Burada da aynı mevzu var, bu kez sandıktan Kuran çıkıyor. Başka, şey var, başkasını seven bir kızı zorla almaya kalkan bir devlet memuru var, Muhtar, kızı intihara sürüklüyor. Arkadaşına iftira atanlar, bilmem neler. Eve Dönüş diye bir film vardı ya, aynı mevzular.

Böyle. Elçin'i pek tavsiye ederim. Cumartesiye kadar zaman buldukça yazacağım, sonra muhtemelen şubata kadar falan yokum. Orada yazamam herhalde. Bakacağım artık.

Gutbay bulu sıkay.