30 Ocak 2016 Cumartesi

Mark Watson - On Bir

Radyo hiç dinlemiyorum. Ortaokuldayken kasetlere şarkı çekerdim, okula giderken Limp Bizkit falan dinlemek güzel oluyordu, onun dışında bir ilgim olmasa da radyoyla ilgili filmleri, kitapları sevdim. Elektronik sosyalleşme hadisesi hayretimi uyandırdı. Bauman'ın teknolojiyle ilgili fikirlerini hatırlıyorum, insanlar artık daha yakın. Daha da uzak, aynı şekilde. Nicelik ve nitelik ters orantılı. Sese, görüntüye indirgenmiş bir sosyal yaşam. Daha distopik bir dünya düşünemiyorum.

Filmler geliyor aklıma. Bizde Günaydın İstanbul Kardeş vardı, televizyon için çekilen bir film. Tek boyuttan -radyo- çok boyuta -yaşam- geçen bir ilişkinin izlediği yol anlatılıyordu. Kaybedenler Kulübü, fenomen. Woody Allen'ın müthiş filmi Radio Days var ama bağlamı değişik, radyo üzerinden Amerikan yaşamı var orada. Benim üstünde durmak istediklerim Good Morning Vietnam, Talk to Me ve en başta Talk Radio. İlkinde Vietnam'da terör estiren ABD askerlerinin moralini tavan yapan bir Robin Williams vardı, inceden inceden giydirirdi mevzuya. İkincisi, Don Cheadle'ın müthiş oyunculuğuyla bezeli. Radyocuların dünyası zor, özellikle şöhrete doğru uzananları için.

Son film, benim ilk 10 listemde, muazzam bir film. Bütün o yalnızlar, sapıklar, intihara meyilliler, bağımlılar hakkında. Hepsine göğüs geren bir adam, o da konuştuğu insanlardan pek farklı bir yaşam sürmüyor en başta, yıldızı parladıkça yükseliyor ve kendi programını yapmaya başlıyor, O tek, diğerlerinin hepsi. Mükemmel bir sekansı var, buraya alıyorum. Bir yerlerden bulup izleyin. Hatta buldum sizin için: Talk Radio


Buradan izlenmiyormuş galiba, karıncaların tepesindeki linke tıklarsanız gidersiniz.

Mark Watson'ın kitabını askerden gelir gelmez aldım, Domingo'yu uzunca bir süredir takip ediyorum. Allah cirolarını artırsın, güzel kitaplar basıyorlar.

İçerdiği Magnolia kurgusu bir yana, radyocu Xavier Ireland'ın (XI) kendi hikâyesiyle de iki farklı olay dizimini birleştiriyor anlatı. Her şeyin bir sebebi var mantığı, bir nevi kelebek etkisi romanın ana konusu. Xavier kardeşimiz, Melbourne'da doğuyor, o zamanlar adı Chris. Tek haneli yaşlarının ortasında tanıştığı üç arkadaşıyla birlikte dörtlü çeteyi oluşturuyorlar, iki kız ve iki erkek. Trikotajla alakası olan kader -ulan Ruhsar'ı özledim- ağlarını örüyor ve bunları sevgili yapıyor, sonra diğer ikilinin çocuğu oluyor, Chris bir talihsizlik yaşıyor ve üç arkadaşını, ailesini, Avustralya'yı bırakıp İngiltere'ye taşınıyor, adını değiştiriyor. Geçmişe küsüyor bir anlamda. Radyo programı yapmaya başlıyor, sıkıntılı insanlara yardım ediyor falan. Ayvayı yemiş durumda, kendiyle bir türlü barışamıyor ve sağlıklı ilişkiler kuramıyor falan.

Yine bildiğimiz olay; iki alakasız insanın birbirini bulup hayatlarını toparlamaları. Çın Sabahta, bir Nezihe Meriç oyunudur ve bu mevzuyu süper anlatır. Nispeten Good Will Hunting var, Finding Forrester yine mevzuyla alakalı bomba bir film. Ensemble, c'est tout var yine, bir de Intouchables nam çok tatlı bir diğer filmde olay işleniyor. Neyse, burada da Pippa adlı bir temizlikçi kız var ki şeker bir şey, Xavier'ın aklını alıyor ve adamı düştüğü boşluktan çekip çıkarıyor diyebiliriz. Kaba özet bu, aradaki komik diyaloglar, olaylar falan işin çerezi.

İç içe geçmiş kurgu dedik, o da şu ki Xavier pısırığı sokakta dayak yiyen bir çocuğu kabadayı veletlerin elinden kurtaramıyor. 11 kişilik bir zincirleme reaksiyon başlatıyor bu olay, çemberin son adamı yine Xavier ve sürpriz son.

Xavier'ın acısı ve determinizm üstüne birkaç şey: Laplace, "Herhangi bir anda tabiatta bulunan kuvvetlerin tümünü, kainatı oluşturan nesnelerin pozisyonları ile birlikte bilen bir akıl, kainatın geleceğini de bilir," buyurmuş. Ne hikmettir ki bizim kibrimiz sağ olsun, her şeyin elimizde olduğunu düşünmemize yol açıyor. Gelin bunu bir de Anadolu'nun köylerinden birinde, kahvede pişpirik atarken kafalarına inek düşen -gerçek olay, isteyen araştırabilir- köylü dayılara soralım. Hayır duaları edeceklerdir. Anlaşılamamış bir düzen içinde sebep-sonuç ilişkisi kurmak zor, bu yüzden Xavier'ın acısı kalıcı. Başına gelene bir sebep bulamadığı için acısı hep çözülmemiş, donuk olarak kalacak. Bu acıdan kurtulmanın tek yolu gezegen değiştirmeye beş kala bir kaçış değil, kendini affetmesi, değerlerine sadık kalması falan. Yıldırım Keskin'in bir sözü bu, yaşamın anlamsızlığı karşısında kendimizden başka sarılacak hiçbir şeyimiz yok. Ne yazık ki/tanrıya şükür.

Çok çok başarılı değil, zaman kaybı hiç değil. Kuramsci falan okumaktan sıkılan varsa edinebilir.

Kitap görselini buradan aldım, hırsızlığımın kaynağı belli olsun.

Bu da tüm sevip de kavuşamayanlara:

29 Ocak 2016 Cuma

Berat Günçıkan - Gölgenin Kadınları

Selçuk Baran hakkında araştırma yaparken denk gelmiştim, aldım. Sonra yüksek lisansı bitirmemeye karar verdim, tezi yazmaktan vazgeçtim. O çabayı yapmak istediğim başka işlerde sarf edebilirdim. Derken askerden döndüm, kütüphanemi düzenliyordum ki zamanının geldiğini düşündüm bu kitabın. Erkek-egemen bir dünyadan kadının gölgeliğini daha iyi görüyorum, büyük ayıp. Alışamadım bir türlü, duygusundan kurtulamadım. Askerlik benim gibilere göre değil. Bir parçacık umut varsa sönüyor, içe çöküyor insan. Neyse, olay ben değilim.

Mutlu olduğu şeyi yapmalı insan ama her zaman mümkün değil bu. Geçinmeliyiz, sosyalleşmeliyiz, birilerini sürekli mutlu etmeye çalışmak da var. Yani kendimize ayırdığımız zaman yeterli değil, çoğu zaman. İlişkiler açısından baktığımızda kadın biraz daha şanssız. Bencillikte birkaç tık öndeyiz. Kadının rolü belli; evi çekip çevir, çocuklar derken... Olmuyor o iş. Berat Günçıkan, "gölgede kalan" kadınların izini sürerken belki hepsinin büyük bir mutsuzluk yaşamadığını ama kırgınlıklarının belli belirsiz seçilebildiğini belirtiyor. "Kitabın amacı kadınlığın bu genel sızısını örneklerle dillendirmek, kadınlara, kendi varoluşlarını gerçekleştirememenin yarasını kapatacak bir aşkın, tutkunun henüz yaşanmadığını anlatabilmekti." (s. 9) Aşk kendini gerçekleştirebilmek için bir amaç, çok önemli ama bireyin kendi hedefleri de öyle. Ziyad Marar'ın mutluluk paradoksu burada devreye giriyor olabilir; onaylanma arzusu ve özgürlük arayışı. Aşık olmak belki de en özgürce yaşadığımız  mevzu, onaylanma olmadan büyük bir tutsaklığa dönüşebilir. Bu da aşkın tehlikeli boyutu, ne kadar tehlikeliyse. Neler olabileceğini aşağı yukarı biliyoruz. Ödün veririz, fedakârlık ararız, pek çok şey. Bir denge, her şey buraya bağlanıyor. Aşkı yenilerken yeniden üretirken dahi istenen, aranan şey. Ardında büyük bir mutsuzluk gizli. Mutsuz diyemesek de buruk kadınların yaşamları bir fikir verebilir. Ünlü erkeklerin nispeten ünsüz kadınları çok şey anlatacak.

İşleri öbür taraftan dinlemediğimiz için bilemiyoruz ama yaratılarını çok sevdiğim insanları o kadar sevmediğimi fark ettim okuduktan sonra. Burası önemsiz.

Suat Derviş: Fransızcaya çevrilen ilk Türk romanının yazarı, Fosforlu Cevriye'yle tanıyoruz. Belki de en az gölgede kalan kadın. Sosyalizm davasına çektiği acılardan biraz olsun pişmanlık duymadan vefat ediyor. Hapis hayatı, yoksulluk, her şeyi yaşıyor kocasıyla birlikte. Sonsuz bir aşkla, omuz omuza mücadele ediyorlar. Yalnız ölüyor Suat Derviş, meşhur romanının tiyatroya uyarlamasını izleyemeden.

Nilüfer Saygun: Türk Beşleri'nden büyük sanatçı Ahmet Adnan Saygun'un Macar eşi. Konservatuvar mezunu bir piyanist. Türkiye'de Adnan Saygun'la tanışıyor, evleniyorlar. Eşinin büyük yeteneğinin gölgesinde kalıyor, Adnan Saygun müziği üzerinde çalışırken eşi sürekli yanında olsun istermiş. İncelikli bir insan Saygun, Nilüfer'i sevmiş ve çok şey paylaşmış. Yine de Adnan Saygun öldükten sonra söylenen şu sözler gölgede: "Benim bir gayem yok yaşamak için. Kendime ait bir şeyim de..." (s. 17)

Meral Çelen: Aziz Nesin'in ikinci eşi, Ali ve Ahmet Nesin'in annesi. Öyküleri Varlık'ta yayımlanırken Aziz Nesin fırtınasında savrulan Çelen, yazacak vakit bulamıyor bir türlü. Mevzular çok derin, anlatamayacağım ama polisler, çocuklar derken... Merak ederseniz araştırın bir. Aziz Nesin'in hatıralarında Çelen hakkında ne dediğini bilemiyorum, Çelen'in hatıralarını da okumadım. Bir tek şunu söylüyor: "Aziz'den başkasıyla evli olsaydım yazarlığım bitmezdi." (s. 34)

Şayeste Ayanoğlu: Sami Ayanoğlu'nun eşi. Büyük bir oyuncu olabilecekken evi çekip çevirmekle uğraşmaktan tiyatroya küsüyor ve oyunlara dahi gitmiyor. Sami Ayanoğlu sahneye çıkmasını istemiyor ve jübilesinde pişman olduğunu belirtiyor ama artık çok geç.

Saynur Güzelson: Halim Şefik'in eşi. Ressam, evlenene kadar. Psikolojik rahatsızlığı olan eşi ve eşinin arkadaşları, bir de çocuklar... Sanatla uğraşan insanların evlenmemesi gerektiğini söylüyor, en azından kendisi ikisini birden yürütememiş.

Zuhal Tekkanat (Elif Sorgun): Cemal Süreya'nın eşi. Aklıma geldikçe sinirim bozuluyor. Ben mi çok mazbut bir adamım, bilemiyorum. Öznelliğin dibine vurdum ama, bu kadar yeter.

Böyle. Birkaç hikâye daha var, Selçuk Baran'ım var en başta. İlginizi çeker zannediyorum.

28 Ocak 2016 Perşembe

Selçuk Altun - "Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme"

Karakterlerine çeşitli yemekler yediren, çeşitli kitaplar okutan, çeşitli mekanlarda polisiyecilik oynatan Altun'dan konsantre bir roman. "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir"'in hızlı çekimi. Bilmecelerin daha hızlı çözülmüşü, tadımlık bir macera. Yine bombastik kişiler var, hep zenginlikten oluyor bunlar galiba. Torununu roman kahramanı olarak kullanan bir adamın çılgın planı işe yarıyor, elimizde bir tane roman var. Selçuk Altun, kendini "çılgın dede" olarak kitaba katmıştır diyorum ve burayı dağıtıyorum.

Alp kardeşimiz yine zengin bir aileden geliyor, coğrafya üzerine eğitim görüyor ve dedesinin otuzuncu yaş gününde verdiği bir günlükteki mevzuların peşine düşüyor. Günlüğü kim yazdı, yazan kişi nerede ve daha başka fani işler.

Günlükle başlıyoruz, altmışlı yıllardan yetmişlere uzanan bir zamanda arkeolog bir amcanın mantık evliliği ve birlikte yaşadığı insanlardan müteşekkil bir yolculuk İngiltere'de sonlanıyor gibi görülüyor. Her Selçuk Altun karakteri gibi Alp de öyleyse ben neden bu gizemin peşinden koşmuyorum, çünkü param ve boş zamanım var diye düşünerek İngiltere'ye, Denizli'ye ve kafasının estiği yerlere gidiyor, en sonunda dedesinin davetiyle moruğun evine gidiyor ve aradığı adamı, Aras Ak'ı -aramasak- dedesinin evinde buluyor. Adam tarihi eser kaçakçılığından yırtmış, sonra memlekete dönmüş. Alp'in polise şikayet etme tehdidiyle kalp krizi geçirip ölmesi de son derece eğlencesiz. Keşke hikâye bununla sınırlı olmasa ki zaten değil.

Alp'in arada derede başına gelenler: Lotodan deli para kazanıyor, Vefa'dan ev alıyor, Mardinli yardımcısı Mem'le birlikte mutlu mesut yaşarlarken kankası Erdem'in sevgilisi Lale'ye aşık oluyor, bu arada yükseklik korkusu ediniyor falan, sonra Erdem bir travesti tarafından öldürülüyor ve Lale'yi götürüyor beyimiz.

Mem'in ortalığı kan gölüne çevirmesi de tam karikatürleştirilmiş şiddet. Bu arkadaş Tarantino filmlerine bayılıyor, bir de Yaşar Kemal okumaya. Sonra Alp bu dedektiflik işlerine yardırınca kankası Resul'ü yanına alıyor, doğru Mardin'e. Basını uzun süre meşgul etmiş bir toplu tecavüz olayından yakasını sıyıranları buluyor, çat çat sıkıyor. Sonra Resul'e yamuk yapan amcaoğlunu temizliyor. Sonra Erdem'in temizlenmesine yardım ediyor ama burası dedenin -Altun'un- anlatıcı olduğu bölümde.

Son bir bölüm var, dede her şeyi açıklıyor. Bayat bir polisiye gibi. Erdem, dedenin katakulliye getirilip yaptığı çocuğu. Torun abayı yakınca herifi Mem'e temizletiyor, travesti olayı hani. Diğer çoğu mevzuda da bu dedenin parmağı var. Anlatıcı işte, ben yaptım derse inanıyoruz. Ki yapmıştır. Bu dedemiz, "Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir"'in yazarı aynı zamanda, Altun'u seven okurlar anlar. Joyce'u yine bir yere sıkıştırıyor Altun, onu da söyleyeyim.

Güzel bir akşam geçirirsiniz, edinin. Hoş macera. Pek helecanlı. O la la!

26 Ocak 2016 Salı

Herta Müller - Tilki Daha O Zaman Avcıydı

Herta Müller'in küçük şehirlerinin küçük insanları, her yerden kendilerini izleyen gözlerin altında yaşamlarının zincirlerini oradan oraya sürüklerken gündelik rutinleriyle de uğraşmak zorundalar. Çavuşesku'nun diktatörlüğü tam gaz sürüyor, dostlukları zehirliyor, sosyal yaşamı parçalıyor ve bireyleri sembolize edilmiş yenilgiler taşıyan nesnelerle anlatı kozmosuna hapsediyor; berberin kestiği saçların ölümle eşleştirilmesi, tilki kürkünün içi boş bir zamanı anıştırması ve daha pek çok ayrıntı. Müller'in şiirsel anlatısı okuru epey zorlar, belki birkaç sayfa geriye döndürür, belki kitabı elinden attırır. Bilemiyorum.

Adina, Clara'yla yakın arkadaş. Paul, Adina'nın yavuklusu. Doktor ve öğretmen. Belli bir süre yaşadıkları çevrenin ve insanların hikâyesini izledikten sonra Pavel'la tanışıyoruz; o bir gizli servis ajanı. Clara, arkadaşlarını kurtarmak için Pavel'la ilişkiye giriyor, Adina'nın bütün itirazlarına rağmen. Yine de polisler peşlerine düşüyor ve taşradaki başka bir öğretmen arkadaşlarının yanına kaçıyorlar. Çavuşesku'nun yıkılmasına yakın. Belgeselini izlemiştim de, Çavuşeskular son ana kadar öldürüleceklerine inanamıyorlar. Bizim karakterler de inanamıyor, hatta bir nevi suçluluk duygusuna kapılıyorlar. "Uluslarının annesi", yalvar yakar ölüme götürülüyor. Ordunun diktatör hakkındaki ani karar değişiminin sancılarını Ilije nam asker karakterin bölümlerinde görebiliyoruz. Anlatı, küçük parçalar halinde birbirine eklenmiş. Karakterlere oldukça mesafeli bir anlatıcıyla iştigal ediyoruz, kapalı bir dünyanın çatlaklarından, görmeye iznimiz olduğu kadar göreceğiz.

Çavuşesku bir bıyık ve çakır göz, hemen her evde koca bir fotoğrafı var. Anlatıyı çarpıtan bu bakışlar sanıyorum, hemen her bölümde baskı altındaki insanların üzerlerine dikilmiş bakışları hissediyorsunuz, anlatıcı bu ayrıntıyı zaman zaman hatırlatarak belki içerikteki değil ama anlatım şeklindeki distopikliği sürekli canlı tutmak istiyor. Çavuşeskuların sonlarını da aşağıya bırakayım.

Bu esas karakterlerin yanında toplumsal yozlaşmanın hangi derecede olduğunu da izleyebiliyoruz; şehirdeki fabrikalardan birinin müdürü, elini pres makinesine kaptırıp ölen bir işçinin ağzına içki damlatıp adamın sarhoş olduğunu ileri sürüyor. Çalıştırdığı bütün kadınlarla yatan patron da aynı familyadan, işsizlik korkusu kadınlara başka seçenek bırakmıyor ve Marquez'in yalnızlıkla dolu dünyasının negatif ucuna ulaşıyoruz, birbirine benzeyen çocuklar doğuyor, büyüyor. Fabrikaya alınmıyorlar, bir araya gelmemeleri sağlanıyor. O zaman insanlar Çavuşesku mavuşesku dinlemez, sıkıverirler adamın topuğuna.

Anlatı nasıl kapalı, şöyle.

"Bütün okul günlerinin yazıları, harfler bir sözcükte sırt üstü, ötekinde yüz üstü düşmüş." (s. 22)

"Kahvenin düz çatısının ardında bir park uzanıyor, sivri damlar var arkada. Burada müdürlerin, müfettişlerin, belediye başkanlarının, istihbarat görevlilerinin ve subayların sokakları var. Rüzgârı çarptığı zaman korkutan siyasal gücün bulunduğu sessiz sokaklar. Rüzgârın eserken burgaçlanmadığı. Gümbürderken bir dalı kırmaktansa kendi kaburgalarını kırmayı yeğlediği. Kurumuş yapraklar yollarda sürükleniyor, adımların ardından hemen izleri örtüyor. Burada oturmayan, buraya ait olmayan biri buradan geçtiğinde bu sokaklar için o kişi bir hiçtir." (s. 28)

Öğrencilerin kafa karışıklığını geçtim, bireyin bürokrasi önünde parçalanışının boyutu çok korkutucu. Bizde de var bundan, Aziz Nesin yazdı da bitiremedi ya. Neyse, nesnelerden karakterlere, karakterlerden nesnelere. Ayrılmaz bir bütün. Hatta öyle nesnel haller ki patafiziğe göz kırpıyor.

Bunalın, diktatörlere dikkat edin, okuyun.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Cees Noteboom - Mokusei

Arka kapak biraz abartılı; edebiyat ve sanat üzerine öylesi derin gözlemler olmasa da şipşakçımız Arnold Pessers başına gelenleri çözümleme becerisiyle, bir fotoğrafçının an gardiyanlığıyla zaman, mekan ve anılar hakkında güzel ipuçları veriyor, fotoğrafladığı anlar arasındaki farkları yok edip tek bir manzaraya bakıyor; Mokusei'e.

Noteboom'un oryantalizm penceresinden başlıyoruz, fotoğraf sanatçısı kardeşimiz, büyükelçi olan arkadaşıyla birlikte Japon gelenekleriyle alakalı bir yürüyüşe katılıyor ve arkadaşından Japonlar üzerine mevzuları öğreniyor. Dışarıdan gelen herkes, öğrenilen birkaç şeyin Japonları anlamak için yeterli olduğunu düşünüyor ama komik duruma düşmekten ötesine geçemiyorlar, zira Japonların tarihsel evriminden, yaşamlarından ve kültürlerinden haberleri yok. Arnold, bu bakış açısıyla Japon gibi olan Japon bir model aramaya başlıyor, gösterilen hiçbir model gerçekten Japon yüz hatlarına sahip değilmiş gibi geliyor. Yüz hatlarından da ötesi, binlerce yıllık bir kültürün peşine düşüyor ve Mokusei'le karşılaşıyor.

"Öyle ki bu kız kanalıyla uzun zamanlar önce yitmiş zamanla, artık varolmayan ve hiçbir zaman geri gelmeyecek olan bir şeeyle ilişki kuruyordunuz." (s. 24)

Beş yıllık bir yolculuk bu, Arnold aşık oluyor ve aşkını fotoğraflarla, yaşantılarla çoğaltıyor, değiştiriyor, yeniliyor ve kadının kendi olduğunu hissediyor. Zamanlar ötesi bir duygu bu; hiçbir zaman unutulmayacak ve her an özlemi hissedilecek bir duygu. Böyle bir deneyimden sonra tatminsizliğin yolu açılıyor, kadının varlığı bile yeterli gelmemeye başlıyor. Tarih öncesi zamanlardan beri birbirlerini tanımıyorlarmış gibi, sanki binlerce yıl önce yeryüzünden silinmiş bir dille konuşuyorlar ve bu duyguyu anlayacak başka kimse yok.

"Bu onu yüreğinin ta derinlerine dek yakan bir tutkuydu; bu tutku, bu kez her şeyden önce bir aşk, sonra da öykü olması nedeniyle kendisinden önce ve sonraki yaşantıları solduracaktı." (s. 54)

Beş yılın sonunda, onca Hollanda-Japonya yolculuğunun ardından Mokusei, son buluşmalarında evlenmek üzere olduğunu ve bir daha görüşemeyeceklerini söylüyor. Son bir gün. Bütün duyguların bir araya gelip ağırlaştırdığı şekliyle yaşanıyor, her gün gibi bir gün. Arnold, solup gidenin kendisi olduğu duygusundan bir türlü kurtulamıyor. Aşkın yaşanamayacak duruma gelmesi, ağır bir darbe.

Kısacık, on numara bir anlatı.

21 Ocak 2016 Perşembe

Hüseyin Kıran - Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır

Bakışsız bir Madde Kara'nın ardından tüketim korkusuyla Resul'üne yanaşmadığım Hüseyin Kıran'dan bir doz daha. Uyum kurma güçlüğü çekenlerin arasında bir peygamber, nasıllığı meçhul Ruhi Bey, din inşasında bir hastalık olarak doktorların denetiminde adım adım muayene, tahlil ve tahrik ediliyor. Katıksız bir öfke, insanoğluna. Benzerini Caraco'da gördüm bir tek, diğerleri -Cioran mioran- hiçin içinde kayıpken Bey Ruhi gırtlağından kavrayıveriyor. Sonuçta karbon bazlı yaşam formlarıyız, soluk alamazsak yaşlanmayız, hücrelerimiz yıkıma uğramaz. Yeni dinlere daha kolay inanırız?

Din yaratmalı bir mevzu da Cem Akaş'ın 7 nam romanında vardı. Bu dinler mutlu insanlarca üretilmiyor, çağımızın gereği. Peygamberliğe soyunanlarınız yok mu? Onca acıya karşı koyabilmek için kutsal bir yaratıya ihtiyacınız olmadı mı? Ergen benmerkezciliği denen mevzuyu vahye ilikleyin ve tek bir kez yenilin. Hayatınızı değiştirmeye, hadi çabaladınız, başarısızsınız. Diğer bütün yenilgiler buna benzeyecektir. Kıran'ın dediği, tek bir yenilgi vardır, daha iyi yenilmek diye bir şey yoktur.

Bedeninden kurtulmak, tözünü özgür bırakmak üzere denize karışmaya çalışan Ruhi Bey, deniz tarafından dışlanır. Nedenini düşünmedi ama ben düşündüm, kendisi de sudur ve sudan kurtuluş yoktur. Çünkü her şeyin başı su. Kendi-olan-kendini özgür bırakabilmek için geri kalanını bilincinden sıyırmaya çalışır, beceremez. Bilinçle erişilebilecek bir nokta değil orası. Doğa yasalarının kendi bilinci vardır, bunu aşkın insanların metoduyla yenebilir Ruhi Bey; dinle-yin.

En baştan başlıyor adam; varlığa düşmanlığını, boşluğu neyle dolduracağını biliyor: İlk element, fikir. Fikrin varlığı kendindendir, bir Spinoza ortası geliyor, golü atıyor Ruhi Beg. Bu fikri kim düşündü, yine kendi. Tanrı kendi varlığı üzerine düşünse diyorum, evrenler kendini kapatırdı, insanlar düşünmesiz yaşarlardı ya da birçok şey olabilirdi, öğrenemiyoruz çünkü beyefendi düşünemiyor. Sadece fikri düşündüğünü biliyor, nedenler hakkında bir fikrimiz yok. Belki sadece yapabildiği içindir.

Ruhi yeryüzünde, karantinada. Etrafında müritleri ve modern dünyanın doktorlarından en moderni, bir ha(s)talık avcısı. Doğanın hem yaratıp hem öldürmesinin iyilikle ilişkisini irdeleyen doktorun bilmediği, bunun iyilikle bir ilgisinin olmaması. İnsanların yaşaması iyidir, ölmesi iyidir. Değildir, kötü de değildir. Anlam arayışında, arayışta dahi bir anlam yoktur. Ruhi'nin -peygambercesi Tarık Karanlığıyaranışık- Lucifervari düşüşünde bütün bunlardan kurtulmak gizliydi. Başaramayınca müsrif bir oğul doğurdu; kendi dini. Hastalar ve doktor, ardında bırakmak istediği dünyanın zincirleri oldu. Doktor düşünmeyi yasakladı, "ruh kanseri" teşhisi koydu, uyumsuzların başına gelecekleri beden hapsinde tutarak gösterdi. Sisteme karşısınız, hasta mısınız nesiniz siz? Sizin kim-liğiniz üzerine düşünmek Yunanların ata sporudur, oradan Avrupa'ya yayılır, filozoflar "sonsuz sayıda ben" üzerinde anlaşmaya varmışlardır, zamana sıkışık. Her benlik için bir doktor, bir hastane. Toplum için sokaklar, caddeler, radyolar, televizyonlar, gazeteler, kitaplar, dergiler, şiirler, romanlar, eğlenceler, acılar. Ruhi Bey için bir başka Ruhi Bey; müritlerince parçalanmış, her yerinden kanlar akan. Hem çarmıh, hem peygamber. Kendi kendinin yalvacı. Onun adı meleklerin, düşmüş meleklerin alnında. İnsanlığından kurtulamadığı için yıkılıyor, kendini bırakamayan biri diğerlerine güveniyor. Hata.

Oyunlar, işin eğlenceli kısmı. Kıran'ın göndermeleri tam on ikiden vuruyor. Dil, iğneler batırırken kanıyor da. Boğulun diye değil, kitabı okurken oturduğunuz yerde bir kerecik huzursuzca kıpırdanmanız yeterli. Huzursuz olun inşallah.

Not: Rosi Braidotti'nin İnsan Sonrası'yla birlikte okunursa kapı üstüne kapı, kafa üstüne kafa açar.


17 Ocak 2016 Pazar

Vüs'at O. Bener - Kurmacasız Bir Yaşam

Hakkında sustuğum bir adam Vüs'at O. Bener. Beyaz zemin üzerine kara şekiller. Yaşadığını haykırır, fazlasını değil. Korkarım ki daha çoğunu ararım, belki memuriyetin yazgısındaki benzer kilometre taşlarında. Bir odada kapalı kalmanın memurcası söylenmiştir, kadim bir dildir ve anlayanı azdır. Ben henüz rastlamadım, belki okur olarak metinlerini benim gibi çoğaltanına henüz rastlamadığım için. Bener'in noktaları üstten yarımdır, kelimeler bir sonraki cümleye akabilir. Cümleleri kendi kendini anlar, Semih Gümüş gibi çözümlemeye de kalkmayın, kara anlatı dediğimiz an asıl karanlığı dışarıda bırakırız. Bener bir yoktur, öylesi düşülür. Daha neler de, ben bir kez daha o sayfaları açmak istemiyorum, askerden dönmüş bir adamım, bünye kaldırmaz. Askeriye terktir Bener, biraz gecikmiş olsa da hürgeneraldir. Kurtulamaması, işte o noktada mevzuya biz dahil oluyoruz. Oyunları, öyküleri, romanları, her şeyi bir uçurum. Belki uçmayı öğrenmemizin zamanı gelmiştir. Yayıncının Sunuşu adlı bölümde çok güzel bir tasvir var, Ayşegül Yüksel'in: "İnsan Vüs'at O. Bener'e Tepeden Bakan Yazar Vüs'at O. Bener" yok bu kitapta. Kurmacasız Bir Yaşam demeleri ondan.

1995'te Erhan Bener'le söyleşiyorlar da öyle ortaya çıkıyor bu kitap. İki kardeşin kesişen hikâyelerini bilenler için müthiş bir iz, adamların yazdıkları metinlerden yola çıkarak neyin ne zaman yaşandığını kestirebilirsiniz. Ben Erhan Bener'in ilk romanlarını Vüs'at O. Bener'in çizgisine oturtmaya meyilliyim, bakışımlı -bir daha buna benzer bir terim kullanırsam kafama bir tane sıkın, teşekkürler- okunursa kimin neyi yazdığı -anlatım biçimlerini görmezden gelirsek- bilinmeyecektir. An paylaşımı mıdır, nedir bunun hikmeti? Birlikte çok yükü sırtlanmışlar, odur.

Kurtuluş Savaşı'nın son günlerinde Samsun bombalanırken doğum. Ebced hesabına göre isim. Asker babanın peşinde kök salamamış bir çocukluk. Kıbrıs'a yolculuk, Havva'nın izleri. Sivas'ta Reşat Nuri müfettişken sınıfları geziyor ve anne Mediha Bener, Anadolu Notları üzerine sohbet ediyor yazarla. Baba kıskanıyor. Cahit Külebi de orada, beş yaş büyük olduğu için aralarında bir iletişim doğmuyor.

Askeri okula girdiği zaman başlıyor her şey; edebi merakın doruğu, aşklar, yalnızlıklar ve dünyanın yükü. Erhan Bener'i kışlaya sokuyor Vüs'at O. Bener, başka gidecek yeri yok kardeşinin. O sırada savaş patlıyor, işler çok ağır. Bir yandan gizli gizli okumalar yapılıyor, Nazım'ın yasak olduğu yıllar. Yönlendirilmiş aşklar yaşanıyor, yerli ahalinin kızları beğendiriliyor da o şekilde oluyor ancak. VOB, çoğu zaman bu ilişkilere sürüklendiğini söylüyor, isteğiyle başlayıp biten sevdalar yok. Sürüklenme duygusu, bunu not alıyorum. Sonra genç yaşta kaybedilen hamile eş, Gazale. Çocuğu da kaybediyorlar.

"Dayanmak meseleydi." (s. 91)

Anadolu'nun küçücük kasabalarında nereye tutunacaksınız? Yalnızlar ve Buzul Çağının Virüsü bunları anlatıyor.

Ankara günleri daha yerleşik, biriktirilenler yazılmaya hazır. Sevgi Soysal, Bilge Karasu ve pek çok dost. İstanbul tarafında Cevat Çapan, Uyarlar, Edip Cansever ve pek çok dost. Oğuz Atay'ın hastalığı, Adalet Ağaoğlu'nun tiyatro metinlerinin ilk okuru olması, çok şeyler. Şimdi tekrardan açabilirim kitapları, Vüs'at O. Bener'e başka bir zamandan bakmanın duygusu.

"Ben hep kendine dayanmak isteyen bir adamım, her zaman da öyle oldu ya." (s. 117)

Emile Ajar - Onca Yoksulluk Varken

Kaç çocuk varsa işte; Pıtırcık'ın ele avuca sığmazlığı, Holden'ın büyümüş de küçülmüşlüğü, Zezé'nin umutla karışık hayal kırıklıkları falan, hepsini Momo'da bulursunuz. Büyüklerin yanında erken büyüyerek çocuk ruhuna nanik yapıyor, onun adı Momo, o bir orospu çocuğu -Vivet Kanetti'nin çevirisine can kurban- ve annesinin yerleştirdiği bir yurtta, torbacıların ve her türlü dalaverecilerin arasında büyüyor. İşin bu boyutunda belki rezil bir ortam da vardır ama anlatıcı çocuğumuzun kozmosunda bir türlü büyüyememenin sancısı var, bir de bolca yaşam bilgeliği falan.

"Bilgisizliğim üç ya da dört yaşımda son buldu, bazen bunun özlemini duyarım." (s. 7)

Romain Gary, Emile Ajar olarak yazıyor. Kendinden bıkmış biraz, o yüzden. Sonra ödül falan alınca mevzu ortaya çıkıyor, tartışmalar gırla gidiyor. Böyle acayip işler.

Momo'nun etrafında Paris'in ara sokakları cirit atıyor. Mösyö Hamil'in yaşlılık günlerini neşelendiren bir çocuk bizimki. Madam Rosa'nın solmuş güzelliği ve geçmişe özlemi de Momo'dan geçiyor. Aslında herkes Momo'da sahip olamadığı bir parçasını buluyor. Mutlu bir çocukluk, annelik, geleceğe umutla bakmak gibi. Çocuk da pek ince, pek özel. Yaşlı bir adamın ismini tekrar tekrar söylüyor ki adam isminin söylendiğini, ölümünün yaklaşmasına rağmen hatırlandığını bilsin. Babası geldiğinde kimliğini gizleyip Madam Rosa'nın yanında kalıyor, kadının yalnızlığı küçücük bir çocuk için dünyadaki en ağır yük. Bir de karşısında ağlayan biri varsa çişi geliyor veledin, öyle de çocuk. Çocuk da değil, erkenden büyümeye zorlanmış bir adam bu Momo. Komik, ironik. Fransa'nın sömürgelerinden gelen insanların dramı da dönüyor etrafında, yaşamın küçücük anlarına sıkışmış mutluluklar da. Çok karanlık bir roman bu; ırkçılığın, ayrımcılığın en berrak halini bir çocuğun aklından okursunuz. Bir o kadar da aydınlık; hâlâ umudun olduğunu, insanoğlunun tüm kartlarını oynamadığını söylüyor.

Agora basmaya başlamış diğer kitapları, bir bakmak lazım.

16 Ocak 2016 Cumartesi

Etgar Keret - Kapı Birden Vuruldu

Askerden dün döndüm, sağda solda dolanıyorum boş boş. Sabahın beşinde kalkıyorum, sakalı kesmem gerektiğini düşünüyorum. Sivilde ne yaptığımı hatırlamaya çalışıyorum falan. Korkunç. Orada okuduklarımı elime almayı bıraktım, görmek dahi istemiyorum ama ucundan kıyısından girişmem lazım.

Dünyamı değiştirmek isterim diye -isabetli tahmin bu arada- Herbert götürdüm, Tolkien götürdüm, Gaiman götürdüm, bir sürü fantastik kuntastik işin yanında sevdiğim yazarlardan üç eş bir şey aldım yanıma. Bunları yazayım.

Keret kısacık işleriyle onlarca kozmos yaratıp okuru bilinmeyenin tekinsizliğine çekmeyi süper beceriyor. Komik, acıtıcı. Belki diyorum, belki bildiğimiz dünya bu öyküler gibi sayısız parçadan ibarettir. Ucundan kıyısından birbirine bağlı, bilmediğimiz gerçeklerle yüzleşmekten korkutan parçalar. Bombalar patlıyor, insanlar beş dakika daha uyuyabilmek için kahvaltı etmiyor ve biz Keret'in öykülerinde yaşamıyoruz, öyle mi? Bir yürüyün gidin pek rica ederim.

Kapı Birden Vuruldu: Silahlar dedik, biri kapıyı çaldı ve içeri girdiği gibi namluyu kafaya dayayıp yazardan bir öykü yazmasını istedi. Yazar kapıyı çaldıracak, kapı gerçekten çalacak ama eli silahlı kardeşimiz izin vermiyor buna. Yazar için kapı çalınmazsa öykü yok. Yazar -üç defa yazar- istediği dünyayı yaratır, silahların gölgesi altında. Kendini ve silahları yaratır bu arada. Şiire başvuruyorum; Melih Cevdet'in en sevdiğim şiirlerinden birinden: Ölüler mezarlıktan dönüyorlar / Kendilerini gömen imamı bulmaya / Oysa imam da ölmüş aralarında / Hangi ölüyü gömüyor 

Yalan Ülkesi: Robbie gençliğinden beri yalanlarla sıyıran bir arkadaşımız. Ben askerde çok gördüm böylesini, hatta laf bile vardır: Asker yalan söyler. Her yalanda alternatif bir gerçeklik yaratılır. Paralel evrenler hesabı. Bu evrenlerin farklı yalanlarla kesiştiğini düşünün. Bir başkasının yalanıyla Robbie'nin yalanı kesişiyor. Gerçekliği demeliydik. Belki de yalan söylemek bir mutluluk meselesidir. Kapalı da benzer bir mevzuyu işliyor; hayallerine inanan bir adam var ve kendi gerçeğinden bir türlü çıkmak istemiyor. Neyin çılgınlık olduğunu inanın söyleyemiyorum, kimse de söyleyemez. Ben, kapalı bir sistemdir.

Sağlıklı Başlangıç: Miron bir kafede oturuyor, hiç tanımadığı insanlar geliyor ve masaya sırayla oturuyorlar. Biriyle iş görüşmesi yapıyor, biriyle ilişkisini bitiriyor, biriyle kavga ediyor. Herkes yabancı, birbirlerini tanıyıp tanımamaları önemli değil. Bu sefer Hesse geliyor aklıma: Siste yürümek ne tuhaf / Yalnız olmaktır yaşamak / Kimse kimseyi tanımaz / Herkes yalnız

Ekip Çalışması: Keret babalığa da yardırmış durumda, sıkı bir izlek bu. Anneanne şiddetine maruz kalan bir çocuk, babasından anneannesini öldürmesini ister. Baba şiddete eğilimlidir ama çocuğundan mahrum kalmak istemez, şirret bir annesi vardır çocuğun. Bir katakulli ayarlar ve planı çocuğa anlatır. Anneanneyi anneye yakalatacaktır. Dalavere öğretir oğluna, ondan mahrum kalmamak için. Ebeveynlik zor iş.

Aslında Olağanüstü Ereksiyonlar Yaşadım Son Zamanlarda: Anlatıcının köpeğiyle duygusal anları, geri plandaysa yine iletişimsizlik harikası bir evlilik var. Evlilik de zor iş. Bu yaşamak aslında hepten zor iş.

Kitapta bir sürü öykü var, son olarak Tamamen Yalnız Değil'i anlatacağım. İki sayfacık bir öykü, iki sayfa. Bakın, beni tek bir kitap ağlatmıştı bu kitabı okuyana kadar. Goriot Baba ölüyordu, onu gömüyorlardı falan. Lisedeydim onu okurken. Şimdi... 28 yaşına gelmiş eşşek kadar herif, komutanının odasında duygu yoğunluklu anlar yaşıyor. Neden? Bu öykü öyle bir dokundu ki tutamadım kendimi. Öyküyü fotoğraflayıp paylaşmak istemiyorum, bunları yazmak da istemiyordum aslında ama Keret... Çok büyük sevgim var, adam rockstar oldu gözümde. Yazmadan edemedim.

Muhteşem. Sayısız parçadan oluştuğunuzu hissediyorsanız -anların sonsuzluğunda parçalarınızı sayamazsınız, ben sayamıyorum- en azından birkaçını anlayabilmek için Keret. Keret!