30 Ağustos 2012 Perşembe

İhsan Oktay Anar - Amat

Her şeyden önce birazcık Tori Amos arındırır. Bir de Girl Disappearing patlatırsanız pek sevinirim.



Şu son yazdıklarım biraz kısa, onları Akçay'da okudum, üç hafta önce. Ayrıntıları unutuyorum, unutunca da leş gibi yazıyorum. Bu da biraz kısa olacak sanırım. Şöyle başlasın: Emekli olmasına bencilce sevindiğim bir insanın daha çok yazmasını bekliyorum. Daha çok, daha çok! Elbette işler öyle yürümüyor; herkesin popisinin farklı olması gibi yazma süreci de farklı. Ne bileyim işte, çok büyük yazar Anar.

Anar'ın isim sembolizasyonlarına özellikle dikkat etmek lazım. Okuduğum üçüncü kitabıydı ve üslubunu birazcık anladığımı düşünüp isimlere özellikle dikkat ettim. Birçoğundan belli bir çıkarım yapabildim, bunda Anar'ın okuyucuya sağladığı -diğer gizlere göre nispeten- kolaylığın yanında benim okuma şeklim de etkili oldu. Fakat bazı isimlerde kafa patlatmama rağmen başarılı olamadım ve Anar'ın kurgusunda zevkle, kör topal ilerleyen bir okuyucu olarak sona gelince koca bir, "Vaays!" çektim. Sonucu ince bir örtüyle gizliyor Anar; bir şeyler görebiliyoruz fakat arda geçmeden anlayamıyoruz/emin olamıyoruz.

Romanın birbirine geçmiş iki katmandan oluştuğunu söyleyeceğim, Kitab-ül Hiyel'de ve Puslu Kıtalar Atlası'nda da aynı olay vardı ki Anar'ı Anar yapan da bence bu. İlki bildiğimiz, gördüğümüz olay örgüsü. Maceralar, fantastik gibi yerler, zamanlar, insanlar. İkincisiyse, işte olay burada; bir alt kurgu. Çok iyi gizlenmiş, ilk katmanda ipuçları verilen ve ağır ağır ortaya çıkıp okuyucunun keyfini tavan yaptıran felsefi veya mitolojik, ya da bu ayarda bir şey.

Olayları unuttum, o yüzden direkt bu alt kurguyu inceleyeceğim. Kitabı okuyacak olanların bundan sonrasını okumaması çok iyi olur. Geldiğiniz için teşekkür ederim, bence alın ve okuyun kitabı. Bays.

Evet, gittiklerine göre devam edebiliriz. Edemeyiz, çünkü anlatacaklarım zaten anlatılmış.

http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=8855564

Ne eksik ne fazla, çıkardığım notlar da böyleydi.

Anar'ın kitabın başında girip çıktığı ortamların ve olayların kazandırdığı büyülü atmosferin ardından gemiye geçiyoruz, Anar'ın okuyucuyu hazırlaması yine mükemmel.

Leş gibi bir yazı oldu, bundan sonra yazacaklarım taze olduğu için böyle olmaz. Yani Anar lan işte, görüldüğü yerde affedilmesin, alınsın bu kitap.

26 Ağustos 2012 Pazar

Marion Zimmer Bradley - Atlantis'in Çöküşü

Kayıp Rıhtım'dan bir arkadaş satıyordu ciltlisini, Küçükyalı'dan Aksaray'a gidip aldım 15 TL'ye. Ucuza kitap edinmenin yolları uzundur, gidilir. Aksaray'aysa bir daha gidilmez. Ne kalabalık bir yer.

Kapakta patlamalar, bir şeyler görseniz de atlamalı zıplamalı, vurdulu kırdılı bir fantazya beklemeyin. Bradley'ninki yavaş ilerleyen olay örgüsüyle, fakat sağlam kurgusuyla okuyucuyu kendine bağlayan bir epik fantazya. Gerçi sağlam olmasına sağlam ama Bradley'nin okuyucuya pek güvendiğini düşünüyorum. Dinle kökenini dinden alan öğretilerin arasında yer alan karakterlerin doğurduğu bir sıkıntı yok. Bağlı bulundukları sistemin kurallarına göre hareket eden -bazen de etmeyen, zaten kitabın özünde bu çatışmalar mevcut- garipler. Sıkıntı, bu dini sistemin nasılının, nedeninin neredeyse yoruma kapanacak kadar gölgede kalması. Böyle muazzam medeniyetlerin yer aldığı eserlerde insan olayların geçmişini, kısaca fantazyanın tarihini de merak ediyor. Coğrafyanın, olayların ve kişilerin bu tarihe yerleştirilerek sunulması çok daha başarılı bir yol. Bir Silmarillion beklemiyorum elbette, yine de biraz daha ayrıntı süper olurmuş zannediyorum. Mesela ben sadece dini hadiselere baktım, dua etme olayına. Sittin tane isim geçiyor, bir dünya ritüel var. Zannedersin Hitit dönemindeyiz. Bir noktadan sonra bıraktım not almayı. Kim ulan bu tanrılar? Beyaz, gri ve siyah cübbeliler var, bunların geçmişini biraz biz çıkarıyoruz, biraz Bradley veriyor ama eserin genelinde bir tatminsizlik söz konusu.

Micon adlı Atlantisli bir dayımız var, bir prens. Işık Tapınağı'nın bulunduğu şehre, memleketinden uzağa gidiyor kardeşiyle birlikte. Yolda bir katakulliler oluyor, işkence görüyor Micon ve gözlerini kaybediyor. Kardeşini de bulamıyor haliyle. Sonra o tapınakta iki kardeş var, Micon birinden çocuk yapıyor, bu çocuk ışığın çocuğu olacakmış. Micon ölüyor, Riveda diye bir adam var, kardeşlerden küçüğüne aşık oluyor, sonra karanlık tarafa geçiyor, bir şeyler bir şeyler.

Böyle. Atlantis'in yıkılışı nerede kaldı diyenler için: Yozlaşma sonucu Atlantis'in sonu geliyor. Kitabın sonunda bir yerlerde. Üç beş sayfada yani. O kadar.

Ucuza bulunursa alınsın, öbür türlü... Bilemedim. Türün sadık okuyucularını memnun eder ama.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

İhsan Oktay Anar - Kitab-ül Hiyel

Heh, şimdi büyülü Osmanlı gerçekçiliğine geldik.

Arkadaşlar, bir söz vardır. Yeterince gelişmiş bir teknoloji, sihirden ayırt edilemez. Arthur C. Clarke söylemiştir bunu. Bu tarz bir söz yani. İki asır öncesinin insanına cep telefonu nasıl gelirdi, işte öyle bir şey. Yeterince gelişmişten kasıt da çok gelişmiş, inanılmaz gelişmiş, öyle böyle gelişmemiş yani. Şimdi bunu alalım, III. Selim'den başlatalım, II. Meşrutiyet'e dek getirelim. Bu araya üç adet mucit koyunuz, zamanına göre inanılmaz olan icatları, devri daim makinesi yapma uğraşlarını koyunuz, bolca masalsı öğeler koyunuz. Bu.

İhsan Oktay Anar'ın dilinden bahsedeceğim. Açılarak değişen bir dil. Tanzimat Fermanı'nı aslından bir okuyun, ilk okuyuşta bir bok anlamazsınız. Birincisi, kelimelere birazcık yabancılık çekeceksiniz. İkincisi de o zamanlar cümleymiş, noktaymış, pek olmadığı için virgüllerle, fiilimsilerle bağlanan cümlelerin sonu bir türlü gelmez, bilgiyi işlemeye çalışan beyin de bir süre sonra infilâk eder. Anar'ın diline bakalım, rivayetlerin dile getirilişi, cümle yapıları tam o zamanların cümle yapısı. Güzelliğe gel, bir süre sonra yapı değişiyor ve okuyucu bunun farkına bile varmıyor. Hemen çok kültürs bir çıkarım: Modernleşmenin nasıl yapılması gerektiği metinlerle, dile işlev açısından yaklaşarak da verilebilir mi, bu ileti bu metinde mevcut mu? Ohoho, deli postmodern.

Kapağa gel. Steampunk hastaları bu kitabı çok severler aslında.

İlk bölüm: "Yâfes Çelebi Hazretlerinin Görülebilen Menkıbelerinden Bazılarının Bildirilmesi Hakkındadır".

Yâfes Çelebi, gençliğinde kılıç dövme işinde hünerlenmek isteyen ve bir ustanın yanına çırak olarak giren bir Osmanlı genci. Süper kılıçlar yapıyor, en sonunda loncası tarafından ustalığa yükseltiliyor. Bu hususta Sâmiha Ayverdi'nin zamanın birinde bahsettiğim kitabında da yer alan peştemal kuşanma gibi adetler var, çok çok ince ayrıntılar bunlar ve Anar'ın Osmanlı hakkındaki derin bilgisinden bahsetmeme gerek yok. İşte bu Yâfes Çelebi bir kılıç yapıyor, makas gibi. Soktuğun düşmanı ikiye yarıyor. Bu olayı hiç beğenmiyor kılıç ustaları, anında şutluyorlar bizimkini.

Yâfes Çelebi, Frenklerin hiyel ilmine gönül veriyor. Hiyel hem hileler anlamına geliyor, hem de mekanik ilmi anlamına geliyor. İnce noktayı çakozladınız mı, Clarke'ın söylediği şey. Bir müzik kutusu yapıyor ve padişaha vermek istiyor bunu Yâfes, böylece doğaya hükmettiğini, hiyel ilminde çok ileri olduğunu gösterecek, hem de adeta büyücü olarak kabul ettirecek kendini.

el-Cezerî'nin hiyel kitabını kakalıyorlar buna, bir de bir Frenk usta aracılığıyla mühendishaneye giriyor ama tutunamıyor, aklı derslerde değil çünkü. Suyla etkileşince patlayan bir bomba buluyor bu, çalışmalarını fark eden ve kendisini tehdit eden Frenk ustayı havaya uçuruyor. Mühendishane de cortluyor haliyle.

Bir debbâbe tasarlıyor Yâfes, tankın en öküzce hali. Yuvarlanan bir fıçı adeta. Bu icatların çizimleri kitapta var ve Anar kendi çizmiş hepsini. Süper.

Yâfes bu aleti padişaha sunabilse süper olacak ama parası yok. Zencefil Çelebi'yi buluyor. Zencefil kardeşimiz aşık oluyor, kızı istiyorlar fakat baba hayvan gibi masraf çıkarıyor. Zencefil önce babayı memnun etmek için hacca gidiyor, ardından Şam'da kumaş satıyor üç yıl boyunca ve parayı denkleştiriyor. Döndüğünde ne yazık ki Yâfes'e takılıyor. Yok bir top diğerine uymadı, yok kıldı, tüydü derken ince işlere paralar gidiyor, padişaha ulaşmak için aracılara deli rüşvet veriyorlar. En sonunda Yâfes icattaki kendi payını da Zencefil'e kakalıyor, ihale zavallıya kalıyor. Ev satılıyor derken sokaklara düşüyor baba oğul. Yâfes, seni adi kıç. Osmanlı bürokrasisine de fena giydiriliyor tabii, rüşvetsiz iş olmaz, rüşvetlisi de olmuyor işin garibi.

Düşahî ve Zülkarneyn adında iki top-gülle tasarlıyor bu sefer Yâfes. Kabaca ilki bumerang gibi bir şey, iki toptan oluşuyor. Diğeri de yerde seken, güm güm her şeyi parçalayan bir top. Bu icatların ayrıntıları da sayfalar dolusunca verilmiş, resimlerin yanında onlar da yer aldığı için okuyucu anlıyor yapılmak istenen şeyi.

Bu icatlar için de para lazım. Buluyor Yâfes, saksağan yuvalarına bakıyor ve bir kaza sonucu yola saçılan altınları alıp kaçan saksağanların yuvalarını eşeliyor. Hazine bulmuş kadar oluyor; hem daha iyi bir yere taşınıyor, hem de icatları için kaynak yaratıyor. Bu taşındığı yer önemli, çünkü Büyük İskender orada iktidar taşını kaybetmiş. Bu iktidar taşına tekrar tekrar döneceğiz.

Patent gibi bir şey için Hiyel Kalemi'ne başvuruyor Yâfes ve Zencefil Çelebi'nin yoluna daha yeni girmiş oluyor. İhtira beratı alması gerekiyor bizim tanıdık Uzun İhsan Efendi'den. Efendi vermiyor, çocuğundan oluyor sonunda. Çocuğunu kaçırıyor Yâfes. Derken olaylar olaylar, ne diye bütün romanı anlatıyorsam.

Anar'ın başarıyla yaptığı şey: Zaten günümüz insanına birazcık büyülü gelen Osmanlı'ya biraz da büyülü gerçekçilik eklemek. Bu büyünün içinde felsefe de var, başlı başına bir sihir olan teknoloji de var, tesadüfler de var, var da var. Kurguyla birlikte okuyucuyu bağlayan bu olay anlatım tekniği olarak da kullanılıyor; zamanda bir ileri, bir geri giderken eskinin şimdiden pek kopuk olmadığını adeta kelebek etkisiyle görüyoruz. Bir de kullanılan dil var, onu Amat'ta ele alacağım.

Neredeyse bir aydır nasıl tamamlayacağımı düşünüyordum bu taslağı, en sonunda bitirdim. Okumayan biraz olsun bir şey çıkaramaz şu yazdıklarımdan, Anar'ın kitaplarını anlatmak Anar'a hakarettir. Okuyun ve edebiyatın pırıltısından bir parça üstünüze sinsin.

Dean R. Koontz - Yıldırım

Zannediyorum en başarılı Koontz romanları arasında tepelere oynar. Seri üretim bir Koontz romanı değil. Kurgusuyla, karakterleriyle gayet nefis.

Laura Shane adlı kızımızın doğduğu gece fırtına patlar. Bu fırtınayı akılda tutalım, kilit noktalardan biri. İşte, kız doğacak. Sarhoş bir doktor da o gün nöbetçi, hastaneye gidip doğurtacak. Gidemiyor, çünkü bir adam geliyor ve doktoru bağlıyor. Belli bir zamandan sonra ipleri biraz kesip uzuyor. Bir bok anlamıyor tabii doktor, hastaneye gidemediğiyle kalıyor.

Kız doğdu ve annesini doğumda kaybetti, çok tatlı bir adam olan babasıyla birlikte yaşıyor. Babasının dükkanı var, bir şeyler satıyor. Bir gün bir soyguncu geliyor ve silah çekiyor. Derken doktorun hastaneye gitmesini engelleyen adam yine ortaya çıkıyor ve soyguncuyu öldürüyor. Laura, Stefan'la orada tanışıyor.

Bir zaman yolculuğu hikâyesi. Stefan, Hitler'in zamanından gelen bir bey. Şimdi hatırlayamadığım bir sebeple, ki Wikipedia'dan bakınca hatırladım, ileride yazar olacak olan Laura'ya aşık oluyor. Laura, doğum sırasında o doktora denk gelseymiş sakat doğacakmışmış, sonra soygunda ölecek miymiş neymiş. Stefan, kitaplarını okuduğu Laura'ya aşık oluyor biraz, o yüzden Laura'nın koruyucu melekliğini üstleniyor.

Kitabı iki bölümde inceleyebiliriz. İlk bölümde annesini kaybetmiş, babasını da bir kalp krizi sonucu kaybedecek olan küçük bir kızın büyüme macerası var. Seri üretim bir roman olmamasını biraz buna borçlu; Koontz Laura'nın hayatını ince ve güzel detaylarla işliyor. Yetimhane günleri, orada edindiği ikiz dostlar, koruyucu aileye verilmesi ve sonuçları, çıkan bir yangında ikizlerden birinin ölmesi, falan. Kötü adamlarca takip edilmesi bu esnada. Kötü adamlar Nazi askerleri haliyle, Stefan'ın yaptıklarından şüpheleniyorlar çünkü. Laura büyüyünce evleniyor bir de, çocuğu oluyor falan. Bir kızın acılarla dolu hayatı ve ünlü bir yazar olma yolunda adım adım ilerlemesi. Olay bu. Sanki bir biyografi okuyormuşsunuz gibi. Dan dan dan ilerleyen, hızlı bir tempo yok. Gayet güzel gelişiyor hikâye.

İkinci bölümde şenlik var. Kötü adamlar Laura'yı öldürmek için geliyorlar fakat kocasını öldürüyorlar. Oğluyla ve Stefan'la kalakalıyor kadıncağız. Savunma sporları konusunda uzmanlaşıyor olaydan sonra, atış talimleri falan. Tam terminatör oluyor. Stefan'la birlikte kaçma, kovalamaca, geçmişe gidip Hitler'e boku yedirtmece. Bu tarz. Kendi halinde bir kadının komandoya dönüşmesi çok acayip. Şey gibi geldi; bu From Dusk Till Dawn gibi. Böyle bir anda hoop.

Güzel, sürükleyici bir Koontz romanı. Başarılı. Çöp denilebilecek Koontz romanlarının yanında güneş gibi parlıyor.

Ek: Fırtınanın neden kilit nokta olduğunu söylememişim. Zamanda yolculuk yapan biri, bir sürü yıldırımı da peşinden getiriyor. O sebeple. İvit.

Emrah Serbes - Erken Kaybedenler

Ben pek bilmiyorum yeni yazarları. Kitaplar pahalı, o yüzden olabilir. Ya korsanları bekliyorum, ya da sahaftan buluyorum. Bazen ikisi aynı şey olabiliyor.

Emrah Serbes'i ilk okuyuşumdu. Sevdim, sevmedim, bir şey diyemiyorum. Bir kitapla ne diyebilirim. Kitap güzel ama.

Kapaktan anlaşılacağı üzere çocuklar var, bir de kız var. Kız gülüyor. Çocuklar çocuk. Öyküler var, sekiz adet. Öykülerde çocuklar var, sıkıntılı çocuklar. Gerçi sıkıntısız çocuk diye bir şey olacağını sanmıyorum. Orta halli bir ailedenseniz özellikle. Biraz da garipseniz. Baba veya anne yoksa, ekonomik haller çocuk aklıyla dev bir canavara dönüştüğünde, diğer çocukların çocuk oldukları için düşüncesizce yaptıkları şeyler de eklendiğinde... Çocukken hayatı yaşanmaz kılacak bir sürü şey vardır, yine de doğası gereği düşünemeyen çocuklar unuturlar. Unuturlar ki kısa bir zaman sonra aynı sıkıntılar ortaya çıktığında aynı acı çekilebilsin. Çocukluk çok acı verici bir şeydir.

Serbes'in bazı öyküleri gerçekten uçuk, bu bahsettiğim şeylerden biraz uzak. Zannettiğin Gibi Değil mesela. Abisinin sevgilisine yazan 14-15 yaşlarında bir çocuğumuz var, barda kızla oturuyor. Barmenle dalaşıyor, kıza şekil yapıyor. Abisiyle çekişiyor, babasının ölümünü bambaşka bir şekilde kurguluyor ve yaşamını da bu bozuk kurgunun bozuk psikolojisiyle sürdürüyor. Belki çocuğun aşırı tepkileri, belki diğerlerinin tepkisizliği, bilemiyorum. Diğer öykülere göre biraz daha az benimsenebilir bir öykü.

Bazı öyküler de var, "Heh," diyorsunuz, "bu işte." Anneannemin Son Ölümü. Mükemmel. Anneannelerin birazcık doğaüstü olduğunu düşünenler için çok güzel. 24 yıldır anneannemle yaşıyorum, Serbes'in her kelimesini beğenerek okudum. Çocuğun konuşmalarından çıkardığım da şu: 30 küsur yaşındaki Serbes, yarı yaşındaki gençleri kendi diliyle konuşturuyor. Röportajlarına bakarsanız kendi çocukluğunda bu tür arkadaşlara sahip olduğunu belirtiyor. Yalova'nın havasıyla da alakalı. Bir müddet Yalova'da yaşamış ve depremde evi cortlamış biri olarak söyleyebilirim ki Yalova gerçekten de bir çocuk için büyümesi zevkli bir yer değil.

Korhan Ağbi'nin Kardeşi diye bir öykü var, aman Allah'ım. Çocukken kızlarla olan ilişkinizi hatırlıyor musunuz? Ben biraz hatırlıyorum. Tayt giyen kızlar olurdu mahallede, bu kızların -çok affedersiniz- kıçlarına bakardık ve hissetmemiz gereken şeyleri tam olarak hissedemediğimiz düşüncesiyle bir şeylerin kıpırdanmasını beklerdik içimizde. Bir iki hareket dışında pek de bir şey olmazdı. Hissetmemiz için bir beş yılımız olduğunu bilmeden dondurmamızı yer, kızları izlerdik. Bu öyküde de benzer bir durum var, kız elleme. Olay bu. Bir de güzel bir bölüm alacağım, Serbes'in üslubu hakkında fikir versin:

"(...) Babam bir seferinde, merak ettiğim için beni de götürmüştü. Çok kötü kavga çıkmış, millet gırtlak gırtlağa gelmişti. Babam beni havaya kaldırıp 'Daha bu çocuk dünyada yokken ben taksit ödüyordum taksit,' diye bağırmıştı. Bütün üyeler yaşımı anlamak ister gibi bana dönmüştü o an. Bir anda ilgi odağı olmuş, gururla gülümsemiştim. Eve dönünce annem babama kızmıştı, beni kavgaya gürültüye karıştırdığı için." (s. 46)

Denizin Çağrısı da yine çocuk teröristi anne-babanın ve karşı cinsin öyküsü. Burada da benim açıkçası ohara ohara şeklinde olmasa da pkfmfp diye güldüğüm bir bölüm var, süper. Veya almıyorum, çünkü uzunmuş. Şöyle diyeyim; Serbes'in araya dereye saçtığı mizahi şeyler çok başarılı. Sırf bu yüzden bu kitap alınır.

Üç öykü daha var, bence en güzelleri. Her birinde ayrı bir çocukluk travması gizli. Hiç anlatmıyorum, okuyacaklar için büyüsü bozulmasın. Benim yazdıklarımdan etkilenip kitabı alan olacakmış gibi... Kısmet.

Böyle. Behzat Ç. fırtına gibi esiyor, ilk kitabın ucuzunu buldum muydu ona da başlayacağım. İlk izlenim güzel ama. Emrah Serbes bence hayırlı olsun.

Stephen King - 11/22/63

Edebisi bol şeyleri okumak keyiflidir. Keyif vermesinin yanında bazılarının koltuklarını da kabartır.

"Evet, ağır edebi şeyler okuyup edebiyat kuramları bilgim sayesinde kolaylıkla sevişiyorum."

Gerçekten incelenmeli. Edebiyat zannediyorum güzel bir şey. Zannediyorum, çünkü bir fikir sahibi değilim. Edebiyatı fikir sahibi olduracak bir şey olarak göremedim, görebildiğim zaman sanırım ciddi işler yapmaya başlayacağım. Neyse, King okumak da keyiflidir. Çok keyiflidir. Bir şey okurken zevk aldığımı hissediyorum en azından. Mesela çok saçma bir şey yapacağım; Böll olmasaydı da King ayarında başka bir yazar olsaydı, mesela Cem Akaş olmasaydı da King'ten bir adet daha olsaydı... Olmayan bir şeyden haberdar olamayacağımız, haliyle bu durumu zerrece sezemeyeceğimiz için hiçbir şey fark etmezdik, yine de böyle bir şeyin olmasını tercih ederdim sanıyorum. Adam kaç yaşına geldi, hâlâ yazıyor, inatla yazıyor. Ver ellerinden öpeyim.

Odunlamasına anlatımla şu: Alkolik olan karısının terk ettiği edebiyat öğretmeni Jacob Epping -namı Jake- bir gün Al adlı restoran işletmecisi bir arkadaşının, işyerindeki "tavşan deliği" adlı bir zaman geçidini göstermesiyle geçmişe gider ve Kennedy suikastını önlemeye çalışır. 800 küsur sayfalık kitabı piç etmek için böyle söylenebilir, lakin söylememek lazım. Döverler adamı.

Jake'in hayatı leş, çünkü karısını seven ve karısına yıllar boyunca katlanan bir insan. Kadını barlardan topluyor, her türlü cinsliğine karşı sesini çıkarmıyor. Derken karısı alkolikler için yapılan toplantılarda tanıştığı bir adamla basıp gidiyor. İlerideki serüvenler için psikolojik temel bu. Adamın öğretmenliği sevdiğini de söyleyebiliriz, edebiyat sevgisi de var. Haliyle hayatı biraz güzel. Bir de çalıştığı okuldan aksak bir hademe olan Harry'yi bizim açık lise benzeri bir olaydan mezun ediyor. Adam yaşlı, hocasına minnet dolu. Al'a gidiyorlar, fotoğraf çektiriyorlar falan.

Ertesi gün Al'dan telefon geliyor acil görüşmeleri gerektiğine dair. Jake bir gidiyor, Al çökmüş. Gözlerin feri gitmiş, derinin rengi çamur gibi olmuş, bir acayip. Anlamıyor olayları, Al da anlatıyor, hatta geçidi de gösteriyor. Zamanda gidip geliyor Jake. Geçit her zaman 1958'e açılıyor, hep aynı yere ve aynı zamana. Al orada yıllarca kalmış, kansere yakalanınca dönmüş. Amaç suikastı engelleyip dünyayı daha süper bir hale getirebilmek. Geleceğin değiştirilebilmesi konusunda Al'un yaptığı bir deney var; zamanın gazetelerinden bir kaza haberini görüyor ve geçmişe gidip kazayı engelliyor, zamanına döndüğünde geçmişteki değişimin işe yaradığını görüyor. Jake de kendince bir deney yapıyor ve Harry'nin sakat kalmasına yol açan, aynı zamanda kardeşleri ve anneyi de öldüren babayı engelliyor. Sonuçlarından da memnun kalıyor ama şöyle bir şey var; bir sonraki gidiş, önceki gidişin etkilerini yok ediyor.

Büyük olay için bir gün süre istiyor, düşünüyor Jake ve işi tamamlamaya karar veriyor. Bu geçen gün içinde Al ölüyor, Jake Al'un suikastla ilgili tuttuğu notları alıyor ve 1958'e gidiyor. Bundan sonrası bir insanın geçmişe uyum sağlaması, aşık olması ve değişmek istemeyip bu yolda bir dünya engel çıkaran tarihle mücadelesi. Kıvrıklardan gidiyorum bundan sonra.

Al kanser, sürekli kan geliyor ağzından. Peçete meçete kâr etmiyor, başka bir şey kullanıyor Al.

"İşte size insanlık halinin acı gerçeklerinden biri: Çürümekte olan vücudunuzun artıklarını emmesi için büyük boy Orkid'e ihtiyacınız olduğu gün başınız belada demektir. Hapı yutmuşsunuzdur." (s. 60)

Bir de o çok sevdiğimiz filmleri falan hatırlayalım. Geçmişe gidip kendimizi öldürürsek ne olur paradoksu mesela.

"'İyi ama ya geçmişe gidip kendi büyükbabanı öldürürsen?'
Şaşkın şaşkın bana baktı. 'Niye bunu yapasın ki?'
Yerinde bir soruydu, bu yüzden devam etmesini işaret ettim." (s. 67)

Asddf.

Ceset'te ergenlerle ilgili bir iki şey söylemiştim, King de söylüyor. Ben ergenlerin kaotik hallerini King'ten daha başarılı bir şekilde anlatan yazar görmedim.

"Duygusal açıdan hassas ve kolayca kırılan yaratıklar olsalar da ergenlerden anlayış bekleyemezsiniz. İnsanlar anlayışlı davranmasını çok sonra öğrenir, o da öğrenirse." (s. 93)

Sıkı King okuyucuları için romanın en keyifli bölümü, birinci bölümün altıncı alt bölümü olacaktır. Çünküsü:

"(...) Kendimi iyi hisediyordum.
Derry'yi görene kadar." (s. 125)

Tadaa. Derry'ye hoşgeldiniz. Ucubeleriyle, öcüleriyle, kararmış insanlarıyla ve yaprakları dökük ağaçlarıyla cennet gibi bir şehir. Jake de hissediyor bunu, diyor ki, "Bu şehirde bir şeylerin yanlış olduğunu daha adım atar atmaz anlamıştım." (s. 125) İş Derry'yle de bitmiyor, zira O'nun etkileri sürüyor. 1958 diyoruz, Pennywise'ın çılgın attığı zaman. Kısa bir süre önce sepetlenmiş olmasına rağmen halk hâlâ çocuk ölümlerinden korkuyor ve yabancılara şüpheyle yaklaşıyor. Bunlar bir yana, eski dostlarla karşılaşıyoruz: Beverly Marsh ve Richie Tozier. Yemin ediyorum çok sevdiğim ve yıllardır görmediğim dostlarımı görmüş gibi oldum ikisine rastlayınca. Savaşlarından zaferle ayrılmışlar ve Bev Jake'e her şeyin bittiğinden, korkulacak bir şey kalmadığından bahsediyor güven taşan sözlerle. Ya... Şunlara gelin, tüyleri diken diken olmayan var mı? Ben mi kendimi kaybediyorum King'i anlatırken yoksa.

"Başımı salladım. 'Sır tutabildiğinize eminim. İddiaya varım yazdan kalma birkaç sırrınız vardır.'
Bu sözlerime karşılık alamadım." (s. 147)

Bamya kadar çocuklar nelerle uğraştı o yaz, bilmiyorsun Jake.

Şu noktada King'in bazı izleklerinden bahsetmem gerek. Birincisi; unutuş izleği. Ceset'te, O'da, Rüya Avcısı'nda, başka birçok romanda onca olaya, onca korkuya rağmen insanların unuttuğunu görüyoruz. İnsanlar unutur ve acılar geçmişte kalır, öyle bir geçmişte kalır ki belki de ölüm anına kadar bir daha anımsayamayız. Çok utandığımız, çok acı çektiğimiz anlar o an için büyük bir yoğunlukla, sanki silinmeyecekmiş gibi aklımıza kazınırlar o an. Ölmek isteriz, sefil hayatımızı daha fazla sürdürmek istemeyiz. Fakat rüzgar eser, güneş doğar, bulutlar yer değiştirir ve bunlarla birlikte biz de değişiriz; unutarak. Eğer unutuş olmasaydı insanoğlunun ansızın delirmesinden daha doğal bir şey olmazdı dünyada.

İkincisi; kötülüğün bilinmeyen, anlaşılamayan izlerinin insanlardaki tezahürü. Uykusuzluk mesela, renkler. Çılgınlığın Ötesi, aklıma gelmeyen birçok roman. Kötüleşen demek istemiyorum ama başka bir kelime de bulamadım, kötüleşen karakterlerin bilinmeyen, sezilemeyen bir kaynaktan aldıkları doğaüstü güç, King'in romanlarında sanat haline geliyor adeta. Şimdi bu kitaptaki izine bakalım:

Harry'yi söylemiştim, babası cinnet getirip aileyi çekiçle katletmişti hani. Babasının adı Frank ve şu şekilde geçiyor: "Ama bu nazik adamın buz gibi gözleri vardı. Kendisine hayran hayran bakan kadınlarla -haremiyle- konuşurken gözleri maviydi. Ama kısa süreliğine de olsa bakışlarını bana çevirdiğinde griye, kar yağmadan önce gökyüzünün büründüğü renge döndüklerine yemin edebilirdim." (s. 157)

Renkler, King'te asla tekin değildir.

Ve Derry için muhteşem final: "'Gel bak,' diye fısıldadı O, kulağıma. Geri kalan her şeyi boş ver Jake - gel bak. Gelip bizi ziyaret et. Burada zamanın bir önemi yok; burada zaman süzülüp gidiyor. Gelmek istediğini biliyorsun, merak ediyorsun. Belki bu da başka bir tavşan deliğidir, başka bir geçit." (s. 183)

Gitmemiş göt! Hâlâ orada!

Kitabı okuyacaklar küfretmesin diye daha yazmıyorum, sadece şunu söyleyebilirim ki böyle kitaplardan korkulmasın, kalınlığı hiç korkutmasın. Kalın kitap diye bir şey yoktur, az okuma vardır. Bir diğer şey; bir öğretmenin geçmişte beş yıl yaşayışını en ince ayrıntısına kadar görmek gerçekten keyif verici. O zamanın insanları, öğrencileri, okul yaşamı, ilişkileri ve bir sürü, bir sürü ayrıntı. Sadece bir serüven değil, yaşamı yarı yıkık bir öğretmenin hayatı anlatılan. Kahraman olan öğretmen olayı biraz can sıksa da ve sonu tam Türk filmine bağlasa da ben bir kere daha okurum bu kitabı ama muhtemelen emekli olunca.

On numara kitap, ellerinden bir kez daha saygıyla öperim King Abi.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Michael Ende - Momo

Clive Barker'ın Zaman Hırsızı diye bir kitabı vardır. Çocuklar, süper bir ev ve çocukların zamanlarını çalan bir öcü. Eve tav olmamak lazım yani. Süper görünen her şey süper olmayabilir, Baudrillard'ın dedikleri simülasyondan ibaret olabilir, falan.

Momo bir kız çocuğu. Zamanında tiyatrolardan çıkmayan bir halkın içinde yaşıyor, masalsı olsun diye zaman belli değil. Çağlar öncesi. Bu tiyatrolardan birindeki terk edilmiş bir odada yaşıyor kızımız. Pek konuşmasa da iyi bir dinleyici. Bir de çocuklarla birlikte acayip serüvenler yaşayabiliyor, hayalleri gerçeğe yaklaştıran bir kızcağız. Bir tane örnek var konuyla ilgili. Kurguyla paralel olmasa da okuyucunun Momo'yu tanıması açısından mühim.

İşte en başta Momo'nun süper yanları, çocukları eğlendirmesi, çocuklarla oyunlar oynaması. Sonra iki yakın arkadaş ediniyor kız. Birisi Çöpçü Beppo. Yaşlıca bir adam. İşini yapış şekli hayatı da anlatıyor. Böyle noktalar ders verir gibi çıkmıyor ortaya, güzel:

"İnsan caddenin tamamına bakıp hemen bir karara varmamalı. Her zaman adım adım ilerlemeli. Sürekli olarak bir adım sonrasını düşünmeli, bir adım, sonra derin bir nefes, sonra bir süpürge. İşte o zaman hayat zevkli olur. Önemli olan işini iyi yapmaktır. Öyle de olmalı." (s. 42)

Bir de Gigi var, o da destancı gibi bir genç. Anlattığı öyküler bitmiyor, sürekli uyduruyor. Önünü alamıyor, sürekli uyduruyor. Uyduruyor.

Üç bölümden oluşan kitabın ilk bölümü böyle. Karakterleri tanıyoruz. İkinci bölümde Duman Adamlar geliyor. Bunlar insanoğlunun hiçlikten yarattığı varlıklar. Eser metaforik olduğu için bu adamlara insanların zaman kaygıları diyebiliriz. Zamanı en iyi nasıl kullanabiliriz, modern dünyada nelere vakit ayırıp nelere ayıramayız, böyle şeyler. Bu adamların ilk icraatları mutlu mesut yaşayan bir berberin hayatını bok etmeleri. Adamın iyi vakit geçirdiği bütün zamanların dökümünü yapıyorlar, şu kadar saniye. Adam düşünüyor lan ben bu kadar zamanı heba ediyorum gibisinden. Ardından gri temsilci yeni bir döküm yapıyor, neleri yapmazsa ne kadar zaman kazanacağına dair. Sonuçta adam hayatına anlam katan şeylerden vazgeçiyor, zaman kazanmak uğruna mutluluk verici işleri bırakıyor. Hasta birini görmeye gitmiyor artık, müşterileriyle sohbet etmiyor, böyle şeyler. Zaman kazanıldı, fakat mutluluk gitti. Böyle işte, hayat da böyle. Doğ-oku-çalış-evlen-öl zincirinde bizi mutlu kılan bazı şeyler vardır, küçük şeyler. Bunları iş hayatının renksizliğinden, modern dünyanın can sıkıcı durumlarından koruyamazsak yaşam yaşam olmaktan çıkar.

Momo Zaman Baba gibi bir adamın yanına gidiyor. Bu adam, uyumayarak insanoğluna zaman dağıtıyor. Uyursa zaman duruyor. Zamanın kaynağını gösteriyor Momo'ya.

"(...) Çünkü nasıl gözleriniz görmeye, kulaklarınız duymaya yarıyorsa, insanın yüreği de zamanı algılamaya yarar. Kör bir insan için gökkuşağının renkleri ve sağır bir insan için kuş sesleri nasıl boşunaysa, bütün bir yürekle algılanmayan zaman da öyle boşa gider, kaybolur. Ama ne yazık ki, düzgün çarpmasını bildiği halde kör ve sağır olan nice yürekler vardır." (s. 179)

Momo zamanın ne olduğunu anlarken bir sene geçiyor dışarıda. Zaman göreceli, Momo zamanın değişik aktığı bir yerde. Gigi meşhur oluyor ama mutluluğunu kaybediyor, Beppo'nun gözlerinin feri sönüyor, çocuklar yakalanıyor ve zamanı boşa harcamamaları konusunda eğitiliyorlar, birbirinin eşi binalara gömülüyor şehir, her yer renksiz. Günümüz dünyası işte. Sonra mücadele aşaması ve mutlu son. Sadece masalların mutlu sonla bitmesi çok yerinde bir olay, gerçek hayatta da bu gibi mücadeleler mutlu sonla bitse insanların ne yapacaklarını bilemeyecekleri bir noktaya gelmelerine garanti gözüyle bakıyorum. Zamanımız iki kuruşa harcanıyor, kendimize ayıracak vaktimiz yok ve çoğu film, çoğu kitap sanki bunlarla mücadele edilebilirmiş gibi zihnimizi işgal ediyor. İnsanın bu konuda umuda ihtiyacı yok, insanoğlu olarak küçük bir kısmımız süper yaşasın diye çoğunluğu bok ettik ve çok büyük bir olay gerçekleşmediği sürece bu sistem bu şekilde işleyecek. Sistemin eleştirilmeye ihtiyacı var, çünkü her eleştiri insanlara biraz daha güç verecek, dayanma gücü. Bu yüzden bu tür kitapları yasaklamak lazım aslında. Dsdf.

Güzel kitap işte, hayatının süper geçeceğine inananlar için anlamı büyük olur. Ben okumaya devam edeceğim. Hayat büyük bir kayıp demektir.

Stephen King - Ceset

Kariler, hayat gerçekten çok acayip bir şey. Gerçekten. Tatilden döneli 10 gün oldu, bu 10 günde KPSS'yi kazanamadığımı öğrendim, bir dershanede işe girdim, sonra KPSS'ye hazırlanmak için bir dershane arayışına girdim, ailenin durumu pek parlak olmadığı için abimin yardımını, babamın yardımını istedim ki babamla çocukluğumdan beri görüşmeyiz pek. Neyse, işle dershaneyi nasıl yürüteceğime dair kafa patlattım, bu sırada uykularım bölündü, psikolojim bozuldu. Değil kitap okumak, kitapların kapaklarına bakamaz oldum. Sonra önceden görüştüğüm bir özel liseden aradılar, hafta sonum boşaldı. Önceden anlaştığım yere milyon kere özür diledim tabii, adamların yok yere zamanını aldım çünkü. İşler bir anda yoluna girer gibi oldu, bir de bayram tatilinde babam Pamukova diye bir yere geldi Adapazarı'nda, kız arkadaşımın da memleketi olduğu için atladık otobüse, doğruca Adapazarı. Pek bir yer gördüğümü söyleyemem de ben hayatımda Pamukova kadar güzel bir yer görmedim. Dağlar, tepeler arasında, serin, sessiz, sakin. Şeftaliler, kavunlar, peynirler, böyle güzel yiyecekler olamaz. İki gün kaldım, yemin ediyorum üç gün önce toz kondurmadığım şehirden tiksindim. Deli çalışıp sınavı kazanacağım bu sene, öğretmen olarak Adapazarı'na atanmak isterim ki Pamukova'ya gidip gelebileyim gün aşırı.

Böyleyken böyle. Yine arada uykumda hoplayıp II. Mahmut dönemi yeniliklerini düşünüp uykularımı kaçırdığım oluyor ama daha iyiceyim. Dinlediğiniz için teşekkür ederim.

Ben King'in böyle bir kitabının olduğunu unutmuşum, geçen hafta (bu yazıya geçen hafta başlamıştım, iki hafta oldu haliyle) Bostancı'daki tezgahçı abide görünce dank diye, hatta zbam diye hatırladım ve atladım.

İki öyküden oluşuyor, biri kitaba adını veren. Kapağı görünce bir yerlerden bir görüntüler çağrıştı, bir şeyler oldu o an. Aydınlanıverdim. Stand by Me diye süper bir film var, tavsiye ederim. Ceset'in filmi işte. River Phoenix için tekrar tekrar izlenir. Erken kayıp.

King'in çocukların üzerine kurduğu dünyayı başka kimsede bulamadım. Pal Sokağı Çocukları'nda bir amacı paylaşanlar, Sineklerin Tanrısı'nda şiddet. Her birinde çocukların önceden kestirilemeyen dünyasına dair bir şeyler. Öfke, hırs, hayatta kalma arzusu, arkadaşlık, bilmem ne. King'in çocuklarında bunların yanında bir de doğaüstü bir tehlikeye karşı omuz omuza mücadele etme, bir sırrı paylaşma gibi arkadaşlığı perçinleyen fakat sonrasında kolayca unutulmasına yol açan ayrı bir etken var. Bir yandan insanın bencilliğini de yüzlere pat pat vuruyor bu Uzun Stephen Efendi; doğaüstü deyip işin altından kalkan insan için ötesinin önemi yoktur. Oysa ne kadar olağanüstü olursa olsun, mesela bir umacının, orman cininin doğadan, dünyadan bağımsız olduğunu kim söyleyebilir? İnsanoğlu yaşadığı dünyayı ne kadar tanıyor? Kıtalara isimler koymakla, "Bir kıta keşfettim, süper," demekle işin bittiğini söylemek mümkün, bunu bir de uyumak üzereyken dolaptan gelen gıcırtıdan sonra deneyin bakalım. Heh heh.

Ceset bence King'in en edebi diyebileceğim romanlarından biri. Tepeye oynar hatta. Olayın süper bir kurgudan, etkileyici karakter anlatımlarından bir adım öteye taşınmasıyla söylüyorum bunu: King'in çocuklarla ilgili, hatta belki kendi çocukluğundan da pek çok şey katarak kurguya yedirdiği sözleri bir tık, iki tık, artık kaç tıksa o kadar haz veriyor okuyucuya. Doğaüstünün bilinmeyen maceralarıyla işi bitirmiyor King, dört arkadaşın serüvenini, hayatlarını, her şeylerini ortaya koyuyor. O'dan farkı bu. Rüya Avcısı'nda biraz bundan var ama iş bu kitapta tam olmuş.

Castle Rock'ta çocukların gizli bir kulüpleri var, yaz tatili başlamış. Orada toplanıyorlar. İşte tatile gidenler, şunlar bunlar. Dört tane arkadaş kalıyor. Vern, Teddy, Chris, Gordon. Her birinin hikâyesi trajik. Vern psikopat bir kardeşimiz. Arabaların önüne atlayıp son anda çekiyor kendini falan. Böyle ölümcül işler peşinde. Gordon kardeşimiz anlatıcı rolünde. 1960'ları anlatıyor, kendi çocukluğunu. Ben diyeyim 30 yıl, siz deyin 20 yıl sonra. Kendisi grubun gelecek vadeden çocuğu. Öyküler yazıyor, arkadaşları da ağızları açık dinliyorlar. Bir iki öykü olduğu gibi kitapta yer alıyor, süper. Gordon'ın yeteneğini okuyucu da görmüş oluyor. Zaten bu hikâyeyi anlatırken araya çok meşhur bir yazar olduğunu da sıkıştırıyor köftehor. Harbiden milyonlarca satan kitaplar yazmış. Adam olmuş yani, o çocukluğa rağmen. Abisi de yetenekli bir futbolcu, fakat bir kazada ölünce anneyle babanın kafada bir iki şalter kapanıyor, Gordon'a bok gibi davranıyorlar.  Teddy'nin babası psikopat katil gibi bir şey, bir akıl hastanesinde tutuluyor. Başka bir şey söylemeye gerek yok sanıyorum. Chris de kendi halinde bir çocuk, abisi serseri takımıyla dolanıyor, baba alkolik. Grup tam kaybeden grubu.

Her şey, Vern'in serseri olan abisinin bir arkadaşıyla konuşmalarını duymasıyla başlıyor. Ray Brower diye bir çocuk ormanda kaybolmuş, ölmüş, cesedine rastlamışlar. Çeteyle birlikte gidip cesedi alacaklar, yetkililere teslim edecekler, meşhur olacaklarr, bilmem ne. Vern koşup arkadaşlarına söylüyor durumu, kamp yapacağız diyerek izin alıyorlar ve çocuğun görüldüğü yere doğru yolculuk başlıyor.

King'in hayali kasabasının çocuklarla mücadelesi.

"(...) Bruce Springsteen'in bir şarkısında, 'kentin çevresindeki karanlık' dediği şeyden ötürü. Bana kalırsa hepimiz zaman zaman, Tanrı'nın bize verdiği bu döküntü vücutlara rağmen, o karanlığa meydan okuma isteğini hissediyoruz. Yo... döküntü vücutlara rağmen değil, onlar yüzünden." (s. 96)

Çocukların deli cesaretiyle bu birleşince işte seyreyle tantanayı. Cujovari havalardan tren altında kalma tehlikesine bir sürü şey yaşıyor çocuklar, zaten sıkıcı bir yaz tatilini korku dolu bir serüvene çeviren de bu: Bilinmeyen doğru atılan adımlar. Ailelerinden daha kötü şeylerle karşılaşamayacaklarını zannediyorlar sanıyorum. Gerçekten de karşılaşmıyorlar. Hangi umacı, anneyle babadan daha ölümcüldür ki?

Ebeveynlerin gerçekten, gerçekten hayatın içine ettiği anları belki çoğu insan bilmez. Korkak anneler, orada pek olmayan babalar... Çocuğa büyük bir özgürlük ortamı verilmiş olur belki. Hayalet gibi dolanan büyüklerin yanında kendi seçimlerini yapan çocuklar, kendi geleceklerini belirleyen umut dolu genç insanlar... Mutluluğun ardından kararsızlığın yavaş yavaş gelmesi pek uzun sürmüyor ne yazık ki. Mutluluk çok uzun bir yol, yürümek için fazlasıyla uzun. Eh, annelerin ve babaların iteklemesi gerekiyor, ortada olmadıklarında da düşülen yalnızlığı hayal edelim. Etmeyelim, zira içim karardı. Neyse, ebeveynler yoksa arkadaşlar vardır. Chris mesela. Chris her şeyin farkında. Yani Gordon'ın yazar olacağını seziyor, diğer iki arkadaşın beyinsiz olduklarını, bir bok olamayacaklarını da biliyor. Bu sebeple kenara çekiyor Gordon'ı, adam olmasını ve oralardan kurtulmasını söylüyor.

"(...) Ama çocuk kısmı, biri onu kollamadıkça her şeyi kaybeder. Annenle baban bunu yapamayacak kadar berbat durumdalarsa, belki de benim yapmam gerekir." (s. 118)

Şöyle bir arkadaşımız olamadı. Bir de öğretmeni tarafından katakulliye getirilmesi var. Para çalmış Chris, sonra pişman olup öğretmenine vermiş. Öğretmeni kendine yeni etek almış o parayla. Bu kadar. Dünyanın zaten adaletli bir yer olma gibi bir zorunluluğu yok, yine de insan düşünüyor. Hayatta onca çok boşluk var ve öyle saçma şekillerde o boşlukları dolduruyoruz ki en küçük bir gedikte inançlarımızın aptallığını düşünmeyip suçu daha yüce birilerine atma gereksinimi duyuyoruz.

Ölü çocuğa doğru ilerlerlerken bir da Blair Cadısı olayı yaşanıyor. Ormanda çığlıklar, bir şeyler... King germesi diye literatüre ne zaman girecek, merak ediyorum. Altıma dolduruyordum çok affedersiniz o sayfalarda.

Cesedi buluyorlar, o sırada bu belalı abiler de geliyor. Tabii arbede, tehditler derken Chris yanında getirdiği babasının silahını çekiyor falan. Sonuç olarak çete dağıtılıyor ve oraya gelene kadar cesedi görme isteklerini kaybeden gençler de aydınlanmış olarak evlerine dönüyorlar.

Devamı var, ne olduklarını da görüyoruz sonra. Beklediğimiz gibi; adaletsiz. Adalet, insanın zayıflığını, acizliğini en çıplak şekilde ortaya koyan bir kelime. Şöyle bitireyim:

"En önemli şeyler söylemesi en zor olanlardır." (s. 140)

Bu ilk öyküydü, bir de Hiddet var. Bunu anlatmıyorum, bana kalacak. Sadece şu: Çocuklar dipsiz bir kuyudur. Büyüdükçe o kuyuyu dünyayla doldururuz. İnsanoğlu için anlamlı olan şeylerle doldururuz. Bazen de doldurmayız. Bazen o kuyu dolmak istemez. Böyle zamanlarda nereye kadar inildiğini orada güneşler açsa dahi kimse göremez. Böyle bir çocuğu al, diğerlerinin yanına koy. Liseye mesela. Lisede katliam yapmayı düşünen var mıdır aramızda? Eğlencelidir.

Ateş Yolu vardır King'in, pek kimse bilmez. Aynı tadı veren bir kitap. Tamam, fantastik olaylar süper, nefis. Lakin ki bir insanın yavaş yavaş delirmesinden, bir gencin söz gelimi bir tetiği yavaş yavaş çekerken dudaklarını yalamasından daha fantastik ne olabilir?

Edit 27.08.2012: Ya da daha normal?