31 Ağustos 2017 Perşembe

Colin Heywood - Baba Bana Top At!

Esas adı Batı'da Çocukluğun Tarihi.

Coğrafyanın kader olmasına değinilir başta. Çocukların yetişkinler için anlamı coğrafyaya ve ekonomiye göre değişiklik gösterir, mesela Afrika'nın belirli bölgelerinde çocuklar piyadedir, Rebelle'de yaşadıkları dehşeti görebiliriz. Polinezya'da kabilenin ortak çocukları mülkiyet konseptinin olmadığı bir ortamda büyürler. Çocukluğun kimlikleri muhtelif, biz Batı'ya bakacağız.

Giriş bölümünde yazar, çocukluğun nispeten yeni yeni anlaşılan bir dönem olduğunu belirtip tarih boyunca çocuğun/çocukluğun ele alınış biçimlerini özetler. Aziz Augustinus'un kendi çocukluğundan bahsetmesi bir istisna olarak görülür, o dönemde çocukluğa dair hiçbir şey yoktur. 18. yüzyıla kadar edebiyatta da yer almamıştır. "Çocuk, yetişkinler dünyasında olsa olsa marjinal bir figürdür." (s. 8) Odakta olmasa da çocukluğun kıyısından köşesinden irdelenmesi, çocukların "eksik yetişkinler" olarak görülmesinin yavaş yavaş terk edilmesiyle ortaya çıkar; Dante'nin yaşam çağları buna bir örnektir. Öncesinde sadece tanımlamalar yapılmıştır, Aristo'nun çocuğun kim olabileceğiyle daha çok ilgilenmesi misal. Pek çok örnek mevcut, geçtim. Çocukluğun masumiyet, zayıflık ve cinsiyetsizlikle eşleştirilmesi yeni bir olay, psikolojinin etkisi aşikar. Çocukluk, bilimsel verilerin ışığında inşa edilmiştir denebilir.

Kitap üç bölümden oluşuyor, ilk bölümde "bir kavram olarak çocuk" inceleniyor. İkinci bölümde çocukların çevreleriyle ilişkileri ve büyüme süreci var. Üçüncüde iş, sağlık ve eğitim mevzuları. Kronolojik değil, tematik bir inceleme.

Değişen Çocukluk Anlayışları'nı özetleyeceğim. Farklı kültürlerin farklı değerlendirmeleri oluyor tabii, toplumlar kendi doğalarını şekillendirebildikleri ölçüde çocukluğu da benzer bir şekilde inceliyor. Mesela önceleri çocukluk, bebeklik diye bir şey yok. Bebek ve hoop, eksik bir yetişkin. Bu noktada araştırmacı Ariés'e geniş bir yer ayrılmış. Derli toplu ilk araştırmalardan birini yapan bu zat, önemli bir boşluğu doldursa da yöntemleri oldukça eleştirilmiş, yine de araştırmasından bolca yararlanılıyor. Neyse, bebek İsa'ya tapan ve çocukların masum ruhlar olduğunu söyleyen azınlığın aksine Orta Çağ'ın elit ve eğitimli tayfasına göre çocuk "iç çeken zavallı bir hayvan" ve günahkâr. Dini söylencelerden doğan bir görüş bu, Augustinus'un nesilden nesile geçen günah lekesini taşıyan çocuklara sevgiyle yaklaşmadığı söylenebilir. Vaftiz edilmeyen bebeklerin cehenneme gitmesi de bu görüşün bir yansıması. 12. yüzyılda muhalif seslerin yükselmesiyle bu görüş gücünü yitirse de asla kaybolmamış.

Aslında çocukluğun ne olduğuna pek de dikkat edilmemiş, dönemin mühim şahıslarının anılarından bunu çıkarıyoruz. Bir de şu var: "(...) Örneğin Amerika'da boy kelimesinin yetişkin bir köleyi veya Fransa'da garçon kelimesinin Fransız kafesinde çalışan servis elemanını tanımladığı gibi, 'çocuk' için kullanılan puer, kneht, fante, vaslet veya enfes gibi kelimeler de genellikle bağımlılık veya kölelik anlamı taşıyan sözcüklerdi." (s. 25) Dile bakmak gerekir, tarihte kelimeler birden fazla anlamı karşıladıkları gibi anlam değişimine uğrayarak geçmiş hakkında bilgi verebilir. Çocukların sanıldıkları gibi "kötü" olmadıkları uzgörülü bilginlerin çabalarıyla ortaya çıkıyor. Çocuk yavaş yavaş kimlik değiştiriyor ve sosyal-psikolojik yatırımların artmasıyla anlaşılabilir hale geliyor. Locke, Rousseau ve dönemin diğer bilginleri eserlerinde çocuğun neliğine dair tartışmalara giriyorlar. Tabula rasa, mesela. Emile de diğer bir kilometre taşı. Çocuğun masumiyeti ve bilgeliği resimde de kendisini gösteriyor, örneklerle anlatımı mevcut. Victor Hugo'nun şu dediği de önemli: "'Kristof Kolomb sadece Amerika'yı keşfetti. Bense çocukluğu keşfettim.'" (s. 35) Makine Çağı'yla sonlanan süreçle birlikte çocuğun dünyanın pisliğinden uzak oluşu yüceltildikçe yüceltilmiş.

Çocuğun yetişmesinde kalıtım-çevre ilişkisi de incelenmiş. Rönesans sonrasına kadar çocuğun ailesinin her şeyi belirlediği fikri baskınmış, sonrasında çevre faktörü güçlenmiş. Bu konuda Golding'in Deniz Üçlemesi sağlam fikirler verebilir, Talbot biraderin gelişimi ve kişiliğini sorgulaması bu mevzuya cuk oturuyor. Ekonomik durumun bağımsızlığa pek bir katkısı olmuyor gerçi; çocuk ölümleri yüzünden Püritenlerin küçücük beyinlere İncil'i sokuşturma çabaları anlaşılabilir, çocukların özgür oldukları pek söylenemez. İşin ekonomik boyutu korkunç, sonda bahsedeceğim. Bir de mastürbasyonun ölümcül bir hastalık ve günah sayıldığı zamanlarda çok parlak fikirli bir bilim adamı, çocuklara kâfuru emdirilmiş kilotlar giydirilmesi gerektiğini söylemiş. İnsanoğlu cahillik yüzünden ortadan kalkabilirmiş, böyle kaç vaka vardır acaba? Ucuz yırtmışız.

İkinci bölüme geçiyoruz, Büyüme: Ebeveyn ve Yaşıtlarla İlişkiler. Çocuklar için şimdiden bir mum yakmalıyız, masum oldukları kadar şiddete maruz kalmaya açıktırlar ve bazı araştırmacılar ebeveynlerin gerçekten rezil insanlar olduklarını söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Doğru mu peki? Doğruluk payı var. Sömürülen çocukların varlığı bir yana, aile hem bir hediye hem de bir lanettir. Bazıları lanetle daha sık yüz yüze gelirler.

Doğum kontrolü, ciciannelik mefhumu gibi pek çok konu var, ben ilgi çeken kısımları alacağım. 18. yüzyılda tıp eğitimi almış kadınlar yerine çok sayıda doğumda bulunmuş kadınlar tercih ediliyormuş, bu makul. Geleneksel yöntemle doğum yapılması uygun görülürmüş, bu da iyi. Cerrahların, eczacıların ve ebelerin bilgisizlik ve donanımsızlık yüzünden çocukları parça parça çıkarmaları, bebeği almak için anneleri doğramaları, bu korkunç işte. Bilim mühim. Doğumdan sonra batıl inançlar geliyor tabii, bizde de Albastı/Alkarısı/Çarşamba Karısı nam doğaüstü varlık olarak kendini gösteren öcülere karşı alınan önlemler garip. "Köylü kadınlar pencereleri kapatır, rüzgarın -ve kötü ruhların- gelmesini engellemek için çatlakları onarırlardı. Bu durum, sonunda tıpta 'kapama metodu' adını aldı." (s. 61) Vaftiz meselesi buraya bağlanabilir.


Şunun ölümlere yol açması şaşırtıcı olmasa gerek, Rus Ortodoks kiliseleri sağ olsun.

Aklımda birkaç soru var, cevabını bulana kadar döndürüp dururum. Birinin cevabını buldum. Bir bebeğe bir azizin/azizenin adını verme geleneği ilk defa 12. yüzyılda Akdeniz'de ortaya çıkmış ve yavaş yavaş kuzeye yayılmış. Protestanlar ve Katolikler arasında isim mevzusundan da tartışmalar çıkmış, Ichabod ve Ebenezer gibi Eski Ahit'ten isimler kullanılmış. Kız-erkek bebek ayrımı, bebek ölümleri gibi meseleler her ne kadar cinsiyetçilikten nasibini alsa da ebeveynlerin ölümler karşısında genellikle üzgün oldukları söyleniyor. Doğal. Sütannelik bir zenginlik göstergesi olarak kullanılmış, kundaklamanın ortaya çıkardığı kamburlar ve sakatlar bu uygulamadan vazgeçilmesini sağlamış, bir sürü şey. Bebeklerin kasıtlı veya kasıtsız öldürülmesiyle alakalı anlatılanlar, değer yargılarının çok farklı olduğu bir zamanı aydınlatıyor. 10. yüzyılda İzlandalı babaların bebeklerini öldürme hakları varmış, 14. ve 15. yüzyılda Floransa'da kazara bebek öldürenler tazminat ödeyerek yırtabiliyorlarmış. Cezalar endüstri toplumunun biçimlenmesiyle birlikte zorunlu çalışmaya dönüştürülmüş. Terk edilmiş çocuklardan oluşan yetimhanelerde soyluların terk ettiği sakat çocuklar varmış falan, çocuk terki de zamanın güncel problemlerinden.

Üçüncü bölümde politik ekonominin çocuk fikrini adım adım değiştirmesi incelenmiş. Hiç bulaşmayacağım, sömürünün yüzleriyle karşılaşacaksınız. Yanında H. G. Wells'ten Kipps'i okursanız görev tamamlanmıştır.

Nerede okudum, hiç bilmiyorum: "Çocuktuk/ve çaresiz" Şarkı da cuk oturdu.

29 Ağustos 2017 Salı

Henrietta Rose-Innes - Hep Eve

Geçen bir yerde okudum, çok mühim biri söylemiş, iki ilgisiz şeyi birleştirip yeni bir şey yaratmak edebiyatın bam teliymiş. Stephen King'in de benzer bir görüşü var, hatta Cujo'nun böyle bir bileşimden doğduğunu söylüyor. Arabasını mı ne tamir ettirecek, tamircinin bahçesine giriyor ve dev bir köpek üzerine doğru koşuyor, kaçacağı hiçbir yer yok. Çaresizlik ve korku. Üzerine umacıdan hallice bir varlığın yarattığı korku eklenince o iş tamam, ödümüz kopa kopa okuyoruz. Neyse, aslında bu iki alakasız şeyin o kadar da alakasız olmadıklarını anlıyoruz, varlıkların doğurduğu duygular olduğu müddetçe zenginleşen yaşantılara açığız demek.

Rose-Innes, sokağın sonuna kurulan otelden kibrit çöpleriyle yapılan maketlere kadar pek çok nesneyi karakterlere öyle güzel bağlıyor ki her şeyin büyük bir bütünün parçaları olduğu hissini uyandırıyor. Eve dönüş her öykünün temelinde yer alıyor, sanki kahramanlar değişim geçirmeleri için yolculuğa çıkmış da görevlerini yerine getirip ait oldukları mekana dönüyorlarmış gibi. Değiştikleri için mekanlar da aynı kalmaz, yenilik yaşamlarını değiştirir, en azından yeni bir odağa sahip olurlar. Aynı kalamamanın, değişime karşı verilen tepkilerin öyküleridir bunlar. Dil de inceliklidir; Coetzee'nin övgüsüne mazhar olmuş bir yazardır Rose-Innes ki Coetzee dile büyü katabilenlerin en beceriklilerindendir bence.

Kapak ne kadar güzel. İlk öyküyü anlatıyor. On beş öykünün beşini inceleyip gerisini ellerinizden öptüreceğim, bayram da geldi hazır.

Hep Eve: Değişen şehir. Ray ve Nona altmışlarını süren bir çift. Yakınlardaki huzurevine bakıp kendi hallerini düşünürler ama yaşadıkları sokak değişene kadar yaşlanmanın korkusunu tam olarak hissetmezler. Parklar yok olur, binalar yükselir. Gün ışığı azalır ve yeni dikilen binaların pencerelerinden yansıyan ışık batan güneşe aittir, ölüm yansıyordur sanki. Kuşlar da ne yapacaklarını bilemez, ışığın ve minik kafalarındaki haritanın değişmesi onları huzursuz eder.

Yolun kenarına koyup uzandıkları iki şezlong da yabancılaşır, Nora için yeni dikilen otelden gelen bağırışlar, havuza atılanların sesleri her şeyi yabancılaştırır. Civardaki her şey değişmiştir, kendi evleri hariç. Nora eşine otelde kalacağını söylemez, amacı ait olduğu yeri bellemektir. Evi uzaktan çirkindir, asimetrinin sevimsizleştirdiği bir yapı. Ray de bu manzarayı görmeli, birkaç günlüğüne daha iyi bir yaşam sürebilmeliydi ama belki de dırdırcı Nora'dan kurtulduğu için seviniyor, kim bilir? Mesafe ilişkileri dönüştürür, bu manzarada olumsuz bir şekilde.

Yılların aşındırdığı ev, ilişki, artık her neyse sahip olunan tek şeydir, Nora evine döner ve Ray'le birlikte kuşların eve dönüş yolunu bulmasını beklerler. Uyum sağlanmıştır, insan uyum sağlayabiliyorsa her şey sağlayabilir.

Çalışma Sürüyor: "Bir öyküye yüksek bir binayla başlarsanız, bir düşüşle bitirmeniz gerekir." (s. 27) On kez ortaya çıkartıp hiç kullandırmadığım bir sopanın öyküsünü yazmıştım, basılmadı tabii. Öykülerim genellikle basılmıyor, ben de basılmayacak öyküler yazmaya devam ediyorum. Gerçi Öykü Gazetesi bir tane daha basacakmış önümüzdeki aylarda, teşekkür ettim. Neyse, bu öyküde yüksek binadan düşmek bir şeyleri sembolize eder, orada kalmak da öyle. Yüksekliğin iktidarla ilişkisi vardır, iktidarın bana kalırsa yozlaşmayla ilişkisi vardır, dolayısıyla anlatıcımızın yozlaşmadan kaçışını okuruz.

Genç kız süslenip püslenir, yazdığı şeylerle ilgilenen yazarın evine gelir. Gider. Pek edebi değildir ev, en azından kızın umduğu gibi değildir. Alem evi işte, kızımız anında uzar. Topuklu ayakkabılarına bakar en son, acıtsalar da ayakkabılarını sevdiğine karar verir. Yazarın ekmek kırıntıları attığını düşünüyorum, birkaç öyküde denk geldim yahut aşırı yorumluyorum, neyse artık. Ayakkabılar iyidir, yüksekler kötüdür gibi bir şey. Topuklar can yakar bir de, yükseklere çıkıldıkça hayal kırıklığı/acı artar.

Meçhul Asker: Annesi tarafından kütüphaneye bırakılan çocuğun camdan çıkıp gitme gibi bir hayali vardır, belli ki sevgisiz yetişen bir evlat. Meçhul asker fotoğrafına denk geldiği kitap ilgisini çeker, böylece maceraya açık hale gelir. Macera unsurunu sağlayacak olan şey, camdan gördüğü bir gençtir. Peşindekiler genci bıçaklar, genç kütüphaneye saklanır ve Callum nam çocuğumuz tarafından korunur. Elemanlar kütüphaneyi basar, bıçakladıkları eleman camdan kaçıp Callum'un hayalini gerçekleştirmiş olsa da bunu bilmezler, tam Callum'a tebelleş olacakları sırada kütüphane görevlisinin ortama girmesiyle dağılırlar. Callum kitaplardan yırttığı sayfalarla bıçak yaralarını temizlemeye çalışmıştır, bu yüzden kütüphaneden şutlanır ama hayalinin gerçek olduğunu görmeye paha biçilemez.

Porselen: Kırık parçalar bir araya getirilir, nesne eski haline kavuşur ve pütürlü yüzeyi hissedilir, bu eksikliktir. Tekrar bir araya geldiklerinde bütünden fazlası olurlar, bu tamlıktan fazlasıdır. Üç kız kardeşten biri intihar ettikten sonra geride bıraktığı çocuğuyla ilgilenen iki teyze var, çocukta da annesinin semptomları görülüyor. Annenin yerini çocuk aldı, yüzey pürüzlü olsa da tamdan fazlası var. Aralarındaki ilişkiler, çocukla annenin geçmişteki ilişkileri parçaların nasıl bir araya geldiğini anlatır. Nefis bir öykü.

Yanan Binalar: Rollerin değişmesiyle ilgilidir. İki sanatçının ilişkisinden bir gözlemci, bir gözlenen doğmuştur, gözlenen performansını umursamazlığına ve kabalığına borçludur ama gözlenen hep aynı yerde durmak istemez, zamanı gelince karşı çıkar. Yer değiştirmeleri sanatın dolaylı olarak yarattığı hiyerarşinin yıkılışını da betimler.

Birbirinden güzel on öykü kaldı, birinde cam kubbeye tırmanıp çocukluğunu görmek isteyen adamın özlemine şahit oluruz, bir diğerinde apokaliptik bir ortamda sürüklenen alkolik kadınla birlikte hayatta kalmaya çalışırız, meseleler çeşitlidir. Cape Town vardır bir de; hemen her öykünün geçtiği şehir olarak dış mekanı oluşturur.

Rose-Innes çok başarılı bir öykücü, okumanızı tavsiye ederim.

Drago Jančar - Kürek Mahkûmu

Johan Ot'u çağın ruhu olarak görmek mümkün. Yolculuğu boyunca her bir adımında yaşadığı kaotik dönemin farklı bir yüzüyle karşılaşırız. Milan Jazbec'in Ölümün Eşiğinde, Yaşamın Eşiğinde başlıklı değerlendirmesinde geçer, 17. yüzyıl Avrupa'sında bir gezgindir Ot, daha doğrusu her şeydir. Otacı, simyacı, bilgin, kaçak, kürek mahkûmu, büyücü, reformist, dönemin dejenere olduğu düşünülen ne kadar kimliği varsa sırayla hepsine bürünür ve siyasi olaylarla içten içe kaynayan bir coğrafyada oradan oraya sürüklenir. Yetmez, üzerine denize açılır. O dönemde gemilere itiş gücünü köleler sağlıyordu, Ot da onlardan biri olur. Cüneyt Arkın'ın filmlerinde görmüşsünüzdür, iki tarafa sıralanmış, zincirlenmiş adamlar kürek çekerler, yorgunluktan bayılırlar, ölürler, o hesap. Ot ölmez, delirmez de. Onun işi şahitliktir, Yeni Çağ'ın en alengirli, kaynar günlerine şahit olmadan ölmeyecektir. "Bu vartayı da atlatacağım, diye düşündü. Mutlaka bu vartayı da atlatacağım." (s. 380) Bence atlatmıştır, çağı sonlandıran Kara Ölüm değildi. Gerçi düşünüyorum da, Decameron'un ortaya çıkmasıyla birlikte belki yeni bir çağ da başlamıştır. Jančar böyle düşünmüş olabilir mi?

Jančar'dan Sorumlu Bakan Sedat Demir Facebook'ta yazmıştı, Jančar'dan aktardığına göre Eco'yla Jančar tanışmış, pek sevişmişler. Bir nevi tarihçe çıkarmış olmalarının, benzer düşünce yapılarının bunda büyük payı var sanıyorum, Kürek Mahkûmu'yla Gülün Adı iki yıl arayla çıkmış. Milan Jazbec'in tespitine göre benzer fikirleri irdeleyen cümleler var iki metinde de. Eco zaten işinin pîri, Jančar da deli araştırma yapmış da yazmış, bence günlüklere varana kadar pek çok belgeyi okumuştur. İşin tarihi boyutu bir yana, bilinen dünyanın dışına çıktıkça -deniz yolculukları vs.- fantastiğe varan bir dünyayı kurmasıyla Antik Yunan tarihçilerinin bol uyduruklu canlılarının benzerlerini de var ediyor. Dünyanın keşfedilmemiş alanları hurafelerle doldurulduğu için o zamanlar sonsuzluğa dökülen deniz, uzaya açılan kapı, cehenneme çıkan fare deliği falan var ve Ot'un maceralarında bunlar korkulacak gerçekler. Gerçi cehenneme çıkan fare deliği uygun bir benzetme, vebanın yayılmasında pirelerle birlikte fareler de oldukça etkiliydi.

Otuz Yıl Savaşları, din savaşları, cadı avı arasında yalnız bir yolgezer, gazası mübarek olsun.

Ot at arıyor, tabanvay oldukça tehlikeli. Berbat, sıcak bir hava var ve herkes dua ediyor, hastalığın belirtileri insanların ödünü kopardığı için yabancılara karşı büyük bir korku besleniyor. İhtiyarın teki, Ot'u hancıya yönlendiriyor. Hancı, Ot'a bir ev buluyor ve adamımız evine geçiyor. "Sefalete hoş geldiniz." (s. 18) Adamımızın parası var, Eski Dünya'yı dolanmak için her şeye sahip. Burada güzel bir ayrıntı var; hancı Ot'u kaçak bir kürek mahkûmu sanıyor. Anlatının sonuna doğrudan bir çıkış. Aslında şimdi düşünüyorum da, Ot'un uyandığı, kapatıldığı hücre de direkt sona ulaşabilir. Döngüsel bir yolculuktur bu belki, sondan başlamıştır.

Yerleşik yaşama geçmesiyle birlikte tehlikenin orta yerine düşer. Geceleri ışığı sönmek bilmez, kim olduğu hakkında söylencelerden başka bir şey yoktur, Yargıç Lampretiç'in sevmediği bir insan türü. Üstelik çok da okuyor, o devirde insan o kadar çok ne okuyabilir? O kadar okuyan bir insan kolaylıkla hatalı düşüncelere kapılıp şeytanın yoluna sapabilir. Risk oluşturur Ot, ahalinin dikkatini çeker ama hakkında somut deliller lazımdır. Yıldızları izlemesi böyle bir delil değildir, çok okuması da. Hasta bir kadının kanını akıtarak hayat kurtarır, parasıyla Yargıç Joseph Albin ve tayfasını kazanır, her şey iyi gidiyor gibi görünür amma lakin ki öyle değildir. Kara pelerinli, yüzü ve saçları kapkara bir adam ortaya çıkar, gizli biraderlikten ve geceleri ateş etrafında toplanan insanlardan bahseder. Sandman? Değil tabii. Okült gruplar her yerdedir, çağın urları. Ot da bir şekilde bunlarla iletişime geçecektir ve dikkat çekecektir, pelerinli dayı bu konuda Ot'u bilgilendirir. Ot gerçekten de bir büyünün etkisi altındayken kalp yemeli bir ayinin orta yerine düşer ve gece sohbet ettiği halktan insanları şüphelendirir. Kara pelerinli yine ortaya çıkar ve artık kendilerinin kardeşi olduğunu söyler Ot'a. Kellesinin gitmek üzere olduğunu da söyler, Ot oradan uzar.

Gizlice girdiği evde bir köşede yatan yaşlı kadından yemek ister, kadın çığlık atmaya başlar, Ot kadını susturmak için yumruk atar ve kadının çocukları eve gelerek Ot'u hacamat ederler. Yargıç Lampretiç Ot'u sorgular. Bu kısım çok iyi; farklı insanların Ot tasviri ve adamımızın her sorgulamada kelleyi kurtarmak için hikâyesini değiştirmesi müthiş. Sıyrılamaz gerçi, suçludur çünkü yabancıdır. Yabancılar sevilmez, kelleleri alınır. Alınacaktır ama Ot sıvışır, biraderlik sağ olsun. Bir odun yığının üzerinde yanarak kül olduğu söylentisi yayılınca varlığından da kurtulmuş olur, artık tamamen özgürdür. Biraderler, Ot'u almak için mutlaka geri geleceklerini söylerler. Biraderlik çok güçlüdür, insanların cayır cayır yakıldığı yargısız infazların dünyasında varlığını sürdürür ve kaosun orta yerinde kurtuluşu muştular. Olabildiğince. Bizim için Ot'u kurtarmış olmaları yeterli.

Ot, kardeşliği ve halkı sorgular. Bir misyoner değildir belki ama kardeşliğin adamıdır, yine de bu umutsuz mücadeleye pek dahil olmaz. Bir yandan yeni katıldığı topluluktaki insanları inceler ve yeni kiliseler kuracak, ruhen aydınlanmış insanların bunlar olamayacağını düşünür. Umutsuzdur, yine de yola devam eder. İ.Adam nam biriyle tanışır, bu adam kokuşmuşluğu, cadı avını bitirmek için İmparator Leopold'un öldürülmesi gerektiğini söyler ve laf arasında kendi akrabalarının da cadı olduğundan bahseder, sadece Ot'a. Sonrası oldukça eğlenceli; bu ikisi başlarından geçen olaylar sonucunda bir tüccarın evinde yaşamaya başlarlar, Leopold'un kasabaya gelmesiyle birlikte işler iyice karışır. Bu noktada o dönemin doymak bilmez açlığı, cinsellik canavarı ortaya çıkar. Hiç kimse mantıklı düşünemez, beyin lobları kalçalara dönüşür falan, bir dünya seks. Sonuçta Ot yakayı yine ele verir, zaten yakalandığı zamanlar beynini kullanmayı bıraktığı zamanlardır, öbür türlü hep yırtar.

Kürek mahkûmu olur, denizler ayrı bir macera. Mahkûmluktan yırtar, sonrası yine öyle. Unutulmaz bir yolculuk, çağı aydınlatan güzel bir anlatı. Şiddetle tavsiye...

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Doris Lessing - İyi Terörist

Orijinal adı The Good Terrorist, incelikli isim.

Sonradan araya ek: Yazıyı bitirince kapağı buraya koymak için internette aranırken gördüm ki Kırmızı Kedi, İyi Terörist adıyla basmış. Bende 1992 tarihli AFA baskısı var, orada direkt Terörist. Başlığı düzelttim. Çevirmen aynı, Zeynep Sirer. İyi bir çevirmen olduğunu sezinledim, çeviri kokusu almadım.

İyi teröristimiz Alice'le Cennete Bir Koşu'daki Dr. Barbara'yı kıyaslayacaktım ama ne açıdan kıyaslayacaktım, heh, Barbara'nın yaratmak istediği düzende insanın tarımla ciddi şekilde uğraşmaya başlamasından hemen sonrasına ulaşmak hedeflenir. İdeal bir toplum için modern zamanların alışkanlıkları terk edilmelidir, Barbara bu hususta komününü hizaya sokmak için insanları öldürmeye başlayınca işlerin ters gitmeye başladığını anlayan esas çocuğumuz, doktora karşı çıkar ve yaşamını ucu ucuna kurtarır. Hastaneye götürülürken Barbara'nın yöntemlerinin aşırılık dışında doğru olduğunu düşünür. Sıkı ütopyanın kurbanı bol olur derler, aslında inançla alakalıdır. İnanırsanız olur, olanın yanında ölümlerin bir hükmü yoktur.

Alice'in farkı nedir? Alice de kokuşmuş düzeni yıkmak isteyen bir aktivisttir, dahil olduğu grupla birlikte değişimin yayılmasını ister ama öncelikle grubu ve işgal ettiği evi toparlamaya çalışır. İdealini öncelikle yakın çevresinde eyleme dökmeye niyetlidir ama aynı amaç için bir araya gelmiş olsalar da onca insanla uğraşmak zorundadır Alice. Ballard bir durum yaratıp karakterlerini ortalığa salarak hareketlerini gözlemler, Lessing'te ise ilişkiler ve ilişkilerden doğan yeni olaylar vardır. Ballard belli bir tez üzerinden metni kurarken Lessing sadece aktarır, karakterlerin geçmişleri ve şimdileri anlatıyla birlikte açığa çıkar. Zamanda sıklıkla yolculuk yaparız, Alice'in ailesiyle ilgili meselelerinde çocukluğuna ve gençliğine gideriz. Alice odaklı bir bakış açımız var, bu kadın çok ilginç.

Alice'le Jasper'ın işgal evine gelmeleriyle başlıyoruz. Daha ilk sayfadan Jasper'ın Alice'in bileğini sıkıp istediğini yaptırmaya çalışmasıyla ilişkileri hakkında bir fikir ediniriz ama sonradan göreceğimiz üzere Alice'in izin verdiği, bazen kendini kaptırıp boyun eğdiği bir oyundur bu. Jasper kendi çapında okumuş, genç bir adam. Alice otuzlarını çoktan ortalamış, yıllarını evleri ve grupları adam etmeye çalışarak harcamış bir kadın. Fraksiyonlar onu amacından saptıramaz; Komünist Merkez Birliği'nin olduğu söylenen eve geldiklerinde Bert ve diğerlerinin IRA'ya katılmak istediklerini öğrenir ama bunu sonra halledilecek bir mesele olarak görür, öncelikle çimento dökülmüş giderleri açtırmak, elektriklerin kesilmesini önlemek gibi aciliyeti olan işleri halletmek ister. Bunlarla uğraşırken evde kalan diğer gomanikleri tanır.

Son derece sinematik bir dil; karakterler, karakterlerin kimlikleri ve gerçekleşen olaylar öylesine iç içe geçmiştir ki Alice'in ailesiyle münasebetlerinin yer aldığı kısımlar dışında müthiş bir akış sağlanır, adeta plan sekans. Gerçeğe olabildiğince yakın bir anlatı, çok keyif verici. Neyse, Pat ve Bert'in siyaset yüzünden bozulan duygusal ilişkilerine hayıflanır Alice, aslında öyle düşünmese de aklından o tür düşünceler geçer, anlatıcının dediğine göre. Alice'i bütün insanlığı küçük kardeşi yapmak isteyen bir terörist olarak görüyorum; sıcak bir yemek, beyaz çarşaflı bir yatak, bütün insanlar için lazım olan bu. Bu özlemi, düzenin değişmesi için göstereceği eforun büyük bir kısmını alır. Geri destek gücü olarak görülebilir kendisi; eyleme geçenlerin ikmal kuvveti gibidir ama eylemciler tarafından küçümsenmekten kurtulamaz. Lessing oldukça başarılı bir karakter yaratıcısı, gerilimleri ustalıkla yansıtıyor. Aralarında üniversite diplomasına sahip olan bir tek Alice var ama hiçbir zaman iş aramamış, kendini olayların ortasında bulmuş ve Jasper'la da böyle tanışmış. Sömürüldüğünü biliyor ama Jasper'dan ayrılamıyor, ablasıymış gibi. Sırf ikisinin arasındaki ilişki bile Lessing'in kurgu ustalığını yansıtmaya yeter. Karakterlerin şiveleri bile önemli bir yapı taşı, geldikleri sınıfları belli ediyor ve farklı şiveyle konuşmaya çalışanların kodları kolaylıkla çözülebiliyor. Bir anlamda oldukça "yerli" bir romandır bu ama demografik yapı hakkında yeterli sezgi sunuluyor okura.

Alice'in ailesi... Babanın fabrikası var, anne entelektüelleri etrafına toplayabilen nüfuzlu bir kadın. Durumları iyi, Alice'in eleştirisi burjuvaziye yönelik. Zenginlik ve bencilliğin son bulacağı bir dünyada ailesinin kendisini anlamasını bekliyor ama böyle bir şey olmuyor tabii. Kendince durumu eşitliyor Alice, para gerektikçe annesinden ve babasından para aşırıyor, sonucunu düşünmeden. Hedefe obsesif bir şekilde bağlı; araç hiç önemli değil. Kendi doğrularının dışına çıktığı pek görülmüyor, belki finalde. Mesela evin tamiratı için çağrılan sünepe gence hak ettiğinin verilmesi konusunda evin diğer sakinleri pek bir çaba göstermiyorlar, hatta bu konuyu umursamıyorlar bile. Davanın çıkış noktasının anlaşılmadığını, karakterlerin kendi amaçlarının peşinde körleştiğini görüyoruz. Sıkıntılarla ilgilenen kişi Alice'tir, hatta eve belediye tarafından el konulmasını engellemek için bürokratik işlerle uğraşıp devlet dairesindeki görevliyi analiz ederek kendi cephelerine çeken de Alice'tir. Bir de bu var; Alice'in insan sarraflığı. Alice çözücüdür, insanları anlar ve ona göre davranır. Başarılı bir bukalemundur, öyle olmasa daha en başta ev yaşanamayacak bir halde, öylece kalacaktı. Pratik bir kadındır aynı zamanda, okunması gereken kitapların gerektiği kadarını okumuştur, gerisini anlayacak bir idrakı yoktur.

Evle alakalı çöpçüsünden elektrikçisine bir yığın uğraş var, Alice'in enerjisine hayran kalmamak mümkün değil. Ne kadar güçlü olsa da işgale uğrayana kadar o evde yaşayan çocuğun evden atılmasına engel olamaz, bu da canını pek sıkar. Önce yakındakiler, sonra diğerleri... Sömürü düzeni bu şekilde yıkılacaktır, bizzat sömürerek değil. Sınıf bilinci konusunda Alice'in de falsoları vardır, orta sınıfın nezaketinden ve tavırlarından hiçbir şey anlayamadığı için bu sınıfın insanlarının samimi olduklarını düşünmez ve onları pek de sevmez açıkçası. Anlayabildiğini sever Alice.

Hızlandırıyorum. İki yan evde farklı bir grubun evi vardır ama buradakiler gizemli insanlardır, IRA'yla bağlantıları olduğu düşünülür. Alice evdekilerin başı olan adamı bir türlü çözemez. Moskova'dan mı ne geliyordu, öyle bir haller vardı ama hatırlayamadım şimdi. İsabet oldu, sıkmaya başlayacaktım yoksa. Bert'le Jasper'ın koftiden devrimcilikleri, katılmak için İrlanda'ya gittikleri IRA tarafından da fark edilir ve geri postalanırlar. İşler evdekiler için umdukları gibi gitmez ve bombalı bir eylem yapmaya karar verirler. Bu eylemin anlatımı da müthiş, mutlaka okuyun yahu. Nihayetinde Alice bu eyleme katılmaz ve komünün çığrından çıkan devrimciliğini bitirmek için somut bir adım atar, ne olduğunu söylemiyorum. Lenin'in deyişi: "Ahlak devrime dahildir." Gibi bir şey. Alice için böyle değildir, o yüzden iyi bir teröristtir zaten.

Sosyal ve bürokratik ilişkilerdeki detaylar müthiş, devrimin ve devrim yolundaki eylemlerin sorgulanması da öyle. Bana kalırsa her aktivist bu romanı okumalı. Bana kalır sanırım. Benim sayfam oğlum, istediğimi yazarım.

Şu albümü dinlemeyeli de kafadan on sene olmuştur. Hatırladım da mutlu oldum. Şarkının son üç dakikasının güzelliğini anımsayınca Küçükyalı'dan trene bindiğim zamanlar da kendiliğinden geldi. Kadıköy'e giderdim, 2002 veya 2003. 14 yaşındaydım, köklerdim sesi... Vay be.

25 Ağustos 2017 Cuma

Necib Mahfuz - Düğün Evi

Karakterleri katman olarak kullanır Mahfuz; gerçeğin görülebilmesi için her karakter kendi kurgusunu anlatmak zorundadır. Yaşamı olduğu gibi aktarmak mümkün değil, analitik zekamız veri olarak gelen her şeyi tartar, düzenler ve boşlukları kendisi doldurarak bir ürün olarak sunar. Anılar, gerçeklik algısı, hayal gücünün üretimleri, hemen her şey bu işlemin ürünü. Öznel gerçeklik diyorum, dedim.

Katman şu; kurgusal bir metin yaşanmış olaylardan beslenerek yazılır ama herkesin gerçeği başkadır, bu da karakter sayısı kadar katman demektir. Son kişiye kadar gerçeğin ne olduğunu bilemeyeceğiz, en azından o bize oyun oynamayacak ve gerçek bir nokta koyacak. Sonsuza kadar küçülen sayısız Matruşka yok, sonuncusu bölünmüyor. Abbas Yunus -sonuncu- haricindekilerin her biri aynı dünyayı farklı biçimlerde doğuruyor. Gerçi Abbas Yunus'un daha uç bir girişimi var; yazdığı oyunla farklı bir geçmiş yaratıp diğer karakterleri bu geçmişi sorgulamaya itebildiği gibi geleceği de belirler, intiharını önceden bildirir. Çatışmayı sağlayan unsurlar, karakterlerin yakın ilişkileriyle kurulmuş ağda halihazırda mevcuttur, ölümse oyunun ihtiyaç duyduğu müthiş final için gereklidir. Stranger Than Fiction mıydı o film, hani yazarın yarattığı karakterin gerçekten var olduğu ve yazılanlardan farklı olmadığı? Eserin muhteşemliğe ulaşması için yazarın karakterini öldürmesi gerekir ama yüreği elvermez, eser kusurlu olursa olsun. Abbas Yunus yaşadığı yıpratıcı yılların etkisiyle kendini öldürüyor, öldürmek zorunda, hayatı boyunca yazdığı bir oyunun sahnelenmesini bekledi ve üçüncü denemesinde, Düğün Evi'nde başarıya ulaştı ama diyetini geç ödedi. Karakter yazarını öldürdü bir anlamda.

İsim yok, ön sözü çevirmenin yazdığını varsayıyorum. Kendisi iç ses tekniği, bilinç akışı gibi tekniklerin kullanımını kolaylaştırmak için birinci tekil şahıs anlatımının kullanıldığını söylüyor. Bu ilgimi çekti biraz, bu tür bir anlatım kullanılmadan akan bir zihin var mı? Metnin zihni? Belki denk gelmişimdir ama bilmiyorum, bir örneğini görmek ilginç olurdu. Gerçi Perec yapmış olabilir. Bir de Abbas hakkında şu var: "Diğer karakterlerin tersine, kendi yaşamını ve diğerlerinin yaşamını, farkında olmaksızın kullandığı yaratıcı bir güçle dönüştürmeyi başarmıştır." (s. 7) Yaratma gücü bir tek onda var, doğal.

Belli bir süre, belli olaylar dört karakterin bakış açısından anlatılır. Olaylar -hepsi olmasa da- olduğu gibi oyunda da yer alır. Aynı olayı dördünden birden görebiliriz, her karakter olaylara kendi düşünceleriyle yaklaştığı için anlatım zenginleşir. Dönemin sanat dünyasının dinamikleri, politik olaylar vs. arka planda görünür.

Ben süreç hakkında pek bir şey anlatmayacağım, karakterleri inceleyip noktayı koyacağım.

Tiyatro vasıtasıyla tanışan Kerem Yunus ve Halime El-Kebş birbirlerini severek evlenirler ama bir süre sonra hayatın zorlukları, parasızlık vs. sevgiyi tavsatır. Kerem Yunus'un evi kumarhane ve genelev olarak kullanmaya başlamasıyla rahat etseler de polis mekanı basınca hapse girerler, çocukları Abbas yıkılır. Abbas hassas, sanatçı ruhlu bir çocuktur. Derslerine zor şartlarda çalışır, yazdığı iki oyun tiyatronun sahibi Serhan tarafından geri çevrildikten sonra yaşadıklarını oyunlaştırmaya karar verir. Bu kez başarılı olur, hayatı pahasına. İşin içinde Tahiye var ama bu yazıda da gizem unsuru olsun Tahiye. Kendisi aynı zamanda Tarık ve Abbas arasındaki düşmanlığın sebebidir.

Aktör Tarık Ramazan: Ellili yaşlarında, Tahiye'ye aşık. Oyunda Abbas'ın Tahiye'yi ve çocuğunu öldürdüğünü okur okumaz Serhan'a çıkışır, Abbas'ın katil olduğunu ve bir şeyler yapılmasını söyler ama Serhan sorumluluğu üzerine alarak bunun sadece bir oyun olduğunu belirtir, sonuçta gerçeğin yazıldığı gibi olup olmadığını Abbas'tan başka bilen yoktur. Tarık, geç yaşında ilk kez başarıyı tadar, rolü kendisine ün getirme potansiyeli taşır ama oyundan nefret etmektedir, iç çatışma yaşasa da başarıyı gerçeğe, kendi gerçeğine tercih etmiştir. "Geçmişe ve şimdiki zamana lanet olsun." (s. 37)

Kerem Yunus: "Abbas. Bu acı hayata tat katan tek şey. Abbas benim tek umudum." (s. 39) Oğlunu bu kadar seven bir baba nasıl herkese sırtını döner? Basit; afyon. Uyuşturucu bağımlılığı beynini yavaş yavaş uyutur, sevdiklerini kendinden uzaklaştırır. Oğlan ebeveyninin yaşam tarzından nefret eder etmez baba da oğlunu evlatlıktan reddeder. Yunus için iyilik boş laftır, yıkım karşısında hiçbir önemi yoktur, tiyatroda ve camide tekrar tekrar söylenen boş laflardan ibarettir. Devletin genelevleri açık açık işletmesinin yanında kendinin hapse atılmasını kabullenemez, oyundan öğrendiği kadarıyla eşiyle kendisini ihbar eden Abbas'tır. Devlet ve oğul iki düşmandır artık, çürüme devletin oluşumuna kadar giden yolun en alt basamağından itibaren başlamıştır. Anneyle oğulun sevgi dolu ilişkisini kıskanan baba, oğulun annesini oyuna fahişe olarak almasıyla mutlu olur, ailenin yıkımı tamamlanır.

Halime El-Kebş: Eşiyle aralarındaki ilişkiyi kendisinin perspektifinden tamamıyla görürüz. Abbas'ın idealizmine, iyiliğine inanan tek kişidir belki, bu yüzden üzüntüsü ağır olur. Oğlunun bir melek olduğunu, kendisine asla ihanet etmeyeceğini düşünür ama oyun öyle söylemez, Halime neye inanacağını bilemez ve çöker. Bir diğer çatışma da Abbas'ın Tahiye'ye aşık olması ve onunla evlenmek istemesinden doğar. Abbas, Halime'nin de tek umududur, bu yüzden herkesle düşüp kalkmış Tahiye'yle evlenmesini istemez ama kendi geçmişini hatırlayınca işin içinden çıkamaz. Bir yerlere gelmek isteyen bütün kadınlar kendilerini kullandırmak zorunda kalmıştır, Tahiye'nin Halime'den pek bir farkı yoktur kısacası. Oğluyla arası bu yüzden açılır.

Abbas Kerem Yunus: Adeta bir Deus ex machina gibi noktayı koyar. "Çocukluğumda yalnızlık ve eski ev, yoldaşlarımdı." (s. 101) Annesiyle babasından yönlendirici pek bir etkiyle karşılaşmaz, kendi yolunu kendi çizmesi gerekir. İhmaller zamanla büyür, Abbas anneyle babadan uzaklaşır ve yoksullaşmalarının onların suçu olduğunu söyler. Baba uyuşturucu bağımlısı olunca Abbas'ın gözünden düşer, anne de Serhan'la bir odaya girerken görülür ve oğlu için değerini yitirir. Tahiye'ye aşık olup onunla birlikte evi terk etmesinin ardında bu olaylar vardır. İhbar meselesi de yürek soğutmak içindir aslında, gerçekte böyle bir şey olmamıştır.

Tahiye-Abbas aşkı gerçek. Şöyle; biri için sigaradan, alkolden, en ilkel ve basit bağımlılıklardan kurtulmak gerçek aşkı simgeleyebilir. Tahiye alışkanlıklarından kurtulur, bir de çocuk verir Abbas'a ama hastalanıp ölür, çocukları Tahir de ölür, Abbas bir başına kalır. Bundan sonrası hayal edilenlerle gerçekler arasında dramatik bir sorgulamanın ürünüdür. Sanatı bir arınma olarak gören Abbas hayalinde ailesini ihbar eder ve ihanetlerinden ötürü karısıyla çocuğunu öldürür. Yaratıcılık ateşi söndüğünde yaşama dair duyduğu sevgisizlik kalır elinde, hayal gücünün ürünleri gerçeklerle yeterince kaynaştığı zaman Abbas için anlamsızlık ve yokluk ortaya çıkar. Sonu yok, burada kalsın.

Anlatım tekniği ve mevzusu pek iyi, büyük yazardan şahane bir roman.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Nikolay Leskov - Mtsenskli Lady Macbeth

İki öykü. İlki Lady Macbeth'in kara yazısıyla ilgili olandır. Leskov alelade bir halk söylencesini aktaracakmış gibi yapıp Katerina Lvovna İzmaylova'nın özenle kurgulanmış hikâyesini anlatmaya başlar. Acıklı. Katerina'ya Lady Macbeth denmesinin manası derindir, lakabı soylular takmıştır ve hikâyenin kendileriyle alakalı bölümünden korkuyu, genelinden de eğlenceyi kendilerinin kılmışlardır. Alt sınıftan bir kadının becerdikleri kalantorlara dehşet salmıştır, ders niteliğindedir.

Katerina güzel değil de alımlıdır. Seçme şansı olmadan zengin bir tüccarla evlendirilir. Tutkusuz, durgun bir yaşam sürdürülür. "Uyandığında ise, onun yüzünden insan güle oynaya kendini asar dedikleri Rusya'ya özgü o sıkıntı, tüccar evinin o sıkıntısı yeniden başlardı." (s. 11) Tüccar evden uzaklaşır, yeni yatırımların peşinde koşar, o sırada Katerina Sergey'le tanışır. Sergey şeytan tüylü, yakışıklı bir işçidir, kurduğu münasebetler yüzünden çalıştığı yerlerden kovulmuştur ve son durağı Katerina'nın mekanıdır. Katerina bir gün işçilerin yanına iner, kuvvetli bir kadındır ve Sergey'e meydan okur. Sergey resti görür, eğlencesine kadını kucaklayıp kaldırır. Evlilik yoluyla sınıf atlayan Katerina'yla aynı düzeydedir aslında, bunun farkındadır ve kadının aklını çelmeye çalışır. Çeler. Katerina aşık olur.

Tüccarın babası yaşlı bir adamdır ama canının çoğunu korumayı başarmıştır, geliniyle paryasının arasındaki ilişkiyi öğrenir, Sergey'i bir temiz kırbaçlar, kadının da derisi yüzülecektir ama bunlar hiçbir zaman gerçekleşmez, Katerina adamı zehirler ve sırları saklı kalır. İlginç bir şekilde diğer işçiler, ahali bu ölümden şüphe duymaz. Ölüm ölümdür tabii de, Katerina'yla Sergey arasındaki ilişki fısıltı gazetesi aracılığıyla öğrenilmiştir. Anlatıcının da belirttiği üzere kimsenin işkillenmemesi ilginçtir. Hikâye deyip geçelim. Bir anda ortaya çıkan kedinin öldürülen adamın ruhunu taşıması, konuşması da Rus folkloru ürünüdür diyelim, Bulgakov da kullanmıştı bunu. Bu kedi yüzünden ilk çatlak ortaya çıkar, Katerina Sergey'i sığ bulduğunu söyler, ayrıca adamda sadakat namına pek bir şey yoktur ama Sergey'in değişmesi için bir sebep de yoktur, adam olduğu gibidir, bir meydan okumayı görmüş ve kazanmıştır, bu kadar. Katerina aşkının etkisiyle daha yüce bir şeylere kapı aralansın ister. Nafile. Sergey kadından sıkılma belirtileri gösterir. Tam o esnada günah derinleşir.

Öldürülen tüccarın yeğeninin yatırımlarda payı vardır, kendi payının yönetimi için ninesiyle -ninesiydi galiba- eve gelir. Rakiptir, Sergey'in zengin olma hayalini baltaladığı için ortadan kaldırılması gerekir. Kararı Katerina vermiş gibi gözükür ama Sergey kadınla oyuncak gibi oynar ve cinai eylem vuku bulur, üstelik çocuk dini bir kitabı okuduğu sırada. İnancın intikamı gelecektir ama önce tüccarın ölümünü de göreceğiz. Adam eve döner, yolda bir şeylerin ters gittiğinin haberini almıştır ve mevzuyu çözer, lakin Katerina kocasının gözünün önünde Sergey'le oynaşıp adamı delirttikten sonra onu da öldürür ama bu kez yakayı ele verir. Kiliseden çıkan birkaç kişi evde ne olup bittiğini görür, kalabalık toplanır, bizimkiler kıskıvrak yakalanır. Kasa/kilise her zaman kazanır.

Sonrası Katerina'nın diyeti gibi. Sibirya'ya postalanırlar, bütün üstünlüğünü kaybeden Katerina, Sergey'in yediği herzelere katlanmak zorunda kalır, dayak yer, alenen aldatılır, dalga konusu olur. Nihayetinde Sergey'in takığı kızı tuttuğu gibi denize atar, kendini de. Eli boş gitmez.

Kıssadan hisseli, etkileyici bir öykü. Film uyarlamasının şu aralar vizyonda olması lazım. Malum ortamlara düştü, yarın izlemece.

Ek: Saçmalamamı ibret olsun diye bırakacağım, uydurmanın böylesi... Aslında tüccarı öldürüp gömüyorlar, sonrasında çeşitli fantastik işler başlarına gelmeye başlıyor ki akılları başlarına gelsin. Çocuk sonra ortaya çıkıyor.

Şeytan Kovma ikinci öykü. Anlatıcının uyarısıyla öğreniyoruz ki öyküde bahsedilen ayin sadece Moskova'da gerçekleşiyor, bir de gerçekleştirmek için zengin olmak lazım galiba, saçılan paranın haddi hesabı yok. İlginç bir öykü; çevresinde yaşam göremeyen bir adam içindeki şeytanlardan kurtulmak ister ama şeytanlar onu ayaklarından çekmektedir, aşağı. Kurtulur gerçi, ilginç ritüeller eşliğinde. Cin/şeytan çıkarma konulu, mümtaz bir öykü. Mümtaz? Mümtaz.

Leskov'un yaptığı güzel iş; halk hikâyelerinin zenginliğini yazına dökmek, dinamiği korumak maharet isteyen bir iş ve bu büyük yazar bu işi nefis kotarıyor. Bir saatte hacamat edersiniz, güzel kitap.

23 Ağustos 2017 Çarşamba

Leylâ Erbil - Hallaç

Erbil'in öykülerinde insanlar boş bir sayfadır da çevredeki edimlerle doldurulur gibidir. Odakta nelik, kadınlık, ilişkiler, yirmi beş yaşın içinden geçen hemen her şey vardır. Doldururlar ama kendilikleriyle değil, odaktan göründükleri biçimde. Örneğin öykülerden birinde anlatıcıyı takip eden kuş bir insandır, toplumdur, bilincin bilinçaltına saldırısıdır, korkudur. Bu tür sembolleri dile indirgeyebiliriz; dil bilinçaltı karşısında iflas etmiştir, yetersizdir ve şeylerin anlatımında kendi biçimini dayatır, bu açıdan zorbalığının alaşağı edilmesi gerekir. Yüklemler anlamı/anlamsızlığı gerektiği ölçüde yüklenmez, o da eksik olur, cümlede yer almaz. Noktalama işaretleri türetilmiştir, mevcut olanlar yansıtılanı tam olarak karşılamaz. "Şey" yerine "nen" kullanılmıştır, bu da bir hassasiyettir. Bir iki yerde "şey" kullanılmış gerçi, olsun. Alışkanlık. Karakterler yokun içinden gelir, yarım. Amorf, yarı varlıklardır. Mekanlar da öyle. Ampirik olgulardır, tabii yaşamı sığışılacak bir şey olarak görmenin sonucu tamamlanamazlar. Özgürlüğü başkanın gözünden görmek, kendiye dair bütünlüğü oluşturamaz. Maksat buysa eğer, sonsuza ıraksar.

Varoluşun dörtnala sürüldüğü zamanlarda yazılmıştır, epigraf Beckett'a aittir: "Nothing is more real than nothing." Yokun birinciliğini kutlarız, onun anlaşılması binlerce yıl önceye dayanır ama kendini tam olarak, en azından yeni bir bağlamla, dönüştüğü son biçimle gösterebilmesi için insanın makineleşmesi ve bombalar altında parçalara ayrılması gerekmiştir. Özgürlüğü ve yoku birbirine yakıştırıyorum; birbirine omuz vermiş iki dava arkadaşıdır. Özellikle bu dönemde.

Erbil hiçbir kitabıyla hiçbir ödüle katılmamıştır, sanırım en sevindiğim şey bu. Niye sevindim, sanatla ilgili görünüp aslında yakınından dahi geçmeyen bir sıralamaya girmediği için. Başka, bu ilk kitabıdır, öyküler 1959-1971 mamulüdür. Varoluşçuluk, Gerçeküstücülük, Beat 'em Upçılık tarzı işler barındırır. Üç bölümden oluşmaktadır, her bölümden üçer öykü alacağım.

Yatak: "Değişen ne var? Hiç. Bayağılıklar değişmiyor ama, yıllar yılı önünde tutuyor kişiyi." (s. 11) Anlatıcının yatağı güneşlendirilmeli, öykü boyunca gerçekleşmiyor bu, gerçekleşmesi bir ihtimal olarak hep orada duracak, tekrarlanacak ama kimse buna yeltenmeyecek. Nesnelerin kayıp gitmesi anlatıcının dikkatini çeker, sanki etkileri hiç yokmuş gibidir. Dokuntusuz, sıyrılma der anlatıcı. Arkadaşları sevişir, anlamsız. Sevi yoktur, kelimededir, fiili bir geçerliliğinden söz edilemez. İçilir, konuşulur, Beat adamlarından birinin yazdıklarından bahsedilir; kişinin karısının üstünden başka kadın düşünmesi Brautigan'da vardı, belki odur, belki değildir. Sıkılmaktan bile sıkılırlar, KUŞ -yukarıda bahsettiğim- hep oradadır ama böyle büyük büyük yazılmaz, biçimi büyüktür de boyutu alelade harf gibidir. KUŞ'un diğerlerinden büyük olması için de bir sebep yoktur. Sonda anlatıcıyla konuşur, onun elinde olduğunu söyler. Anlatıcı öyle sandığını söyler. Söylemde kalırlar. Son.

Bilinçli Eğinim I: Kesik yemiş cümleler hızlı akardır. Özgürlük ve edim meselesi üzerinedir.

Anlatıcı don çalar. Ucuz bir don. Sevi istemediğini tekrarlar, sevi yitmiştir. Neden anlattığını da söyler, aslında söyleyemez. Bir nedeni üzerine iliştiremeyecek kadar soyutlaşmıştır, oyalanır. Gemisinin kalkmasına iki saat varken donu çalar, yakalanır. Çantasına bakılır, dolu parası vardır. Öyleyse neden? "Öykü uğruna kişiyi sonuna dek getirme deneyi", büyük-küçük yazılı, KUŞ gibi. Bu KUŞ mesela büyük, bu değil. Anlatamadım. Neyse, olgular anlatıcıyı değil, anlatıcı olguları yönetir, olay yaratma yetisi sınanır. Vivre Sa Vie'de Nana'nın arkadaşıyla otururken söyledikleriyle paralel; eli kaldırmak, sigara içmek, yaşamak sorumluluk ve özgürlüktür, yaşam aşağı yukarı budur ve bundan kaçış yoktur.

Bilinçli Eğinim II: Rüstem anlatıya girip çıkar, neşeli ve neşelendiricidir, en azından hayata heyecan katar. Anneyle babanın ölüsü ıtırla fesleğendir, büyürler. "Korkmadığını sanan korku" yanında "korktuğunu sanan korkusuzluk" vardır, birazdan ölüneceğini söyler anlatıcı, kimselerin ondan ummadığı.

İkinci bölüm Sait Faik içindir, yazarın büyük yazara hediyesidir.

İncik Boncuk: Trende tanışmaların teki. Anlatıcı yazar, eşi çalar, sanat dolu bir çift. Trende öyle ahım şahım pek bir özelliği olmayan kızla tanışan anlatıcı, yaka silkmekten bunalıp arazi olur ama kızla eşini eve davet etmiştir bile. Güzel bir akşam yemeği, gittiklerinde misafirlerin pek de fena olmadıklarını söyler adam, anlatıcı içlenir ve adamın sigarayı bırakması gerektiğini söyler. Adam sigara içmemiştir. Trendeki olmaz bir tesadüften olmayan bir gerginlik.

Üç Arkadaş ya da Oyun: Üçü de birbirine benzemez, üçüncü gelmeden ikinin anlamı yoktur, üçüncü mutlaka duman edilir, yerilir ve bu döngü sürer. Anlatıcı ve gözlemci arasında anlatıdan başka bir ilişki yoktur, gözlemci aralarına karışmak ve yeni yaşam olasılığını kucaklamak ister ama fırsat bulamaz.

Üçe tamamlayamadım, üçüncü bölüm geldi. Adı Kırmalar.

Öykü: İzlekler, betimleme, diyalog vs. başlıklar halinde verilmiştir, bileşenlerinden bir öykü yaratılmıştır, tersine öykü denebilir; öykü gerçekten kurgulanmış bir haldedir. Kafası da oldukça karışıktır, gerçeğin epey üstündedir.

Uğraşsız: Çaba gösterilmeden yaşam. Şey, bu Esirgeyen Gökyüzü'nde kadının bedevilere katılmasından sonrasını mezkur öyküdeki hanımın halleriyle benzeştirdim, bilemiyorum, seçim yoksa sorumluluk da yok, yine de sevgisiz, çabasız, erkeğin koldan çekelemesiyle ilerleyen bir yol kafayı suya daldırıp avaz avaz bağırmaya yol açıyorsa...

Bay Suret ağır top, elleşmiyorum.

Leylâ Erbil mühim bir yazar. Karanlığın Günü dışında bir şeyini okumamıştım, bu ikinci. Erbil dener, en başa bunu koymak lazım. Biçimi, sentaks bükmeyi eşeler. Zordur, birazcık emek ister. Su ister. Yoka ve saçmaya sevi ister, kendi deyişiyle. Seviyi.

22 Ağustos 2017 Salı

Alois Hotschnig - Belki Bu Defa, Belki Şimdi

Yüz Kitap güzelliğidir. Sağ olsunlar, kim olduğumuzu, bu duvarlar arasında kim olduğumuzu ve nesnelere göre kim olduğumuzu, ayrıca kime göre kim olduğumuzu bir güzel sorgulamamızı sağladılar.

Avusturya Trip diyesim geliyor; Broch, Musil, Handke, Bernhard derken insanı bunaltılı hallere gark etmede birçok mühim sanatçı uğraşıyor, bu güzel(?) memleketin suyunu, toprağını derdest ederek okura sunuyor ve can sıkmaya devam ediyor. Can sıkıntısı elbet özdeşleşme etkisidir, sokaklarında hayalet gibi dolandığınız bir şehirdesiniz. Komşularınızın sizi görmezden geldiği -ortada görülecek bir şey olmaması da muhtemeldir ki delirtici olan bu bilinmezliktir- bir şehirdesiniz, insanı aşındıran yalnızlık, korku gibi duyguların farklı türleriyle karşılaşılan bir şehirdesiniz. Şehirdesiniz yani, çizgileri önceden belli bir coğrafyada yaşamınızı sürdürmeye çalışıyorsunuz yahut medeniyet zaten bir temayül belirlemiş, hay huyda beton cangılının dallarından dallarına atlıyorsunuz. Ne olacak, mantığın çizgisinden yavaş yavaş uzaklaşacaksınız, bir şeylerin ters gittiği sezgisi yakayı bırakmayacak, şu Calvino öyküsünde kalabalığın içinde aniden durup, "Oğlum bir saniye, bir terslik var lan!" diye bağıran adam gibi. Tekinsiz bir dünya kurgusu içinde karakterlerin son derece normal çıldırışlarını kanıksayacaksınız. Bir yerlerde bir sinek vızıldayacak ama onu hiç bulamayacaksınız, gece uyumaya çalışırken bir dükkanın alarmı dakikalarca çalacak ve hiç susmayacak, uyuyamayacaksınız.

Hotschnig uykuyu öteletti bugün.

Aynı Sessizlik, Aynı Bağrışma: Anlatıcı evden ayrılır, komşu çift iskelelerinde yatmaktadır. Anlatıcı gelir, hâlâ oradalar. Konuşmuyorlar, otomat gibi davranıyorlar, belirli hareketler dışında farklı bir şey yapmıyorlar. "Belli ki birbirlerine her şeyi söylemişlerdi, çünkü birbirleriyle konuşmuyorlardı, konuşsalar da bunu elleriyle havaya çizdikleri işaretler ve geometrik şekillerle yapıyorlardı." (s. 10) Şekil yapıyorlar da pek umursamıyorlar birbirlerini aslında. Saatlerce, günlerce, gecelerce aynı biçimde duruyorlar. Anlatıcının sosyal ilişki kurma babındaki hareketlerine verdikleri tepkisizliğe karşın başkalarıyla ilişki kurmaları yegane hareketleri olabilir, zaten bu hareketler de anlatıcının kendini giderek bir aynaya döndürmesinin aracıdır.

Tepki alamazsak ne olur? Yok hükmündeyizdir. Kendimizi var etmek için kendimizi ve karşımızdakini baştan kurarız. Bu çiftin tepkisizliği kasıtlıdır, sırf anlatıcı kendini biçimlesin diyedir. Adamımız arkadaşlarından, toplumdan iyice uzaklaşır ve birisi olabilmek için uğraşır, tabii sadece o insanların gözünde. Görmeyen tarafından görülmek isteriz, diğerleri önemli değildir. Kabuslar gelir, suda sürüklenen çöplerin arasında uyanır anlatıcı, akışın bir parçasıdır. Evden ayrılır, yerine başka bir kiracı gelir ve devir teslim töreni yapılmış olur, bu kez yeni kiracı gözlenir.

Yürümenin İki Çeşidi: Adam ve kadın arasında, birbirlerini ıskalamaları konusunda bir öyküdür. Aslında yaratılan üçüncü kişinin -çocuktan bahsetmiyorum, ilişkideki birlikteliğin ruhu gibi bir şeyi anlatmak istiyorum- ikisi için de farklı kimlik taşıması anlatılır; bu yüzden nesneler, ev, yürüyüş, her şey farklıdır. Kadının adama bir seferinde yanlış bir isimle seslenmesi anahtardır, öykü açılır.

Bir Kapı Açılıyor ve Sonra Kapanıyor: Kadın komşulardan biri, Karl'ı bir başkasına benzetip evine çağırdığında duvarlarındaki onlarca oyuncak bebek rahatsızlık verebilir ama bu bebeklerden birinin tıpatıp Karl'a benzemesine ne denir? Karl bu karşılaşmadan karısına söz etmez, aralarının bozulacağını bile bile. Kadının evine tekrar tekrar gider ve oyuncak bebeğe bakarak kendi çocukluğunu, yaşlılığını, başardıklarını, kaybettiklerini, neyi varsa görür. Kadın, yaşamında ona yüz çevirmiş kim varsa bir bebek olarak evinde tutar, nihayetinde de bebekleri yalar, sindirir, bozar.

Belki Bu Defa, Belki Şimdi: Godot nerede?

Walter Amca var mıydı, yok muydu, onca insan niye bekliyor, insanlar var olmama ihtimali yüksek biri için neden bekliyor ve hayatlarındaki diğer insanları neden ihmal ediyor? Umut, beklenti...

Bir Şeyin Başlangıcı: Kim olduğunu hatırlamayan bir adam, elinde bir mektuptan başka hiçbir şey yok. Kırıntılarla kendini kurgulayacak, oldurabildiğince. "Kimin hikâyesinin içine düştüm, diye düşündüm, bu hikâye de şimdi benim olan bu koku gibi bana ait değildi." (s. 55)

Tanımıyorsun Onları, Yabancı Onlar nam öykü kitabın en sıkı öyküsüdür diyor, okurun ellerinden öptürüyorum.

Hotschnig'i kusursuz huzursuzluğu için takibe alıyorum, delisiye tavsiye ediyorum.

Italo Calvino - Sen "Alo" Demeden Önce

Unuttuklarımı gördükçe mutlu oluyorum. Üç ay önce okuduğum bir kitaptan iki öykü dışında aklımda hiçbir şey kalmamış. Boşa okuyorum, üzerimde hiçbir iz kalmıyor. Hiçbir değişim hissetmiyorum. Aralarından geçip gidiyorum, ben de iz bırakmıyorum. Yolculuk sessizce sürüyor.

Sunuş kısmında Calvino'nun kaygılarını görürüz. Faşizm can çekişmektedir, en azından aktif zorbalık ortadan kalkmak üzeredir, öyküler bu dönemlerde ortaya çıkmıştır ve ahlaksal öykünün zulüm dönemlerini yansıtması, o dönemlerin bilinmesiyle değer kazanır. Sonrasında öyküler simgesel anlamlarını taşımayı sürdürürler ama bağlamdan kopmuşlardır, değişim öykülerin canlılıklarını paslatır, en azından anlatılan açısından. Yazarın dönüştüğü de malum; Calvino daha çok çabalayıp daha iyisini başarabileceğini düşünür ama ahlaksal zorunluluk yakasını bırakmaz, yazmaya başladığı zamanlarda çağdaş anlatım biçimlerini kullanıp en iyi şekilde anlatmayı düşünürken gerçeklere dayalı nesnel anlatımla ilerlemeye karar verir. İtalyan Komünist Partisi'ndeki görevinde edindiği izlenimler dahil olmak üzere ahlaki disiplinini etkileyen ne varsa öykülerinde kullanmak zorundadır, ancak bu şekilde tatmin edici bir anlatıma kavuşabilir. "Çoğu kez insanı yazmaya iten şey yaşanan tatminsizliklerdir ve kâğıt üzerinde ulaşılan anlatım yaşamın anahtarıdır." (s. 9) Sokaklar, işçiler, yoksullar vs. kozmokomikliğin dışında kendilerine has bir gerçeklik yaratırlar ve sanırım Calvino'yu tatmin etme noktasında daha başarılı olmuşlardır.

Kıssalar ve Hikâyeler bölümü 1943-1958 arasında yazılan öyküleri kapsıyor.

Teresa'ya Seslenen Adam: Bunu okulda, teneffüste okuduğumu çok iyi hatırlıyorum. Dönemin son sınavlarını yapacaktım, kişisel problemler yüzünden geleceğe dair hiçbir fikrim yoktu, kapana kısılmış gibi hissediyordum ve öykü bittikten sonra çok mutlu olmuştum, hatta öyküyü hemen Cemile'ye göndermiştim. Vay be.

Basit; kaldırımın kenarında bir adam Teresa'ya seslenir. Birkaç kişi yanaşır, onlar da bağırmaya başlarlar. Birbirlerine akıl verirler, daha yüksek sesle bağırırlar. Sokaktaki kalabalık Teresa'nın cama çıkmasını bekler, durmadan bağırır. Uyumsuz sesler bağıranları rahatsız eder, düzen kurmaya çalışırlar.

"Teresaaa!"

Orada Teresa diye biri yoktur, ilk bağıran adam şehrin öbür ucunda yaşadığını söyler, Teresa diye birini tanımamaktadır. Son kez bağırırlar, kimse çıkmaz. Kalabalık yavaş yavaş dağılırken arkada kalan son kişi bağırmayı sürdürür, inat etmiştir.

Bu ne incelikli bir öykü!

Şimşek: Tedirgin ruhlar anlayacaktır.

Anlatıcının başına bir kez gelmiştir, kalabalığın içinde. Bir şeyler ters. Bir şeyler yolunda gitmiyor. Trafik lambaları, yollar, binalar, anıtlar, üniformalar... Hüseyin Peker'in dediği aslında; uygarlık boğucu bir şeydir. Adamımız yanındakilere hissettiklerini söyler, kimse saçma ya da yersiz bir şey göremediğini söyler. Oysa bir parıltıdır o an, farklı bir bilgeliğe kavuşmaktır. Her şeyin bambaşka olabileceği duygusunu, belki öngörüsünü fark etmektir. Fark ihtimalinin kaybedilişinin üzüntüsüdür. Topyekun bir yıkımın özlemiyle yaşayan insanları tanımadınız mı hiç? Anlatıcı öyle değil, aşırı yoruma kaymayayım ama bu hissin yeterince uzun sürmesi kıyameti dört gözle beklemeye yol açar.

Elindekiyle Yetinmesini Bilmek: Yasakların delirttiği halk ve etki-tepki üzerinedir. Tepeden inme hiçbir şey iyi değil, "halkın iyiliği" çok kaypak bir mevzu.

Vicdan: Luigi, Alberto'yu öldürmek için askere yazılıyor. Alberto kim? Düşman. Bu kadar, Luigi Alberto'yu bulana kadar önüne kim çıkarsa öldürüyor, teslim olan Alberto'yu da. İnsan görmek istemez, görmez.

Dayanışma: Kimliksizleşme üzerinedir. Anlatıcı polis, hırsız ve duyarlı halkın bir ferdi sanılır, oradan oraya koşturup durur. Kimin kim olduğu birbirine girer falan. Kaypak insanoğlu.

Yüz Karası: Yozlaşma üzerinedir. Birey yozlaştırır, toplum yozlaştırır, devletler yozlaştırır ve sona kalan dürüst adam açlıktan ölür. Ne güzel.

Yolunu Şaşıran Alay: Emre itaat ve beyinsizliğe berat. Yolunu şaşıran bir ordunun çatılara çıkması, subayların kafa karışıklığı üzerine güzel bir çuvaldızlama.

Kütüphanede Bir General: Bu şey, geçenlerde bir kısa film çıkmıştı. Polisin kovaladığı gençler kitapların içinde kayboluyordu falan, Türk yapımı. Onu seven bunu da sever. Askerler yasaklı kitapları belirlemek üzere kütüphaneye girerler ve okudukça değişirler ama dünya aynı kalır, kendilerinin de aynı kalması lazımdır çünkü onlar askerdir, askerliğin mantığı bellidir ve dünyaya böylesi zıt bir mantık varlığını kütüphanede nasıl sürdürebilir?

Muhteşem öyküler var, anlattıklarımı fikir versin diye kısalardan seçtim ama geri kalanlar müthiş.

Öyküler ve Diyaloglar bölümü 1968-1984 arasında yazılan öykülerden oluşuyor.

Dünyanın Belleği: Zihin bir kütüphanedir, kütüphane kendini çoğaltır, zihin de çoğaltır ve doğurduğuna her şeyini aktarır, en büyük parçada en küçüğün izlerini bulmak mümkündür, tersi de mümkündür. Belleğin uzamda sürmesi ve diğerleriyle eş zamanlı olarak devinmesi üzerinedir. Anlatıcı istifa etmiştir, yerine atanacak olan Müller'i çağırtır ve hikâyesini anlatmaya başlar, anafora Müller, anlatıcının eşi ve pek çok karakter katılır, döngü tamamlandığında silahın doğrultulacağı daha baştan belliyse de bu döngüden okurun haberi olmaz. Sonlara doğru olur, olaylar adım adım çözülürken Müller'in anlatıcı tarafından doldurulan kişiliği bir yapı, anlam oluşturur ve nihayetinde çöker. Gerçeğin belleği öznel bellekten farklıysa, çoğaltılanlar birbirine eklemlenir ve gerçek düzeltilir.

Başkanların Boynunun Vurulması: İktidar, kaybedeceği çok şey olduğunda görevini iyi yapar mı? Devrim, güç ve toplum üzerine bir kurgu.

Neandertal Adamı: Bu arkadaşla bir müddet beraber yaşamışız, sonrasında her şeyi tükettiğimiz gibi bunu da tüketmişiz. Yetmemiş, bir de karşımıza alıp röportaj yapıyoruz ve birbirimize üstünlük kurmaya çalışıyoruz. Daha doğrusu biz ondan daha iyi, yaşamaya daha değer olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz.

Sen "Alo" Demeden Önce: Özlenen bir kadının bütün kadınlara hatta adım adım bütün dünyaya dönüşmesiyle ilgilidir. İyidir.

Calvino'yu da "tüketmek" istemiyorum, her yıl bir kitabını okuyacağım. Muazzam bir öykücü; insanın anlık durumlarını, düşüncelerini yakalayıp yeni bir dünya kurabiliyor. Diyelim ki ağaç, dere. Ağacın dallarının eğilip derenin üzerinde köprü oluşturduğunu düşünürseniz Calvino bu olaydan bir öykü çıkarabilir, başta anlattığım görüşlerinin süzgecinden geçirerek.

Tavsiye, tavsiye, tavsiye...

21 Ağustos 2017 Pazartesi

E. L. Doctorow - Ragtime

Ragtime denen mevzu cazın ham haliyle klasik müziğin harmanlanması sonucu elde edilen, hafif içimli, bol ve kesik dumanlı bir dalgadır. Şurada bu müziğin pîri Scott Joplin'in güzel çalışmalarını dinleyebilirsiniz, kitabın epigrafında da kendisinden bir alıntı vardır, hızlı çalınmaması gerektiğini söyler. Başka, yaratıcılıkta çığır açmış adamımız Jordan Rudess'ın anlık hallerinde denk gelinebilir, şurada var. Bu vesileyle adamların Türkiye konserini de söyleyeyim, ekimde geliyorlar. Images and Words'ün 25. yaşını kutlayacaklar, albümü baştan sona çalacaklar. Scenes from a Memory de baştan sona çalınacak. 2005 öncesinden neyi çalarlarsa çalsınlar kabulümüzdür, aç kalma pahasına 263 TL'yi bayılıp gidiyoruz, eski çete toplanıyor. Tamam, kitaba dönüyorum.

20. yüzyılın başında ABD'nin ulusal marşı olan bu müzik türüne uygun bir anlatım biçimi olarak kısa, birbirlerini bıraktıkları yerden tutan cümleler kullanılmıştır. Çok renkli bir ortam; birliğini tamamlamış, sanayiye tam gaz vermiş imkanlar, özgürlükler(!) ve umutlar ülkesi. Suikaste uğrayan başkanlar, üretim toplumunun Eski Dünya'dan aldığı taze kanla sürekli desteklenen işlerliği, medyumluk, sihirbazlık, işçi sınıfının haklarını korumaya çalışan aktivistler, kaynayıp duran bir toplumun haritasını çıkarmaya çalışan psikologlar, otuz sekiz yerden incelenen bir yapı. İncelenenler: Henry Ford, Eisenhower, Houdini, Freud, Yeni Dünya'ya şöyle bir göz atma imkanı bulabilmiş herkes. Bireysel yaşantıların ayrı ayrı değerlendirilmesinin yanında anlatının odağında üst sınıftan bir aile yer alır ve yan karakterlerle bu ailenin kesişen yolları üzerinden bir dönem romanı ortaya çıkar. Hayaller yok olur, yenileri ortaya çıkar, girişime aç bir topluluk ve ülke temelli hoş bir anlatı ortaya çıkar. Kurgunun içinde yer alan bazı detaylara rahatlıkla ulaşılabilir; ünlü kaşif Peary ve adamlarının çektirdiği fotoğrafın hikâyesi anlatılırken kısa bir aramayla buzulların üzerindeki beş adamın yüzlerini görebilir, aklınızdaki yansımalara yüzleri oturtabilirsiniz. Gerçek hadiselerden sıklıkla yararlanılmıştır, gerçeklikten olabildiğince çıkarılmış halleriyle tabii.

1902'de Baba'nın New York'un tepesinde inşa ettiği evle başlıyoruz. Baba, Anne, Anne'nin Küçük Kardeşi, Küçük Oğlan ailemizi oluşturur. Bozulan arabası, Houdini'nin aileyle tanışmasına yol açar ve Baba'nın Peary'yle birlikte kutuplara gideceğini, amatör ama tutkulu bir avcı olduğunu öğreniriz. Bu kesişmeden sonra aile için serüven başlar. Ha, bir de Küçük Kardeş'in Evelyn Nesbit'e aşık olduğunu öğreniriz. Nesbit, o dönemlerde ünlü bir modeldir ve büyük yankı uyandıran bir cinayet olayının merkezindedir, kocasının sevgilisini öldürmesiyle birlikte basında sıklıkla yer alır. Küçük Kardeş de kadınla iletişim kurmaya çalışır falan, kurar da. Sonra bu. Anne'yle Baba arasındaki ilişkiye baktığımızda zamanla rayına oturmuş ve tutkudan yavaş yavaş sıyrılmış bir evlilikleri olduğunu anlarız. Baba yılın birkaç ayında evde değildir, Anne yalnız kalır ve yaşamın getirdikleriyle yüzleşirken yanında olmayan kocasından yavaş yavaş uzaklaşır. Sevişmeleri tavsar, sevgileri zaten paslanmıştır ama yıkıma ulaşamazlar. Baba'nın sahip olduğu fabrika sayesinde nispeten rahattırlar, Küçük Kardeş de bu fabrikada çalışmaktadır. Bu sayede ayrılmaları ötelendikçe ötelenir.

Hızlı geçişlerle birbirine bağlanan bölümler bütünlüğü sağlar. Göçmenlerin hallerine yakından baktığımızda isimlerinin yanlış yazıldığını ve New York'un izbeliklerinde ortadan kaybolduklarını görürüz. Hiçtirler, yok değerindedirler. Kızlarına tecavüz ederler, alkoliktirler, birbirlerini öldürürler, insanlığın en alt tabakasında hayatta kalmaya çalışırlar. Mameh, Tateh ve Küçük Kız'ın hikâyesi bu noktada başlar. Üçü de deli gibi çalışır, başka türlü hayatta kalmaları mümkün değildir. O sırada küçük kızın okula başlamak zorunda olduğu söylenir ve anneyle baba, kızı istemeye istemeye okula verirler. Çocukların çalışma hayatından koparılıp eğitim almaya zorlanmaları bu dönemin bir ürünüdür, alışılması gereken bir yeniliktir. Colin Heywood'un Batı'da Çocukluğun Tarihi nam kitabında bu mevzu hakkında yeterli bilgi vardır, dileyen göz atabilir. Neyse, Mameh daha fazla para kazanabilmek için patronunun tacizlerini gözyaşlarıyla kabul eder.

Kronolojik gitmem gerek, parçalı yapıyla başa çıkamayacağım.

Tateh mevzuyu anladığı zaman eşini evden atar ve kızıyla birlikte yaşamaya başlar, üzüntüden saçları bembeyaz olmuştur, 32 yaşındayken. Ressam ve sosyalisttir. Emma Goldman'ın konuştuğu bir toplantıya katılır ve insanoğlunun daha iyi bir yaşam sürmesi için gerekenleri duyar: kadınlara oy verme hakkı, gelirin eşit dağılımı, bu tür şeyler.

İki mevzu için ara: Nesbit'in davası karışık. Kocasının manyaklığı ve sevgilisinin duyarlığı arasında mahkemelere sürüklenir, boşanma davasından koparacağı parayla rahatlayacağını düşünür.

Freud'un izlenimleri. ABD'ye geldiğinde yanında Jung ve Ferenczi var, iki müridi de ABD'de kendisini beklemektedir. Gereken ihtimamı göremez, ülkeyi de sevmez açıkçası. Avrupa'nın kötü, çok kötü bir kopyası gibidir ABD, yemekleri mide bozar. Sendikaları Tanrı'ya sövmek demekti, işçinin hakkını patronlar veriyordu zaten, sendika gibi oluşumlara ne gerek vardı? Kapitalizmin doyuma ulaşmasıyla birlikte herkese daha iyi bir hayat sunacağı fikri altın çağını yaşamaktadır. Şimdi de öyle gerçi, hiçbir zaman değişmeyecek bir illüzyon. Houdini'nin kodaman tayfanın ilgisini çekememesi bu olaya bağlıdır; şovmenimiz alt sınıfa hitap ettiğini ve üst sınıfın kendisini sallamadığını fark eder. Üst sınıf her şeyin farkında ve her şeye sahip, neden bir gözbağcının numaralarını önemsesinler ki? Amerika büyük bir yanılgı yorumunu yapar Freud, sahneden çekilir.

Nesbit, Tateh ve kızıyla karşılaştığında bir müddet aileyi ziyaret eder, ikisi ortadan kaybolana kadar. Bu esnada Nesbit de Goldman'ı dinler ve kadına sempati duyar, bu sırada kölelik-sevgi birlikteliğinin çatıştığı ve uyuştuğu noktalar incelenir, iyidir. Goldman, radikal eylemlere karşı olmasının sebebini de anlatır bu sırada; radikallik yeni bir düzenin en sert biçimde karşı koyacağı eylem türüdür ve özellikle o dönemde çok tehlikelidir, bu sebeple dipten ve derinden ilerlemek gerekir. Aşağı yukarı böyle.

Her karakterin birbirinden farklı onlarca yaşantısı ortaya çıkıyor ve her birinin yarattığı problem o dönemde olduğu kadar günümüzde de varlığını sürdürüyor. Anlatının çizgisinden ayrılıp bir tanesini buraya alayım, gerisi okurun elinden öper. Baba'nın kutup seyahati sırasında tuttuğu günlük üzerinden dil, yapıt ve gelecek üçlüsü incelenir, bu bir. Eskimo kadınlarının olabildiğince doğal çiftleşmeleri -hayvani bir şehvet, çığlıklar vs.- toplumsal normlarla sürdürülen ilişkilerdeki çatlakları gösterir, bu iki. "Bu pis, dişsiz kadının, dümdüz kaşları, şakaklarına çekilmiş gözleriyle aşk şarkısı mırıldanıp erkeği itiştirmesi karşısında Anne'nin aşırı titizliğini, yetişme koşullarını ve zekâsını düşününce ilkel bir kadının cinsiyetine böyle sahip çıkmasına nefret duydu." (s. 70) O sıralarda ABD'de Nesbit'in davası ve yeni başkanın ABD'yi bir osuruk ülkesine dönüştürmesi -başkan 150 kilo- konuşulmaktadır. İş adamları, Nesbit'in ününü göz önüne alarak skandal-yıldız sistemini geliştirirler. Ünlü kişiler konserve reklamında oynayabilir ve satışları artırabilirdi, bunu desteklemek için yapay gündem yaratılabilirdi, düşünce geliştirildi ve bugün çok acayip bir boyuta geldi. Televizyon başlı başına bir rezillik, reklam sektörü keza.

Houdini Avrupa'ya gitti ve Arşidük Franz Ferdinand'ın önünde pırpır uçağıyla şovunu tamamladı. Arşidük, uçağı icat ettiği için Houdini'yi kutladı. Tarihe böyle fantastik işler geçiyordu. Cadı kazanı kaynıyordu, asıl hadise gerçekleşmemişti.

Tateh'i anlatayım, kızı alıp yolculuğa devam etti ve bir fabrika grevine katıldı, mücadelenin kazanıldığını duyduğunda aslında hiçbir şeyin kazanılmadığını düşündü. Maaşlarda birkaç kuruşluk artış, işçi sınıfının dilediği bu mu? Sömürü düzeni devam edecek, bu yenilgi olduğu gibi dururken neyin zaferinden bahsediliyor? Yolculuğa devam. adamımız çizdiği resimler yoluyla çizgi filmi keşfeder ve para kazanmaya başlar, bir sayfiyeye yerleşir. Anlatının sonuna kadar ortaya çıkmayacaktır.

Baba'nın eve geri dönmesiyle birlikte bulduğu siyahi çocuk ve annesi, yaşamlarını değiştirecektir. Anne bu ikisini eve almıştır ve bakımlarını üstlenmektedir. Çocuğun babası iyi bir müzisyendir, yaptığı eşekliğin telafisi için her hafta aileyi ziyaret eder ama çocuğunun annesiyle görüşemez. Araları düzelir ama bu sefer siyah-beyaz çatışması yüzünden anne büyük bir talihsizlik sonucu ölür, müzisyen baba delirir ve gangster olur, can alıcı kısım bu düğümün çözülmesi. Adalet arayışının giderek şiddetlenmesi, silahlara başvurulması falan derken ipin ucu kopuyor. Cidade de Deus mesela, otobüs şoförü kardeşimizi hatırlayıp yas tutalım. Neyse, sonrasında baba dünyanın gördüğü en büyük deliliğin ilkinden parayı kırmak amacıyla fabrikasında silah üretir ve silahlarıyla birlikte Avrupa'ya giderken gemisi Alman denizaltılarınca torpillenir, şu ABD'nin savaşa girmesine yol açan olay. Geride kalanların yolu Tateh'le çoktan kesişmiştir, Anne'yle Tateh evlenir. Patron düzenine karşı sosyalizm kazanmıştır, böyle okunabilir. Büyük kayıplardan sonra mutluluk, mutlak zafer gelir. Umarım öyle olur ama sanmıyorum.

Bunun yanında Ford ve Morgan arasındaki mevzuda entelijansiyanın sermaye tarafından harlanmasının ardındaki amacı ve üretime farklı açılardan yaklaşımları görürüz. Ford'un devrimsel yenilikleri işçi sınıfı için muazzamdır ama Baudrillard'ın muhteşem bir şekilde parça pinçik ettiği üzere amma lakin ki öyle değildir. Başka, şu bizim siyahi piyanistin kullandığı Model T de bir semboldür, sınıflar arasında geçiş kolaydır ve sınıf atlayanlar eski sınıflarının kalıntılarından kurtulmak için hemen tüketime başvurur. Daha çok tüketim, yokluğun ortadan kalkması sanrısıdır.

Rezil anlattım, mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

18 Ağustos 2017 Cuma

Carlos María Domínguez - Kağıt Ev

Kitaba kafa atmayı sevmem, zorunluluktan atarım. Uyuyakalınca başımı çeviririm, donk! Uykum paramparça. Sayfalar, kapaklar derken kitap silaha dönüşür. Eve de dönüşür, bazen yaşama da dönüşür. Mühim olan ev ama kitapların neliğini bırakıp köşeli, dikdörtgen haline dönmem gerek. Kafasına ansiklopedi düşürüp felç olan profesör, istediği kitaba erişirken bacağını kıran bir diğeri, bunlar anlatının hemen başındadır ama neliğe dönüp kitapların diğer etkilerini de düşünüyorum. ÖSS'ye çalıştığım yıl gizli gizli King okurken -o kadar okumamam, test çözmem gerektiği söylenirdi, integrallerden kurtulmayı dört gözle beklerdim- aniden odaya giren abime kitap fırlatmışlığım vardır, öd kopmasından. Goriot Baba'nın ardından ağlamışlığım vardır, üzüntüden. Bunların yanında çok şey çalmama rağmen bir kez olsun kitap çalmamışımdır, kim bilir neyden. Kaç tür ilişkimiz var kitapla, kaçı değişiyor da kaçı sabit kalıyor, düşününce başlı başına bir iş. 

Fiziksel: Uzayda yer kaplar, gümüşçüllerin dostudur, yaralar, yaralanır.
Duygusal: Değiştirir. Değiştirmez.

Öldürür de; 1998 ilkbaharında Bluma Lennon, Emily Dickinson'ın Şiirler'inin eski bir baskısını aldı ve dünyanın en tehlikeli hareketini yaptı, şiir okurken karşıdan karşıya geçmeye çalıştı. Kitap öldü, artık bir okuru yoktu. Cambridge'te profesör olan Bluma, dostlarının katıldığı bir törenle son yolculuğuna uğurlandı ve kendisini öldürenin şiir mi yoksa araba mı olduğu konusundaki tartışmaları duyamadı. Belki de duyup şiir demiştir. Sonuçta gömüldü, üniversitede verdiği ders anlatıcımızın başına kaldı. Her şey yoluna girebilirdi, Uruguay'dan Gölge Hattı'nın bol çimentolu, tozlu ve sair yapı malzemeli hali gelmeseydi. Carlos'tan Bluma'ya bir kitap, keşke okumuş olsaydım diyorum, göndermeleri kaçırdım. Neyse, Monterrey'deki bir konferansta tanışırlar ve sevişirler, Bluma adamın gizemli yanını çözer ve ilişkileri tek gecelik olarak kalır. Kalmaz aslında, kitapların vasıtasıyla kurulan ilişkiler ruhlardan da birer parça taşır çünkü kitaplar ruhların bir parçasını taşır. Bu ruh parçasının çimentolu hali neydi, hikâyesi neydi? Çözülecek bir gizem var, yolculuk başlasın.

Anlatıcımız Buenos Aires doğumludur, on beş yıldır İngiltere'dedir ve ilk kez Uruguay'a gider. Kitaplarla olan ilişkisini de çıtlatır; her yıl öğrencilerine elli kitap hediye etse de kitaplarında bir azalma görülmez, korkunç bir nüfus artışı vardır ve önü anılamaz. Tsundoku iş başındadır, benim şu sayfanın tepesindeki söz de iş başındadır; kitabın meta haline gelmesi belki bir nebze rahatlatır, tüketim ihtiyacını karşılar ama aslında kitaplar, okunmamış olanları azalacak gibi değildir, sürekli yenileri gelir. Yıllar sonranın kitapları, uzak geçmişin kitapları, okuma eğiliminin dışladığı kitaplar da birikir, evi ele geçirir. Okuyup okumamanın da öneminin kalmadığı nokta ufukta görülür; zaman kitapların okunması/tüketilmesi için yeterli değildir. Öfkelendiricidir bu, yılgınlığa ve ardından farklı çözümlere yol açar ama sona bırakacağım bunu.

Yolculuk sırasında "star" yönteminin rezillikleri, kütüphane sahiplerinin huylarından bahsedilir, sahip olmanın doyuruculuğu anlatılır. Koleksiyoncular, okuma hastaları... Carlos Brauer'i tanıyan ilk adamla karşılaşırız: Jorge Dinarli. Yönlendirir: Agustín Delgado. Carlos'un yakın arkadaşıdır, birlikte istiflerler. Anlatıcımız Delgado'nun evine gider ve duvarları kitaplarla kaplı eve hayretle bakar. Binlerce cilt. Delgado günde dört veya beş saatini okumaya ayırır, binlerce kitap için nafile bir çaba. Yine de anlatacağı hikâye onca kitaptan daha değerlidir.

Kısaca anlatayım. Carlos, kitaplar sıcaktan etkilenmesin diye banyosunu soğuk suyla yapar çünkü sayfalar buhar yüzünden çürür. Böceklerle mücadele eder, ısı farkıyla savaşır, arabasını elden çıkarır ki kitapları için yer açılsın. Miras yoluyla elde ettiği geliri müzayedelere harcar, koleksiyoncudur ama para suyunu çekince müzayede işini bırakır. Kitaplığını düzenlemeye çalışmasıyla birlikte yaşamının seyrini belirleme çabası başlar. High Fidelity'deki otobiyografik plak düzenini hatırlayın. Zaman, anılar plaklarla bölünmüştür, buradaysa kitaplarla. Kronolojik bir zaman anlayışına sahibiz, anılarımız da bu anlayıştan nasibini almıştır elbet. Kim olduğunu unutmamak için çabalayan Carlos'u anlayabiliriz. Kavgalı yazarların kitaplarını yan yana koymaması da makul. Arşivini oluşturur, kayıtlarını tutar. Her şey yerli yerindedir, düzen kurulmuştur.

Felaket çatlaklardan sızar. Su baskınında ciltlerce kitap heba olur, Carlos çok üzülür ve kendine kuş uçmaz bir yerde arazi alıp kitaplarından ev yaptırır. Tuğla yerine kitap, daha iyi. Isı yalıtımı olarak da iyi; kağıt iyi bir yalıtım malzemesidir. Homeros'un sözle başlayan yapıtları bir sığınak sunmaz ama yazıyla birlikte edebiyat -sürekli değişse de- forma kavuşmuştur, tozlar ve sayfalar ve virgüller ve insanlığa dair her şey ruhu olduğu gibi mekanı da belirler, anlatıyı da biçimlendirir. Carlos bir kitabın, kendi kitabının içinde yaşar. Kitabı yapmıştır ama dolduramamıştır, o konuda Bluma devreye girer ve Gölge Hattı'nı ödünç ister. Neden, konferansta seviştiği adama kendini hatırlatmak için mi? Anlatıcının savı kurguyu bütün halinde tutacak kadar yeterli değil, burayı zayıf halka olarak görüp devam ediyorum. Kitabı nereye koyduğunu bilmeyen Carlos, balyozu eline alır ve kurgu-yaşamını yıkar, kitabı bulur, postalar ve ortadan kaybolur. Bu arkadaşın da kitap tutkusu ve kurgu/gerçek arasında sıkışmış yaşamı dışında pek bir şey bilmiyoruz, evini bir kadın için elbet yıkabilir ama biraz daha incelenmesi gerekiyordu sanırım. Neyse, sonuçta kitaplardan kurtuldu, belki çok iyi bir hikâyeye sahip olduğunu hissettiği için. Bir de yaşamını bir arada tutan parçalardan birinin kaybıyla yıkılan koca bir yapı var ortada; evini tekrar inşa etme çabalarının boşa çıkması, evin bir türlü kurulamaması yaşamındaki büyük bir kaybı gösteriyor. Kitap veya Bluma, hangisi olduğu okura kalmış.

Okumak, daha çok okumak, okunulan bir şeye dönüşmek ve benzeri işlerle alakalı sıkı bir novella. Borges olmadan olmaz, sağa sola serpilmiş bolca Borges de bulacaksınız. İyidir yani.

Gökhan Yılmaz - Biraz Kuşlar, Azıcık Allah

Yılmaz'ın öyküleri sayısız parçanın bir araya getirilmesiyle, harflerin bir araya gelerek oluşturdukları anlamın arasına sızan öteki anlamlar ve akışlarla oluşmuştur. Harfler de akar durumdadır; yer değiştirirler, belirmezler yahut olmaları gereken yerde -yoruma açıktır bu- değildirler. Sargılı Öykü'sünde niyet belli edilir; kelimelerin yeri değiştirilerek cümleler tekrarlanır, öykünün kıymeti gözden geçirilir, isimlendirmelerle isme sahip olan nesneler arasındaki ilişkiler irdelenir. "Sosyal Baskı diye bir hocamız vardı, bu ödevi getirmeyeni geçirmem sınıftan, dedi." (s. 11) Yılmaz'ın dil zekası çok iyi, inanılmaz iyi, bu konuda hiperaktif olduğunu da söyleyebiliriz. Oyunlarının bazı bazı taca çıkmasını buna bağlıyorum, "yüksekslisans" başta yadırgatabilir ama diğer öykülerle yol yapınca belli izlekler açığa çıkıyor ve fraktal benzeri yapılar beliriyor, her bir ucun kendine ait bir boşluğu mevcut, yerli yerine oturuyor her şey. Müstakil öyküler olarak dergilerde okunmasındansa kitap halinde okunması bu açıdan daha iyi. Yılmaz da egosuna ithaf ettiği bu kitabın birkaç yerinde editörlere, öykülerini basmayanlara, öykülerini anlamayanlara usul usul giydiriyor. Makul, kendi dilini sürdürme çabası oldukça yorucu ve yer yer münakaşa gerektiriyor.


Ek: O kadar kaygan bir yüzey ki "capote'a, kurt vannegout'a" yazımlarının bilinçli yanlışlık sonucu olduğunu düşünüyorum, bahsi geçen diğer yazarlarda böyle hatalar olmamasına rağmen.

Gökhan Yılmaz, MSGSÜ Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu, yüksek lisansını da orada yapmış. Öğretmenlikle iştigal ediyor. Bundan sonrası biraz öznel. Üniversite adının değişmesi dışında -Marmara- bürokrasiyle ilişkimiz aynı boyutta. Sınıfta çocuklara anlattıkları ve anlatamadıkları, anlatamadıklarının bin parçalı kırık aynadan yansıyarak öykülerine dökülmesi o kadar tanıdık geldi ki ben de anlatamam. Hayır, yalnız bunun için sevmedim Yılmaz'ı. Baba, anne, kardeş, cinsellik, hepsi parça parça edilmiştir ve kimi öykülerde büyükçe, kimilerinde hiççe yer kaplar.

Sargılı Öykü: Biraz bahsettim. Devam. Anatomi ödevinde bebek yapmaktan bahsedilir, uygarlığımızın biricik başarısı bireyleri bu döngüye sokmak ve girmeyenleri dışlamaktır. Ailede başlar, ders kitaplarıyla sürer, yıllar geçtikçe güçlenir. Parçalı bulutlu ailenin başarısızlığı gözler önündedir oysa, neden ısrar edilir? Baba iyi değildir, anne kendi halinde kendi trajedisini yaşar ve zamanı gelince iki koldan girerler, "Haydi," derler, "bizim dediğimizi yap ama yaptığımızı yapma." Tamam. Çocuklar son derece bilimsel yapıldı, çeşitli pozisyonlar denendi ve dipnot düşüldü. Arkadaş aradı, taktikler verildi. Yazar öldü, kalem açılamaz hale geldi.

Bebekrizantem: Bir bebeğin/kardeşin/babanın/annenin yitirilişiyle ilgilidir. Ziyarete gelenlerin terlikleri üzerinden annenin gözünde öylece yatan bebeğin/babanın sökülüp alınması isteği yansır, annenin bunalımlarıyla babanın gölgeliği birbirine girer, ragtime cümleler kesintili bir sağanağı anlatır. Acı.

Aciz Memuru: Babanın acziyeti memurları peşe takar. Yeni alınan arabalar gıcır, kıymetli alkoller mermer yüzeyli, aile kaçak. Para? Öğretmen olan oğul her gece başka bir yerde uyurken, babanın güçsüzlüğü ardında ikamet değiştirirken, çocukluğunu maddi bir saklambacın kıskacında geçirirken büyüyemezse, sınıfta çocukluğunu hatırlarsa, çocukluğu onu hiç bırakmadıysa ve sınıfındaki yüzlerde kendi çocuk yüzünü görürse... Ödev: İyi birer anne baba olun. Okul bunu öğretirse onca derse gerek kalmaz, çocukların sayısal, sözel, ne kadar zekası varsa abluka altına alınmaz. Aslı budur; babaya duyulanın tekrar yazdırdığı bir öykü, bu kez başka bir anın kaçışı. Memurlardan. "Öksürüğüme haciz koyacaklar diye, salamıyordum boğazımdaki karıncaları." (s. 32)

Hava Dumuru: "İşaret parmağını kıvırarak tokmak yapmak" şans eseri başka bir kitapta, bu kitabın çok uzak olmayan evvelinde de vardı. Yılmaz bunu almış mıdır, yaratmış mıdır, bilemiyorum ama bunu yaratması zor değil, güzel bir tesadüf deyip geçiyorum.

Anadolu'ya bir ziyaret, kasaba. İnsanların orada nasıl yaşadığına, neler yaptığına dair, tanıdıkların yeni yaşamlarına duyulan üzüntüye binaen, fabrikanın can verdiği bir kentin kırılganlığına, şahsen.

Dolu öykü. Vas'at O. Dener'in öyküleri kabul edilmez, editörden döner. Başka bir öyküde kadınlar ölçü doğururlar, çocukları içine koyarlar, akraba ziyaretlerinde eksiğini fazlasını tartışırlar. Başka bir öyküde Abdullah Hoca görülür, Uçman'dır muhtemelen. Tanpınar Kanonu kendisine müteşekkirdir, bir de kuş avcıları. Başkada romancı değil, öykücüdür anlatıcı, öyküye yeter nefesi zira böylesi akarlık romana sığacak gibi değildir. Ölümün renginin mavi olduğu da okulda öğretilmez, hemşirelere ve edebiyatçı(?)lara, oysa Melih Cevdet bunu dört dizeyle öğretir, hem de okulsuz, hem de şenlikli.

"İşbu kitap" diye biter, sınıf defterlerinin ardı ve bizim ortaokuldaki Abuzer Hoca'nın defterimizin her bir sayfasına numara yazdırarak sona not düşürdüğü. Bütün edebiyat ödüllerini toplayıp hiçbirine katılmaması, son. Kitabı kapamadık, arka kapak öndekilere kendi imkanlarıyla, kitabı bir arada tutan yapışkanın, kağıdın, boyanın, mürekkebin çekimine kapılarak.

Gökhan Yılmaz zorluyor. E'siz Potkal'la birlikte kargaşa yaratmada bir numaraya koyuyorum, anlatım biçimiyle herhangi bir numaraya koymuyorum, ayıptır. Geleneksel anlatıyı seven okurlar için işkenceden başka bir şey olmayacaktır, bir tık daha öndeyseniz deneyin. Karnaval.

17 Ağustos 2017 Perşembe

Hüseyin Peker - Yazıcı ya da Bir Yol Romanı

Aylar önce okuduğum kitapların birikintisinden bir tane çekiyorum. Duygusu uyanıyor. Hatırlayabildiğim kadarıdır.

Peker'in yol romanında masalar değişmiyor. Biraların köpükleri, rakıların mermer yüzeyi, olasılıklardan çekip çıkarılmış insanlar ve hikâyeler hep aynı coşkunun izini taşıyor. Epigrafta Nihat Behram'ın tezcan tarafından ayartılmakla ilgili güzel bir sözü var, yolculuklar ve olağanın inceliklerle ortaya çıkarılmış görülmez renkleri bu yeni özleminin adımlarıdır. Bir şeyler olabilir, yeter ki olabilirliğe açık yaşansın. Rendelenmiş havuçların, kereviz yemeğinin, oral hadiselerin akarlığı bu devinimin yansımaları, şehirler de öyle.

Üç bölümdür, ilk ikisinin adları şehirlerden gelir, üçüncüsü 2020'yle bağlantılıdır. İlki yaykın.

Sofranın üzerinden atlama dalında gümüş madalya sahibi anlatıcı, eşini ve çoluk çocuğu masada bırakarak, masaya döktüğü birayı başka her şeyden daha çok anarak bir meyhaneye mi girer, artık nereye girer o kendi bileceği iş. Öyküden çok şiire ilişmesi de kendi bileceği iş, muhasebesini yapıyor ve masadan atlama olayını üçüncüde anlatabiliyor, buradan kendini anlatma/kurma ihtiyacı duyduğunu çıkarırsam kabahat benimdir. Sonrasında anlatıcıya bir kimlik gerekli olduğunu söylüyor ve neden düzyazıya ihtiyacı olduğunu da. Şiire sığmayacak meseleler. Bir biranın yere yaklaşım sesi, masa örtüsünde dağılış sesi, sesler az. Görülebilir coşku; kendi kendine bir haklılık kurma çabası bu heyecanda mevcut. Ayrıntılar neyse, apartmanlar ve aile ve iş ve tekrar, tekrar, tekrar edenler nesnelerin yansılarını biçimler. Şeyler -değişmesiz- öyleyse eğer, yaşamı kuşatan her şeye bir kulp, imgelerle dolu. Okur anlayabilir, yalnızlık paylaşmaya kapalı olsa da vitrindedir. Anlatıcı da okurla buluştuğunu düşünür, sever de okurunu. Penceresinde bir çiçek yetiştiriyordur, görülmek ister.

Oğul, kız, eş, Hasta, boşluklar dolar. Şablonları sıkıdır, iteklemeyle değişecek gibi değildir. Sabit ilişkiler. Kaya gibi. Kayanın yanından geçilir, otobüs ilerler. İnsanlar yeni. Anlatıcı sormak ister, Barthes veya Batur? İzmir? Yeni bir şey? Polat yenidir, yoksul bir genç. Kendi kendini yetiştirmiş, iki de çocuğu var ve sıkıntısı yaşamın sürmesiyle bir. Mezarlıkta alemler, sinemalar, sonra Polat yeni arkadaşlar edinir, anlatıcı edinemez. Dışarıda kalır. Yüksünmez, Polat'a iş bulur ama Polat anlatıcının yanından ayrılmak bilmez. Kasabalılar duruma illet olur, bizimki izni aldığı gibi doğruca Ankara'ya. Kasabalıların bu tedirginliği Camus, Sartre, Bukowski okumamalarına bağlanır. Kendileri çok okumuşlardır, diyalogları kendi görünüşlerinden ve gördüklerinden fazlasını söylemez, bir tek kasabalılara değer.

Ankara'daki arkadaşlar... Eleştirmen Eser'in antikacı dükkanında yeni isimler sayılır. Eleştirmen Eser, acaba kim? Yaşar Miraç ve Mehmet Taner'le kahvede oturulan zaman peştedir, hatırlanır. Ankara dar gelir, gitme vakti de gelir, sıkıntı zaten gelir.

karkın, ikinci bölüm. Eve dönüş. Evde yeni bir şey yok, sürdürülebilir olmaktan çıkmış. "Evimize bir yenilik getiremezdik. Bunun olanağı yoktu. Geç kalmıştık." (s. 49) Eş ayrı bir dünyayı büyüyor. Anlatıcıya benzemeye hiç çalışmamış, paylaşılanlar ortada kalmış, kendilerine bir pay almamışlar. Her şey yerine oturmuş, kıpırdamaya dirençli. Yaşam bir nokta, zaman akıp gidiyor ama noktanın ötesinde aralarındaki hiçbir şey ilerlemiyor. Çakılı kazık. Sözcükler ilerliyor. "Dünyayı benim dünyam değilmiş gibi anlattım hep. Bir uzak perdeden gün batımına karışan çizgi-bulut muyum ben? Hayır. İğreti bir su kuşu mu? Konuşmayı sevmeyen. Dünya bana ters mi geliyor? Alışamadığım bir şey var dünyanın kuruluş düzeninde. Uyum sağlayamadığım bir şey." (s. 49) Her şey oluruna varır ama olur kabul edilecek gibi değil. Evlilik anlatılır, 18-23 arası o kutsal saatler ve yorgunluklar ve anlaşmazlıklar ve akrabalar ve bir kadını/erkeği özlemenin sessizliği ve... "Evleniniz... Evleniniz insanlar. Bir ağaç kabuğu gibi sertleşebilmek için. Bir akarsu halinde dünyaya akmanın, her türlü yolunu tıkayıp; baraj örneği dolarak, sonra birikmiş içinizi yavaş yavaş harcayabilmek adına." (s. 51) Tam da bundan korkuyorum. Kundera'nın Ölümsüzlük'ünü okudum da yazamadım, elim bir türlü gidememişti, bir katl olacaktı. Anlatıcı kısaca değiniyor, sanatçıların yaşamları da bir sanat eseri olduğuna göre evliliğinin, sevgisinin çürümesini anlatsa eserin yorumlanışıdır. Anlatır.

Ali ve Hasta, üçüncü bölüm, bunlara nefesim yetmedi. Aldığım onca notun yarısı sayfalarda kalsın, siz Peker'i mutlaka okuyun.

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Diane Broeckhoven - Bay Jules ile Bir Gün

Hep aynı örneği veriyorum ama alışkanlığın ölümü yenebildiği daha iyi bir örnek bilmiyorum; Saki'nin Lady Anne Susuyor'u. Yaşam sürüyor ve söylenecekler söyleniyor, cevaba lüzum yok. Bir insanın diğerine etkisizliği sessizlik dolu yaşamın ta kendisi olmuşsa dilin herhangi bir işlevi kalmıyor, varlık bir başına ileti vazifesi görüyor ve ötesi istenmiyor, her şey olduğu gibi kalıyor.

Alışkanlıklardan, bir başkasıyla kurulu düzenden uzak durulabilir mi? Vadeli planların, gündelik yaşamın ele geçirilmesi kişiyi tutsak eder, diğerinden kurtuluş mümkün değildir, tabii bunun her an istenmesi ve elde edilememesi delirticidir ama... İnsan bunun için mücadele etmesine gerek kalmayacağı, en makul kişiyi seçiyor sanırım. Birini olduğu gibi kabul ederken -etmemiz gerekirken- özgürlüğünü de kabul ediyoruz ve sadakatle, kendini sakınımla çatışmayı başlatmış oluyoruz. Sevgi varsa bunları tartışmak yersiz ama sevgi tavsar. İlişkiler korkunç bir şekilde bağlayıcıdır; sadakatsizliğe ve sırlara, konuşulamayacak olanlara yol açar. Acıtan budur; sevgi olmadan böyle facialarla karşılaşmak mümkün değildir.

Alice'in kahve kokusuyla uyanması günü başlatır ama her gün gibi bir gün olmayacaktır bu. Şeyde geçiyordu, Locke'ta önemli bir mevzudan sonra Hardy abinin eşi, "Bu ev bana tanıdık gelmiyor artık," gibi bir şey der, yıllardır yaşadığı evdir tanımadığı. Eşi ve çocuklarıyla 15 yıldır mutlulukla yaşadığı ev yabancıdır, çocuklar yabancıdır, eş yabancıdır ve yabancılarla her şey konuşulabilir. Alice'in eşi Jules'le konuşmasının yabancılarla kurulan diyaloğun rahatlığını taşıdığını söylemek mümkün. Elli yılı devirmişlerdir belki, ömürlük bir serüven. Elli yıl boyunca belli bir yaşam; çocuklar, geziler, yitirilenler, gündelik düşüncelerin sıradanlığı, sıradanlıktan kurtaran ve birbirlerini sevmelerini sağlayan detaylar, dolu dolu. Konuşulanlar bunlardır, öyleyse bu metni ilginç kılan nedir? Diyaloğun başka bir bağlama taşınmış olması, elli yıl boyunca bir kez olsun konuşulmamış şeylerin açığa çıkması, bir tarafın hiçbir zaman cevap veremeyecek olması, diğer tarafın sözcüklerinin moraran parmaklara, heykelleşmiş başa, düzenin sürmesinin garantilerinden biri olan gözlerin kapaklarına çarpıp geri dönmesi, kısacası Alice'in her zamanki günlerden birine uyanıp Jules'le hiç olmadığı kadar açık konuşabilmesi. Üşümemesi için üzerine battaniye örtülen adama duyulan aşkla kalp kırıklıklarının yarattığı öfke iç içedir, hepsinin üzerinde değişen bir yaşamın ilk günü sürer.

Yatak soğumamış, tenin sıcaklığı çarşaflara sinmiş. Kahve hazır, günü her zamanki gibi sürdürmenin bir zararı yok. Alice, geride kalan, ölümün karşısında yüzeysel bir şey söylemenin rahatlığını hissediyor ve devam ediyor, sadece devam ediyor. Kocasından arta kalan bir kabuk; sesini sonuna kadar yitirmiş, bakışlarını kimsenin göremeyeceği bir yere dikmiş bir beden. Romantik ölümün keyif verdiği düşünülebilir, Alice anı uzatmak ister, uzatır. Çocuklar aranabilir, doktor çağrılabilir, yapılacak onca şey var ama hepsi bekleyebilir.

Battaniye kayıp düştü, Jules'ün gözleri kıpırdar gibi oldu, mutfaktaki dağınıklık için söyleyeceği söz işitildi. Ölümü kabullenmek yaşamın sürdüğüne inanmaktan daha zor. Birilerine haber verilse bir saat içinde varlığı sonsuza dek yok olacak, yıkım o andan sonra gelecek ve Alice buna henüz hazır değil. Üldes'in zafiyetli kitabında benzerlerin farklılığı gibi bir konu vardı, kişi kendini bile farklı biri olarak görebiliyor ve insanları kendisi olduğuna inandıramıyor. Mümkün. Buzzati veya Hašek, ikisinden biri, ünlü bir sokak sanatçısını taklit eden yetenekli bir oyuncunun oradan geçen gerçek sanatçıyı taklitmiş gibi göstererek yuhalattığını anlatır bir öyküde. Tanıdığımız, bildiğimiz kişi gerçekte bir yabancıdır, hiçbir şey bunu değiştirmez, bütün istencimize rağmen kendimizden başka birini bilmek -gerçi bu konuda da şüpheliyim- mümkün değildir. Ölü adam Alice'in hem eşidir, hem değildir bu durumda. Ne ki Alice eşini tamamen bildiğini düşündüğü için söyleyemediklerini biriktirmiştir ve hesabın kapatılacağı gün gelmiştir. Hazin.

Komşunun otistik çocuğu her günkü gibi aynı saatte satranç oynamaya gelir ve adamın ölü olduğunu fark eder, sonra bir sebepten geceyi orada geçirmek zorunda kalır. Otomat gibidir; benzer davranışların tekrarı belli bir rutini, evliliğin döngülerini simgeler. Alice çocukla birlikte yemek yapar, oyun oynar ve çocuğu yatırır. İyi geceler temennisine cevap alamaz, döngüden çıkmak mümkün değildir. Kocasının aynılığı başka bir biçimde çocukla birlikte sürer, yeni bir güne uyanıldığı noktada anlatı da sonlanır.

Söylenenler demiştim, Alice'in yıllardır içinde tuttukları... Jules'ün aldatması acı verici olduğu kadar üstesinden gelinebilecek bir şeydir, büyük bir şans eseri mevzuyu çözen Alice, adamla kadının buluşmasını da Jules'ün amatörce söylediği yalanı yakalayarak engeller; kadının eşine telefon eder ve durumu bildirir. Bir daha görüşemezler, Jules üzüntüden ilk ve son kez çocuğuna haksızlık yapar ve unutur, her şey eski haline dönmüştür. Alice affedebilir, bildiği döngü bilmediği yaşamdan iyidir. Bir diğer mevzu da düşürdüğü çocuk. Bir daha hiç bahsi geçmez ama Jules'ün belli belirsiz sebep olduğu bir hadisedir, o da bir sır olarak ikisinin arasında kalır. Ruhu kemirdiği taraflardan biri ölünce ortaya çıkabilmiştir.

Bu uzun öykü söylenemeyenlerin özgürleşmesi ve ölümün ötelenebilirliği üzerinedir, hatta sırlar yaşadığı müddetçe sırrı tutanların kolay kolay ölmeyeceği fikrini taşır. Bir taraf, sebep olduğu yükten haberdar olmasa bile yaşam böyle işler