26 Haziran 2012 Salı

Demir Özlü - Soluma

Demir Özlü'den devam, lakin tezle alakalı kaynak kitapları okumam gerekiyor öncelikle, bir süre Demir Özlü okumayacağım daha fazla. Mekan açısından okumalıyım bunları, şu aşamada daha çok teorik bilgiye ihtiyacım var.

Soluma daha bir "kentleşmiş" varoluşçuluk içeriyor. Adamımızın derdini anlatmaktan ziyade derdini yaşadığını söyleyebiliriz. Başka bir kentte, İstanbul'da değil artık.

Kanal: Yeni şehrin insanları karşısında küçük valizli bir adam. Yürünecek sokaklar, sıkıntıyla bakılacak binalar çok. Demir Özlü'de bina, sokak betimleri çok önemli. Adam özellikle bakıyor, özellikle yazıyor onları ki şehrin nasıl üste çöktüğünün kanıtı ortaya çıksın.

Oda buluyor kendine arkadaşımız, sonra şehri turlamaya çıkıyor ama asıl amaç kanalı bulmak. Kanala gidecek. Gitmeden bir şeyler içmek için otelin barına oturuyor, birileriyle tanışıyor, o birileri de başka birileriyle tanıştırıyor. Belirip kaybolan insanlar çok, hızlı giden bir trenin camından dünyayı görmek gibi. Bir de illa birileriyle tanıştırılıyor bu adam. Tanıştırmaya çok meraklı bu Avrupalı kardeşler sanıyorum. Ben belki tanışmak istemiyorum mesela. Tipini beğenmedim. İlla tanışacağız. Hadi bakalım.

Baba her gördüğüne kanalı soruyor, kimi burada diyor, kimi şurada diyor, bir türlü kanalı bulamıyor bizimki. Bu yüzden saplantı haline geliyor zaten; adamın hayatı bir arayış, bir kurtuluş çabası. Memleketinden kaçmış, aradığını bulmak için hiç bilmediği bir yere gelmiş ve o şehirdeki tırto bir kanal için yürüyor Allah yürüyor. En sonunda biri, "Aha şurada da sen napıcan orayı, boklu dere gibi bir şey," diyor. Hiç bu kadar yaklaşmadığı için -çok affedersiniz- bok mok dinlemiyor adam, en sonunda kanalı buluyor. Yaptığı şu: İntihar ediyor. Bulunca hoop, atlıyor. Arayış sona erince en makulü.

Derine: Bu öyküde adamımız sürekli, "Derine, derine," diyor. Yine sokaklar, bir şeyler. Odası şöyle:

"Ortalık iyice kararmadan odama dönmek istiyordum. Odama; orda, kıpırtısız ama uzun gecenin geçmesini belki de beni sarsan sanrıların yoklayıp yoklamayacağını bekleyebilirdim." (s. 495)

Şimdi dur bir. Odasına gönülden bağlı olan biri olarak, ki odamın adı Küçükodam'dır, gayet küçüktür ve benimdir, anlayabiliyorum abimizi, biraz da olsa. Hani korku filmlerinde hayaletler enerji birikmesinin sonuçlarıdır ya, ben öldüğümde hayaletim garanti bu odada dolanır. Bütün sıkıntılar, bütün şeyler odadadır. Oda bir dünyadır, değilse odanın penceresi dünyaya açılır. Canım odam, seni bırakıp gidebileceğimi pek sanmıyorum.

Evet. Abimiz evine geliyor, kapı çalıyor. Bir adam. karşı komşunun eski metresi olduğunu, abimizden bir güzellik yapmasını istiyor. Kadından haber alamamış bayağıdır, bir haber çıkarsa ses etmesini istiyor, adresini verip uzuyor. Giderken kapıda ardından bakıyor bizimki, sonra karşı kapının gıcırdayarak kapandığını işitiyor. Meğer kadın da çaktırmadan kesiyormuş gideni.

Sonra bunaltıcı bir Pazar günü abimiz verilen adrese gidiyor, bir kadın açıyor kapıyı. Kadın çok tanıdık, fakat çıkaramıyor bizimki. Sonra evine dönüyor, uyuyor, bir düş görüyor. Bu düşe döneceğim.

Sabah komşu açıyor camı, atlıyor. Meğer evvelsi gün abimizin gördüğü kadınmış. İki polis geliyor, "Siz mi öldürdünüz?" diye soruyorlar. Bizimki duraksamadan, "Evet, evet," diyor.

Şimdi yine intihar var. Arkadaşlar, öykülerde bir intihar izleği mevcut. Bu intihar olayından önce adamımız merdiven boşluğuna bakıp oradan düşen birinin kıyılara çarpa çarpa öleceğini düşünüyor. İntihar bir kurtuluş, o tamam. E intihar eden kadının katlinin faili olduğunu söylemek ne oluyor? Demin söz ettiğim rüyada, abimizin gittiği A. Sokağı'nın bir ucunda yine bir merdiven var ve merdivenin ucu boşluk, hiçlik. O sokak canlılığıyla var oluyor anlatıcının zihninde, sokağın ucuysa yokluğa açılıyor. Saçma bir şehrin bunaltısından kurtulmak için intiharı cinayete çevirmek çok mantıklı.

Caddede, Miss Walde'la: Çıkış izni almaya çalışıyor adam, gidecek. Bunun için bir eve gidiyor, Henri var orada. Bir de Miss Walde. Miss Walde bu işle uğraşan bir memur, tanışıyorlar adamımızla. Türkçe bilmediğini söylüyor, ertesi gün şakır şakır Türkçe konuşuyor. Bu bir. Adamın neler yaptığını, neler hissettiğini biliyor, telepat gibi. Bu iki. Yine bir ölüm vakası, bu kez rüyada:

"Bense uyumuş düş görüyordum. Uzun, beton bir caddedeydim. Ağaçsız, çıplak doğanın ortasına doğru uzuyordu cadde. Geçerken, caddenin kıyısındaki büyükçe bir su birikintisinde küçük bir çocuğun boğulduğunu gördüm. Çocuğun yırtık pırtıktı giysileri. Suların arasına girdi, bir daha da gözükmedi. Uyku arasında bu olay bana varlığımı temelden sarsan bir olaymış gibi görünüyordu." (s. 507)

Çocuğun boğulmasının varlığının temel sorunlarından biri olduğunu düşünüyor adam, uyanıyor. Miss Walde'ın bıraktığı mektupta belirtilen buluşma yerine gidiyor, ağaçlar altında birbirine sarılmış iki erkek görüyor. Eşcinsellik de var bak, cinsiyetler karışıyor bir süre sonra. Miss Walde'ın erkek olup olmadığını sorguluyor bizimki. Miss Walde birazcık fantastik bir kadın kimliğine büründürülüyor anlatıcı tarafından.

Buluşuyorlar, oturuyorlar, Miss Walde şehrin insanlarından annesine kadar geniş bir konuşma yapıyor. İşte insanlar size bakıyorlar, anneniz böyle böyleydi.

"Bir sokaktan aşağıya doğru sıçraya sıçraya koşan bir adam düşünün, durgun doğaya, düzenli kente ne değin aykırıdır." (s. 513)

Şehre uyumsuzluk adamı maymun eder valla. Ardından yine bir eşcinsel münasebet isteği. Adamın teki yanaşıyor, sizinle sevişelim falan diyor. Garip ortamlar.

Miss Walde'ın çalıştığı yere gidiyor adam, orada dosyası inceleniyor. Miss Walde diyor ki bu dosyadaki bilgileriniz ne kadar sizsiniz, insan dosyalara ne ölçüde sığabilir falan. Böyle böyle öykü gidiyor, yine intiharla bitiyor. Lan iki dakika atlamayın.

Sarkmak: Pencerelerden sarkan bir adamımız var, niye sarktığını soruyorlar, söylemiyor.

"Bu sarkma bana yeryüzünde olduğumu duyurmuştu." (s. 532)

Nietzsche, Hölderlin okuyor adamımız. Niçe'den (yazmaya üşendim dsfd) ne kadar etkilendikleri malum varoluşçuların, araya sıkıştırılmış. Bu noktada emekçiler de devreye giriyor. Damdan, pencereden düşüp ölen işçiler var bir yanda. Bu adamlar da şehrin bir parçası değil, zira şehir öğütüyor bunları. Kapitalizm. Diğer yanda sarkma sanatını icra eden insanlar var. Bizimki usta, kendisinden taş çatlasın iki üç tane olduğunu söylüyor. Öykünün sonunda neden sarkıldığına dair açıklama var, varoluş varoluş işler. Sıkıntı, bunaltı. Falan.

Soluma: Önceki öykülerde de yer bulan Saldon isimli adamımız var burada. Adı sürekli değişiyor bunun, ne derlerse o kimliğe bürünüyor. Yazdığı metinler hakkında şöyle bir yorumu var: "Kim okur beni benden başka?" (s. 538) Demir Özlü'nün yansıması diyebilir miyiz? Anılar, hatıralar, kentler, anne, baba.

Böyle. Demir Özlü devam edecek, sırada Gecenin Sonuna Yolculuk var.

24 Haziran 2012 Pazar

Demir Özlü - Bunaltı

Ucuz kitap noktası: Lan burayı söylemeyeyim dedim de zaten çok saçma bir yer, kim gidip de oraya bakar. Siz kariler bunu okuyup da gidecek misiniz oraya, hiç sanmıyorum. O yüzden söyleyeyim. Küçükyalı'da çarşıya indiniz. Gazete bayiini gördünüz, arkasında İHE büfesi mevcuttur. Oradaki amcamız öyle böyle kitaplar satmıyor ya. Şu üçü 10 TL, böyle bir şey yok:

Gustave Flaubert - Gönül Ki Yetişmekte (İlk baskı, Cemal Süreya çevirisi)
Rasim Özdenören - Gül Yetiştiren Adam (Bâki Hoca önermişti, kaçmaz)
Trevanian - Şibumi

Evet, bu kadar.

Neci olduğumu söylemedim, yüksek lisans yapıyorum Marmara'da. Evet, bir şey ifade etmiyor, hâlâ neci olduğumu söylemedim dsfd. İşte ders dönemi bitti, tez aşaması geldi haliyle. Demir Özlü, Erhan Bener ve Sevgi Soysal arasında kalmıştım, danışman hocamın belli olmasıyla seçecektim birini. Belli oldu: Bâki Asiltürk. Başım yanmasın, ders yılıyla ilgili pek bir şey söylemeyeyim de Emel Kefeli'ninkiyle birlikte Bâki Asiltürk'ün derslerini pür dikkat takip ettim. Dört dörtlük hocalardır; öğrencilerle ilgililer, dersleri sohbet havasında geçer, bilgi boca etmekten ziyade sahip oldukları bilgileri "paylaşırlar". İşte neyse, odasına gittim. Demir Özlü'yü pek sevdiğini söyledi. Demir Özlü olsun öyleyse dedik. İki tez yazılmış Demir Özlü hakkında, biri monografi, diğeri de varoluşçuluk temalı. Ben ilk adımda bütün öykülerini inceleyerek kent/insan temalı bir şey yapacağım, bu yüzden de bütün öykü kitaplarını okumam gerekiyor. Okuduklarımı yeniden okumak, okumadıklarımı da bu vesileyle okumak durumundayım. Erhan Bener'i düşünüyordum, Demir Özlü olunca daha bir mutlu oldum. YKY de Demir Özlü'nün bütün öykülerini içeren bir kitap çıkardı: Sürgün Küçük Bulutlar. Fakat bütün öyküleri de yok zannediyorum, bakacağım işte. Kronolojik olarak okuyorum, Bunaltı ilk kitap.

Epigraf aha: "İnsan, bir bunaltıdır." Kapayın kitabı, zira bundan başka bir şey yok içinde. Dsfd, nüktedanlık yapıyorum. Elbette çok şey var. Bakalım:

Bağsız: İlk öyküde Türk Raskolnikov var. Bir kadını öldürmüş bizim genç. Dediğine gel: "Özümden, beni bedbaht eden özümden hiç ayrılamıyacak mıyım? İnsan hiç ayrılamaz mı?" (s. 560)

Ya kitap 20'li yaşların derin izlerini taşıdığı için böyle cümlelerle çok karşılaşacağız, ben de hepsini alacağım. Evet.

Kadın... Demir Özlü'nün kadınlarını niye Turgut Uyar'ın kadınlarına benzetirim ben? Turgut Uyar'ın kentten kurtaramayan kadınlarına daha doğrusu. Yolları kurtuluştan geçmez, bu yüzden belki. Kadınlar varoluş acısını silmez, kadınlar şehrin neon lambalarından kurtarmaz. Bu sebeple sanıyorum. Onlara bakış basittir, çünkü acı vardır kökte. Bir makalede İkinci Yeni'ye hiçbir türün yakın olamadığı, bir tek öykünün yakın olabildiği yazıyordu. Hangi makale, neydir, hatırlamıyorum. Ama öyle.

"'Seni seviyorum.'
'Neden?'
'Kadınsın?'" (s. 570)

Bu kadar. Ardından burjuvaziye bir giydiriş, bir iç hesaplaşma da gelsin tabii. Kopuk aile bağları, ülkenin kokuşmuşluğu... Bir dünya acı sebebi. O kadarher şeyden geçmiştir ki adam, kadının birine işlediği cinayeti söyler, üstelik kendisinin nerede olacağını da söyler: havaalanı. Gider bu, oturur. Üç defa anons yapılır, kıçını kaldırıp da uçağa gitmez, uçar kalkar, çıkış kapısına doğru yürür adamımız. Kafalara gel.

Tiyatro: Neydi bu ya, he, bir gencimiz var, tiyatroya gidiyor. "Tiyatroya mı gidiyorsun?" diye soruyorlar, "Tiyatroya gidiyorum" diyor. Tiyatroya gidiyor yani, anlaşıldı mı burası. Tiyatro. Heh. Bir tanıdığıyla karşılaşıyor orada, tanıdık araba tamircisi gibi bir şey. uyumak için tiyatroya geliyor. Bizimkine içerisi soğuk değil kardeş, kırmızı ışıklar var diyor. İnanamıyor bizim genç, insanlara karşı duyduğu yabancılıktan bahsediyor. Sonra eve dönüyor, ertesi gün yine tiyatronun girişine gidiyor. Böyle.

Garaj: İlginç, güzel bir öykü. Rüstem Usta pamuk gibi bir adamdır, araba tamircisidir. Bir araba geliyor bir gün, 182 parça halinde. Yemek takımı gibi. Birleştiriyor bizimki, 40 Lira fatura çıkarıyor. Harcanan emek için az. "20 var bende" diyor adam, veriyor ve gidiyor. Adamın işsiz olduğunu biliyor usta, o yüzden vicdan azabı çekiyor parayı aldığı için. Parçalanmış araba gibi bundan sonrası da ilginç.


"Bir sürü insan toplandı deniz kenarına. Köylüler sabanlarıyla, sapan demirleriyle geldiler. Kadınlar başları sarılı, çocuklar yalınayak geldi. Hep birden:


'Rüstem usta o para hakkındı' dediler.
'Yalan söylemeyin' diye bağırdı Rüstem usta. 'Sevineyim diye söylemeyin. O parayı almıyacaktım.' 
'Valla yalan değil' dediler." (s. 588)

Daha sonra söğütler, kestaneler, kayınlar, akkavaklar geliyor, aynı şeyleri söylüyor. Taşlar, evler yerlerinden sökülüyor, aynı şey. Denizlerden yankılanıyor sesler, denizler söylüyor. Bir şey söylemiyor Rüstem usta bu sefer. Heh, gel de buradan yak. Şimdi bunu büyülü gerçekçiliğe mi bağlayalım, şehir karşısında, yani yaşam karşısında bireyin zorunluluklarının vicdanla çatışmasından mı bahsedelim, ne edelim bilemedim.

Beş bölümden oluşan öykünün her bölümünde ayrı bir sahneye geçiyoruz, dizi gibi yemin olsun. Süper.

Sokakta: Birtakım şeyler: oda, sokak, bunaltı.

Hüküm: Yine bir cinayet var, adamımız sorgulanıyor. Mahkeme fena gerçeküstücü ama. Olayın yaşanmadığına, her şeyin bir oyun olabileceğine inanıyor. Gerçekliğe inanmıyor yani. Böyle.

Sokak: Yine sokaktayız, Beyoğlu tarafları. Şimdi Demir Özlü'nün evi yanlış hatırlamıyorsam Fatih taraflarında o zamanlar. Lise için Kabataş'a gidiyor, üniversite için Beyazıt'a gidiyor ama Beyoğlu'ndan kopmuyor. Lebon, Tarlabaşı, Demir Özlü'yü öyküleri boyunca buralarda görürüz.

"'Duvarlar' diyorum.
'Duvarlar' diyorlar.
'Uzaktasın.'
'Sokak.'
Kimseler anlamadı." (s. 607)

Hiç şaşırmadım dsfd. Böyle bir öykü.

Bunaltı: Heh, bence asıl metne geldik. Masaya oturup bir şeyler yazma dürtüsü, hatta içgüdüsü var Demir Özlü'de.

"Hâlâ, bu tutkular içinde, niçin dünyaya geldim diyorum, ben kimim? Ne oluyorum? Bu acıyı çekip durmak için mi? Kendimi kurtarmak için hepsini anlatmalıyım." (s. 611)

Ayhan var, varoluş acısına ortak. Eşcinsel bir ilişki var ortada galiba, emin değilim. Ayhan ailesine, töreler dünyasına dönüyor. Adamımız kalıyor öylece.

"Kendimi kendim kuracağım, inançsızlığın, boşluğun ortasında olsam da, geçmiş bir inanca sarılmadan." (s. 614)

Yine çeşitli bunaltılar, evler, sokaklar var ama daha bir -nasıl diyeyim- temeli belli bir metin bu, yazarı sürüklediği en belirgin şekilde ortada olan metinlerden. Bazen ne kadar plan yaparsak yapalım bir noktadan sonra metinler yazarı sürüklüyor, metinler yazarı yazara tanıtıyor. Bu da öyle olmuş sanırım. Hatta Demir Özlü 28 yıl sonra kaleme aldığı bir yazıda diğer öyküleri bilemeyeceğini, fakat Bunaltı'yı o gün tekrar yazsa yine aynı şekilde yazacağını söylüyor. En "Demir Özlü" olan öykü bu kitaptaki.

Bunaltı böyle. 1950'lerin sonlarından hassas bir gencin öyküleri. Bu genç nasıl büyüdü, neler oldu falan, adım adım göreceğiz.

15 Haziran 2012 Cuma

Larry Niven - Halka Dünya

Üçlemenin ilk kitabı. Arthur C. Clarke'ın en sevdiği yazarmış kendisi. Sevilecek şeyler yazıyor, helal. Niven aynı zamanda matematik doktorasına mı ne sahip, öyle akademik bir insan. Bazı eserlerde süper teknolojik aletler görürüz, nasıl çalıştıkları anlatılmaz. Mesela şöyle:

"Eline hidrosposferik plazmatik silahını aldı ve ateş etti."

İsim çok şekil, evet. Fakat ne bu. Nasıl çalışıyor, olayı nedir. Bilmiyoruz. Niven bunu yapmıyor, her şeyi açıklıyor adam. Açıklarken, "Bak birader, bunun böyle böyle olmasının sebebi şu şudur, çok kimyasal işler," de demiyor, kurguya yediriyor. Tamamen hayvani teknolojiye dayalı bir dünyaya girdiğimiz romanlarda bu çok çok önemli. "İyi bilimkurgu iyi edebiyattır" der ya Metis serisi, aha. Bu, doğrudan anlatım tekniğiyle alakalı.

Olay şu: Yıl sanıyorum 2960 civarı. Romanın sonlarına doğru laf arasında geçiyor insanoğlunun uzaya çıkmasından 1000 yıl sonra diye. Louis Wu adında 200 yaşında bir arkadaşımız var. Kendi doğum günü partisinden sıkılıyor ve bir kabine girip dünyayı turluyor. Ulaşıma gel: Telefon numarası tuşlar gibi yapıyorsun ve hoop, Singapur. Hoop, işte bilmem neresi. İşte bu Louis Wu gezinirken alakasız bir yere gidiyor, bir otel odasına. Puppeteer namında bir tür var, teknolojik olarak çok ileriler ve ölümüne korkaklar. Bilinen uzayı uzun zaman önce terk etmişler, çünkü galaksi çekirdeğinde bir patlama gerçekleşecek ve Dünya ayvayı yiyecek. Neyse, işte puppeteer Nessus -adını insanlar anlasın diye Nessus olarak belirtiyor, yoksa gerçek adı gırtlak yapısının mümkün kıldığı orkestral bir müzik- Louis Wu'yu oluşturduğu bir takıma davet ediyor. Takımın amacını söylemiyor puppeteer, sadece keşfe çıkacaklarını söylüyor. Wu da flâneur bir abimiz olduğu için teklifi kabul ediyor, üçüncü arkadaşı almak üzere bir bara gidiyorlar. Burada kzin adındaki türle karşılaşıyoruz. Bu arkadaşlar zamanında insanlarla fena savaşmış, sonunda kaybetmişler. Kaybetmelerinin sebebi de ticaretin kralını yazmış Kayserili Outsider isimli arkadaşların insanlara muazzam hızlı bir taşıt satmaları. Napolyon mu diyordu savaşta hızın pek mühim olduğunu? Bir de savaşla ticaretin birbirini pışpışlaması gerçekten mide bulandırıcı. Silah satın ve dünya çok daha barış dolu bir yer haline gelsin. Amin.

İşte bu kavgacı ırkı da alıyorlar yanlarına. Bu dev, turuncu kürklü arkadaşın adı Konuşmacı. Fakat şu savaş olayına geri dönelim.

İnsanlarla kzinlerin arasındaki savaşın sonunda koloniler el değiştiriyor, tamamen savaşa yönelik yaşayan kzinlerin nüfusunda oran olarak olmasa da sayı olarak ciddi bir azalma yaşanıyor. Oran olarak da ciddi gerçi; 1/8 oldukça ciddi. Ardından kolonilerdeki kzinlere insan ahlakı öğretiliyor, insani değerler öğretiliyor. Asimilasyon yani. Bak; akademisyenlerce, böyle mühim mühim görevlerde bulunup hım hım, çok mühimim modundaki adamlarca bilimkurgu, fantazya falan pek sallanmıyor ne yazık ki. Kaçış edebiyatı, yok bilmem ne. Oysa dünyaya dair o kadar çok eleştiri, o kadar çok gözlem var ki bu romanlarda. Bunda da ara ara çıkacak, yakaladıklarımı yazacağım.

Üçüncü adam da tamam, dördüncüsü bir kız. Teela. Önce gelmiyor gibi oluyor, sonra geliyor. Uzun Atış adlı gemiye atlıyorlar, istikamet uzay. Yolda katakulliler oluyor, ırklar arasında sıkıntılar, bir şeyler. Biraz zayıf bir roman bu yönden, ırkların özelliklerini karakterler yoluyla vermede pek başarı yok. Diyaloglarda da yok. Tek boyutlu karakterler.

Bir yere varıyorlar, beş gezegen yan yana. Puppeteer arkadaşlar bu gezegenleri çekmiş. Teknolojileri o kadar ileri, düşün. İniyorlar bunlardan birine, sonra yine yolculuk. Esas yere burada geliyoruz.


Dünyaya gel. Olay şu: On numara bir yıldızın etrafında iki halka. İç halkada gölge dikdörtgenleri var, dış halka için gece-gündüz olayını ayarlıyor. İç halkanın yüzeyi de sağdaki. Bu yapı muazzam bir yapı, hız olayını çözemeyip yakınlarda kendi dünyalarını kuran varlıklara ait, fakat bilinmiyorlar tabii.

Buraya inmeye çalışıyor bizimkiler ama dünyanın savunma sistemleri var. Lazerler, bilmem neler. Bilinmeyene doğru seyahat eden bizimkiler için sonu faciayla bitecek gibi oluyor, bitmiyor. Bundan sonrası ağır spoiler, isteyen okumasın. Dünyamızda üreme yasaları var, kafana estiği zaman çocuk yapamazsın. Bunun yanında üreme piyangoları da türemiş. Kazanana çocuk hakkı veriliyor işte. Teela ve bilmem kaçıncı atasına kadar hepsi bu piyango yoluyla doğmuşlar. Şans faktörü. Bu şans faktörünü ayarlayan da Nessus. Nesiller boyunca bekliyor Nessus ve Teela'yı şans getirmesi için yanına alıyor. Kzinler için de benzer bir aşağılatıcı uygulama var. Cıngar çıkıyor tabii bir noktadan sonra ama daha anlatmayayım.

Halka Dünya'nın yapımı, atmosferi, şuysu buysu hakkında sayfalarca bilgi var, akıl yürütme var daha doğrusu, almıyorum. Bir şekilde inmeyi başarıyorlar ve medeniyetin izini sürüyorlar. Çöller var, bazı bölgeler ayvayı yemiş. Derken insanlarla karşılaşıyorlar ama fizyolojileri biraz değişik tabii. İnsanlar bunlara tapar gibi oluyor, sonra beklediklerinin onlar olmadığını anlayınca düşmanlaşıyorlar. Kaçıyor bunlar da. Ondan sonra gemiden ayrılmak zorunda kalıyorlar, uçan binaların olduğu bir yere geliyorlar, Teela'nın şansının kendilerine değil, Teela'ya yardım ettiği ortaya çıkıyor, şu bu derken kurtuluyorlar gibi oradan.

Evet, dediğim gibi üçleme. Diğerlerini de alırız umarım. Kitap böyle. Bence güzel. Ben okudum, sizin okumanızı da isterim. Güzel yani. Dünyaya bak zaten, böyle bir dünyanın olduğu kitabı okumayacan mı?

10 Haziran 2012 Pazar

Jerzy Kosinski - Bir Yerde

Ucuz kitap yeri: Bostancı tren istasyonuna sırtımızı verdik. Azıcık solda, tam karşıda bir tezgah var. Öğleden sonra geliyor sahibi. Genelde çöp kitaplar oluyor ama arada güzel şeyler de çıkabiliyor. Bunu 3 TL'ye aldım oradan geçen gün.

İki gıdımlık İngilizcemle Bir Yerde olarak değil de Orada Olmak gibi çevrilseymiş daha güzel olurmuş diyeceğim. Being There ya, önemli olan olmak. Tam zamanında, tam yerinde olmak. Hatam varsa yüzüme vurup refüze edin, ben de bir daha boyumu aşan işlere girmeyeyim. Haha, şaka lan, sizden bana ne. Ya tamam, gitmeyin hemen ya. Hehe.

Peter Sellers'ın oynadığı filmi de iniyor. Ben kendisinin iki filmini izledim. Birinde panter vardı, diğerinde de üç rolde birden oynuyordu. Bunda da süper oynamıştır zannediyorum.

Kitap. Bu tarz kara mizah gibi yaratılarda iki şey önemli; esas karakterin harbici saflığı ve etrafındaki insanların ne kadar embesil veya kör oldukları. Bu insanlarda her türlü kötülüğü, dalavereyi, işine gelmeyeni kabul etmemeyi vs. görürüz. Roman bir yönüyle politik bir taşlama olduğu için bu insanlar politikacılar. Ya biz direkt Kral Çıplak'ı düşünürsek yerli yerine oturur her şey. Bir de Kemal Sunal'ın kaymakam olduğu filmi hatırlayalım. Tabii o trajikomedi. Olay ortaya çıkar, kötü adamlar utanır ve yüzler gülerken film biter. Karikatürleştirme, tipleştirme tavan yapmıştır orada. Bir de doktor oluyordu Kemal Sunal, o da var. Lakin ki aradaki en büyük fark, Bir Yerde'nin kahramanı Chance'in neler olup bittiğinin pek farkında olmaması. Chance, zeka olarak biraz geri bir kardeşimiz.

Sembolizasyona gel: Chance. Yani diyor ki rastlantı, şans. Olay kabaca şöyle: Chance adında bir bahçıvan var, bu adam yıllar boyunca bir evde bahçıvan olarak çalışıyor. Gitmesine izin vermiyorlar, giderse cehenneme gideceğini, kafasına inek düşeceğini falan söylüyorlar. Chance de bir yere gitmiyor, odasında televizyonuyla yaşıyor, bahçesiyle yaşıyor. Çok uzun bir zaman boyunca. Bundan sonrasında ayrıntıları yanlış hatırlıyor olabilirim. Bir gün evin sahibi ölüyor, sahibin ortağı olduğu sigorta şirketinden adamlar geliyor ve Chance'ten orada çalıştığına dair bir kanıt sunmasını istiyorlar. Chance'e kırk yıl boyunca hiç ödeme yapılmamış, Chance kırk yıl boyunca hiç hasta olmamış, işine dair bir belge yok haliyle, doğumuna dair bir iz yok. Hiç; sanki hiç var olmamış gibi. Uygar dünyada Chance'in yaşadığına dair hiçbir bilgi yok, çünkü dünyaya belgen olmadan yaşadığını kanıtlayamazsın. ABD'de bir adam vardı, yeni haber. Adama dair hiçbir bilgi yok. Hiç, aklınıza adama dair ne kadar detay getirebilirseniz getirin, hiçbiri yok. Böyle bir dünyada insanlara ilginç gelen de bu. Eski zamanlarda yaşamayı isterdim. Kimliğin yok, ehliyetin yok, tapun varsa da olsun o kadar artık. Ne rahat. Oğlum dünya ne hale gelmiş ya.

Neyse, şutlanıyor Chance ve kendini sokakta buluyor. Bacağı bir araba arafından eziliyor ve arabadan E. E. çıkıyor, kendisi First American Financial Corporation'ın esas adamı Benjamin Rand. ABD başkanı falan eline bakıyor, öyle önemli bir şahıs. Buradan al götür konuyu, gittiği yere kadar. Başkanla tanışıyor Chance, televizyondaki çok önemli bir programa katılıyor, ünü alıyor yürüyor ondan sonra. Ruslar bunun geçmişini araştırmaya başlıyorlar, o sırada bir Rus ajanı afişe oluyor. E. E. buna aşık oluyor, bir davette gay bir arkadaşla ilginç olaylar yaşanıyor. Sadece politik bir kara mizah yok olayın içinde, duygulardan kısmen arınmış bir insanın, bir televizyon robotunun hayatı işte.

Chance'in dünyasında neler var mesela. Televizyon var bir tek. Medyaya sağlam bir giydirme de söz konusu dolayısıyla. Saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar.

"İstasyon değiştirirken kendi de değişebilirdi. Bahçedeki bitkilerin çeşitli dönemlerden geçmesi gibi, o da çeşitli dönemlerden geçebilirdi ama düğmeyi sağa veya sola çevirmekle, dilediği kadar çabuk değişmesi de mümkündü. Bazı kereler, televizyondaki kişilerin yaptığı gibi, ekrana yayılabilirdi. Düğmeyi oynatmakla Chance başkalarını gözkapaklarının altına çekebilirdi. Böylece, varlığını başka hiç kimseyle değil, sadece kendine, Chance'a borçlu olduğuna inanmaya varıyordu."

Olaylarda Chance'in televizyonda gördüğü insanları taklit edip çeşitli vaziyetlere mükemmel uyum sağlaması, medyayla sistemin mükemmel uyumunu gösteriyor. Bir kişi de çıkıp demiyor ki, "Lan bu adamın kafası pıtık," diye. Öylesine kamufle oluyor.

E. E.'nin tanışmaları esnasında Chance'i ve gardener'ı Chauncey Gardiner olarak anlayıp Chance'e kimlik kazandırması da çok güzel. Bir sapıklığımı söyleyeyim; yıllar boyunca gerek hocalarım, gerek patronlarım, gerek çeşitli insanlar bana Ufuk dediler, Umut dediler, Uğur dediler. Adım Utku. Lakin düzeltmedim hiçbirini, her biriyle farklı bir kimliğe büründüğümü düşündüm. Hoşuma gitti. 

Bu politik insanların konuşmaları, ABD başkanı şahısın Chance'i göklere çıkarması, neler neler. Kitap kısacık bir şey zaten, görüldüğü yerde kaçırılmasın. 

3 Haziran 2012 Pazar

Sâmiha Ayverdi - İstanbul Geceleri

Bir başka İstanbul kitabıyla beraberim. Yine zevkle okudum ve Ayverdi'nin anlattığı İstanbul'a içimden pkmfpf diye gülsem de saygı duydum. İstanbul çok güzel bir yer aslında. İnsanlarla iç içeyiz. Bu kadar iltifat yeterli sanıyorum, zira İstanbul bok gibi bir yer. Evet.

Semt semt ele alınan İstanbul'da her semtin süper bir şekilde anlatıldığını düşündüm, yanıldım. Tamamen taraflı Ayverdi. Mesela ben herhalde bir tek Kadıköy'ü seviyorum, bu yüzden Kadıköy sayfalarının gelmesini heyecanla bekledim. Geldi. Lan üç sayfa mı, dört sayfa mı ne, bir şey. Diyor ki onda da, "Yav ben buraları pek sevmem, pek de görmüşlüğüm yok. İşte Erenköy'de köşkler, uzaklarda Adalar... Manzarası güzel, adı güzel topraklar." E niye yer verdin o zaman, beni kırdığını belirtmek isterim ve senin için dua da edeceğim, çünkü kitap gerçekten çok güzel. Ayverdi'nin "sevdiği" yerler güzel. En azından.

Giriş bölümünde Ayverdi kitap fikrinin nasıl ortaya çıktığından bahsediyor. İşte yaşanmış olaylar ve İstanbul'un sesleri birleşmiş, sonra bir anda yüzeye fışkırmış. Böyle olmuş. Ayverdi'den de biraz bahsedeyim. Kendi kendini yetiştirmiş bir insan. Kubbealtı Cemiyeti'nin kurucularından. Geleneğe bağlı ve siyasi görüşü de bu yönde. Kitabın içinde zaten kabak gibi belirtmiş. Geliriz oraya.

İstanbul'a genelden bakarken İstanbul tiryakiliğinden bahsediyor, bir de bu medeniyetin nasıl oluştuğunu inceliyor.

"İstanbul medeniyetini kimler vücuda getirdi? Hangi adetleri hangi insanlar beğenip seçti ve bu kök salan adetler, cemiyetin itiyatları zemininde derinlemesine nasıl yayıldı? Bu ince, bu zarif, bu her biri son derece duygu, değer ve itibar kazanmış görenekleri, yoksa insanlar değil de zaman ve zamanın taksime uğramış ölçüleri, günler, aylar, yıllar, ya da asırlar mı kendiliğinden işledi? Evet, asırlar...

(...) Sanki nesiller değil, asırlar da değil, tabiat kendi kendine yapıyormuşçasına gelişmiş, olmuş ve olgunlaşmış bulduk."

İşte İstanbul'un kaybolan değerleri, musiki, çinicilik, falan. Baştan söyleyeyim de ikide bir aynı şeyi anlatmayayım: Anı kitabı bu. Anıyla romanı ayıran çizginin neresindeyiz, bilmesek de anılardan ibaret. Dolayısıyla yazarın sürekli olarak kendisiyle bir hesaplaşma kaygısı, öze dönüşleri mevcut. Her semtte böyle üç dört dönüş var, "Ey kadın, yine anılara daldın gittin, kafan mı güzel" falan. Bunları almayacağım, arada bir dikkat çeken görüşler hariç. Evet, yardıralım.

Nedim'lerden, Şeyh Galip'lerden alıntılar var, İstanbul'un zamanında ne kadar süper bir yer olduğundan, zanaatkarlardan, sokaklardan, evlerden bahsediliyor giriş bölümünde. Şiirle musikinin yok oluşu var. Sonra şu:

"(...) En garibi, bu yapının muhafazası mesuliyetini üzerine almış olan kimdir, o hiç bilinmemiş, keyfi tasarruflara, ölçüsüz ve acemi buyrultulara neden susulmuş, o da meşhul kalmıştır."

Devlete fena giydirmeler var, kitabın yazıldığı döneme bakarsak büyük bir fikir verebilir. 1900-1925 arası anılıyor, yazılış tarihi 1950 civarı.

Şehzadebaşı


Mühim, zira yazarın hatıralarında geniş bir yer tutuyor. Tiyatroları, çayhaneleri bir yana, Direklerarası da var. Her bir çayhanede ayrı bir grup toplanırmış. Şairler, memurlar, devlet adamları, sanatçılar... Ramazan da güzelmiş burada. Sirkler, pandomim, at canbazları, türlü türlü neşeli şeyler. Bekçileri de meşhurmuş; göreve çıkışları, sohbetleri, bir sürü ayrıntı.

Ayverdi'nin çocukluk hatıraları, uşaklar hakkında izlenimleri de ilginç. Vefa'dan gelen bozadan da bir bahsediliyor ki canım boza çekti. Leblebiyle lüpletmek lazım, lakin bu sıcakta lazım değil.

Beyazıt


Beyazıt'a meslek dallarında tezahür eden Türk ahlakıyla giriyoruz. Hakkâklar Çarşısı'nı dinliyoruz, süper bir yermiş. Her çeşit dükkan var.

"(...) İşte bu daracık ve baş başa geçitte, ticaret aleminde Türk ahlakı en müstesna çiçeklerinden birini açmış; ustalar çırak yetiştirmiş, çıraklar, ustalarının izni olmadan dükkan, tezgah sahibi olmamış, para ve hırs, sanat ve meslek haysiyetinin kalesine gedik açmamış, müşteri ile esnaf, tek taraflı menfaat endişesiyle sızıltı çıkarmamış, saygı, huzur, güven ve anlaşma, yarışta hep berabere kalmış, birlikte koşmuş, birlikte yorulmuş ve işte nihayet birlikte tükenip gitmiştir."

Bu zanaatkarların ortamı çok ilginç. Terbiye kapısı diye bir şey var, dükkanların arka kapısı. Çıraklar ön kapıdan değil, buradan giriyorlar başka bir dükkana. Dükkanın ustasına saygısızlık olmasın diye. Bir de "peştemal kuşanma" adeti var. Bir çırak kalfa olacak mesela, bütün ustalar, tanıdıklar falan toplanıyor. Bir şenlik, çeşitli kutlamalar, bilmem neler. Ad koyma geleneği devam ediyor, dükkan açacakların mahlasları büyüklerce konurmuş. Bamsı Beyrek geliyor akla hemen. O zamanlar loncalarda toplanan paralar ihtiyaç sahibi olana verilirmiş, yardımlaşma tavan yapmış. Zanaatkarlar açısından çok güzel zamanlarmış kısaca. Burada Ayverdi'nin bir yorumu ilginç: Komünist leş düzen gibi değil de, kardeşlik düzeni gibi bir şey varmış. Yoruma gel.

Pazar ortamı da güzel; rengarenk şekerler, türlü türlü baharatlar, bir sürü göz alıcı şey. Bir çocuk için cennet.

Yangınlar... Beş Şehir'dekinden daha detaylı bir anlatım var burada. Yangına önce hangi tulumbacı takımı yetişecek, şehrin neresinde yangın çıktı, bir heyecan dalgası yaşanıyormuş adeta.

Süleymaniye


Kubbeler.

Frenkleşmiş vatandaşlara bir giydiriliyor bu bölümde, ohoy. Hacca giden kafilelerin yollanışı, döndükleri zaman yapılan şenlikler de süpermiş. Kandil geceleri ve Divitçiler Çarşısı da güzelmiş. Bir de din kisvesi altında çeşit çeşit işlere sardıran pis adamlar eleştiriliyor ki onları Mehmet Akif'e havale ediyor, devam ediyoruz.

Sandıkburnu


Buranın sarhoşları meşhurmuş. Ayverdi bu sarhoş ortamlarında kendi bulunamaz tabii, yine de gayet güzel bir şekilde anlatmış. Meyhane meyhane gezenler, sabahı edenler, şehrin kafası güzel insanları. Leş bir sarhoşluk gelmesin akla. Tabii elbet öyle olanları da vardır, burada bahsedilenler gayet kasidelerle, gazellerle, içkiyle yaşayan insanların geceleri ve olmayan gündüzleri.

Köşkler anlatılıyor yine. Kaybolan değerler. Yakılanlar.

Aksaray


Aksaray'ın çiçekleri güzelmiş, mor salkımlar özellikle. Yine kahveler var, lakin buradaki kahvelere külhanbeyleri giremezmiş. Tamamen nezih bir yer.

Kahveler ki İstanbul'un kültürel kalbidir, işte burada önemli.

"İstanbul'uın diğer bazı semtlerinde olduğu gibi, Aksaray'da bir de semai kahvesi denen bir nevi çalgılı kahvehaneler vardı ki bunlar adeta Peçevî'nin, 'İçinde kimi kitap ve haseniyat okur, kimi tavla ve satrançla meşgul olur, kimi nev-güfte gazeller getirip maariften bahsolunur' dediği, eski zamanın şiir ve musiki hayatımıza kucak açmış o sanat yuvaları idi ki işte, zaman esintisinin elinde savrula elene nihayet bir külhaniler ocağı olmak seviyesine düşmüştü."

Bu kahvelerin açılışında davul zurna çalarmış ve civar kahvelerden misafirler çağırılırmış. Sonra tatsızlık çıkarmış, birbirini kesermiş millet. Olaya gel. Komşuluk on numaraymış zamanında. Burası da böyle.

Tavukpazarı


Esrarcılar... Esrar kahvelerinde takılırmış insanlar, kafa tütsülerlermiş. Kavgalar çıkarmış, kahve sahibi arkası sağlam bir abimiz değilse haraca bağlanırmış. Tam bela yer.

Her yeri de yazmıyorum, bir iki atlıyorum. Hatta artık yer de yazmıyorum arkadaşım ya, yarın sınavım var, benim uğraştığım işe bak.

* Eskiden "git kahvesi" diye bir şey varmış, gitmesi istenen misafire verilirmiş. Çok güzel.

* Mehtap var, mesire yerleri var yine. Yabancı değil bunlar bize.

* Beyoğlu'ndan yine leş bir yermiş gibi bahsediliyor. Şu Beyoğlu, İstanbul aşığı yazarlardan başka kimseden böylesi çekmemiştir.

Evet, böyle. Eski İstanbul'a dair onlarca ayrıntı var. Ben şahsen evinden pek çıkmayan, gezmeyi pek sevmeyen bir adam olarak zevk aldıysam İstanbul'u gezmiş, İstanbul'u gönülden seven okuyucular için kat kat keyif verecek bir kitap, diğer baba İstanbul kitapları gibi. Okunmalı.

Bir de Jim Croce dinleyeceğim artık bir şey yazarken. Jim Croce'yi de Stephen King tanıttı bana, nereden nereye.