31 Mayıs 2015 Pazar

Etgar Keret - Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü

Elli civarı kitap incelenmek üzere bekliyor ama Keret her yerde önceliklidir, başlıyorum.

Freud'un savunma mekanizmalarından biriydi; yapmak isteyip de yapamadığınız ve sizi yarım bırakan işleri başka türlü yapmaya çalışırsınız. Mesela hukuk okumak isteyip de öğretmen olan bir arkadaşım var, disiplin kurulunda yer alıyor her sene. Buna benzer bir şeyler. Bu şoförümüzün de hikâyesi bu ama sırf kendisi yok işin içinde, Keret yine beyin formatlayıcı öyküleriyle okurun façasını çiziyor. Cırt!

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü: Birinci tercihine puanı yetmediğinden ikinciye yerleşip otobüs şoförü olan bir adam hakkındadır. Bu kardeşimiz geç gelen yolculara kapıyı asla açmaz, Tanrı'nın prensiplerine sahiptir. Geç gelen cezasını çeker. Bir de Eddie var, o her yere geç kalır. Bir kızla buluşmaya giderken bile. Şoförümüz ilk kez geç kalan birine kapıyı açar, Eddie'nin otobüsü yakalayamayınca emmi çömmesiyle, dolu gözlerle üzülmesi dokunur biraz. Eddie'nin buluşacağı kız randevuya gelmez, bizimki dönüş yolunda aynı otobüse rastlar ve şoför ikinci kez Eddie'yi bekler. Eh, Tanrı'nın da gözdeleri vardır, en azından merhametlidir, öyle değil mi?

Goodman: Kim Goodman? Bir zamanlar en yakın arkadaşının karısıyla yatan mı, en yakın arkadaşının idamından önce arkadaşını son bir kez görmeye giden mi? İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler'in tek bir öyküye indirgenmişi.

Duvardaki Delik: Udi kardeşimiz her gün görebileceğimiz bir deliğe haykırıyor. ATM deliği bu. Binalarda olur ya. Kasabalarda, köylerde falan da rastlarsınız; iki bina arasında sürtüne sürtüne yürüyebileceğiniz boşluklar olur. Küçücük bir bahçeciğe çıkarsınız belki. Periler, cinler, umacılar ve pek çok şey orada beklemektedir. Udi'nin haykırışına bir melek cevap verir. Uçamaz, dilekleri yerine getiremez ama melektir basbayağı. Udi'nin yanında olsa yeter. Bir gün yetmezse, Udi meleği şöyle bir itip beş kat aşağıdaki betona sümük gibi yapıştırırsa meleğin melekliğinden şüphe eder misiniz? İnsanların yanında her şey kirlenir, o yüzden ben etmezdim.

Cehennemden Bir Hatıra: Özbekistan'da Cehennem'in arka kapılarından birine yakın kasabalarda neler olduğuyla ilgili. Bu kapıların varlığı unutulmuş olsa da acılı ruhların ortalıkta dolanmaları... Yine de hiçbir şey kanıtlamıyor, ne pis dünya. Kanuni'nin Mesih şehre giremesin diye Kudüs'te ördürdüğü duvar bir işe yaramayacak, Mesih Cehennem'den geçip bir kadeh şarap içebilir. Acılı ruhları da kurtarır o arada, fena mı?

Domuzu Kırmak: Bart Simpson bebeği isteyen çocuğa babasının aldığı domuz kumbarası Margoris'in başına gelenler... Çocuk kumbarayı çok sever ve kırmak istemez, babasının verdiği çekiçle öylece durur, bir güne daha ihtiyacı olduğunu söyler. O gece domuzu çayırın orta yerine bırakır.

Ne istediğimizi gerçekten biliyor muyuz?

Emniyet Mandalı Açık: Hay... Düşmanınızdan ne farkınız var? Birbirinize benzediğiniz ölçüde düşmansınız, farklılıklarınız arttıkça çatışacak bir şeyiniz de kalmaz. İsrailli bir askersiniz, nöbet yerinizde sizi taciz eden bir Filistinli var. Bir gün dayanamayıp silahınızı doğrultuyorsunuz ve üstlerinizden şamarı yiyorsunuz. O Filistinli ile aranızda bir tüfek var, bütün farklılığın sebebi bu. Tüfeği adama veriyorsunuz, tetiği çekiyor. Hiçbir şey olmuyor, silah boş. O zaman aranızda hiçbir fark kalmıyor ve adamın ağzını yüzünü kırıyorsunuz. "Justified violence" dedikleri dalga. Savaştıklarımızdan farklı şeyler değiliz.

Uçan Santiniler, Korbi'nin Sevgilisi, Ayakkabılar ve pek çok güzel öykü var, bir de meşhur filmin öyküsü burada: Kneller'in Mutlu Kampı. Okusanız ne güzel!

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Michel Butor - Değişme

Yeni Roman'ın en önemli metinlerinden biri derler. Nesnelerle öznenin kesin bir ayrışması vardır. Olabildiğince dolaysız, benzetimsiz bir anlatımla öznenin saf bilinci ortaya çıkarılır, şeylerin dünyasından bağımsız bir anlatı. Tam böyle de değil, şeyleri olduğu gibi anlatmanın romanı, onlara verilen anlamlarla anlatmanın değil. Alain Robbe-Grillet, Yeni Roman'da betimlemelerin, nesnelerin doğurduğu insandan bahsederken metinden bütün betimlemeleri vs. çıkardığımızda geriye pek bir şey kalmayacağını ifade eder. İnsan ortadan kalkacaktır bu durumda, öyleyse tam bir öznellik ve sadece insan önemlidir. Çok kabaca Yeni Roman böyle bir şey.

Bende bu versiyon var, 1973 tarihli ilk baskı. Nereden bulmuştum da almıştım, genelde her kitabımın hikâyesini bilirim ama bunu hatırlamıyorum. Neyse. Gördüğünüz gibi şömineden lokomotif çıkmaktadır. Saatin yansısı yerli yerindedir. Zaman akıştadır ve yol insanı değiştirir. Zamanla yolu pek ayıramam ben, o ilkokulda öğretilen zamanlı, yollu ve hızlı formülde bir yanlışlık olduğuna inanıyorum. Astrofizikçiler göreve.

Trenli bir hikâyemiz var. Calvino'nun Zor Sevdalar'ında Değişme'yi öykü olarak bulabilirsiniz, kitabı İstanbul'a götürmemiş olsaydım karşılaştırmalı bir şeyler yazacaktım ama kısmet değilmiş. Orada da sevgilisine doğru yola çıkan bir kardeşimiz vardı. Trenle. Bir de Trenin Tam Saatiydi var, o bambaşka bir şey. Sanıyorum içinde(n) tren geçen bir şey kötü olamaz. Tabii şöyle bir şey yazmazsanız: "Bok tangosu/Trenler/Kolayı içecen şişeyi yiyecen" Bu kadar makara yeter sanıyorum.

Léon Delmont, Paris'te yaşayan, çalıştığı şirketin merkezi Roma'da olduğu için haftanın belli bir günü 22 saatlik Roma yolculuğuna çıkan bir kardeşimizdir. Eşi Henriette ve dört çocuğuyla birlikte pek mutlu olmadığı bir yaşamı sürüklemektedir. Huzurlu değildir, yapacağı çok şey olduğunu düşünür ve Roma'daki sevgilisi Cécile ile özlediği her şeye kavuşma hayalleri kurar. Sevgilisi için Paris'te bir iş ayarlamıştır, Roma'ya çıktığı son yolculukta Cécile'e bundan bahsetmeyi düşünmektedir. Eşinden boşandıktan sonra Cécile'le mutlu bir hayat yaşayacaktır, 22 saatin sonunda fikri değişmezse tabii. Değişir, biz de bu değişimi okuruz. Dört farklı geçmiş zamanın anlatıldığı kısımların eşliğinde sonsuz bir şimdiki zamanı yaşarız. Her şey şimdiki zamanda olup bitmektedir, anlatıcının geçmişe dönüşleri bile şimdiki zamanın anlık bilinç parıltılarıyla sık sık bölünür.

Tren yolculuğu başlar başlamaz kompartımanın ve diğer insanların betimlemelerini görürüz ama bir mekan yaratma çabası değildir bu, Delmont'un bir yaratımı da değildir. Adam ne görüyorsa biz de bütün çıplaklığıyla onu görürüz, herhangi bir anlam arayışına çıkmadan. Hatta ikinci çoğul şahıs kullanılarak anlatılan bir metinde Delmont olmaya zorlanırız, okurluğumuzdan emin olamamaya başlarız. Metnin sonlarında Delmont'un düşünceleri belirmeye başladığı zaman bağımsızlığımızı kazanırız, düşünceler okurun olamayacak kadar öznel bir hale gelir. Öncesinde -geri dönüşler haricinde- tam bir algı paylaşımı vardır.

Delmont Birader'in aklında -bizim aklımızda veya, bundan sonra böyle anlarsınız- Henriette'in ve çocukların bazı şeyleri çaktığı düşüncesi vardır. Ayrılık akıllara düşmüştür, her şey daha kolay olacaktır böylece. Kayıp gençliğine kavuşmaya gidiyordur bizimki, heyecanla doludur. Geriye dönüşlerde yıllar önce Henriette'le yapılan gezinin Roma'sı ve Cécile'in Roma'sı karşı karşıya gelir. İlki sıkıntılıdır, ikincisi Delmont'un mutlu olduğu bir şehir imajıdır ama yolculuğunun dönüştürme sürecinin sonunda bu Roma'yı kaybedeceğini düşünür Delmont, bu yüzden Cécile'e planlarını açmaktan vazgeçer, rüyasını kaybetmemek için de bir kitap yazmaya karar verir. Yazmayı düşündüğü kitap, elimizde tuttuğumuz kitaptır. Böylece biten bir anlatı aslında yeni başlamış olur, metni tekrar okumak lazım gelir falan.

Bu kırılma noktası Cécile'le Henriette'in tanıştırıldığı bölüm hatırlanınca yaşanır, Delmont'a göre Henriette ve Cécile aşırı empatiyle yakınlaşırlar ve Delmont kardeşimiz ortak düşmanları olarak kendini görür. Kadın dayanışması. İki farklı Roma'dan birincisine tutunur Delmont, Henriette'le tekrar bir Roma gezisi yapmayı düşünür. Her şeyin daha iyi olacağını düşünür bu kez.

İki farklı şehir imgesinin çatıştığı bölümler geri dönüşlerdedir, demiş miydim ya? Bu geri dönüşleri biraz anlatayım. Kompartımandaki insanlara isim vermeyle başlayan ve uydurmasyon yeni bir yaşam kazandırmaya kadar giden gözlemler sık sık gelecek planlarıyla ve hatıralarla kesilir. Üç ana bölüm, ara kesitler ve boşluklarla bu akışlar, bağlantılar kurulur. Gündüşü görürsünüz ya, daldıktan sonra bilincinizi kazanıp tekrar daldığınızı düşünün. Anlatım tekniği bunun gibi bir şey işte. Zamanın akışını adamımızın gözlediklerinden anlarsınız. Bazen bir motosikletli, bazen bir araç, yemek araları ve kitabını koltuğa koyup kompartımandan çıkma mevzuları. Günlük yaşamımızın farkına varamadığımız anlarıdır bunlar, genelde pek üstünde durmadığımız ve hayatımızın büyük bir bölümünden ibaret olan anlar. Dizilerde izleriz hani, Friends'te mesela, karakterlerin hayatı pek hareketlidir, hep bir şeyler olur falan. Öyle değil, sadece izleyiciyi sürükleyen olayları görürüz, günlük yaşamları hemen hiç gösterilmez. Alışveriş yapmalarını, kitap okumalarını izlemeyiz dakikalarca. Bu kitapta bu anları göreceksiniz işte. Fikir verebilir:


Yazı bir yolculuk, farklı yollardan gitmek isterseniz bir deneyin bunu. Bir de şey, Twitter hesabı açtım bir tane. Arada derede bir şeyler yazacağım. Edebisi Derin İşler

24 Mayıs 2015 Pazar

Eduardo Galeano - Söz Mezbahası

Geçtiğimiz ay hayatını kaybeden Eduardo Galeano'dan 1960'ların kaynayan dünyasına kısa bakışlar. Siyasi gerilimlerin, sömürünün ve zorbalığın hüküm sürdüğü Güney Amerika'nın halleri. Bize pek uzak memleketler olsa da yaşananları çok iyi biliyoruz, insanın insana ettiği her yerde aynı.

Önsözde kaçırılan, işkence edilen ve öldürülen sanatçıların arasında konuşmanın susmaktan daha değerli olmadığı zamanları sorguluyor Galeano. Bu durumda susmak, sessizliğe gömülmek iyi ama kimin için? Sesini yükseltenlerin, suskun kalabalığı uyandırmaya çalışanların ölüm listelerinde yer almalarına rağmen sözcüklere sarılmaları insanlık onurundan başka ne olabilir? "(...) Böylesine hareketli dönemlerde yazarlık mesleği çok tehlikelidir: Kişi ya sözden kaynaklanan gurur ve sevinci yeniden hisseder ya da söze saygısını sonsuza dek yitirir." (s. 8) Söze saygıyı yitirmek aslında insanlığa saygıyı yitirmektir, açık. Sözcükleri duyması gerekenler bir sonraki bölümde inceleniyor.

Sözün Savunusu: Paulo Freire'ye göre okuma-yazma demokratik bir toplumun doğrudan anahtarı olmasa bile demokrasiye giden yolda doğru kararların verilmesi yönünden en önemli araç. Okuma-yazma bireye belirli bir sorgulama yetisi kazandırabilecek güzel bir başlangıç noktası. Galeano, Freire'ye saygı duyar ve sözcüklerle iktidarın savaşında sözcüklerin tarafında yer alırken Freire'yle aynı çizgide yer alır. "Gerçekte insan mutluluklarını ve felaketlerini yüreğinde duyduğu tüm kişiler için, yetersiz beslenenler, kenar mahalle sakinleri, gerillalar, bu dünyanın tüm ezilenleri için yazmakta, bunların çoğu ise okuma bilmemektedir." (s. 11) Darbelerin durmak bilmediği, eğitim düzeyinin insanların analiz-sentez-değerlendirme yapamamaları için oldukça yetersiz bir noktada sabit tutulduğu topraklarda kültür ve iktidarla mücadelenin bir arada yürütülmesi oldukça zor. Söyledikleri zor anlaşılan, çoğunlukla anlaşılmayan bir avuç insanın bir yandan da iktidara karşı yürüttükleri mücadele Prometheus'unkine çok benzer.

Sistemin tepkisi oldukça akılcıdır; yapay bir toplum üretmek. İnsanlar Tanrı buyruğu bir düzenin yıkılamayacağına inandırılır, böylece düzenin destekçisi haline gelirler. Sömürülmelerinde kültür emperyalizmi en önemli silahlardan biridir. Bunun yanında sisteme karşı bütün girişimler bir metaya dönüştürülür, bağlamlarından ayrıştırılır ve tüketim için insanların huzuruna sunulur. "Birleşik Devletler'de ve Avrupa'da altmışlı yıllarda gençliğin protestosunun davranış örnekleri ve simgeleri, tüketim budalalığına bir tepkiydi, bugün ise seri üretim nesnesidir." (s. 15)

Edward Said'in entelijansiya için düşündükleri bir yönden bütün bu yıldırma politikalarına karşın mücadelelerini sürdüren yazarları kapsıyor. "Yazmamızın kaynağında okurun elbette bize ondan gelmiş ve şimdi de yüreklendirme ve kehanet olarak ona dönmekte olan sözlerde kendini yeniden bulabilmesi için bir buluşma çabası yatmaktadır. (...) Sistemin farklı düşünenleri altına aldığı ablukaya karşı koymaya yaramayacaksa bir edebiyata ne gerek var ki?" (s. 18)

Bir adet Che incelemesi bulunuyor, Galeano'nun Che'yle yaptığı görüşmeden kesitler ve Che'nin devrimciliği, Çin-Rusya gerginliği ve birçok mevzu hakkındaki görüşleri var. Galeano'nun kaleminden pek doğal bir Che manzarası. İdeolojik katman olmadan, Galeano'nun kaleminden.

Neler var başka, Brezilya'nın yayılmacı politikası ve Uruguay'ın sistemli bir şekilde ilerleyen toprak kayıpları, insanların yoksullaştırılması. Mao'nun Çin'ine açılan iki pencere, Bolivya, Peru, Venezuela, Kolombiya, peşkeş çekilen yeraltı kaynakları, yoksul insanlar, ortalama yaşam süresinin giderek kısaldığı bir dünya. Acıların coğrafyasından müthiş bir kitap. Şunu da izlerseniz mevzuya vakıf olursunuz, Galeano'nun incelemeleri tadında bir film:

Even the Rain - También la lluvia

Son olarak... Direnin ulan!

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Mihail Bulgakov - Usta ile Margarita

Can'dan çıkanında Bulgakov'u yakından tanıyan Sergey Yermolinski'nin güzel bir yazısı var.

Bulgakov'u nasıl bilirdiniz? Çekingen bir adammış, ömrünün sonuna kadar gideremediği bu kusuru belli etmemeye çalışırmış. Bağımsızlığını korumaya gelince iş değişiyormuş tabii, üstleriyle hayatı boyunca anlaşamamış ama tek isteği herkese örnek olmakmış çocukken. Hayatında da şen ve alaycı olmasının onu tanıyanlarda bir güvensizlik yarattığına şaşmamak lazım aslında; eserlerindeki iğnelemeler yazar kimliğiyle gerçek hayattaki kimliğinin karışmasına yol açıyordu muhtemelen. Oysa onun alaycılığı sadece ikiyüzlülüğe, uşaklık eğilimine ve yaşadığı toplumda çarpık olan ne varsa ona yönlenmişti.

Doktorluğu bırakıp yazarlığa soyunduktan sonra tiyatro için metinler kaleme aldı ve Bir Ölünün Anıları'ndaki mevzuları yaşadı. Stanislavski'ye kinlendi, oyunlarını değiştirmeye çalışmalarından bıkmıştı. Hep daha iyi bildiğini düşünen insanlar vardı, onlarla mücadele etmekten yılmadı. Yazarlık tutkusuyla otoriteye boyun eğmek arasında çokça kalmıştır, çoğunlukla da bir orta yol bulmaya çalışmıştır ama inceldiği yerden kopmuş elbet. Kopuştan sonra unutturulmaya çalışıldı. Eserlerinden hiçbir yerde söz edilmiyordu, zamanla edindiği yazar dostlarının garip sessizliği yalnızlığını daha da derinleştirdi. Stalin'e yazdığı bir mektuptan sonra memur olarak tiyatroya döndü, memuriyetin yaratıcılığını kısıtlamasından yakındı. Bağımsızlığını tam olarak elde edememişti yine. 12 yıl boyunca bu kitabı yazdı, sevdiği kadın yazım aşamasında daima yanındaydı. Usta ile Margarita, metinde yer alan bu karakterler bir ölçüde Bulgakov'la sevgilisidir. Neyse, Bulgakov yakalandığı hastalıkla uzunca bir süre mücadele ettikten sonra ölür. Stalin'in ofisinden gelen bir telefon gelir, birkaç yazar evi ziyaret eder. Hepsi bu. Tabutu yaşamında çok önemli bir yeri olan Sanat Tiyatrosu'nun önünden geçerken tiyatro çalışanları kendisini son bir kez selamlar. Büyük bir kalabalık uğurlar en son, unutturulmak istenen bu büyük yazar, Oğuz Atay'dan yaklaşık kırk yıl önce okurunun peşine düşen ve bütün engellemelere rağmen okurunu arayan Bulgakov ölümünden sonra okuruyla tanışır. Benzer kaderler.

Usta ile Margarita'ya gelince, saçmadır. Bir kere çerçevenin dışına çıkmak isteyen bir yazar Bulgakov, düzyazının kaldırılması gerektiğinden bahsetmişliği vardır. Belli bir forma bağlı kalmak istememektedir. Yine bağımsızlık. Gogol'ün zavallı hayaleti gibi Bulgakov'un Şeytan'ı da günlük yaşamın saçmalığındandır, beklenmeyenlerinden değil. Moskova'nın orta yerinde Şeytan nereden çıkar, romanın içinde formu parçalayan başka bir romandan. Bundan daha mantıklı bir şey olabilir mi? Olabilir, mesela şu an görme aracı olarak kullandığınız -başka zamanlarda yumurta kaynatmakta kullanıyorsunuz- gözleriniz bir anda eriyebilir. Bunun ihtimali vardır, mantıklı bir mevzudur bu. İnanmayan nedenselliği araştırsın. İsa'nın ve koca bir toplumun çarmıha gerilişi bana kalırsa aynı zamanlara rastlar. İmkansız değil.

Ne olmuş, işte Şeytan ve üç kafadar arkadaşı Moskova'ya inmişler, ortalığı dağıtmışlar biraz. Sanat çevresinden iki arkadaşımız -Allah aşkına, Rus kardeşlerimizin ad ve soyadlarıyla muhatap olmak istemiyorum- İsa'nın hiç yaşamaması, Tanrı'nın zırva olması, bunun edebiyat yoluyla nasıl daha iyi anlatılabileceği hakkında konuşurlarken aralarına Şeytan girivermiş ve Kant'ın ahlak-Tanrı meseleleriyle ilgili bir iki gevezelik edilmiş. Sonrasında katliam başlamış; Tiyatro'nun müdürüydü galiba, adamın kellesini bir tren hallediyor ve olaya şahit olan diğer arkadaş kimle konuştuklarını anlayınca kafayı sıyırıyor, sanatçıların takıldığı bir mekana gidip çok acayip işlere girişiyor ve akıl hastanesini boyluyor.

Bulgakov'un okurunu dolaştırdığı hemen her mekanda, tanıştırdığı çoğu insanda kokuşmuşluk vardır. Şeytan boşu boşuna Moskova'da dolanmıyor.

İnsanların kaybolduğu odalar, ışınlanmalar falan filan derken otoriteyi temsil eden kişiler yavaş yavaş sağa sola dağıtılır, Şeytan icaplarına bakar. Kara büyücü bir şovmen olarak ortaya çıkıp bir de gösteri yapar Tiyatro'da, izleyiciler kafayı yer hafiften. Toplumsal bir cinnet, iktidarın istediği de farklı bir şey değil. Şeytan'ın hükümranlığının yanında çekiç de durmadan sallanmaktadır. Hangisi kötü? Burada işler karışıyor, sonra dönerim.

Bu akıl hastanesine yollanan arkadaşın adı Ivan. Şair kendisi ve toplumcu gerçekçi şiirler yazıp hayatını kazanıyor. Yazdıklarının beş para etmez şeyler olduğunun farkına varıp şiiri falan bırakıyor, o başka. Ivan'ın akıl hastanesinde tanıştığı bir adam var: Usta. Ustamız Pontus Pilatus ve Yeşu'yla -ecnebi memleketlerde Jesus olarak anılan zatın adının etimolojik halleri- ilgili bir kitap yazıyor, İsa'nın son günü. Sevdiği kadın bir başkasıyla evli olmasına rağmen derin bir aşkla bağlılar, kadın -Margarita- eseri bitirmesi konusunda Usta'ya yardım ediyor. Bulgakov'un yazdığı kitap, başka bir biçimde metinde de yazılıyor yani. Kitabın yayımlanması mümkün değil ama adam doğruları yazmaktan bir türlü vazgeçmiyor. İsa'nın şu sözlerine bakın:

"'En önemli sözlerim şunlardı,' dedi tutuklu. 'Bir kere, her iktidarın insanlar üzerinde baskı yaptığını belirttim, bir gün ne Caesar'ların ne başkalarının iktidarı kalır, dedim. İnsanoğlu gerçeğin ve adaletin egemen olduğu bir düzene kavuşur; o zaman hiçbir iktidarın gereği kalmaz.'" (s. 78)

Basbayağı Bulgakov işte.

İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Usta'nın hikâyesini öğreniriz, Şeytan ve tayfası üstünden şöyle sıkı bir sistem giydirmesi görürüz ve ikinci bölümde asıl mevzu başlar: bağışlanma, daha doğrusu Usta'nın kurtuluşu. Usta ve Margarita, yukarıdan gelen bir istekle, Şeytan'ın da yardımıyla birlikte huzura erecekleri bir yere giderler. Moskova'da zamanla her şey normale döner ve Şeytan'ın yol açtığı karışıklık zaman içinde unutulur.

Biz unutur muyuz, unutmayız. Şeytan'la başlarsak Şeytan bir kere ışıktır, ecnebi alemlerde Lightbringer derler. Ben Şeytan'ın, kötülüğün Tanrı'dan tamamen ayrı bir şey olduğunu düşünmüyorum, mantıksız geliyor. Tanrı'nın varlığını reddeden sanatçıyı öldürmesi ilginç mesela. Neyse, Şeytan elindeki ışıkla yol göstericiliğini yapar. Işığın çekiciliğine kapılıp yolu göremeyenler için bin eyvah.

İyilik-kötülük ve Tanrı-Şeytan üzerinden gidersek, iyiliğin kendiliğinden kaynağı -diyelim-Tanrı'nın tahtından indirilmesi ve koca bir toplumun üzerine çöken yoksulluk-yozlaşma döngüsünü deşmeye çalışanın Şeytan olması bir fikir verebilir. Burada, sözde sosyalist düzen eleştirisinde Şeytan'ın ucundan kıyısından gösterdikleri çok önemli. Dağıttığı paraların alkol şişelerinin etiketlerine dönüşmesi ayrı bir iğne, gazete kağıtlarına dönüşmesi ayrı bir iğne. Girdiği hemen her mekanı ateşin arındırıcılığıyla kutsaması, verdiği büyük partide şömineden çıkan ölüler... Eduardo Galeano'nun bir Bolivya yolculuğunda gördüğü kozmetik reklamıyla Margarita'nın cadılığının kına gecesinde bütün vücudunu yağlaması arasında bağlantı kurabilir miyiz?

"Kadınlar, bu kremi sürünüz. Neden siz de ten renginizden ötürü yalnız kalasınız? Sürün bunu!"

Özet geç diyenler için: Devlet güdümünde bir edebiyat olmaz. 1930'ların Moskova'sı. Tanrı öldüyse bu ne? Entelijansiyanın kokuşmuş kısmı kesilmelidir. Matta Levi'nin Yeşu'ya karşı hissettiğini Margarita Usta'ya karşı hissetmektedir. Özgürlük, akıl ve adalet!

Ek: Etgar Keret kaybolma izleğini Bulgakov'dan pırtlatmış olabilir mi? Çok yazar çok şeyi kaybedebilir gerçi.

Ekin Eki: Evet, biraz araştırmayla kaynak buldum. Gogol ve Bulgakov'dan etkilenmiş Keret, Kafka'dan sonra.


19 Mayıs 2015 Salı

Özen Yula - Kayıpkent Üçlemesi

Yani tam olarak boşlukları fillerle doldurmamız gerekiyor ama insanlık halleri, ucundan kıyısından bulaşmışızdır sanıyorum. Görünürde kolay yani. Yani. Kendinizle mi doldurursunuz başkalarıyla mı, bilmiyorum ama bu da sizi kurtarmayabilir. Kurtarmayacak. Kayıp bir kentin orada olması gereken ama yerinde olmadığı için soğukça bir yokluğu sezdiren parçası sizin peşinize de düşebilir. Yıllarca bu kovalanma duygusundan kurtulamayabilirsiniz, geçici bir şehrin gözlerinizin beyazına bıraktığı tortu kalıcı olabilir. Bazı şeylerden geri kaldığınızda -bir tutkunun peşinden gitmek mesela, House'tan alıntı yapıyorum, evde sizi bekleyen bir kadının hiç var olmamasına yol açabilir, özgürlüğün peşinden gitmek bazı onaylanma çeşitlerinden mahrum edecektir şüphesiz, seçmediğiniz diğer her şeyin hayaletleriyle yaşamak zorundasınız ve nokta nerede ulan klavyede- her şeyle doldurursunuz gedikleri. İnsan bir boşluk kalmasın ister, anlam arayışının sonsuzluğu. Her yeni ana yeni bir duygu. Bu hikâyeler dolan bir boşluk ya da dolduranından üç tane, ya da sizin el uzatmanızı bekliyor.

Ortadaki labirenti görüyorsunuz. Dedalus meşhur labirentini yaparken ne hissetmiştir acaba, kendi oyununu en iyi kendinin oynayabileceğini düşünmüş müdür? Bir müddet sonra kendini labirentin içinde bulsa çıkamayabilirdi gibi geliyor bana, anlar ve duygular dedik ya. Her seferinde başka yolları kullanarak da çıkabilir, bunu yazar da yapar. Yapmış mıdır?

Sır: "'Anlat' demesi kolay!" der anlatıcı. Başka kaynaklardan dolup başkalarını eksiltmektedir, anlatmaya çalıştığında hikâyeyi çarpıtmaktadır ve kendisi olmaktan çıkmaktadır. Michel Butor'nun anlatı incelemelerine bakınız ama öncesinde yarım yamalak iki kakalak bir öykü var elimizde, ona bakalım.

Anlatıcının yanında bir de dinleyici var, okur değil. Ara ara sözlerini işitebiliriz ama anlatıcıyı hiçbir zaman kesmez, anlatıcı bu herifin farkında olsa da görmezden gelir. Diyemem, diğer parçası onun için hikâyenin gerçekliğinin kanıtıdır. Okur sezer bunu. Sezmezse başka bir şey sezer. Dolmak veya doldurmak aziz dostlarım.

Kesintili anlatı filmlerden alınmış karelerle bezelidir. "Annem ve babam mesut günlerindeyken." Üstte bir fotoğraf, siyah beyaz. Yıkık bir dördüncü duvara asılan afişlerdir bunlar.

Küçük bir çocukmuş meğer anlatıcı da, ninesi ölmüş. Ağabeyi anarşik olduğu için götürülmüş, anneyle baba darmadağın.

"Ninemin ölürken yere düşürdüğü aynayı bulamadık.
Aynanın arkasına sürülen boyaya sır denildiğini çok sonra öğrenecektim." (s. 28)

Ayna nerede, tavanarasındaki sır ne? Tavanarası hiçbir zaman çözümlenmiyor. Anlatıcının bile çözemediği bir gizem. Çatlakları sıvıyor da içinden elinin geçebileceği gedikler için yapabileceği bir şey yok. Öbür taraf karadır, yazılmamış ve dahi düşünülmemiştir. Kendinin varlık sebebidir, kendini içerir ve önemsizdir. Anton Ssliharf'in olmayan harfidir, aynı soydan gelir. Uzamın ne hale geldiğini şuradan çıkarın:

"Zaman daha hızlanıyor; ama durdurulmuş, sabitlenmiş bir zaman diliminin içinde.
Mekânlar değişiyor durmaksızın; ama bir mekânın içinde sabitken, ancak.
Felaket, bu değil midir?" (s. 35)

Bir ev kaç görünmez kenti taşıyabilirse o kadar!

Anlatıcı ses verir, bir buçuk sayfalık boşluktur bu. Deprem ve diğer doğa olaylarıysa gerçekliğin sabitidir. Gerçekliğin yalvarışıdır, kendisine inanılmasını ister. Söylenenler gerçeğine uygundur ama inandırmak için kadar yeterlidir, onu okur söyleyecek. Belki de anlatıcı çoktan söylemiştir, labirentten çıkış yolunu bulabildiniz mi? Öykünün epigrafında bir şeyin pipo olup olmamasıyla ilgili ünlü sözden yola çıkın. Burada bir hikâye yoktur, bu onun yansımasıdır. Çünkü yazarın kafası karışık olabilir, öykünün bir bölümünde anlatıcının ağabeyi ve arkadaşı, anlaşılmayan bir kitap hakkında konuşurlar, belki de o kitap bu kitaptır. Çok katmanlı anlatı derler ya. Bir kitap, içerdiği eşini yadsıyabilir.

Eflatun Hata: Propp'un Masalın Biçimbilimi adlı kitabından yapılan bir alıntı, epigraftır. Masalın kökeninden önce ne olduğunu bilmek gerekir kısaca. Bakın, yine bir öyküyle karşı karşıya değiliz, onun içinde yer almak zorundayız, anlatıcının bizi içeri almamak için tüm çabalarına rağmen -okuduğumuzun bir öykü olduğu gerçeğini ısrarla söylemesine rağmen bunu inkâr edeceğim, benim için ilk kattaki defineyi bulmak önemli- anlatıcının dıştan içe doğru ilerlemesini takip edeceğiz. Nasıl? Bir öykünün kahramanı olduğunu bilmeyen adamın etrafına örülen dünyada rol alması, bizi de hikâyeyi takip etmek için doğru perspektifi tutturmaya zorlayacak. Sağ elinizi duvara koyun ve çıkışı bulana kadar yürüyün, labirentten çıkmanın en kolay yolu budur. Sabitinizi doğru seçmekle ilgili her şey. "Açıkçası, yeni basılmış bir kitabın içinde bilinmedik bir sona gidiyor gibiydim." (s. 134) Sen yine iyisin, biz ne edek?

Adam bir bara gider ve iki süper gücün arasında kalacağı bir dizi olaya bulaşır. Bir tarafta sanatçıları korumaya çalışan bir çete, diğer tarafta onları öldürmeye çalışan diğeri. Kovalamaca esnasında adam aslında en başından beri olayların içinde olduğunu öğrenir. Öyle olduğuna inandırılması da aynı şey değil midir? Kaçmacalardan sonra bir tiyatro sahnesinin önüne oturtulur ve dünyanın bütün dehşeti gözlerinin önünde canlandırılır. Ölümler, kazalar ve kendisi. Kendisini sahnede görür, yaşadıklarından sonra krize falan girer ve başka bir gerçeklikle uyanır gibi bir şeydi. Evet.

Sessiz Kuğuların Uykusu: Yaşlılık. Tanizaki'nin Çılgın İhtiyar'ıyla benzerlikler kurdum, ikisinde de yaşlı adamlar var. Şaka. Bu kadar değil tabii, şöyle ki yaşlılığın sonsuz umarsızlığında bir hayatın bütün dönemleri doğabilir; çocukluğa kadar geri giden bir sürecin noktalanması için her şeyin bir arada yaşanması gerekir, öyle değil mi? Yani yaşlılığın, ölüm öncesinin hatta, şanındandır bu. Son bir parıldama anı. Yaşama son bir kafa!

Bu öyküdeki yaşlı adam son bir kez parıldıyor, yaşamına dair küçük detayların ardındaki yetmiş yılı düşününce insan anlıyor aslında. Yetmiş yılın acıları, komiklikleri, nesi varsa birkaç güne sıkışmış durumda. Sesli güldüğüm yerler oldu, kitaptaki en mizah dolu öykü bu.

Evet, mis gibi bir kitap. Bulursanız bir kafa atın.

12 Mayıs 2015 Salı

Mihail Bulgakov - Şeytanî

Devlet daireleri ve bürokrasi.

Yoldaş Korotkov kibrit üretimiyle alakalı bir devlet dairesinde çalışıyordu ve çalışırken hiçbir sorun yoktu; emekli olana kadar aynı işi sürdürecekti ve memuriyetin miskinlik veren rahatlığını yaşayacaktı. Maaş olarak onlarca kibrit verildiğinde bile diğer çalışanlar gibi ağlayıp sızlamadı, onca kutuyu mutlulukla evine götürdü ve bir bölümünü komşusuna satmaya karar verdi. Bir dolu şarap şişesiyle karşılaştı, komşuya da şarapla ödeme yapılmıştı. Kibritlerinin bazıları kalitesizdi üstelik; yanıp sönen kibritlerden fırlayan bir parça gözüne girdi. Göz hemen bir bandajla sarıldı, kör olma korkusu yüzünden iyi uyunamadı. Korotkov her şeyi görmek istiyordu, görecekti de. Şirinler'i bile. İşi vardı. Memurdu, birkaç yüz kibrit kutusuyla birlikte.

Ertesi gün ofise gitti ve işten atıldığını gördü, sebep olarak gözüne sardığı acayip bandana ve vazifelerine karşı ilgisiz hal ve tavrı gösterildi. Üstüyle konuşmaya gitti ama adam da değişmişti, bir başkasıydı karşısındaki ve acelesi vardı. Yumurta kafalı bir adam. Kısa boylu, geniş. Laf dinlemeden bütün bu resmi işlerin döndüğü bir devlet dairesine koşturdu, Korotkov da peşinden. Troleybüste sonradan fark edeceği üzere cüzdanını çaldırdı, kimliğini de yitirmiş oldu böylece. Kırklara karıştı. Varlığı onun iradesinin ötesine taşındı. Kayışı kopardı. Yumurta kafayı unutmayalım.

Evet, Goodreads'te "Kafka in Wonderland" denmiş ama oraya biraz daha var. Korotkov işini geri almaya çalışırken kılık değiştiren kişilerle, yaratığa dönüşen memurlarla karşılaşır. Belgeler fare yavrularıdır, ne tarafa koşsa hep aynı kapının önüne çıkar bir ara. Varlığının, delirtici bir otoritenin birbirinden farksız kıldığı bireylerden ayrı olduğunun tek ispatının peşinde binaları, sokakları dolaşır. Aradığı kişiler hep bir başka şeye dönüşür. Tam bir tımarhane. Artık her şey başka bir şeye benzer, tek tip bir topluluktan kaosa. Anlaşılacak bir düzen de değildir bu kaos, içinden çıkılamaz bir boyuttadır. Neler döndüğünü anlamak isteyen için hapishanedir, birey mantığın peşinde koşup durdukça saçmayla daha sık karşılaşır. Kaos için bir kedi-fare oyunu. Korotkov'un peşine bir ordu takılır, onu öldürmek isterler. Adam kaçarken bir binanın çatısına çıkar. "Dışarıda, Korotkov'un başının üstünde hastalanmış görünen güneş, gri bir gökyüzü, ince bir rüzgâr ve donmuş zift vardı. Aşağıdan şehrin bildik, telaşlı ve boğuk uğultusu geliyordu." (s. 79) Adam atladı! Aşağı atladı ve yatağında komşusunun şarapları sayesinde çatlayan bir kafayla uyanmadı. Adam memuriyet keyfinin sürdüğü bir günün öğlesinde, odasında uyanmadı. Sovyet rejimine kim uyanmak ister? Yoldaşlar, işinizi iyi yapınız ve devletinizi seviniz. Mada Raşa!

10 Mayıs 2015 Pazar

Jean Dubuffet - Boğucu Kültür

Ressam, "raw art" katalizörü Jean Dubuffet'den kültür polislerine, sanat simsarlarına, akademik vaizlere ve politik taşeronlara atılmış bir taş. Yardığı kafaları düşündükçe mutlu oluyorum, tam olgunlaşmasa da aklımda uzunca bir süredir dönen düşüncelerin toparlanmış ve oldukça genişletilmiş halini bu kitapta buldum. Kişisel bir şey, "biliyorum" kadar hoşlanmadığım başka bir kelime yok. Şiiri bilmek, romanı bilmek, sanatı bilmek, bildiğinin arkasında müritler yaratmak, sanat eserlerini bu bilgiyle değerli veya değersiz görmek... "X şair değildir, çünkü şiiri biliyorum." Şu iyidir, bu kötüdür, öteki her neyse. Kısıtlanmanın farkında mısınız; bu adamlar yüzünden isimler konuyor, akımlar uyduruluyor, her şey tablolaştırılıyor. Tablonun içindeyseniz özgürsünüz ve iyi bir sanatçı olabilirsiniz, dışındaysanız sanat size göre değil. Yarışmalara katılmazsanız, adınızı duyurmak için eserleriniz dışında bir şeylerle uğraşmazsanız, sanatçı ortamlarında şöyle bir görünmezseniz, üzgünüm, bir kıvılcım olarak kalacaksınız, ateşe dönüşemeyeceksiniz. Ateşsiniz aslında ama göremezler, başka bir yere bakarlar çünkü. İşte Dubuffet bu kesin yargıların dışında yer alan ateşleri gören, onlara hak ettiği değeri veren bir amcamız. Siya Siyabend mesela, pek sevdiğim bir olaydır. Şöyle bir şey var onlarla ilgili: "Sokak müziği diye bir şey yoktur, müzik sokaktadır." Şiir, şarkı, türkü, alayı sokaktadır, kalptedir yani. Şunu bırakayım şuraya:



Dubuffet, Racine'e değer vermediğini söyleyen birine rastlamanın nadir görülür bir şey haline geldiğini söyleyerek giriyor mevzuya. "Klasik" kabul edilen eserlere değer vermenin kaçınılmaz bir hale gelmesi rahatsız edici, bunda patrimonyalizme bağlılık -Halil İnalcık'ın Şâir ve Patron kitabında mevzunun bizdeki yansıması incelenir, Boğucu Kültür'le paralel okunabilir- ve primadonna kompleksi gibi tırt olayların önemi büyük. Mutlak bir iktidarın sanatı yönetmesiyle birlikte azınlıkların sesinin çıkamayacağı malum. Sanatları değer görmeyecek, söz hakkına sahip olamayacaklar. İktidarın beğenisi -çoğunluğun güdülü beğenisi de diyebiliriz buna, bir noktada aynı kapıya çıkar- toplumun beğenisi haline gelir, kültürel asimilasyonun temeli budur. Primadonna kompleksini özellikle akademide görürüz. Ben şahsen akademiden ölümüne tiksinirim, aklıma geldikçe içimi fenalıklar basar. Neyse, belirli alanlarda çalışmaları bulunan hocalarımızın sözünün üstüne söz konmaz veya zıt bir şey söylenmez. Hocanın geçilecek bir kulak olduğunu düşünmezsiniz bile, "bilen" adamdır o. Bilir çünkü akademik tayfada yıllarını geçirmiştir, hayatını erdeme, bilgiye ve akademiye adamıştır. Evet. Niye sinirleniyorsam. Adamlar süper sonuçta. Peh. Jacques Ranciére'nin "cahil hocaları" görev başında. "Kültür, kültürlü olanı bilgi[lilik] yanılsamasına düşürür, bu ise çok tehlikelidir, zira bilmeyen biri arar ve tartışır, ama bildiğini sanan biri halinden memnun uyur." (s. 29) Tedirgin uyuyanlara selam!

"Kültür, vaktiyle dinin tuttuğu yeri alma yolunda. Tıpkı din gibi şimdi onun da rahipleri, peygamberleri, azizleri, yetkililerden oluşan organları var. Taç giymeye göz diken fatih, artık halkın önüne yanında piskoposla değil, Nobel ödüllülerle çıkıyor. Yolsuzluğa batmış senyör, günahlarını bağışlatmak için artık tekke değil müze kuruyor. Artık seferberlikler de kültür adına yapılıyor, haçlı seferleri de kültür adına düzenleniyor. 'Halkın afyonu' rolünü oynamak da artık ona düşüyor." (s. 7)

Hay elinden öpeyim. Ben daha kişisel, küçük bir pencereden yaklaştım olaya, dayı kültür emperyalizminden bahsediyor tabii ama çıkılan nokta aynı.

Burjuva sınıfının ve Batı emperyalizminin kültürünün yayılmasının devrimci devletlerden cevap bulmasını tedirgin edici buluyor Dubuffet. Aynı silahı kendi toplumlarına uygulayıp kullanmak isteyen devletler için bir Truva Atı bu. Burjuva sanatı, hangi devrimci devletin dönüşümünden geçip kullanılırsa kullanılsın burjuva sınıfını geri getirir. Toplumla birey ayrımını da bu bağlamda ele alırsak sanatın toplumca övgüye değer bir özniteliği olduğunu düşünmek sanatın anlamını çarpıtır. Sanat bireyseldir, ödünsüzce üretilmelidir ve olsa olsa toplum karşıtı ya da topluma kayıtsız bir işlevi olabilir.

Işığın tekelleştirilmesi. "Öğretmen sadece, nerede ve ne zaman gerçekleşmiş olursa olsun, 'ön-plana-çıkmış'ların listeleyicisi, resmileştiricisi ve onaylayıcısıdır." (s. 11) Ayrıca tarihçinin eylem adamına uzaklığı kadar kültür adamının da sanatçıya uzak olduğunu belirtir Dubuffet. Duygusal Eğitim'deki Arnoux geldi aklıma, sanat eserlerini metalaştırıp sanatçıları aç bırakan bir satıcıydı kendisi. Neyse, kategorizasyon yüzünden de sözel ifadenin enginliğini yazılı ifadeye yansıtmak zor diyor Dubuffet. Bunu daha geniş açıdan ele alırsak kitaplar, heykeller vs. formdur ve sanat belli formlara sıkışmış haldedir. Böyle bir avuç formla, bir avuç sanatçıyla bir medeniyetin sanatsal birikiminin dökümünü yapmak doğru değildir. Bence en iyisi Çernişevski'nin dediği. En güzel yaşayan, daha doğrusu kökünü yaşamdan alan bir sanat anlayışına sahip olan ve buna dayanarak en güzel sanat eserlerini veren toplumda yaşamak gerekir. Süper olay.

Para konuşur. İşe yarayan bir sanat eseri para da eder. İnsan bir sanat eserini incelerken ondan aldığı dolaysız zevke değil, ona bağlanan saygınlık derecesinin fonksiyonu olarak maddi ve manevi değere bakarak sanata yanlış bir açıdan yaklaşır, zaten sanat da bu tür bir yaklaşımı ortaya çıkarma amacıyla yapılmaz. Herhangi bir amaçla da yapılmayabilir. "Kültürün zararlı ve yok edici yükünden ancak zihinsel ürünlerden değer kavramını, en başta da bunların -söz konusu değerin göstergesi olan- parayla ölçülen fiyatlarını kaldırmakla kurtulunabilir. Ticaretin de pek iyi hissettiği bir husustur bu, zira var gücüyle kültür mitosunu desteklemeye, yetkesine dayanak olmaya çalışır." (s. 25) Sabitlenmiş, sınıflanmış sanatsal yaratıların ederi kadar değerli olmasında insan faktörü yoktur, güdülenmeyecek bir nesne olarak insanı bulmak çok zordur en azından. İnsan ürettiği zaman ürün insana hangi şartlarda ulaşacaktır? Sanatçıların iktidar-burjuva-nehaltsa egemenliğinde yarattıkları objeler bir yatırım olarak görülür ve karşılığı beklenir. Yani bu tür bir çarka girmiş sanatçının eserlerine sokakta rastlayamazsınız, aslında tam da olması gereken yerde. Paranız varsa ulaşırsınız, yoksa havanızı alırsınız. Korkunç.

Reklamlar, kavramların ardına sıkışmış estetik haz, dünyayı belli kalıplara oturtmaya çalışan bir kültür haritası, kokuşmuş kültürel camia, Dubuffet alayını kalaylayıp sudan geçiriyor. Helal be! Bir tokat da Dredg atsın!

9 Mayıs 2015 Cumartesi

Gustave Flaubert - Duygusal Eğitim

Hemingway'in yazar olmak isteyenlere önerisi, birçok kitapla birlikte bu kitabı okuyup neyle karşı karşıya olduklarını bir görmeleri. Ben bir okur olarak kafa attım, bir şey olmadı. Yazmaya çalışan bir adam olarak, evet, kafa atılacak bir duvara benziyor. Kafanızı iyi kurgularsanız pekmezi akıtmadan bir gedik açıp sıyrılabilirsiniz ama zor, Flaubert 1848'in en civcivli günlerinin ortasına oturttuğu karakteriyle toplumun ve bireyin değişimini eş zamanlı olarak ele alıyor, genelde tek bir anlatı perspektifi kullansa da onca olay ve insan kalabalığının uğultularını duyurmadan. "Her şeyi gördüğüm gibi, bana doğru gelen biçimiyle anlatmak istedim. Ne aşk, ne nefret, ne acıma, ne öfke duymak istiyorum. Yurtseverler de, gericiler de beni bu kitaptan ötürü bağışlamayacaklar... Ama, Bovary gibi, bu romanımın da neyi anlatmak istediği sonunda belli olacak, hatta herkese basit gelecek." Zor iş, mükemmel roman. Flaubert bu kitabı üç kez yazmış; ilkini 21, ikincisini 22 yaşındayken. Flaubert 43-48 yaşları arasında kitabı son kez yazmış ve 16 Mayıs 1869'da sabah saat beşi dört geçe dostu Jules Duplan'a yazmayı bitirdiğini bildirmiş. Ne güzel.

Toplumsal mevzu şu ki 1848'de sosyalist düşüncenin güçlenmesiyle monarşiye karşı çıkıldı, sokaklar yangın yerine döndü derken kral kaçtı, işçi sınıfı ilk etapta güçlendi, liberalizm de öyle. Cumhuriyet kuruldu, Charles Louis Napoleon cumhurbaşkanı seçildi ve iki yıl sonra gizli diktatörlüğünü ilan etti. Onca ateşin bir tek külleri kaldı, 1968'deki hareket gibi uzun vadede özgürlük ve devrim adı altında liberalizm soslu demokrasiye geçilmiş oldu. Devrimcilerin rüyası, gericilerin ateşli çığlıkları arasında kitabın karakterleri de değişim geçirdi tabii, zaten her bir görüşe sahip eser miktarda karakter bulunmaktadır. Kapitalisti, devrimcisi, liberali, orta yolcusu, Frédéric Moreau'nun etrafında belirip kaybolurlar. Bu kardeşimizin eğitimini takip edeceğiz. Kendisi başlarda hukuk öğrencisi, Flaubert gibi. Otobiyografik öğelere sıkça rastlanıyor, Flaubert romanın ilk taslağını bir çocukluk aşkının esiniyle kaleme almış ama o zamanlar 1848'in epey öncesi, yüzyılın ilk çeyreğinden beri süren ekonomik ve politik gerginlik 1848'e zemin hazırlarken Flaubert de büyük ölçüde etkilenmiş olabilir içinde yaşadığı toplumun değişiminden. Belki de kitabı devrimin ardından yaşanacak olayları da görmek istediği için tekrar yazmak istemiştir, o arada Madame Bovary'yi ve Salammbô'yu yazdığını biliyoruz. Sonuçta dönemin panoraması olduğu gibi çizilmiş, kitabın arka kapağında yazdığı gibi toplumbilimciler ve tarihçiler için iyi bir alternatif kaynak.

Frédéric kardeşimiz, zamanla dayımız etrafında dolanacağız metin boyunca. Kendisi her türlü deneyime açıktır, çok duygulu bir insandır. Coşkundur yani, her türlü duygunun kendisini olgunlaştıracağını düşünür, örneğin şöyle dolu dolu bir aşkın. Gecikmez de, vapurda gördüğü Madam Arnoux'ya abayı yakar. Aşık olduğu kadının romantik öykülerdeki kadınlara benzediğini düşünür; evli, çocuklu ve yeni bir maceraya aç. Aşkı o kadar coşkundur ki Werther'le özdeşleştirir kendini. "Charlotte'un tereyağlı ekmek dilimlerinden Werther'in niçin bıkmadığını çok iyi anlıyorum." (s. 564)

Deslauriers, Frédéric'in çocukluk arkadaşıdır, mantık insanı olduğu söylenebilir. Dostunu bu sevdadan kurtarmaya çalışır ve ilgili olduğu dönemin politik olaylarına karşı Frédéric'te bir bilinç uyandırmaya çalışır. Frédéric o sırada bir yandan hukuk okumaya çalışır ama derslere ilgi duymaz, aşkı yüzünden hiçbir şeye odaklanamaz. Sanat tarihi kitabı yazmak gibi pek çok tasarısı varsa da bunların hiçbirini hayata geçiremez. Mösyö Arnoux'nun sanat eserleri sattığı dükkana takılmaya başlar, bir yandan madamı nasıl görebileceğini düşünür. Bu sırada mekanda birçok kişiyle tanışır ki bu kişilere tembelliğimden girmiyorum, siyasi ortam değiştikçe kiminin oynaklığı ortaya çıkar, kimi hızla yükselirken kimi de çöküşe geçer. Banker, ressam, gazeteci, bir sürü insan.

Sonrası bir savruluş. Frédéric büyük bir servete konar ve taşrada yaşayan annesini ve sözleneceği Louise'i bırakıp Paris'e taşınır, dolu dolu yaşar. Birkaç metresi olur, yine de Madam Arnoux'yu unutamaz. Bir araya gelemezler; Madam Arnoux onu sevdiğini söyler ve işleri kötüleşen Mösyö Arnoux'dan gizli buluşmaya başlarlar. Adam çakozlar gibi olur ama çaktırmaz, sonra Frédéric Madam Arnoux'yu evine çağırır, kadın önemli bir sebepten gelemeyince de başka bir kızı çağırır, onunla sevişir ve acısını unutmaya çalışır.

Çok karakter var, Frédéric'in bir şehirde durmadan yürüdüğünü, birileriyle tanıştığını, tanıştığı kişilerden bazılarının zaman içinde tekrar karşısına çıktığını düşünün. Biri de kamerayı tutsun, hepsi kaydedilsin bunların. Kamera az da olsa başkalarını da gösteriyor ama karakterler durağanlık içinde.

Eskiden zaman bolken yazmaya daha çok enerjim vardı, şimdi katlettik güzelim kitabı. En sonunda Frédéric ve dostu Deslauriers hayatlarının muhasebesini çıkarırlar ve görürler ki biri coşkunluğundan yalnızdır ve parasızdır, diğeri de aşırı mantığı yüzünden.

19. yüzyılın en önemli metinlerinden biri, usta işi bir roman. Süper.

5 Mayıs 2015 Salı

prole.info - Ev Canavarı

Şuradan ulaşabilirsiniz: Ev Canavarı Nedir, Nerelerde Bulunur?

Otonom basmış. Kentsel dönüşüm dalgası bizde yeni sayılır ama adamlar yıllardır uğraşıyor, kafa patlatıyor bu olaylara. İşçinin kattığı artı değerin akıbeti, patronlar, sömürü, kısaca inşaat sektörü ve kapitalizm işte. Kentsel dönüşelim veya dönüşmeyelim, evlerin canavara dönüştürülmesi kalbimizde bir yaradır. Mekanların insanın ruhunda yarattığı tahribatın, değişimin yanında bir de bu çıktı. Başını sokacağın bir yuva fahiş fiyatlarla iteleniyor, gerçekten çok hoş.

"Bir ev dört duvar ve bir çatıdan fazlasıdır. Tasarım ve üretiminden; satılma, kullanılma, yeniden satılma ve nihayet yok edilme şekline kadar çatışmalarla taranmıştır. Şantiyeden mahalleye kadar kişisel olmayan ekonomik güçler ve oldukça kişisel çatışmalar birbirinden doğup büyür. Beton, inşaat demiri, tahta ve çiviler; hayal kırıklığı, öfke, kin ve çaresizlik. Bireysel trajediler, daha büyük bir toplumsal trajediyi yansıtır." (s. 4)

Ev Canavarı'nı tanıyalım. Şantiyede neler oluyor mesela? Sahil kenarındaki bir evin ederinin diğerlerine oranla daha fazla olacağını biliyoruz. İnsanın verdiği değerdir bu aslında, öbür türlü ikisi de evdir sonuçta. Paramız kadar yaşarız, evimizi de ona göre seçeriz. Üretim araçları elimizde olmadığı için bu araçların sahipleri için çalışırız, emeğimizi satarız. Ücretli işçi haline gelmemizin sebebi budur. Şantiyede çalışanlar da aynı şeyi yapar, emeklerini satarlar. Canlı emektir onlarınki, geri kalan yapı malzemeleriyse ölü emektir ve arz-talep dengesine göre fiyatlar oynasa da patronun kazanacağı paranın çok büyük bir bölümü buradan gelmez. İşçilerin emeği, işte budur patrona kazandıran. Patron farklı sektörlere yatırım yapıp malzemeleri üretebilir, oysa işçi için geçerli değildir bu. Ölü emeğin sahibi canlı emeği de kontrol edecektir. Tam bu noktada -affınıza sığınarak söylüyorum- boku yiyoruz, çalıştığımız sektör önemli değil aslında, sırf ev açısından yaklaşmazsak.

Ayrıştırılırız, ayrışmaya pek meyilliyizdir. Ünvan verilir, politika verilir, ırk verilir ve arkadaşlarımız "öteki" olur. "Kürtler işimizi kaptılar!" veya "Patronun yalakası oldu o da!" güzel örnekler. Dayanışamayız, direnemeyiz. Parçalarlar, bölerler, yönetirler. Basit iş. Ustalar patrona yakın oldukları sürece şerefsiz adamlardır, işçilere yakın olduklarında patron için işe yaramaz herifin teki olacaktır. Hassas bir denge vardır, bozulduğu an patrona para kaybı olarak dönecektir. Neyse ki kapitalizmin alacağı pek çok önlem var, rahatız. Tabii kardeş.

İşçiler ne yapar? Saatlik çalışma sisteminde ellerinden geldiğince çalışırlar, birbirlerine maçoluk taslarlar, kavga ederler, ot gibi yeşilliklerden içerler. Sömürülürler. "İşçi" bir kimlik haline gelir, içinden çıkılmaz bir kafestir artık. İş çıkışı bira, ucuz yemekler. Yapay bir yaşam, kişi simülasyonda yaşamaya başlar. Çıkış yolu düşünülemez, onun yerine yorgunluktan betona dönmüş kafayı yastığa gömülür.

Mahalle cephesinde durum pek iyi değil. Yaşadığımız sokaklardan, semtlerden atmak istiyorlar bizi. Yukarıdaki ucuz emekle üretilen pahalı evler yine sermayenin hizmetine sunulacaktır, oturduğumuz evlerde bizden daha zengin olanlar oturacaktır bir süre sonra. İşyerleri şehir dışına taşınır, toplu taşıma araçları geliştirilir ve şehir dışındaki işyerlerinin bulunduğu yerden geçer, şehir içinde hayat pahalılaşır ve yavaştan tekmeyi yiyormuşuz gibi hissederiz. Yabancılaşma cabası. Mesela iki senedir Batı Karadeniz'de yaşıyorum, öğretmenim burada. Küçükyalı'da doğdum, büyüdüm. Büyüme safhasında Kadıköy'ün hatırı sayılır bir katkısı oldu. İki haftada bir, haftada bir Küçükyalı'ya gidiyorum ve inanamıyorum. Anılarım kayboluyor, sokaklar değişiyor, sokaklar doğuyor, binalar yenileniyor ve bazıları başka yöne bakıyor. Doğduğum bina da yıkılacak, birkaç senesi kaldı. Dehşete düşüyorum, eve dönme duygum kayboldu. Sanki hiç orada yaşamamışım gibi. Erich Zann'ın Müziği'nde kaybolan bir sokak vardı; Auteil mi, Auseil mi, her ne -pardon- boksa. Bir gün döneceğim ve sokağımı bile bulamayacağım yerinde.

Korkunç. Parlatılmış alanlara taşınırız, yaşarız bir türlü. İşçiler? Makul ölçüde iyileştirme yapılır bazı zamanlar, gaz alma işlemleri. Maaşa cüzi zamlar, iyileştirilmiş çalışma koşulları. Yetmez, yeter gibi gelir işçiye.

Daha bir sürü olay. Kadının yeri, sınıf çatışmaları derken sıkıntıyla kaparsınız kitabı. Yoğun iş gününden sonra patlatın bu şarkıyı, yarın yine iş var. Ne biçim dünya lan bu.

Anthony Burgess - Bir Elin Sesi Var

Bol televizyonlu, konserve yiyecekli, orta sınıflı bir mevzu. İngiliz aile nasıl balatayı sıyırdı? Amerikan Rüyası İngiliz'e gelir mi, gelmez. Mütevazılıktan aşırı tüketime geçiş insanları nasıl manyak yapar, hepsi burada.

Anlatıcı Janet Shirley. Markette rafları düzenliyor, az malzemeyle nefis yemekler yapıyor ki benim bile yiyesim gelmişti o konserve bezelyeleri falan, kocasıyla mutlu mesut yaşıyor. Böyle bir genç kadın, erken yaşta evlendiği kocası Howard'ı çok seviyor. Ablasının evliliği rezalet, o açıdan çok şanslı olduğunu hissediyor. Okulda pek bir şey öğretmedikleri için güzelliğiyle kıvırabildiğini düşünüyor. Kadın işte bir tane.

Howard dayımız fotografik hafıza dediğimiz naneye sahip. Bir araba satış mağazasında çalışıyor, eşini seviyor. Dünyayı sevmiyor.

İlk bölümde çifti tanırız, yaşamları hakkında bilgi ediniriz ve ikinci bölümde anlatıcının iddiasının aksine, romanın özünü burada buluruz. Aralarındaki günlük bir konuşmada Howard her şeyi yaşadıktan sonra Janet'la birlikte ölmek istediğini söyler. Gelecek diye bir şey yoktur belki, dünya boka sarmakla meşgulken günler de birbirinin aynı şekilde geçmektedir. Dünya kötü bir yerdir kısaca. Janet mevzuyu tek cümlede bitirir; dünyanın değil, insanların kötü olduğunu söyler. Metnin sonuna gidiyorum, spoiler yiyeceksiniz devam ederseniz. Direkt diğer paragrafa geçebilirsiniz. Neyse, sonda bu düşünceleri Howard'ın sonunu getirir. Paranın dibine vurduktan sonra Janet'la birlikte ölmek ister, Janet kocasını öldürerek kurtulur. Howard'ın düşüncelerini paylaşmıştır aslında, en azından bir kısmını. "Aslında kimseyi incitmek değil niyetim, tek istediğim doğru düzgün yaşamak, hayattan olabildiğince zevk almak. Eninde sonunda dünyaya bunun için geldik." (s. 157)

İşler buraya nasıl geldi, tüketmeye başladıkları an yoldan çıktılar. Daha doğrusu lüks tüketimin olanaklarına kavuştukları an. Tamam, en doğrusu televizyon izlemeye başladıkları an. Yarışma programları Howard'ın şirazesini kaydırdı, zaten pek normal bir adama da benzemiyordu. Yani dışarıdan nasıl görülüyorlarsa öyleydiler, orta sınıf bir aile nasıl görünür? Küçük şeylerden mutlu olarak sanırım, çoğumuz böyle mutlu olmaya çalışıyoruz. Bir iki milyarımız bir araya gelip düzeni değiştirme gibi bir uğraş edinene kadar böyle olacak en azından. Bu ikisinin zevkleri de küçüktü, Howard'ın hafızası onca bilgiyle birlikte sonsuz tüketimi hayattan keyif almanın tek kaynağı olarak saklayana kadar. Bir ikilem de var aslında; Howard her ne kadar televizyonda gördüğü dünyayla uyumsuz olsa da onun bir parçası olarak kurtulmayı düşünüyor. Nihilizm-hedonizm kokulu abimizin ilk ve son kez uyum kurma çabası, şu kanatları yanan mitolojik canlının sonuyla aynı yere çıkacak. İkarus'un kafatası çekiç darbeleriyle toza dönüşmedi tabii, o başka.

Şöyle oluyor ki Howard bir yarışma programına katılıyor, büyük ödülü kazanıyor ve bu ödülle at yarışı oynuyor, kendi yarattığı algoritmayla deli para kazanıyor ve bu parayı dünyayı dolaşarak, istediği her şeyi alarak harcıyor. Janet'in durumu ilginç asıl. Janet hiçbir zaman böyle bir yaşantıyı istemese de Howard'ın sözünden çıkmıyor. Eşinin kararlı duruşu, kendinden eminliği baba figürüne benzer bir şey ortaya çıkartıyor olabilir. Durağan bir sevgi var, yılların sade yaşamının getirdiği bir dinginlik. Ani değişim bu eskimiş sevgiyi çatlatır, dönüştürür daha doğrusu. Janet zengin olmalarından sonra karşılarına çıkan bir şairle yatar, tamamen heyecan kaynaklı bir olay. Sorumluluklarından kurtulduğu hissiyle hareket ediyor. Howard'ı yine seviyor ama, öyle bir şey. Ben üzülüyorum böyle mevzulara ama yeri burası değil, geçiyorum.

Böyle işte. Tükete tükete kendini tüketiyor insan. Kitabın mottosunu da buldum: Bir lokma bir hırka. O kadar.