30 Ocak 2013 Çarşamba

Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü

Gündüz Vassaf'ın kitaplarında ön kapağın arkası şöyledir:

Arka kapakta da arkadan görürüz bu iskeleti. Küçücük, geçici bir hayata bir an için bakmak anlamına mı gelir bu, yoksa uzun vadede hepimizin ölü olduğunu mu anımsatır? Biz okuruz, bilemiyoruz da bir şeyler çıkartıyoruz. Okuduklarımızla birleştirince her şeyden biraz içeriyor bu. Doğurduğu şey korku. 70 yıl, o kadar minik yaşıyoruz ki zaten bu kadar kısa bir süre hayatta kalabilecekken bir de işe gömüyoruz onca yılı. Türkiye'de trafiğe gömüyoruz, saatler harcanıyor. Uyku, asla yetmeyen uykuya gömüyoruz. İnsanlara gömüyoruz ve her zaman tam randıman alamıyoruz. Gereksiz olduğu sonradan ortaya çıkacak yolculuklara gömüyoruz. Sonunda ölüyoruz, o da minik bir ölüm. Hiçliğe karışıyoruz, Dünya dönmeye devam ediyor.

Bu kitap, hiçliğe karışmadan önce nasıl kuşatıldığımızı anlatıyor. Modern hayatın, gündelik hayatın bizi nasıl yönlendirdiğini, hayatımızı nasıl elimizden aldığını anlatıyor. Yaşamak istediğimiz hayatın Baudrillard'ın simülasyonlarından ibaret olduğunu anlatıyor. Yaşam çöktü, insanlar yorgun ve bu yorgunlukla her zaman daha fazlası, daha güzeli isteniyor. Daha çok mücadele getiriyor bu, daha çok yıpranma. Oysa bütün istediğimiz bu, ortada bir yanlışlık yok.

İki sayfa yazarın otobiyografisine ayrılmış, küçük bir otobiyografi. Totalitarizm içinde Vassaf'ın kısa geçmişi. Sonu şöyle: "Son yıllarda pek bir şeye karışmıyorum. Ama, olanla da yetinemediğimden, ara sıra yazmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Bana da sormuş olsalardı, 'Kapatılan Eskişehir Cezaevi ne olsun?' diye, 'İçi boydan boya aynalarla donatılmış bir müze olsun,' derdim." Bernard Shaw da demedi miydi, "Cezaevleri var oldukça hangimizin içeride, hangimizin dışarıda olduğu hiç önemli değildir," diye?

Kitap Giordano Bruno'nun anısına ithaf edilmiş. Fikirleri uğruna, öldürüleceğini bile bile savaşmış bir adam. İnsan Nasıl İnsan Oldu'da hikâyesini okumak mümkün.

Öncelikle bu kitap bir sistem yıkma gayreti taşımıyor, sadece sistemi birçok yönden ele alıp inceliyor. Bir ergen kitabı hiç değil, isyana sürüklediği yok. Dünyaya belki de hiç bakmadığınız açılardan bakıyor. Bütün olayı bu. Dolayısıyla saçma sapan yorumlara kanmayın, okuyun derim.

Geceye Övgü: Annemizin erken yatırma gayretinden düzenin güçlerine bir inceleme. Gece her şey uykuda, gece insan düşünebilir, uyumazsa.

"Tarih süresince ve tüm kültürlerde bize karanlığın kötü güçlerle ilişkili olduğu öğretildi. Gece insanlarından korkmamız gerektiği anlatıldı. Oysa, gündüz ve gece kişileri aslında aynı kişiler. Ancak gündüz, geçerli kurallara uyma alışkanlığımızı ortaya çıkarır, oysa gece, kendimizi özgür hissederiz. Düzen güçleri bizi geceden, özgürlükten kaçınmamız için koşullandırmışlardır." (s. 17)

Eğer vampirlerle dolu bir dünyada yaşamıyorsak gece de gündüzün eşidir. Vampirler de insanoğlunun gece korkusu yüzünden öne itilmiş olabilir gerçi. Freud'un hayaletler ve öcülerle ilgili söylediklerini hatırlayalım. Ölümün rahatlatıcılığını biliyoruz; sevdiğimiz biri öldüğü zaman ölüm kaygısı sona erer ve ölen kişinin varlığından kurtulduğumuz zaman rahatlarız. Geri geldiklerini düşünelim. Hatıralardan kurtulamamak bir yana, ölen bir insanı yeniden görme düşüncesi kadar rahatsız edici ne olabilir? Sanki ölmemiş, yaşıyormuş gibi. Oysa geride kalmıştır artık, hayat bir şekilde devam etmiştir. Onsuz. Her gün çöken geceyle eşleştirmek pek zor değil.

Sosyal sınıflarla ilgili Vassaf, işçi sınıfının ancak gece vakti burjuva sokaklarında dolanabildiğini söyler. Toplumun bütün sınıfları gecede erir, bir olur. Asıl korkulan şey bu mu acaba? Sınıf farklılığını sürdürmek?

Son: "'Yaşamın anlamı' gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam, gecenin konusudur." (s. 21)

Özgürlük Cehennemdir: Vassaf bir katedrali gezerken düşünüyor ki cennetin resmedilmesi sınırlıdır. Tasvir edilenler aynı, üsluplar değişiklik gösterse de aynı. Oysa binbir çeşit cehennem tasviri vardır. Dante'den Constantine'e.

Hükümetlerin yeryüzünde cennet kurma hayali. Her cennet totaliterdir, çünkü kabul etmek için şartları vardır. Cehenneme girmenin de şartı vardır, fakat girip girmemek insana bırakılmıştır. Cennet öyle değil. Diyor Vassaf.

Sözcük Mahpusları: Tanrının sözcüklerinden aşka bir yolculuk. Sözcüklerin aşkı, her şeyi sınırlaması. Yetersiz sözcüklerle bir hayatı sürdürmeye çalışmak, sözcüklere mahkum olmak.

20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller: Deliliğin iktidarlarca yeniden, yeniden tanımlanması, gücün korunması için şart. Kadınların erkekler kadar zeki olmadığı düşüncesi değişmiştir, eşcinselliğin delilik olduğu düşüncesi değişmiştir. En baştan beri böyle değildi, eski uygarlıklara bakmak yeterli. Din baskısıyla ortaya çıkartılan bu hastalıklar, çağın gereklerine uygun olarak değiştirildi ve değiştirilmeye devam ediyor.

Akıl hastaneleri. Telefon izni yoktur, görüş izni kısıtlıdır. Hapissiniz. SSCB döneminde rejim hakkında yamuk bir söz mü söylediniz, akıl hastasısınız. Beklenmeyen işler yapıp bazı kesimleri düşünmeye, daha da fenası hareketlenmeye zorlayabilirsiniz. Beklenmeyen şeyler, bir delinin yanındayken korkma sebebi. Hemen bir hikâye anlatayım. Kadıköy'de 17 bekliyorum, yanıma bir adam geldi. Gülüyor. "Sen böyle yapabilir misin?" dedi, parmaklarının arasında para döndürüyor. Yaptım, "Sen bunu yapabilir misin?" dedim, parmaklarımın arasında sigara döndürüp dudağımın bir köşesine sıkıştırdım. O da yaptı aynını. Sonra bir maç bileti çıkardı, "Ben bu maça gittim, kaybettik," dedi. Ağlamak üzereydi. Bir sigara çıkarıp verdim, "Sonra içersin," dedim. Güldü. Önümde duruyor, gitmiyor. Gülüyor. Ben de gülüyorum. Somurttu, ben de denize baktım. Sonra otobüs geldi. Size bir şey söyleyeyim, hayatımda o adamla konuşurkenki kadar özgür olduğumu anımsamıyorum. Bıçak takma ihtimali, somurtma ihtimaliyle birdi ama o an onu düşünmüyorlar sanırım.

İktidar delilikleri olmazsa olmaz. Hitler'i, Stalin'i biliyoruz. Mao'nun demir çıkarıp dünyanın kralı olacağız mantığıyla kırdığı milyonlarca insanı da biliyoruz. Bok oldu o iş üstelik, demir yeterince kaliteli değil miymiş neymiş. Japonların baskınları, ABD'de Japonların savaş yıllarında karantinaya alınıp bok gibi şartlarda yaşaması, say say bitmez. Bitmez, bitiremeyiz. Kurgu dünyalarına bakalım, The Walking Dead'in Governor dayısı. Korkuyla deliliği körükleyebilirsiniz. İnsanlığın en eski problemlerinden biri, birçok kitapta, filmde karşılaşırsınız bununla, iyi ekmek çıkartır. Bir de tersi var, PKD'nin Alfa Ayının Kabileleri adlı kitabına bakınız, akıl hastalarının kurduğu bir dünyada normalleri akıl hastası vaziyetinde görürüz. Doğal değil mi? Gücü olan sağlıklı olur. Gücü olan standartlaştırır, diğerleri sağlığını kazanmak üzere dışlanır.

Burada Yemek Yeriz, Şurada Da Uyuruz: Evlerle ilgili ağır problemleri olan beni en çok etkileyen bölüm bu oldu.

Tıpatıp aynı yerler, Vassaf'ın öncelikle çemkirdiği nokta bu. Şimdi size iki resim:






Üç resim oldu, kusura bakmayın. Bir hocamız vardı, Orta Asya ve Rusya memleketleri üzerineydi uzmanlığı. Buraları gezip fotoğraflar çekmiş, bize göstermişti. Rus evleri kuş kadar. Yani merkezdeki evler. Bir oda, belki bir salon ve minicik bir balkon. Bu kadar. Buralardaki eşyalar da aynı; ikonalar, duvar halıları, sararmış-kararmış duvar kağıtları. Bir evi diğerinden ayırt edemezsiniz. Neden böyle? Çünkü sistem. Bakın, ilk iki resim Çin'den. Üçüncüsü Rusya'dan.

"(...) Bu totaliter yaşama mekânları aracılığıyla, insanın çevresini düzenleme bağlamındaki tüm yaratıcılığı köreltilmiş, yok edilmiştir." (s. 63)

Odaların görevleri bellidir. Mutfakta uyuyamazsınız. Oturma odasında yemek yapamazsınız. Garipsersiniz, "bunun yeri burası değil" düşüncesi oluşur. Onun yeri neresi? Bunu kim söyledi?

"Aynı mekanda yenilen, içilen, müzik dinlenen, dans edilen ve kanepelere uzanılıp felsefe tartışılan son Grek sempozyumlarından bu yana 2000 küsur yıl geçti." (s. 67)

Kahramanlar Totaliterdir: Bize o kadar yakın ki. Atatürk dokunulmazdır. Kanunlarla korunur. Ters bir hareketinizde özgürlüğünüzü elinizden alırlar. Vassaf, bunun eskiden böyle olmadığını, söz gelimi Zeus'un gayet kılıbık bir koca olduğunu ve halkın bunu bildiğini söyler. Ardından ekler: "Kahramanlar giderek totaliter rejimlerin boyunduruğuna girmişlerdir."

Stalin, Hitler, Atatürk, Che, toplumların yol göstericisidirler. Ölümlerinin üzerinden onca yıl geçmiş olmasına rağmen toplum yeni bir rota çizme gereksinimi doğmuşsa başaramaz bunu, kahramanının izinde yürür. Oysa her bir sorun, yeni bir kahraman ortaya çıkarır. İsim vermek istemiyorum, Atatürk'ten sonra da böyle olmadı mı bu? Bunun birden çok örneği yok mu? Şimdi bile bir "kahramanımız" var, onu da aşamayacağız. Biz bir kahramanlar toplumuyuz, kiminin yolları kesişiyor, kiminin kesişmiyor ama her birinin ayrı bir takipçisi var ama hiç kimse farklı bir yol düşünmüyor. Sıkıntı burada. 

Enformanyaklık: Baudrillard.

Senin Cinsiyetin Ne? (Erkekız): Mavi-pembe elbiselerden ezilenlerin bir zamanlar ezenler olduğuna kadar geniş bir inceleme. Totalitarizm, çizgilerin kesinlik taşımasını ister. Cinsiyetler de bunun için güzel bir araç.

Seçmeme Özgürlüğü: Seçimlerin bir "onlar" ve "biz" ayrımcılığı yaratmasına dair. 

Hainleri Savunmaya Dair: Eh, "yanlış" tercihler sonucunda dışlandığımız zaman hainiz, güç bizdeyse değiliz. Bu.

Sabrımın sınırına geldim, kitapta bir bu kadar daha inceleme var. Hepsi ayrı ayrı güzel.

Şimdi büyük sisteme göre bu kitap da totalitarizmin bir parçası, zira sisteme karşı olmayan bir gücün yokluğu, sistemin sürmesi açısından sağlıksız koşullar yaratacaktır. Gerilen iplerin bu gibi yöntemlerle rahatlatılması gerekir. Belki rahatlarsınız bu kitabı okuyunca, yine de siz de bir parçasınız. Sistemin sürmesi için üzerinize düşen görevi layığıyla yerine getirdiniz, tebrikler. Yine de birazcık düşündüyseniz o da yeter, sonuçta 70 yıl düşünmek için oldukça kısa bir zaman. Ne zaman düşünüyoruz ki?




Böyle bir şey varmış, Settie söyledi bana. Beni seçmiş, Pikachu! Saadet zinciri gibi bir şey; 11 soru geliyor size, sonra 11 soru da siz yazıp birilerine gönderiyorsunuz gibi bir şey. Ben pek takip etmediğim, ilgilenmediğim için göndermeyeceğim ama Settie beni seçmiş, sorularını cevaplayacağım elbette. Ayıp lan öbür türlü.

Tekrar tekrar okuduğun bir kitap var mı?

Çok pis bir muhabbet ama soru geldi, yapacak bir şey yok. Kariler, çoğu Türk gencinin söylediği tuvalette ansiklopedi okuma olayını harbiden yaptım ben. Çok affedersiniz, potur potur yaparken resimlere bakar, ilgimi çeken maddeleri okurdum. Kitapsızlıktan. Ailem kitap okumazdı, şimdi de değişen bir şey yok. Neyse, okulda öğretmenler kitap önermeye başladılar da onları okudum. Yaban, Toprak Ana, Çakırcalı Efe gibi kitapları okudum 10'lu yaşların pek başında. Bunları tekrar tekrar okudum, çünkü başka kitap aldıramıyordum. İmkansızlıktan yani, tekrar okuduğum bunlar. Bunların dışında Stephen King'in Mahşer'ini yaklaşık bir 10 yıl sonra tekrar okudum. Size bir şey söyleyeyim, bir kitap hakkında aşırı olumlu fikirleriniz varsa o kitabı tekrar okumayın. Bok edersiniz. Bende böyle oldu. Tabii şimdi tam metni çıkmış, onu kaçırmam, okurum. Bunun da dışında Lovecraft'ın hikâyelerini okurum, başka da bir şeyi tekrar okumam. 

Okuduğun kitaplar ve izlediğin filmler aynı tür mü? Hangisinde neyi tercih ediyorsun?

Aynı tür değil, belli bir türe saplanıp kalmaktan başka korktuğum bir şey yoktu ki atlattım bunu. Bir ayrım yapmıyorum, Ahmet Midhat Efendi'nin Mesail-i Muğlaka'sıyla Perec'in Uyuyan Adam'ını aynı ölçüde severim. Eskiden her şeyi okurdum, şimdi Robin Cook gibi, Clive Cussler gibi yazarlara bulaşmamayı tercih ediyorum. 

Bir kitabı okumadan fikir sahibi olup, negatif yorum yapıyor musun?

Asla, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insandan göz akını görmeyeceğiniz şekilde uzak durunuz. 

(Çalışanlara soru) Okumaya nasıl, ne kadar vakit ayırabiliyorsun?

Çalıştığım zamanları dikkate alarak cevaplıyorum; çalışmadığım zamanlardan pek farkı yoktu. Gözlerimi otobüslerde, trenlerde kitap okurken bozdum.

Özellikle sevdiğin, takip ettiğin bir yayınevi var mı?

Takip etmiyorum ama sevdiğim var, bilinen şeyler. Ayrıntı, İthaki, Can, İletişim, Altıkırkbeş, Kabalcı ve aklıma gelmeyen diğerleri. Her birini ayrı ayrı öpüyorum.

Diyelim ki bir Tardis buldun, uzayda ve zamanda her yere gidebiliyorsun? Nereye, ne zamana gidiyorsun?

Bir yere gitmiyorum. İnsana kendi zamanından, kendinden daha büyük bir gizem yoktur.

İçine/arka kapağına bakmadan yalnızca adını, kapağını vs. beğenip aldığın kitaplar var mı?

Yok. O ne öyle.

Astrolojiyi ciddiye alıyor musun? Batıl inançların var mı?

Astrolojiyle ilgilenmiyorum ama batıl inanç çöplüğüm bilinçaltımın hemen yanında, bilinçaltıyla birlikte ortalığı iyi kokutuyor.

Oturup sohbet etmek istediğin yazar/yazarlar var mı?

Yok. Ne diyeceğim ki? "Dayıt kitapların süper, nası yazıyon ya?"

Kitap okumak için başka işlerinizi iptal ettiğin, arkadaşlarına "gelemem, çok işim var" dediğin oluyor mu?

Oluyor, çok güzel, "Telefonu duymadım babuş yaa," taklidi yaparım. Her zaman yapmam, arkadaşlar falan okur şimdi bunu. Lan oğlum valla duymadım o gün yaa!

Hayal ettiğin ya da sevdiğin işi yapabiliyor musun? (Öğrenciysen, istediğin bölümde mi okuyorsun?) 

Psikolojiyle uğraşan kuramcılara göre sağlıklı bir kimliğe sahipsiniz eğer istediğiniz şeyi okuyorsanız, yapıyorsanız. Bu adamlara koca bir siktir çekmek lazım. Şu şartlarda Hititoloji okumak isteyene kız vermiyorlar lan, neyin sağlığı? 

+ Hititoloji mezunuyum efendim, askerliğimi yaptım. Bir de ÇAP yaptım, Arkeoloji de okudum.
- Pkfmpf, ee pardon. Hanım, benim sopa nerede?

Her şey insanın kendisinde bitse neyse, toplumu ne yapacağız? Kız vermek ne? Hadi onu geç, evini neyle çevireceksin? Şuraya bağlayacağım; ben Türk Dili ve Edebiyatı okudum, yüksek lisansın da ders bölümünü tamamladım ve tez yazmakla uğraşıyorum şimdi. Doktora yolu da açık. Bir yandan süper şarkılar yazıyorum, Taksim'de Dorock adlı kral bir mekan var, orada çalmaya da başlıyoruz yakında. Hikâyeler yazıyorum, romanım üstüne çalışıyorum. Şimdi bunlar nedir? Bunlar yapmak istediğim şeyler. Bunlar bir işe yarıyor mu? Benim doyumsuzluğumu -henüz- dindirmemesi bir yana, toplumsal açıdan hiçbir şey. Kendi bildiğim yolda kör topal ilerliyorum, ne olacağını hiç bilmiyorum. KPSS'ye hazırlanıyorum şu ara, öğretmen olursam mesleğim de olacak ama iki sene sonra öğretmenlik yapmak istemediğimin farkına varırsam ne olacak? Bazıları bir işe girer, hayatını o şekilde sürdürür, sonuna kadar. Bazıları kendini ezdirmek istemez, işe girmez ve hayırsız evlat olur, toplum için bir yük olur. Yanlış anlaşılmasın, bunu toplum söylüyor. O zaman biz bunların neresindeyiz? Biz ne bekliyoruz hayattan? Benim gibi üç beş kişi var tanıdığım, birbirimizi görünce mutlu oluyoruz. İstediğimiz şeyler istemediklerimize dönüştürüldü, ya da dönüştürmeye çabalıyor birileri. Bu bir "bulantı" değil, hayat bıkkınlığı hiç değil. Aksine, dolu dolu yaşamaya bakıyoruz. Yorucu, emin olun çok yorucu bir şey. Bazen sağlığımızı kaybediyoruz gibi hissediyorum. Bir şeyler elimizin altından kayıyor ama ne olduğu belli değil. 

Ne istediğimizi belki bilmiyoruz ama neyi istemediğimizi çok iyi biliyoruz. 

Nereden nereye lan, neyse. Okuyun kariler, güzel kitap. Bir sigara yakayım bari, bunun üstüne yapılacak daha iyi bir iş bulamadım. Ha, Deliliğe Övgü var ya, kitabın adına onun gibi yaklaşın. Hadi iyi gunne.

29 Ocak 2013 Salı

R. A. Salvatore - Anayurt

Gerisini okumaya karar verince başa döndüm, bir bok hatırlamıyordum çünkü. Üçlemeyi bir daha okuyacağım. Evet.

Menzoberranzan adlı mağara dünyasında evler var, bu evler hiyerarşik sıralı. İlk sekiz evin Ana'sı, Lloth adlı Örümcek Kraliçe'nin konseyini oluşturuyor. Bu mekan anaerkil, kadınlara büyük saygı duyuluyor ve erkekler damızlık vaziyette. Anadolu'daki anaerkil tanrılar dönemini düşünün. Çok affedersiniz, uzun sikli bir Bereket Tanrısı heykelciği vardır ya, Priapos. Priapos'tan çok öncesi de var gerçi de, Priapos diyelim. Kibele'yi düdüklüyor. Ya aynı sistem işte. Kadınlar süper, erkekler bok gibi. Evet.

Menzoberranzan'ın olayı ilginç. Evler birbirine saldırabilir, lakin saldırıdan kurtulan birileri saldıranları suçlarsa saldıranlar boku yiyor. Geriye kimse kalmazsa her şey unutuluyor, kazanan taraf kaybeden tarafın yerine geçmiş oluyor sıralamada. Bir de baskıcı iktidarlarda görüldüğü üzere burada yaşayan drow namlı kara elf kardeşlerimizin dışındakiler düşman olarak bellenmiş. Yüzey elfleri, gnome'lar, herkes. Evet.

Do'Urden Evi'ndeki şahıslar şunlar:

Briza: Büyük abla, Saygıdeğer Ana olmaya pek yakın. Malice öldüğü zaman yerine bu geçecek. Acımasız, Kohlberg'in ahlak sisteminde Kanun ve Düzen boyutunda. Bekçi Murtaza'nın kız olanı diyebilirsiniz. Akademi'de sihir büyü efsun falan hocası.
Dinin: Evin birinci oğlu. Kitabın başında kardeşi Nalfein'i öldürerek üçüncü oğlanın Lloth'a kurban edilme ritüelini engellemiş olur. Drizzt hayatını Dinin'e borçlu bu yüzden. Savaşçı, Akademi'de hoca.
Drizzt: Esas dayımız Drizzt. Bir ev dağıtma saldırısı sırasında doğuyor, annesinin yaptığı büyüleri güçlendiriyor doğum sırasında. Menekşe rengi gözleri var. Düşünen, kafası çalışan bir kardeşimiz. Helal.
Malice: Saygıdeğer Ana. Zaknafein bunun eski damızlığı. Şimdiki damızlık Rizzen ama Drizzt'in babası Zaknafein, arada çok affedersiniz, gizli gizli gömüşüyorlar. Hırs kumkuması bir kadın olduğunu söyleyemem, fırsatları değerlendiriyor sadece.
Maya: Ailede bir kız. Büyücü.
Nalfein: Bok yoluna giden büyücü kardeş. Ev kuşatması sırasında, "Aa, kuşa bak!" kandırmasıyla keke alınmış, ben nasıl böyle bir numarayı yedim, diye düşünürken omurgasına kılıç saplanmıştır. Saplayan kişi Dinin.
Rizzen: Galiba Maya'nın babası, bir de Dinin'in babası. Bu da Do'Urden Evi'nde takılıyor, Malice'in son kocası.
Vierna: Drizzt'i büyüten kız kardeş. Gayet güzel büyüttü, tebriks.
Zaknafein: Drizzt'in asıl babası, akıl hocası, sensei. Sert çıkışları vardır ama aileye faydası olduğu için Malice tarafından affedilir sürekli. Falan.

DeVir Evi'ne yapılan saldırıyla başlıyoruz. Her şey sessizce olup bitiyor. Kim var kim yok katlediliyor, ev ele geçiriliyor. Drizzt bu sırada doğuyor.

Şimdi karakterler açısından çok başarılı bir kitap olduğunu söyleyemeyeceğim, saçmalıklar mevcut. Zaknafein namlı dayımız, Menzoberranzan'ın da içinde olduğu dev mağaralar sistemi Karanlıkaltı'nı pek sevmeyen, daha doğrusu toplumunun yaşam biçimini pek tutmayan biri. Mesela eve dalmadan önce bir ara şehre bakıyor ve sahnede oyuncuymuş gibi, "Ah şehir, beni ne hale getirdin, ben ne oldum ulaan?!" diye bağırıyor falan. Şaka la, bağırmıyor da böyle düşünüyor. Beş dakika sonra yaptığını söyleyeyim mi? DeVir Evi'ndeki hanımları bıçakla cart curt kesiyor. Tamam, yıllar yılı insan kafayı cortlatabilir ama bir çatışma göster, bir derinleştir. Yok. Öyle havadayız.

Drizzt doğdu, ellerinin hızlı olduğu anlaşıldı ve Zaknafein tarafından eğitimine başlandı. Zaknafein, Drizzt'i yetiştirirken işte güçlü olsun, hayvanlık yapıp önüne geleni kesmesin, drow kafasını almasın diye uğraşıyor. Bir dereceye kadar başarıyor da, ama beynini yıkayacaklarını düşünüyor er geç, o yüzden Drizzt Akademi'ye gönderilmeden önce kötü davranıyor çocuğa.

Bu sırada Akademi'de Alton DeVir bir hocayla takışıyor, tam öldürülecekken Masoj Hun'ett hocayı öldürüyor. Alton'u da öldürecekken öldürmüyor, Alton hocanın yerine geçiyor sihirle. Bir de Hun'ett ailesine katılıyor, kendi ailesi yok edildi çünkü ve yok eden aileyi bulmak için yıllardır uğraşıyor. En sonunda buluyor da. İşte birtakım intikam planları falan. Drizzt boku yedirtiyor ikisine de. Masoj'un dev kedisi Guenhwyvar da dostu Drizzt'le birlikte takılmaya başlıyor bir süre sonra.

Akademi'deyken işte savaş eğitimi, beyin yıkamaca derken Drizzt süper savaşçı oluyor ama toplumunun kurallarını bir türlü benimseyemiyor. Birilerini öldürtmeye çalışıyorlar buna, öldürmüyor. Okul bittikten sonra yüzeye yolluyorlar bazılarını, orada yüzey elflerini gebertiyorlar ama Drizzt orada da öldürmüyor kimseyi. Öldürmüş gibi yapıyor, Dinin olayı yayıyor ve Zaknafein üzüntüden deli oluyor, oğlu kötü yola düştü çünkü. Drizzt 10 yılın ardından eve döndüğünde tek kelime konuşmuyorlar, Drizzt'in kulağına gelen de DeVir Evi'ndeki hanımları Zaknafein'in öküz gibi öldürmesi. Birbirlerini yanlış tanıyorlar ve tek kelime konuşmak yok. Bu yüzden pis pis bakıyorlar, laf sokuyorlar falan. Tam gerizekalı mantığı. Mal mal hareket edeceğinize konuşsaydınız işler böyle olmayacaktı. Burası da bence zayıf bir nokta, bunlar ne kadar gururlu varlıklar olsa da sen bir şeylerin yanlış gittiğini, senin gibi düşünen bir başkasının da olduğunu düşüneceksin, sonra başkalarının söylediklerine inanıp sana en yakın olan insanla konuşmayacaksın. Siktir lan.

Sonuçta Zaknafein Lloth'a kurban ediliyor, babasının öldüğünü gören Drizzt de eve siktiri çekip kaçıyor, Lloth'a da siktiri çekiyor. Uzuyor öyle.

Başladık bir kere, devamı gelecek. Keyifli ama öyle çok derin şeyler beklemeyin. Öyle.

Halikarnas Balıkçısı - Ege'den Denize Bırakılmış Bir Çiçek

Okuduklarım arasında en sevdiğim kitap bu oldu. Tahir Alangu demiş ki Sait Faik'in hikâyelerinde hayatla balıkçılar iç içe geçmiştir, Balıkçı'nın hikâyelerinde balıkçıların denizle mücadelesi vardır. Aşağı yukarı böyle bir şey. Sevmem böyle şu şunu demiş olayını ama baktığımız zaman sade bir mücadele değil bu. Hayatlarını denize, fırtınalara adamış insanlar var ve bu insanların yıkımı denizle alakalı değil, hayatla alakalı. Kafası patlamış kardeşinin kemikleriyle, beyniyle dolu başlığı kafasına geçirip kardeşinin katili olan denize dalan adamın durumunu başka türlü nasıl anlatabiliriz, bilemiyorum.

Derleme bir kitap bu, Balıkçı'nın diğer kitaplarından hikâyeler var. Kitaplara girmemiş hikâyeler de var. Balıkçı okumaya başlamak için en uygun kitap bu zannediyorum.

Balıkçı'nın ithafı: "Güney Anadolu'nun o masmavi göğü, menekşe denizi, ışığı ve toprakları; çeşit çeşit ağaçları, yemişler, çiçekler, insanlar, uygarlıklar yetiştirmişti. Bu hikâyeler de, o cennet gibi ellerin, dağ otlarının, kıyılarının, vahşi kayalarının, yıkıntılarının ve açık denizlerin ürünüdür.
Hepsini yine onlara adıyorum."

Knidos Afroditi: Mitolojiyle kurmacanın iç içe geçtiği bir hikâye. Bir heykelin, bir tanrıçanın izi sürülüyor ve tanrıçanın uygarlıklar arasında yaptığı yolculuk anlatılıyor. Bir de kent var, Knidos. Kaç bin yıl önce ortadan kalkmış bir hayal şehir.

"Zavallı Knidos!.. Bütün tayfayla birlikte ona denizden çınlayan bir 'merhaba!' yolladık... İki bin yıl önce ölen kent duydu mu acaba?" (s. 25)

Yedi Adalardaki Balık Bankası: Bir balık macerası ve Ege'ye güzelleme. Anlatıcının ortaya koyduğu para kadar balık tutamaması üzerine balıkçı arkadaşlar tuttukları balıklarını anlatıcıyla paylaşır, anlatıcı balıkları kimin verdiğini sorar ve cevap alamaz. Gülüp geçerler. Balıkçılar arasında böyle bir ilişki var.

"Aradan on yıl geçti. Balıkçı arkadaşların yarısı öldüler, bazıları da boğuldular. Denizde gece yıldızlara bakarım. Çünkü, balıkçı arkadaşlarımın her biri, gökte birer yıldız oldular.
Onlar hayatta iken onlara kılavuzluk etmiş olan kutup yıldızının çevresinde kayıklarını sürüyorlar. Onun için, yıldızlar birbirleriyle konuşurlarken dinlerim..." (s. 33)

Güzelliğe bakar mısınız? Şahane.

Ege'nin Öfkesi: Mahmut namlı dayımız bir foku öldürüyor, sonra deniz Mahmut'u öldürüyor. Gaia Bacı'ya çok selamlar.

Halikarnas: Balıkçı vapuru kaçırınca bir sonraki vapur için iki saat beklemek zorunda kalır. Beklemez, antik kenti dolaşmaya çıkar. Yine Helenler, Poseidon, kent ve güzellikler.

"Kenti yapan mimar değil ışıktır, mavi gök ve mavi denizdir. Meltem mavisi, Ege mavisi. Bununla birlikte insan, 'acaba deniz mi kentin güzelliğini süslüyor, yoksa kent mi kıyısıyla denizi süslüyor?' diye düşünüp şaşıyor." (s. 42)

Altmış Altı Bükün Oynadığı Oyun: Ya bu Afrodit'in aşık olduğu bir genç vardı, o da ya sulardan çıkıyordu, ya da suya çekiliyordu. Aynı olayın insanlısı. Ahmet, altmış altı bükü dolanıp sünger ararken denizden çıkan bir kızla karşılaşır, aşık olurlar ve Ege'nin büyülü güzelliğinde yaşarlar, ortadan kaybolmuşlardır tabii. Böyle hikâyelerini seviyorum Balıkçı'nın, efsaneyle gerçek arasındaki çizgi çok ince. Gerçi birini diğerinden ayıran sadece zamansa hangisi daha gerçektir, bilmiyorum.

Ege'nin Dibi'nde önceki kitaplardan bildiğimiz Ege insanı var. Haksızlıklara karşı mücadele, doğayla uyum sağlama uğraşları, insanoğlunun hayvanlığı, güzel tarafları. Bu tarz şeyler.

Merhaba Akdeniz'de Balıkçı'nın meşhur öyküleri var, mesela Gündüzünü Kaybeden Kuş. Mesela Kancay.  Bu hikâyeler olmasa Balıkçı, Sait Faik'e iyice yaklaşmış olurdu, veya tam tersi. Bunlar fark yaratıyor, çünkü Anadolu insanının Anadolu toprağındaki mücadelesine böyle tanık oluyoruz. Sait Faik Anadolu'yu bilmediğini, dolayısıyla Anadolu insanını yazamayacağını söyler mesela. Fark burada.

Neyzen: Büyülü gerçekçiliğin bayrağı bu dört sayfacık hikâyede şevkle dalgalanır. Neyzen Tevfik'in Mesnevi'yi bellemesi, neyle tanışması... Nefis.

Sonraki öykülerde kayığın insanlar gibi konuşup anlaşabildiğinden tutun, denizle mücadelenin yine deniz sevgisinden kaynaklandığına kadar bir dünya olay ve doğayla bütünleşmiş insanlar var. Balıkçı'nın hikâyelerinde nerede olursanız olun, size doğru esen Ege rüzgarını hissedersiniz. Hayırlı imbatlar, lodoslar.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Neil Gaiman - Rüyalar Lordu Sandman/Düş Ülkesi

Süper lan. Sandman'de iki tür kurgu var. Birinde Sandman'in serbest kaldıktan sonra yaptıkları. Yıkılan dünyasını düzeltmek için. Diğeriyse bağımsız hikâyeler. Bu üçüncü kitapta daha çok bağımsız hikâyeler var.

Calliope: Tutsak bir ilham perimiz var. Yaşlı bir dayımız bu kızı tutsak almış, sonra bir sürü kitap yazıp meşhur olmuş. Kız sayesinde. Bu kız, başka bir yazarın eline geçiyor ve tutsaklığının sonuna gelmiş olmasına rağmen serbest bırakılmıyor. Sonra Oneiros geliyor, bizim Sandman. Her mitolojide ayrı bir adı var haliyle. Kızı kurtarıyor falan. Anladığım kadarıyla bu ikisinin arasında bir şeyler olmuş, kız Sandman'e yanık ama Sandman istemiyor kızı. Evet.

Bin Kedinin Düşü: Lovecraft'tan Ulthar'ın Kedileri geliyor akla direkt. Kediler bir mezarlıkta toplanıyor, içlerinden böyle en kudretlisi falan konuşma yapıyor. Zamanında kediler çok büyükmüş, insanları avlarlarmış, sonra insanlar bir olup kedileri alt edebileceklerini düşünmüşler ve kediler küçülmüş, küçülmüş. Bu kedi diyor ki eğer hep beraber kazanacağımızı düşünürsek eski krallığımızı tekrar kurabiliriz. Evet. Bunu anlatırken kedi formundaki Sandman'le konuşmalarını da görüyoruz. Sandman, insanların hayal kurup bu kedi krallığının hiç var olmamasını sağladıklarını falan söylüyor. Ya şey bu, In the Mouth of Madness diye bir film var John Carpenter'ın, Sam Neill oynuyor, izlediniz miydi? Orada Sutter Cane namlı bir yazar var ve yazdıklarına insanların çoğu inandığı zaman kitaplarındaki gerçekliğin yaşanacağını söylüyor. Onun mantığı.

Bir Yaz Gecesi Rüyası: Bu süper. Önceki kitapta Sandman, Shakespeare'e yetenek veriyordu. Sebebini bilmiyorduk. Bu hikâyeyle biliyoruz. Sandman, Shakespeare'den kendisi için üç oyun yazmasını istiyor. Biri bu. Gezici tiyatroyla oyunlarını sergileyen Shakespeare, açık bir alanda Sandman'le buluşuyor ve oyunu oynamak üzere oyuncularıyla birlikte hazırlanıyor. Sandman de bir tepeye kapı açıp zamanında o toprakları terk etmiş cinleri, perileri, fantastik varlıkları falan getiriyor oraya. Oyunu onlar için ısmarlamış. Bu perilerin dünyayı terk etme hadisesi efsane gibi bir şey, inanılıyor böyle bir olaya. Neyse, oyun oynanıyor falan, o sırada öbür taraftan gelmiş bir yaramaz peri, oyunculardan birinin yerine geçip oynamaya başlıyor. Aslında oynadığı rol de kendisi, yani ben bu oyunu bilmiyorum ama galiba periler üstüne bir oyun. Böyle. Sonra diğer periler kendi dünyalarına dönerken bu iblis kalıyor dünyada. Evet.

Maske: İşte bu beni bitirdi, mükemmel. CIA adına çalışan bir hanım var, bu hanım Mısır'a gidiyor ve piramitlere falan giriyordu galiba. Bir şekilde Ra'yı dürtüyor ve Ra'da buna ölümsüzlük mü, öyle bir şey veriyor. Yan etki olarak da iğrenç bir ten ve bozuk bir yüz ortaya çıkıyor. Hayattan elini eteğini çekiyor hanım, sokağa falan hiç çıkmıyor. Çıkarken de maskesini takıyor. Bir gün eski arkadaşlarından biri arıyor bunu, yemek yemeye çağırıyor. Yemek sırasında hanımın maskesi düşüyor. Herkes şok. Hanım ağlayarak eve gidiyor, orada ölmek istediğini falan söylüyor. Death çıkıyor ortaya. Kadının ölemeyeceğini, işini Ra'yla halletmesini söylüyor. O sırada da güneş doğuyor işte, kadın camın önüne geliyor ve Ra'dan hediyesini geri almasını söylüyor. Ra alıyor, kadın tuza dönüşüyor ve plof. Süper lan.

Böyle, on numara. Gaiman lan.

Neil Gaiman - Rüyalar Lordu Sandman/Bebek Evi

Bu sayı, bebek evi izleğinden gidiyor. Önceki sayıdaki olaylarla bağlantılı. Zaten bütün olaylar bağlantılıymış bir şekilde. Göreceğiz, evet.

Sandman eşyalarını geri almıştı, mekanından kaçan hizmetkarlarının peşine düşüyor. Kum Masalları, giriş hikâyesi. Böyle yan hikâyecikler var, Sandman'in geçmişini ve Endless tayfasını öğrenmek için süper.

Çölde bir dayı ve dayının torunu. Ergenliğe giren her gencin yaşaması gereken bir ritüel var. Çocuk etrafı arayıp bir cam parçası buluyor, yeşil ve kalp şeklinde. Dayımız anlatmaya başlıyor çocuğa. Orada camdan bir kent varmış bir zamanlar, kentin prensesi aşık olacağı birini arıyor. Buluyor da; bir gece kulesinden aşağı bakınca lacivert elbiseli bir bay görüyor. Sonra bir daha göremiyor onu, kuşlara haber salıyor ki bulsunlar. Rüyaya daldığı bir zaman Habil'le Kabil'i görüyor rüyasında, tabii isim verilmemiş ama biz anlıyoruz, ilk kitapta da vardı bu ikisi. Ardından tahtına kurulmuş bir adamın karşısına geçiyor, sevdiğini aradığını falan söylüyor. Tahttakinin başlığı var, başlığı çıkarınca anlıyor ki aradığı adam o. Sandman'in kendisi. Sandman de kızı seviyor ama tanrılarla ölümlülerin aşkı yasaklanmış gibi bir şey. Bunlar seviştikten sonra Güneş vaziyeti görüyor ve kente alev topu falan yolluyor, adeta aduket atıyor ve kent cort. Kız vaziyeti görünce intihar ediyor. Ölümün krallığında bir kez daha karşılaşıyorlar, Sandman kızı ikna etmeye çalışıyor ama kız istemiyor Sandman'i. Şehrin yok olduğundan bahsediyor, kavuşmalarının mümkün olmadığını falan söylüyor. Öyle bitiyor. Bir de kadınların anlattığı versiyon varmış ama onu bilmiyoruz, muhtemelen sonraki kitaplarda o da anlatılır.

Bebek Evi'nin başında Desire'la karşılaşıyoruz. Tutku, hırs, falan. Böyle şeylerin tanrıçası. Evet. Bir haltlar karıştıracağı belli. Haltlarla ilgili olan anneyle kızı görüyoruz sonra. İngiltere'ye geliyorlar ABD'den. Kız, arabada uyuyakalıyor. O sıralarda Sandman, yardımcısına hizmetkarlarının sayımını yaptırıyor ve eksikleri tespit ediyor. Brute ve Globe. Korintli. Bu Korintli çok acayip, göreceğiz. Bir de Kemancının Bahçesi var. Kayıplar bunlar. Konuşurlarken Sandman'le yardımcısı bir anda dönüyor ve kıza bakıyor. Kızın her şeyin çözümü olacağını konuşuyorlar derken kız uyanıyor. Olay şu: Kız bir girdap. Rüya girdabı. Her şeyi çevresinde topluyor ve her girdap, Sandman tarafından öldürülmeye mahkum. Lakin sonunda ortaya çıkıyor ki ilk kitapta Sandman kaçırıldığı zaman yıllar süren bir uykuya dalan kadın, bu kızın anneannesiymiş. Uykudayken tecavüze uğrayıp doğurmuştu kadın, heh işte. Kızın girdap olma hadisesi aslında büyükanneye kısmetmiş ama o uykuya dalınca yalan olmuş. En sonda büyükanne, torununun hayatını kurtarmak için girdaplık işini üstüne alıyor. Böyle. Bu zamana kadar da Sandman'in kayıp hizmetkarları bulunuyor ama nasıl bulunduklarını söylemeyeyim, mükemmel psikopatlıklar var çünkü.

Bir yan hikâye de şey, Talihli Adamlar. Sandman'in ölmesine izin vermediği bir adamla ilgili. 100 yılda bir buluşuyorlar ve zamanın yarattığı farklılıklar, adamın değişimi, ortamlar, mükemmel. Bir de Sandman'in Shakespeare'e yetenek vermesi var, üçüncü kitapta ayrıntılarıyla göreceğiz. Son diyeceğim şey de şu: Sandman insanları seviyor. Yani onlara bir görevle bağlı olduğunun da farkında ama varlığı da insanlardan hoşlanıyor. Bu adamla bir dostluk geyikleri var, on numara. Biraz The Man From Earth olayı.

Bir karede The Cure posteri vardı, Gaiman'ın Robert Smith'ten etkilendiği malum, Sandman'in tip de Smith'e benzediği için hoş olmuş o poster.

Güzel bu, üçüncüyü de okudum ama yazamıyorum. 10 tane kitap birikti, yazamıyorum. Zamanla. Evet.

25 Ocak 2013 Cuma

Ingvar Ambjörnsen - Beyaz Zenciler

Ambjörnsen kardeşimiz, gerçi şimdi dayımız, 70'lerde geçen, "yoldan çıkma" üzerine bir roman yazıyor ve ipi koparıyor. Bir uyku tulumu, bir içki parası. Sahip olduğu şeyler bunlar. Böyle bir hayat. Bu bize gelmez, çünkü komşu çocuğunun başarılarıyla imtihana çekilen, işe sokulan... Ya kimi kime anlatıyorum, biliyorsun bizim toplumu sevgili kari. Ayı amcalar, dedikoducu teyzeler. Annenin yüreğine inmesi için, "Senin oğlanı sokakta yatarken görmüşler," denmesi yeter. Heh, sıkıysa çık şimdi de bu arkadaş gibi yaşa. Gençlerimizin kitap hakkında verdikleri tepkiler de süper. Bir baltaya sap olamayan gençler anlatılıyormuş, tembelliği yayıyormuş. Kafa bu.

Kitap güzel, çünkü hayatını yaşamak istediği gibi yaşayan bir adam var. Sırf bu yüzden güzel. Bendeki 93 basımı, ikinci baskı. Şöyle bir ibare var: "Bu kitabın yayın hakları yazar tarafından Ayrıntı Yayınları'na iki adet lületaşı pipo karşılığında verilmiştir." Adamın böylesine hiçbir şeyi yok lan, istemiyor da. Büyük saygı duydum.

Roman üç bölüme ayrılı. Birinci kitapta Erling Haefs'in Oslo'ya dönüşü ve Charly'yi buluşu var. Erling İspanya'da ucuz şarap içiyor, sevişiyor, dolanıyor ve memlekete dönüyor. Ardından beraber yaşadığı bir kadından para koparıyor falan. Sonra tanıdığı arkadaşlarına Charly'yi falan soruyor, buluyor en sonunda. Punk kardeşler, ayyaşlar, uyuşturucu bağımlıları falan bir apartmanı kapatmışlar, hep beraber orada kalıyorlar. Charly burada ortaya çıkıyor. Çocukluk arkadaşı bunlar, bir de Rita var. Öğreniyorlar ki Rita kanser, 20'li yaşlarının başında. Uyuşturucu bağımlısı olmuş ve fahişelik yapıyor. Arayıp buluyorlar Rita'yı ve apartmana getiriyorlar. Sonra Charly güneye gidiyor, bir seyahate. Bir parti sırasında Rita intihar ediyor. İlk bölüm böyle. Şimdi blog'un amacına uygun olarak öküz gibi anlatıyorum, olayları az sonra inceleyeceğim.

İkinci kitapta başa dönüyoruz, bu üçünün çocukluğuna. Küçük bir kasabada yaşıyorlar, okula gidiyorlar, bildiğimiz hayat yani. Sonra kırılma noktası geliyor, çizginin dışına çıkıyorlar. Üçüncü kitapta da Erling'in yaptıkları, ettikleri. Şimdi ayrıntılar.

"(...) Durup sokaktaki ışığın güzelliğine, karanlığın yumuşak aurasına hayran oluyordum. Kentin doğusuna doğru ilerlerken tüm duygularım şiirselleşmişti. Her şeyi, evlerin cephelerini, arabaları, telefon kulübelerini, sosis satan büfeleri, tramvay raylarını gerilerdeki bir başka şeyin ifadesi, bir ruhun belki de Tanrı'nın mistik bir manifestosu olarak düşünüyordum. İnsan yaratıcılığının eseri - evet tamam. Ama nereden geliyordu düşünceler, itkiler? Ve niçin aramızdan yalnızca bazılarına doğuştan armağandı engin düş gücü, arayıp bulma tutkusu? Çünkü böyleydik biz; çok uzaklarda, çılgınlığın savanlarına çıktığımız, yaşam boyu sürecek olan safaride, varlığına derinden inandığımız altın gergedanın peşinden koşan bir çete..." (s. 25)

Hee, işler bir grup tembelin maceraları olmaktan böylece çıktı. Sırayla gidersek öncelikle kent. Cemal Süreya, şairliğini her şeye bir şiirmiş gibi yaklaşmasına bağlar. Her şey bir şiir. Öyleyse daha çok şey görmek doğal bir istektir, bir doyumsuzluk vardır burada çünkü. Hayatınızın daha çok şey görmek için harcamaktan sakınmayacağınız saatlerini bir odaya, bir sınıfa, bir fabrikaya gömmek istemezsiniz. Kendinizi böyle bir konumda düşündüğünüz zaman mideniz bulanır. Sıkıntıdan. Mesai saatinin bitmesini beklersiniz, hafta sonunu beklersiniz, yaz tatilini beklersiniz. Beklemeye alışırsınız ve beklemeye alışmasaydınız yaşayacağınız hayatınız önünüzden davullarla, zurnalarla geçer gider. Farkına varmazsınız, çünkü patronun fazla mesaiye zorlaması vardır aklınızda. Hayattaki tek korku, patronun fazla mesaiye zorlaması. Fakir bir yaşamdan daha korkunç bir şey yoktur.

Kent dedim de kent olmadı burada, kent dışındaki her şey oldu. Erling'in saydıkları kenti, büyük bir kenti ne kadar önemsediğini gösterir. Böyle bir kentte gidilecek çok yer, görülecek çok şey ve tanışılacak çok insan vardır. Bu insanlar hep bir aradadır, çünkü toplum böyle asalakları istemez. Üretmeni ister. Ürettiğin şeyi beğenmez. Daha iyi yenilmek için biraz daha dibe batarsın. Yalnız olduğunu sanırsın, bakarsın ki etrafında birileri var. Hepsi senin gibi olmak zorunda değil, aylaklık aynı düşüncelerde buluşmak zorunda değil. Yine de bir, iki, üç, kaç kişiyi bulursan o kadar iyi. Eh, kentin de bu insanlardan pek farkı yoktur. Aynı rayları, aynı büfeleri görmekten mutlu olmaz mı insan? Bazı şeylere tutunmak gerekir, hep orada olduğunu bildiğiniz bir şeyler lazım.

Ölüm. Charly'le Rita'yı aradıkları sırada Erling'in söylediği şu: "(...) Bazılarımız yaşadığımız hayata göre çok yaşlı bile sayılmaya başlamıştık, ölüme hazırlanıyorduk. Kanser, kanamalar, çalışmayan ciğer ve böbrek muhabbetleri moralimi bozuyordu. Önceleri ölüm bizim için bir hızdı, kırlarda alabildiğine koşan, geçtiği yerlerde papatyaları havaya uçuşturan kara, yağız bir at... İnsanlar aşırı doz eroinden, haptan, arka sokaklarda soğuktan donarak ya da sarhoşken yaptıkları kazalarda parçalanarak ölürlerdi eskiden. Şimdi sinirimi bozan, ölümün 'doğal' yollardan can almaya gelmiş olmasıydı. Aşınmalar başlamıştı. Bu aşınmalar, başka çevrelerdeki insanlara oranla çok daha erken meydana geliyordu bizim burada." (s. 41) Gruba yönelik bir kaygı, kaybetme korkusu. İnsanları kaybetmek, pasif direnişi kaybetmek.  Herkesi kucaklayıcı bir tutum yok lakin, mesela kavga çıkaran iki punk için Erling, onların amaçsız şiddet yanlısı olduğunu ve böyle bir şeye karşı çıkılması gerektiğini söylüyor. Bir amaç var, zaten dendiği gibi "altın gergedanın peşinden koşmak" tek amaç.

Rita'nın cenazesinden sonra Kuzen Petter bir konuşma yapıyor. Rita şöyle süpermiş, böyle iyiymiş. Oysa kendisi Rita'ya tecavüz edip bok atan bir ılık. Ailesi, Rita'nın seçimlerini desteklememiş ve hiç yardımcı olmamış. Bu riyakarlığı Erling kaldıramıyor haliyle. Bütün ülkenin Kuzen Petter gibi adamlardan ibaret olduğunu söylüyor. Her şey ikiyüzlülük.

İnsanların nereye gittiklerini merak ederiz. Bunca insan nereye yürüyor böyle, nereye gidiyor?

"(...) Köprüde trafik her iki yönde de vızır vızır işliyordu. Kendimi bu insanların nereye gittiğini düşünürken buldum. Nereye gidiyorlardı, ne yapıyorlardı, gece ışıkları söndürünce nasıl rüyalar görüyorlardı, TV ve hafta sonu içkileri bitince neyin düşünü kuruyorlardı? Sorular. Kâinat sorularla doluydu. Her birimiz dıştan ya da kendi içimizden gelecek çözümleri bekleyen birer muamma! Görünmez perilerden, kendi yarattığımız tanrılardan haber umuyorduk. Bekleme süresi boyunca da tekne boyuyor, içiyor veya borsa spekülasyonlarına girişiyor, çocuk yapıyor, faturaları ödüyor ya da ödemeyip bırakıyorduk. Sayılı yıllar, diye düşündüm." (s. 76)

Ah be dayıt, kim biliyor ki insanların nereye gittiğini? Hep günlük dertler. Birkaç sayfa sonra büyük kentleri, 24 saat boyunca yaşayan kentleri özlediğini söylüyorsun. Bu insanlar da var oysa, böyle yerlerde nasıl yaşıyorsun?

Rita öldü, çocukluğa döndük. Her şey 1971'in yazında başlıyordu galiba. İçki şişelerini toplayıp satıyorlar. Rita, Charly ve Erling. Erling'in ailesiyle ilgili düşüncelerinde takdir ve nefret yok, her şey olacağına varır diye düşünüyor. Anne köylü, baba işçi. Geleneksel bir aile. Çocuklar okusun, adam olmak lazım. Erling'in abisi Ed okumuyor, soyguncu oluyor ve sonradan akıl hastanesine gidiyor. Burada akıl hastalarıyla yapılan bir dövüş var, kara mizah yemin olsun şapka çıkartır. Neyse, Charly'le aynı sınıftalar ortaokulda. Okul müdürü tam bir milliyetçi, tam bir güç manyağı ve haliyle ikiyüzlü bir dayımız. Bu adam, okuldan nefret etmek için başlı başına yeterli olabilecek kadar sefil bir insan. Bazı şeyleri seçmiyorlar, kendiliğinden oluyor bazı şeyler. Fabrikada işe giriliyor, Bukowski-Céline dünyası. Zaten romanın bir yerinde Céline'in adı geçiyor.

Bütün bunlar olurken Erling okuyor, okuyor ve daha çok okuyor. Kitaplara gömülüyor tam anlamıyla. İlk sanatsal denemeler bu sırada ortaya çıkıyor. Charly şairlikte başarılı, Erling pek değil.

Ortaokuldan sonra yollar ayrılıyor, Erling liseye bir süre devam ettikten sonra yapmak istediğinin bu olmadığını düşünüp liseyi bırakıyor. Sonra başka okullar, başka olaylar. Hayat bedava, öyleyse her şeyi denemekten bir zarar gelmez.

Öncelikle bir seçimler romanı değil bu. Dediğim gibi, bazı şeyler kendiliğinden gelir. İkincisi, bir seçimler romanı. İstediğiniz gibi yaşayacaksınız ve sadece yapmak istediğiniz şey, yaşamak istediğiniz hayat etkili olacak bunda, başka hiçbir şeyi düşünmeyeceksiniz. Toplum, aile, bunlar yanınızda olmayacak, bunları özlemeyeceksiniz. Yeterince nefret ediyorsanız özlemeyeceksiniz zaten.

On numara roman.


21 Ocak 2013 Pazartesi

David Brin - Postacı

Bunun filmi de varmış, ben bilmiyorum. Kevın Kostır oynamış. Muhtemelen izlemem.

Bir post apokaliptik dönemdeyiz. Ben böyle dönemleri pek severim. Saçma sapan kahramanlıklar işlenmemişse ve en ince detaylarına kadar incelenen bir dünya yaratılmışsa of, kral. Bu da kral. Bunda şöyle bir olay var, biraz tefrika mantığıyla yazılmış bu. Brin, yazdığı bölümleri bir dergide yayımlamış, sonra onlar üç kitap halinde basılmış. Birbirinden tamamen kopuk olmayan, lakin tam bir bütünlük de oluşturmayan kurgu zamanlar var, Dede Korkut'un hikâyelerine benzer ama öyle büyük bir kopukluk yok.

Gordon Krantz namlı kardeşimizin başından geçenler. Dayımız otuzlarının sonunda. Çetelerden kaçarak yaşamını sürdürüyor. Kıyamet savaşları falan sırasında canlı kalanlardan, o zamanın hükümetten geriye kalan yönetim organında asker olarak yer almış, çetelerle savaşmış derken arkadaşları öldürülmüş, bu da vurmuş kendini yollara. Başta bunun soyulduğunu görüyoruz. Bir çete geliyor, bunun eşyalarını düdüklüyor. Bu yapmayın etmeyin falan diyor işte, dalgaya alınıyor. Çete uzaklaşınca peşlerine düşüyor, bu sırada düşünüyor. Neydik, ne olduk gibisi.

"(...) Ve her halükârda, eğer mutlaka bir cesede dönüşecekse, piçlerden en az birkaç tanesini de beraberinde götürerek dağları bir sonraki yolcu için daha güvenli bir hale getirebilirdi.
Yine de, çatışmaya doğru yaklaştıkça, bu noktaya varmayı içten içe istemediğini de fark ediyordu. Bu adamların hiçbirini öldürmeyi gerçekten arzu etmiyordu.
Barışı ve çoktan ölmüş bir ulusun bir parçasını Teğmen Van'ın küçük mangasıyla birlikte korumaya çalıştığı günlerde de böyle olmuştu.
Daha sonra ise bir ozanın, gezgin bir oyuncu ve işçinin yaşam tarzını benimsemişti - kısmen hareket etmeyi sürdürmek, bir yerlerde bir ışık bulabilmek umuduyla." (s. 25)

Tam olarak böyle bir insan. Yaşadığı onca olaya, katliamlara, çatışmalara rağmen ruhunu kaybetmemiş, katılaşmamış bir insan. Oradan oraya gidip şarkı söylüyor, masallar anlatıyor ve daha birçok şey yapıyor. Mesela tanıdığı herkesin ve bildiği küçük, sevimli dünyanın yok olduğunu, daha 18'indeyken parçalara ayrıldığını, paranoyanın ve depresyonun bu yeni dünyada doruğa ulaştığını düşünüyor. Yine de durmuyor, vazgeçmiyor ve bildiği en iyi şeyi yapıyor; yürüyor.

Adamları takip ederken gözüne bir parıltı çarpıyor, uzaklarda bir bina var. Lan zaten gebertmeyecektim diyerek bu binaya gidiyor. Binanın önünde bir cip var. Bizimki cipe gidiyor ve kaderiyle karşılaşıyor: Ölü bir adam, mektupla dolu torbalar. Bir de viskiyle dolu bir içki tenekesi. Bu noktadan sonra olaylara bodoslamadan dalıyoruz.

İlk olarak bir kasabaya gidiyor Gordon, burada Hamlet mi, Othello mu, bir şey oynuyor. Oyunculuktan hiç anlamaz ama kıvırıyor bir şekilde, sonuçta yemek yemesi lazım yaşayabilmek için. Bok gibi oynuyor ama tutuyorlar bunu, zira sanata benzer bir şey yıllardır görülmemiş. Yemek veriyorlar, hatta bir kız bununla sevişiyor, çünkü atom savaşlarında radyasyonik bir şeylerden ötürü erkeklerin üreme organları hacamat olmuş, Gordon'a zarar gelmemiş. Kız evli mi, nişanlı mı, öyle bir şey. Nişanlısı da orada üstelik. Böyle bir dünya. Neyse, yiyip içiyor ve yollara düşüyor yine. Kasabanın ileri gelenlerinden biri aslında postacı olmadığını tahmin ettiğini söylüyor ama onay da beklemiyor, zira Gordon kasabaya umut getiriyor ve umut, neredeyse yiyecek kadar değerli bir şey.

Dünyanın ayvayı yemesiyle ilgili bir bölüm, olanları anlayak:

"Çok uzun bir süredir korku saçmış olan atom bombalarına gelince: Slav Dirilişi kendi içinden çöküp beklenmedik bir zafer ilan edilmezden önce sadece küçük bir kısmı kullanılmıştı. O elli altmış bomba da (ohaa, çok küçükmüş yazar kardeş) Üç Yıllık Kış'ı başlatmaya yetmişti, ama insanoğlunu da dinozorların peşi sıra gönderecek Yüz Yıllık Gece'ye değil. Birkaç hafta boyunca gezegen mucizevi biçimde kurtulmuş gibi görünüyordu.
Ama bu görünüşteydi yalnızca. Ve gerçekten de belalar bir araya geldiklerinde bile -birkaç bomba, biraz mikrop ve üç adet kötü hasat- büyük bir ulusu ve onunla birlikte bir dünyayı mahvetmeye yetmezdi.
Ama ortada bir başka hastalık, içten içe kemiren bir kanser daha vardı.
Sonsuza dek cehennemde yanasın, Nathan Holn, diye düşündü Gordon. Karanlık bir kıtanın bir ucundan diğerine sıklıkla yinelenen bir beddua olmuştu bu." (s. 34)

Demek ki bombalar patladı, panik ortamında insanlar aç kaldı, hasat iyi olmadı ve kıtlık doruk noktaya ulaştı, çöken sağlık sistemiyle birlikte sağlık da dibi boyladı. Ardından Nathan Holn adlı şahıs ortaya çıktı ki gücün olmadığı bir ortamda kendi gücünü yaratarak insanları ezen bir diktatör oldu. Bu adamdan korunmak için feodalite hortladı ama bazı kentlerde de mini demokrasiler kuruldu. Bir şekilde insanlar kendilerini bu adamdan korumaya çalıştılar, savaştılar ve hayatta kaldılar. Yine de Holnistler korkulacak kadar güçlüydü.

Gordon bir kasabaya geliyor ve ayrıldığı kasabadaki bir adamdan aldığı mektubu bu kasabadaki bir kadına veriyor. Postacılık olayı böyle başlıyor. Ardından başka bir kasabada bir süper bilgisayar buluyor, meğer o bilgisayarın içinde bir adam varmış da insanları bu adam yönlendiriyormuş. Poe'nun da bir hikâyesinde işlediği Mekanik Türk'e benzer bir olay. Sonrasında başka bir kasaba, feministler, Holnistlerin mutasyona uğratılmış süper askerleri falan derken olaylar bir sürü.

Pek fazla olmasa da toplumun bir felaket karşısında nasıl değiştiğinin incelendiği bölümler var. Köpek dövüşleri düzenleniyor mesela insanlar eğlensin diye ki bunu yapanlar zamanın profesörleri, bilmem neleri. Çevreci çevreci insanlar. Sonrasında bizim Kurtuluş Savaşı ortamının Türk köylüsü gibi insanlar. Savaşlardan bıkmış, kadercilikle sonlarını bekleyen ve hiçbir şeye karışmayan insanlar. Sonlara doğru Holn'un Stalin'le, Hitler'le karşılaştırılması. Dünya tarihini bir kıyamet sonrası kurgusuna uyarlayın, romanda yer alan kişiler ve olaylar tam olarak bu.

Süper, kaçmaz.

20 Ocak 2013 Pazar

Neil Gaiman - The Sandman/Preludes & Nocturnes

Liseden Umut diye bir dostum var, adam Kadıköy'e her gittiğimizde Dragonlance veya Forgotten Realms kitaplarından alırdı. Ben Lovecraft derdim, o fantastikli derdi. Aptalca bir önyargı oluştu bende ve yıllar boyunca adamın okuduklarından tek bir tanesini bile okumadım. O kitapları millet lisede yalayıp yutmuştu, ben yanından bile geçmedim ne yazık ki. Bir de pahalıydılar lan; korsanı morsanı da olmadığı için 9-10 sene öncenin parasıyla 10 küsur milyona falan geliyordu bir tanesi. Bu vesileyle dandik bir anımı da anlatayım. Sıkılanlar direkt kitaba geçsin lütfen. Anlatmak istiyorum. Benim blog'um lan burası, istediğimi yaparım. Şimdi ben etüt öğretmeni olarak geçen sene çalıştım bir ara. Çocuğun teki bu Olimpos Tanrıları mı ne, öyle bir seri var. Onu okuyor. Dedim dayıt sen bunu bırak, şöyle bir olay var. Ona başla. Umut bayağı anlatmıştı olayları, ben de bu çocuğa anlatıyorum. Bir süre dinledi beni, sonra annesini aradı. Teneffüse çıktım, geldim, bir de baktım kitap elinde. Oha diyorum içimden, anneye bak lan. D&R'dan almış bir de. Dershane Bağdat Caddesi üstündeydi, Şaşkınbakkal'da. D&R çok yakın oraya. Ama yanlış kitap alınmış, Göç var elinde. Dedim işte lan bu yanlış, Anayurt'la başlayacaksın, değiştirt bu kitabı. Tamam hocam falan. Bir teneffüs daha. Geldim, elinde Anayurt. Evladım dedim, bu ne lan. Ne ara değiştirdin? Diğer kitabı çıkardı. Değiştirtmemiş, annesi alıp getirmiş yine. Haha. Oğlum ne anneler var lan. Helal olsun, değil mi sevgili kariler? Helal olsun. Umut'a da helal olsun, adam İTÜ Makine'de araştırma görevlisi şu anda. Bizim sınıftan bayağı bir şey çıktı. Bir ben, bir de Burak diye bir arkadaşımız kaldık bir şey olamayan. Henüz.. Ben aylak oldum, o adam avare oldu. Lan ben ne anlatıyorum ya. Kitaba geçek, kadere depik atak.

Umut'tan aldım, adam yıllardır anlatır. E bir de Neil Gaiman tabii lan, erken dönem Neil Gaiman hem de. Artık daha fazla bekletmek istemedim ve giriştim. Adamda İngilizcesi olduğu için onu okudum ben de, isim o yüzden İngilizce.

Öncelikle hiçbir ayrıntıyı unutmuyoruz. Kim kimdi, kim kimle ne konuştu, duvarda hangi poster asılı, radyoda hangi şarkı çalıyor, karakterlerden biri kitap okuyor, ne okuyor. Bunlara dikkat ediyoruz, çünkü karşımıza tekrar çıkabilirler. Üstkurgular bilmem neler havalarda uçuşuyor.

Sandman kimdir? Sandman, Morpheus vs. insanların isim verme hastalığından nasibini almış, bir ton adı olan bir tanrı. Tanrı diyeceğim, çünkü gördüğüm bir iki eleştiride insanların inanmayı bıraktıklarında Sandman'in ailesi olan Endless ailesinin varlıklarını sürdürecekleri yazılıydı. Oysa bakınız, ikinci kitapta Sandman diyor ki son insan da bir şekilde cortladığında bizim görevimiz sona erecek. Biz onlar için varız, biz onların hizmetindeyiz. Ben buradan şunu çıkardım; Amerikan Tanrıları'ndaki hadise. Unutulmuş tanrılara ihtiyaç yoktur ve bu tanrıların güçleri kaybolur, bir nevi ölürler. Dolayısıyla evet, Endless tayfası için tanrı topluluğu diyebiliriz. Neyse, Sandman dayımız rüya aleminin kralı, düşlerin efendisi diyelim. Rüyalarla gerçekliğin arasındaki duvarı kaldırabilen, görevleri ve sorumlulukları olan, kısacası pek güçlü bir dayı.

Güçlü de, ölümlüler tarafından yakalanıyor 1916'da. Okült okült işlerle ilgilenen ve Aleister Crowley'yi kıskançlıktan çatlatmak isteyen bir mistikçi bilim insanı, Sandman'in kardeşi Death'i çağırmak için bir ayin düzenliyor, tuzağa düşen Sandman oluyor. Sandman tılsımlı bir çemberin içine hapsediliyor, bu sırada pembe taşına, başlığına ve torbacığına el koyuyorlar. Ondan sonra yıllar geçiyor, büyücü dayımız ölüyor ve onun oğlu da 80 yaşına falan geliyor, Sandman hâlâ konuşmuyor, bildiklerini anlatmasını istiyorlar ama hiçbir şey anlatmıyor ve eline bir fırsat geçsin diye bekliyor, bekliyor. En sonunda kurtuluyor oradan, büyücünün oğlunu sonsuz bir uyanışın içine hapsediyor ki her uyanış aslında başka bir kabusa uyanış. Sonsuza kadar. Korkunç. Tabii hapsedildiği zaman düşleri yarım kalmış insanlar var. Kimi çocuk, kimi yetişkin. Bunlar ya sonsuz bir uykuya dalıyor ya da deliriyor. Hatta sonsuz bir uykuya dalan kızın birine tecavüz ediyorlar, kızın çocuğu oluyor ve evlatlık veriliyor. Bütün bunlar olurken kız uyuyor. Bunlar 60 yıldan fazla bir süreyi kapsıyor, dolayısıyla Sandman kurtulunca bunlar da normale dönüyorlar ve bakıyorlar ki yaşlanmışlar.

Sandman, çalınan eşyalarını bulmak için diyar diyar gezmeden önce evine dönmek istiyor, yolda Abel ve Cain'in evine gidiyor. Habil ve Kabil, hikâyelerini biliyorsunuzdur.

"Sen niye ot yeşillik falan veriyon lan?" *dıkş*

White Wolf'un ortamlarında vampirlerin doğuşu da bu ikiliye bağlanıyor, ilginizi çekerse bir araştırın derim. Mükemmel.

Evet, Sandman evine döner ve bakar ki evden geriye pek bir şey kalmamış. Kaçırıldığı zaman uzun bir süre uzaktaydı ya, varlığından gücünü alan ev de boku yemiş tabii. Hizmetkarlardan bazıları arazi olmuş, bilmem ne. Dayımız, eşyalarının nerede olduğunu söylesinler diye Three-in-One adlı üç cadıyı çağırıyor. Söylediklerine gel: Torbacık John Constantine'in elinde. Bizim iblis avcısı Constantine. Lan ne güzeldi filmi ya, paylaşmadan edemem, bunun kadar güzel bir cehennem ortamı daha görmedim filmlerde:


Başlık bir iblisle takas edilmiş. Pembe taşı da Batman'le Robin ele geçirmiş. He, bu dünya DC Evreni'nde, o yüzden Batman'dir, şuydur buydur, hep var.

John Constantine'le gidip alıyorlar keseyi. Torba değil de kese diyelim. Burada bir sıkıntı yok, asıl sıkıntı Lucifer'ı görmeye gidince ortaya çıkıyor. Lucifer, Cehennem'in yönetimini iki ortakla paylaşmak zorunda kalmış; Azazel ve Beelzebub. Sandman kendine ait olanı istiyor ve milyonlarca iblis arasından başlığına sahip olanı buluyor. Burada bir mücadele olacak. Sandman kaybederse iblisin hizmetkarı olacak, iblis kaybederse başlığı verecek. Yarışma süper; biri ben şuyum diyor, diğeri ben onu öldüren buyum diyor. Sineği öldüren örümcek, örümceği öldüren yılan vs. En sonunda Sandman "umut" olduğunu söyleyip kazanıyor. Başlık da cepte.

Bundan sonrası karışık. Pembe taş, katı rüya. Yani çok kuvvetli, insanlara kafayı yedirtecek bir taş ve bir psikopatın eline geçiyor. Bu psikopat dayının bir kafede altı insana yaptırdıkları var, çizgi romanın en rahatsız edici bölümü bence orasıydı. Başka bir güç kendilerini yönetiyor ve her şeyin farkındalar. Göz çıkarma falan, ööf. Yine hacamat eden Sandman oluyor tabii, sonuçta koskoca tanrı lan, bütün gücünü o taşa basacak değil ya.

Son olarak bir hikâyeciğimiz var, kız kardeş Death'le karşılaşma. Beraber gezip can alıyorlar falan. Eğlenceli ölümler. Böyle şeyler.

Böyle yanisi. Güzel lan, bir sonraki sayıyı da okudum ama onu da yarın yazarım.

13 Ocak 2013 Pazar

Chuck Palahniuk - Ölüm Pornosu

İşte bizde dava ediliyor kitap, çevirmenine bir sürü saçma sapan sorular, dava süreci. Bu kitabın kültürümüzü hep bok etmesi, insanları pornoya teşvik, ahlaksızlık. Evet, bu kadar yeterli sanıyorum.

Cassie Wright, son bir filmle porno sektöründen emekli olacaktır. Bunun için 600 adamla arka arkaya gömüşecek. Sonlara doğru ölebilir, o zaman çekime devam edilecek ve snuff türü bir iş çıkacak ortaya. Kitabın orijinal adı Snuff. Tesis diye bir film var, ben şansa izlemiştim. Orada işkenceyle adam öldürmeli bir bey vardı, bütün bu işkenceyi kaydedip satıyordu. Bu tür filmlere deniyor snuff. Burada da hanım ölürse zengin olunacak, eğer polisler ortamı basıp çekimi durdurursa skandaldan meşhur olunacak. İki türlü de yapımcıların işine geliyor.

Bay 600, Bay 72, Bay 137 ve Shelia, romanın anlatıcıları. İlki porno yıldızı, ikincisi düz genç, üçüncüsü bir dizi oyuncusu ve dördüncüsü de Cassie Wright'ın asistanı gibi bir şey. 137'nin elinde bir hayvan var, yanlış hatırlamıyorsam alçıdan mıydı, doldurulmuş muydu, öyle bir şey. Üstünde bir sürü ünlünün imzası var, Cassie Wright da imzalasın diye getirilmiş. Bu adamın bir dizi oyuncusu olduğunu, kafayı yediğini ve imzaların hepsini kendisinin attığını öğreniyoruz sonradan.

Bay 600, halihazırda bir porno yıldızı, birazcık pörsümüş ama kıçı başı yerinde. Bay 72 dediğimiz ergen bir çocuk. Elinde bir gülle gelmiş oraya. Gül sonradan parçalanıyor falan. Shelia da ara ara büyük salona gelip üç numara söylüyor, numarası okunanlar gidiyor. Şimdi üstkurmaca olarak bunların her birinin bir hikâyesi var, orada olma hikâyesi. Bunları en sonda anlatacağım, çünkü burada anlatırsam bok gibi olur, bir heyecan kalmaz.

Ortam şöyle: Eli sikinde bir sürü erkek. Bronzlaştırıcı kremden yerler cıvık cıvık. Cipsler, kolalar, püskevitler, bir sürü yiyecek ve soğan kokulu erkekler. Her çeşit erkek. Sabıkalılar var mesela, onların dövmeleriyle ilgili bir bölüm var. OZ falan izlediyseniz tanıdık geliyor bazı bazı.

Bu 600'ün Cassie'yle geçmişi bayağı önceye dayanıyor. Bundan sonrası spoiler, kulaklarım çınlamasın da. 600 eskiden çok şeker, kral bir adammış. Cassie'ye aşık olmuş, sevişmiş bunlar. Sonra Cassie hamile kalmış ve çocuğu doğurmuş. Bay 72 bu noktada devreye giriyor, evlatlık verildiği ailenin evinde Cassie Wright görünümlü şişme bebeği çükerken anne odaya giriyor ve, "Dur lan, o senin annen!" diyor. Olayı kes. O sebeple Bay 72 orada, Cassie'ye oğlu olduğunu söylemek için. Neyse, 600 porno yıldızı oluyor olaydan sonra. Cassie de porno yıldızı oluyor, çocuğu evlatlık veriyor. Meğer o evlatlık çocuk 72 değilmiş de Sheila'ymış, o yüzden Sheila, Cassie'nin yanında olmak için uğraşıp durmuş onca zaman. Böyle bir acayip hadiseler, bir acayip ilişkiler. Lan okuyalı da bayağı oldu, ayrıntıları hatırlamadığım için bok gibi anlatıyorum.

"Cassie ölecek ama burada bulunan altı yüz yarak tarih kitaplarına girecek. Yarımız bu durumu sıçrama tahtası olarak kullanacak: Acemiler yeni bir kariyere adım atacak, kıdemliler ise kariyerlerine geri dönüş yapacak. Hepimiz, 'Cassie Wright'ı Öldüren Yarak Bendim' yazan tişörtler giyeceğiz." (s. 39)

Onca saat bekleyiş neden olabilir? Tarihe geçme arzusu, önemli biriymiş gibi hissetme arzusu. Ağırlıklı olarak bu. Kariyer düşünen var. İlk kez sikecek olanlar var çok affedersiniz. Erkek dünyası böyle bir şey.

En sonda bir absurd final var, ben böyle şey görmedim. 600'le Cassie, beraber oynadıkları pornolardan sonra son kez karşı karşıya geliyor ve sevişirlerken bir şok cihazı vasıtasıyla yapışıyorlar. Seksin ortasında. Güldüm yeminle.

Ben sevdim. Film yıldızlarıyla ilgili bir sürü ayrıntı veriyor Cassie flashback'lerde, o da güzel. Güzel yani.

René Goscinny - Pıtırcık Futbolcu

İlkokul 3'te Emre diye bir çocuk geldi bizim sınıfa. Aynı servisle gidip geliyoruz. Bu çocuğun yanına oturabilmek için uğraşıyorum, komik biri. Sonra muhabbeti ilerletip Şirinler dergilerimle bunun evine gidiyorum. Pıtırcık'ı ilk kez orada görüyorum. Dergileri bırakıyorum, Pıtırcık'ın iki kitabını alıyorum. Galiba Pıtırcık Tatilde ve Pıtırcık Kampta. Okuyorum, bir daha okuyorum, bir daha okuyorum. Bugün de okuyorum, galiba her şeyi Pıtırcık'a borçluyum.

Goscinny, Asterix'le Red Kit'in de yazarı. Bir işi de bu seri. Bir zaman önce Pıtırcık'ın bilinmeyen öyküleri de basıldı Can tarafından. Uyguna bulunursa alınmalı.

Nasıl anlatayım ki. Pıtırcık ve arkadaşları var, çok şahane olaylar, komiklikler. Lan anlatamam ben bunu ya, garanti okumak lazım. Bu kitapta kırılan vazo var mesela, anneyle babanın çekişmeleri. Müze gezisi var, büyüklerin kafayı yediği. İribaş yakalama hadisesi, futbol maçında yaşanan komiklikler. Büyüklerin dünyasını anlamaya çalışan çocuklar, büyüklerin çocuklukları, öğretmenler -Karagöz- ve her şeyin ortasında Pıtırcık, haşarı ve sevimli bir çocuk.

Yeminle alın, pişman olmazsınız. Benim için al bak. Evin bir köşesinde buldum bunu, yıllar sonra tekrar okudum, aldığım keyfi anlatamam. Süper.


Emre, bana kitabı veren arkadaş. Şimdi güzel müzik yapıyor.

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=_JzErNB51lA

Ekleyemedim, tıklarsanız gidersiniz.

11 Ocak 2013 Cuma

Philip K. Dick - Vulcan'ın Çekici

PKD'nin paranoya dolu dünyasına tekrardan selam.

Arthur Pitt, Birlik binasından çıkar çıkmaz güruhun farkına varır. Aynen böyle. Arabasına biner, üstü Taubmann'a kalabalık hakkında bilgi verir. Arabaya saldırırlar, Arthur yardım ister, yardım gelmez. Çekerler bunu arabadan, boğazını keserler. O sırada puro çakmağı şeklindeki bir tarayıcı, olanları kaydeder. Arthur'ın bu tarayıcıdan haberi yoktur. Bir el, bu tarayıcının bağlı olduğu kabloyu çekiyor sonra. Burada Birlik'te bir katakulliler döndüğünü anlıyoruz.

Bir sonraki sahnede Taubmann'la Barris'i görürüz. Barris, arkası olmadan yükselmiş, çalışkan ve dürüst bir kardeşimizdir. Taubmann'sa düz bir sistem adamı. İşimiz Barris'le. Arthur'ın ölümünden kısmen kendini sorumlu tutuyor, koltuğunda rahat rahat otururken bir Birlik görevlisi öldü çünkü. Vulcan 3'e İyileştiriciler konusunda neden bir şey yapmadığını sormak için for doldurup yolluyor. Burada İyileştiriciler, sisteme karşı çıkan özgürlükçüler. Tek bir merkezden, hele hele bir bilgisayar vasıtasıyla yönetilmekten rahatsızlar. Vulcan 3 de bilgisayar oluyor. Gerçi bilgisayardan çok daha fazlası. Kendisine dünyada olan bütün olaylar sunuluyor, alet de insanların yürüteceği politikayı belirliyor. Yönetici direktör Jason Dill, hiyerarşide Vulcan 3'ün bir altı ve diğer herkesin üstü. Vulcan 3'e bir tek o bilgi girebiliyor, bir tek o ulaşabiliyor. Zamanı gelince Taubmann veya Barris, Dill'ın yerine geçecek, bu sebeple her türlü tezgah kurulabilir. İşte bunlar hep paranoya. Bir de İyileştiricilerin başı Peder Fields var. Bu adam Birlik'in Atlanta'daki akıl hastanesinde iki yıl kalıyor. "İyileştirilmek" için. Sisteme karşı çıkan görüşlere hastalık olarak bakılıyor. Lakin kendisi iki yılın sonunda sırra kadem basıyor ki orada iki hafta kalmak bile akıl sağlığı açısından büyük sıkıntıymış. Öyle bir yer.

Barris, Bayan Pitt'i ziyarete giderken bir okuldayız şimdi de. Kurgu öncesi zamanın olaylarını, dünyanın nasıl o hale geldiğini burada görüyoruz.

"Tahtanın önünde duran Agnes Parker, '1992 yılı aklınıza ne getiriyor?' diye sordu ve neşeyle sınıfı gözden geçirdi. 
'1992 yılı Birinci Atom Savaşı'nın sona erişini ve uluslararası düzenleme on yılının başlangıcını akla getiriyor,' dedi en iyi öğrencilerinden olana Peter Thomas.
'Birlik kuruldu,' diye ekledi Patricia Edwards. 'Akılcı dünya düzeni.'" (s. 15)

Akılcı dünya düzeni. Vulcan 1 1970'te yapılmış, Vulcan 2 1975'te. Okullardaki eğitim bu düzenin ezberlenmesinden ibaret. Her iktidar kalıcı olmak için öncellikle okullara önem verir, çocukların beyinlerini yıkamak yetişkinlerinkini yıkamaktan daha kolay olduğu için. Tam tersi de mümkün gerçi. Neyse, öğretmen bir şeyler anlatırken arka sıralardan bir kız sisteme karşı bir şey söylüyor, tam o sırada Jason Dill sınıfa giriyor. Bir heyecan dalgası tabii, sistemin gelinebilecek en üst düzeyinde yer alan adam gelmiş sınıfa. Kız, adama da laf atıyor tabii. Dediği şu: "Direktör Dill, bir makine size ne yapacağınızı söylediği için kendinizden utanmıyor musunuz?" (s. 18) Afdsf, çıkışa gel. Sonra gerisi geliyor, işte bir makinenin insanlardan daha iyi olduğuna gerçekten inanıyor musunuz falan. Sonradan anlaşılıyor ki kız, Marion Fields, Peder Fields'ın kızı. Jason Dill kızı alıyor, Birlik binasına götürüyor. İşte tatlı sorular, baban nerdeler, bilmem ne. Lakin kız o evreyi çoktan aşmış, laf üstüne laf sokuyor. Şu dediğine gel, aynını Stalin'e veya herhangi bir lidere uygula. Liderlerin topu yerin dibine batsın, kendileri öyle olmasını istemese de ilahlaştırılırlar ve insanları kör ederler. Bunların hepsini Gündüz Vassaf'ın kitaplarını yazarken söyleyeceğim. Lan ne diyorum ben. Heh, kızın dediği: "'Televizyonda göründüğünüzden daha kısa boylu olduğunuzu biliyor musunuz?' diye sordu. 'Bunu bilerek mi yapıyorlar? İnsanları etkilemek için mi sizi daha iri göstermeye çalışıyorlar?'" (s. 25) Bunun ardından iki taraf da birbirine paranoyak diyor, ikna çabaları, bir şeyler. Ardından Dill'ı Vulcan 2'nin ve Vulcan 3'ün yanında görüyoruz, Vulcan 2'ye veri giriyor. Buna da geleceğiz ayrıca. O sırada kendisini izleyen ve giderek uzaklaşan bir çift göz görüyor. Bir uçak mı, bir kuş mu, hayır, o süpergöz. Ne olduğu belli değil. Dill korkuyor.

Barris Kuzey Afrika'da radyasyondan etkilenmeyen bir alandaki Bayan Pitt'i ziyarete gidiyor. Bayan Pitt'e göre İyileştiriciler örgüte sızmış, kocası onlar tarafından öldürülmüş. Bir dünya düşmanı varmış adamın, ayağını kaydırmak istiyorlarmış falan. Kadın, Barris'i kovuyor. Barris de o oluşumun içinde yer alıyor olabilir. Kimse kimseye güvenemiyor. Ortam paranoid başlı başına. Barris, Bayan Pitt'in şüphelerini kimle paylaşabileceğini bilmiyor. Taubmann zaten doğal düşman. Dill da ayak kaydırabilir.

Vulcan 2'nin parçalarına bakıyoruz. Alet havaya uçmuş, biri patlatmış. Dill orada, tehlikeye daha önce hiç bu kadar yakından bakmamıştı. Birlik'i yıkmaya çalıştıklarını ve hedefe yaklaştıklarını düşünüyor. Kendisinin Vulcan 2'ye sorduğu sorular var, cevaplar cebinde. Bunlar daha sonra ortaya çıkacak. Barris'in Vulcan 3'e sorulması için gönderdiği soruları görüyor ve Barris'in geçmişini araştırmaya başlıyor. Bu sırada Agnes Parker, başlarda gördüğümüz öğretmen kadın öldürülüyor. Bir dünya olay, of of.

Barris, Dill'ın Vulcan 3'e veri yüklemediğini, soruların da sorulmadığını öğreniyor ve Dill'ın bir işler peşinde olduğunu düşünüyor haliyle. Cenevre'ye, Birlik'in merkezine gidiyor. Cenevre'ye ulaşınca Rachel Pitt'le karşılaşıyor, bir otele gidiyorlar ve burada Peder Fields çıkıyor ortaya. Barris'in kendisine katılmasını istiyor, Barris Fields'ı reddediyor. Görüşürlerken bulundukları yere uçan bir savaş aracı giriyor, bunları gebertmeye çalışıyor ama Fields, aleti parça pinçik ediyor. Dağılıyorlar, Barris buluşmadan bir süre sonra otele görevlileri gönderiyor ama bir şey bulamıyorlar. Başta onlara katılmayı düşünmüyor haliyle.

Bu esnada Dill'ın Vulcan 3'le iletişime geçtiğini görüyoruz. Vulcan 3, bir anlamda canlı bir bilgisayar. Sürekli bir uğraş halinde; toprağı kazıyor, mekanik sesler çıkartıyor, bir şeylerle uğraşıyor. Büyüklüğü bilinmiyor, ne halt ettiği bilinmiyor. Dill'a kızıyor, onu görüyoruz. Kendisine yeterince bilgi verilmediğini, bir kriz öngördüğünü ve toplumun alt katmanlarının harekete geçtiğini söylüyor. Burada toplumsal bir yönün incelemesi var. Makineye göre toplumun alt kademeleri, yaşamsal gereksinimlerden çok iktidar ister, harekete geçmeleri içinse bir lider yeterlidir. Evet.

Bu kadarını anlatayım, gerisi özet olsun. Dill, Vulcan 2'den aldığı bilgileri Barris'le paylaşıyor. Vulcan 2'ye göre protest hareketler direkt Vulcan 3'e yönelik olduğu için Vulcan 3'ün bu olaylardan bir süre haberinin olmaması daha iyiymiş. Neden böyle olduğu ortaya çıkıyor zaten, bütün o gürültüler, bütün o genişlemeler, şamatalar falan, meğerse Vulcan 3 kendisine bir ordu yapıyormuş, tehlikede olduğunu eksik bilgilendirmeye rağmen düşünebilmiş. Sonrasında iki ana cephe oluşacak; bir yanda ister istemez İyileştiricilerle birlikte hareket eden Dill ve Barris, bir yanda Birlik'in adamlarıyla birlikte kendini savunan Vulcan 3. Sistem sisteme karşı.

Böyle bir şahane roman. Gelişine vurulsun, kaçırılmasın.

Kemal Tahir - Yorgun Savaşçı

Tarihimizi biliyoruz. Vatanın elden gideceğini gören Türk insanı, bütün imkanlarını, hatta canını bile ortaya koyarak Kurtuluş Savaşı'nı kazandı. Özakman'ın muazzam eserlerinde bunun örneklerini görürüz. Resmi tarihte durum böyledir. Gerçekten topyekün bir isyandı bu, köylü her şeyini verdi. Şahlandık, on numaraydık. Ya. İşte böyleydi. Şimdi bunların hepsini siktir edin, unutun. Gerçekte ne olduğuna bakalım.

Bende bunun Bilgi'den çıkmış 4. baskısı var, kapağı süper. Önde elinde silah, çökmüş bir asker. Arkada bir sürü asker. Sadece yüzleri var. Diğer kapaklara baktım, bazısında kadınla erkek var, sarılmalı resim. Bazısı daha da tırto. En güzeli benim kapak ama onun da resmini bulamadım. Bununla idare.

Kitap üç bölüm, ilk bölümün adı Von Kres Paşa'nın Dürbünü. Cehennem Topçu'yla başlıyoruz. Cemil, Almanya'da balistik eğitimi falan almış bir topçu yüzbaşıdır. Lakabı Cehennem, çok deli topçu. Büyük savaşta cepheden cepheye koşmuş, onca koşturmaya rağmen zafer yüzü görmemiş, haliyle yorulmuş bir savaşçı. Ucunda zafer olan savaşta ne kadar çabalarsanız çabalayın, pek yorulmazsınız. Ödülünüzü alırsınız çünkü. Bu öyle değil. Cemil, yenilmiş bir savaşçı. Balkan Harbi'nde ölen dostu Nazmi'nin kaynanasında kalıyor. Nazmi'nin eşi Neriman'la sevgililer, bu yüzden Nazmi'nin fotoğrafının önünden geçerlerken başları eğiliyor. Zamanı şuradan çıkartırız: "(...) On yıl geçti 31 Mart'tan bu yana... Nazmi rahmetli, yirmi ikisindeydi 31 Mart'ta... Demek ben de yirmi üçümdeymişim..." (s. 8) 31 Mart Vakası 1909'da gerçekleştiğine göre demek ki yıl 1919. Mevsim kış olduğunu göre Ocak veya sonrası.

Neriman'la Cemil konuşuyorlar, bu sırada Von Kres Paşa'nın armağanı dürbünden bahsediyorlar. Ardından silah sesleri duyuluyor. Bir süre önce Bekirağa Bölüğü'nden kaçırılan Doktor Çerkez Reşit Bey, Cemil'in bulunduğu eve doğru koşuyor ama polislere yakalanacağını anlayınca ağzına silahı sokup ateşliyor. Cemil'in olaylardan haberi yok, adamın eve geleceğini zaten bilmiyor.

Adam öldükten sonra Neriman'ın oğlu Enver geliyor. Şimdi roman İttihatçılarla alakalı olduğu için bu noktadan sonra dikkatle okuyoruz. Enver'in adı Enver Paşa'dan geliyor haliyle. Dolayısıyla Nazmi'nin ve Cemil'in İttihatçı olduğu anlaşılıyor. Bir de ince bir ironi var şurada, halkın İttihatçılara yaklaşımını Enver'in ağzından dinliyoruz: "(...) Ben biliyorum, kurşun bunlar... Tabanca kurşunu... Sen bunlardan attın mı hiç savaşta gavurlara Cemil dayı?... Hiç İttihatçı öldürdün mü sen?" (s. 15)

Ya, 10 yılda işler böyle tersine döner işte. Ben birazcık anlatayım hadiseyi. 1908'de İttihat ve Terakki II. Meşrutiyet'le padişahı tahttan indirip başa geçiyor ama öncesinde ne bir kadro, ne bir plan, ne bir şey. Hiçbir hazırlık yok, başa geçince her şeyin tıkır tıkır yolunda gideceği düşünülmüş. Orduda bir ayıklama var, okullu subaylar el üstünde tutuluyor ki İttihatçıların temeli zaten bu okullu subaylar. Ordular lağvediliyor, yönetimde ayrıştırma hakim, kadroculuk anlayışı çok yanlış bir şekilde zuhur ediyor. Türk mantığıyla tepeden inme yapılan büyük değişime elbette karşı çıkanlar olacak, 31 Mart Vakası dediğimiz büyük ayaklanma başlıyor, İstanbul'da katliam yaşanıyor neredeyse, başlar kesiliyor, evler yakılıyor. Ardından Selanik'ten Hareket Ordusu geliyor, kurmay başkanı Mustafa Kemal. Ayaklanma bastırılıyor. Ardından Balkan Savaşları geliyor, ordu boku yiyor, çünkü Balkanlardaki ordu dağıtılmıştı. Edirne bile elden gidiyor bir ara, gerizekalı Balkan devletleri birbirine girmese orayı da geri alamayacağız. Alıyoruz bir şekilde ama Balkanlardan kelimenin tam anlamıyla götümüze tekme yiyerek atılıyoruz. Zaten iki sene sonra da I. Dünya Savaşı başlıyor, boku hamuduyla yiyoruz çok affedersiniz. Bu noktada Alman hayranı Enver'in girişimleri bir yana, bir de oldu bitti var zannediyorum. Rus limanlarını bombalayan gemilerin denize açılmasından ne Enver'in, ne Talat'ın haberi varmış. Alman hayranlığında son nokta; iteklene iteklene savaşa sokuluyoruz. II. Dünya Savaşı'ndaki politikayla savaşa girmemeyi başarabileceğimiz söyleniyor, belki de mümkündü, evet. Lakin kaybedilen toprakların peşinde koşan birkaç hayalperest düşünün, işte sonuç.

Bu, işin bir yüzü. Diğer yüzünde II. Abdülhamit'in baskıcı yönetiminden kurtulan yazarlar, sanatçılar ve daha iyi bir memleket için savaşan yüce gönüllü askerler var. Bunlardan bazıları İttihatçılar başa geçince haliyle çok seviniyorlar ama cemiyetin uyguladıkları politikayı görünce geri adım atıyorlar haliyle, hayal ettikleri öyle bir şey değildi çünkü. Ne onca savaş, ne de açlık vardı umulanlar arasında. Bazıları eleştirmeye başlıyor ve umudu kesiyor, bazıları umutlarını sonuna kadar koruyup desteğe devam ediyor. Romanda her iki gruptan insanı göreceğiz. Cemil'i ben ikinci gruba koyuyorum ama bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünmeyecek kadar hayalperest olduğunu söylemeyeceğim. Tam aksi.

Roman uzun, ana noktalar da uzun. Ben bunların hepsini alacağım, almadığım zaman yemek yapmışım da tuz dökmemişim gibi hissediyorum. Cemil'in cemiyete girişi ve gerisi şöyle:

"Kendisini İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne Patriyot Ömer sokmuştu.Yıl 1906... Manastır'da, yağmurlu bir gece, yola çıkmışlardı. Bir köşebaşında, Patriyot özür dileyerek gözlerini bağladı, elinden tutup çamurlu sokaklardan geçirdi, bir kapıyı üç kere çaldı. İçerden üç kere 'Muin', üç kere 'Hilâl' dediler. Patriyot üç kere 'Hilâl', bir kere 'Muin' diyerek karşılık verdi. Gözlerindeki bağ alındığı zaman, karşısında kızıl cüppeli, kara maskeli üç kişi, ortada bir masa, masada bir tabancayla bir kitap vardı. Tanıdık bir sesin - Eyüp Sabri'nin sesi... 'Cemiyete girmek için iyice düşündünüz mü? Hâlâ kararlı mısınız?' sorusuna, 'Evet,' demiş, 'Yasaları tutmayan idam olur,' sözüne, 'Peki,' diye karşılık vermişti. Yemin etti. Böylece ölüme söz vermiş, karşılığında 9-2 numarayı almış oldu.

Bu yolun ucu, kötüsü gelirse, belki de ölene kadar sürecek Fizan, Taif, Yemen sürgünlerine bağlıydı. Bu yola girenler Padişah damatlıklarını , en büyük başkentlerdeki ataşemiliterlikleri, müşir paşalıkları peşin peşin tepmiş oluyordu. Kazanırlarsa hürriyete kavuşacaklardı. Neydi bu hürriyet? Herkesin dilediğini yapması... Nasıl uyuşur askerliğin sıkı düzeniyle peki?... Bunu bile düşünmeye vakit kalmadan, akıl almayacak kadar kısa zamanda, iki yıl sonra, akıl almayacak kadar kolaylıkla, birkaç telgraf çekilerek kazanıldı hürriyet... -Cemil duvardaki resme daldı bir zaman...- Tuna'dan Basra'ya, Sinop'tan Trablus'a uzanan koca imparatorluğun gerçekten sahibi oluverdiklerini anlayamadan öldü Nazmi, yirmi altı yaşında, çevrilmiş Edirne şehrini savunurken... Aç, hasta, umutsuz...

Fotoğraftaki Nazmi hep böyle kederle gülümsüyordu, oğlunun kendisine 'İttihatçı gavuru' dediğini duymuş gibi..." (s. 16-17)

Ya, böyle tepetaklak oldu her şey.

İntihardan sonra eve Teğmen Faruk geliyor, kendisini romanın ilerleyen bölümlerinde de sıklıkla göreceğiz. Teğmen, Reşit Bey'i Patriyot'un gönderdiğini söylüyor ama dediğim gibi, Cemil'in hadiseden haberi yok. İstanbul'da adamı saklayacak tek bir yer bile bulunamamış, bu da ne kadar büyük bir sıkıntıda bulunduklarını gösteriyor.

Cemil, durumu konuşmak üzere arkadaşı Arap Maksut'un mekanına gidiyor. Bekirağa Bölüğü'ndeki jurnal kurbanlarından bahsediyorlar, yalnız kaldıklarından bahsediyorlar fakat en önemlisi, Patriyot'un yakalanmaktan kıl payı kurtulması var. Patriyot, baskın olacağını pek geç öğreniyor ve yan binadaki bir dükkana galiba, işte saklanıyor oraya. Oradan çıkarmak için bir kadın lazım, dükkana girecek ve Patriyot kadın kılığındayken oradan çıkacaklar.

Bu ikisi konuşurlarken Maksut, nasıl yenildiklerine anlam veremeyişini anlatıyor. Cemil'in cevabı ibretlik:

"Savaş, yalnız yürek işi değil de ondan (yenildik) galiba... Biz, Kanala suyu tulumlarla develerin sırtında götürdük! Topları, elli adımda bir, geriden alıp ileriye koyduğumuz kalasların üstünde sürükledik. Onlar Gazze önüne kadar su boruları döşediler belim kalınlığında... Toplarını trenlere koyup getirdiler. Gazze'de bizi ne topçu yendi, ne atlı birlikler, ne sayı üstünlüğü... Bizim cepheyi, su borusuyla tren borusu çökertti, boğa yılanları gibi kafalarını vura vura..." (s. 70-71)

Bir de Doktor Münür hadisesi var. Bu adam Reşit Bey'i saklamayı reddediyor ama iki arkadaş bu adamın Caddebostan'daki köşküne gittikleri zaman Halil Paşa'yı görüyorlar orada. Halil Paşa, Enver Paşa'nın amcası, deli gibi aranıyor ve bu köşkte saklanıyor. Maksut, satış koyabileceğini düşündüğü Münür'den çekinmesine rağmen Halil Paşa'nın orada olmasını anlayamıyor bir türlü. Burada Münür'ü bir çeşit Tom Bombadil olarak düşüneceğiz. Ya da Kemal Tahir'in kendisi olarak. Bir zaman bizimkilerin karşı saflarında yer almış, lakin artık elini eteğini çekmiş bazı işlerden. Uzaktan bakıp yorum yapıyor, tahlil yapıyor, konuşuyor, çözümlüyor. Böyle bir adam. İttihat ve Terakki'nin kurucu beşlisinden biri, fakat olaylar daha en başta boka sarınca cemiyetten ayrılıyor ve cemiyetin hatalarını bir suç olarak değerlendiriyor, kuruculardan arkadaşı Reşit Bey'i saklamaması da bu yüzden.

Münür, Patriyot'u saklayacağını söyleyince iş kaçırmaya kalıyor, Cemil'in aklına Neriman geliyor tabii. Neriman'ı ikna ediyor, katakulliyi kuruyor ve harbiden de kaçırıyorlar adamı ama oranın yerlisi bir bakkal jurnalin kolunu kırmak zorunda kalıyor Cemil. O bakkal da birinin akrabasıymış, dolayısıyla Cemil'in evini basıyorlar. Cemil kaçıyor, o da Münür'ün mekanında saklanmak zorunda kalıyor.

Neriman Patriyot'u kaçırma işi üstündeyken Cemil'in düşündüklerine bakalım: "(...) 'Ne zamandan beri, bilerek, bizi buraya doğru sürdüler! Olur mu böyle iş?.. Milletin kendilerine körü körüne güvenmesinden böyle faydalanmak... Bu kadar acımadan... Bu kadar kolayca...' Duraladı. 'Biz de kızı... Bize güvenmesinden faydalanarak sürmedik mi, bu işe?..'" (s. 101) Yönetilmek böyle bir şey ağalar, istediğiniz şekilde yönetildiğinize inandırılırsınız ve sonunda bakmışsınız ki olmak istediğiniz yer uzaklardan size el sallıyor.

Caddebostan'daki mekanda Cemil'in Kanal Cephesi anılarını görüyoruz. Alman generallerin yanlış kararları, Osmanlı askerinin bozgunu. Bu tarz şeyler. Benzer olayları Falih Rıfkı Atay'ın Zeytindağı adlı kitabında ayrıntılarıyla bulabilirsiniz. Çok sıkıntılı bir cephe, savaşın kaybedileceği ortada olmasına rağmen hem çöle, hem de düşmana karşı savaşılıyor. Düşman demeye de dilim varmıyor, daha farklı adlandırılmalı ama teknik olarak düşman.

Romandaki tüm karakterlerin kurmaca olmadığını söylemem lazım. Bahsi geçen Halil Paşa şu: http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=halil+kut

Kendisi Mustafa Kemal'i ya Selanik'te, ya Manastır'da az daha vuracak olan adam, çünkü Mustafa Kemal'le Enver Paşa anlaşamıyorlar. Mustafa Kemal, ordunun siyasetten çekilmesi gerektiğini söylüyor ama Halil Paşa'ya göre ister kışlada, ister mecliste, ordu her zaman etkin bir güçtür ve orduyu elinde tutan güçlüdür. Dolayısıyla orduya ihtiyaç olduğu için Mustafa Kemal az daha vurulacakmış. Patriyot da oradaymış hatta. Patriyot zannediyorum kurgusal bir karakter. Halil Paşa daha sonra Anadolu'daki harekete katılacak, Mustafa Kemal'in yanında yer alacak. Hatta yine Falih Rıfkı'ya göre o günleri konuşmuşlar mecliste, aralarında bir husumet yokmuş haliyle.

Bu saklanma günlerinde daha çok dört adamın siyasi olaylara ilişkin görüşleri var. Münür, Abdülhamit'i indirip iktidar olmayı halkın isteyip istemediğini soruyor, elbette halkın bir şeyden haberi yok. Ele bir fırsat geçtiğini ve bu fırsatın değerlendirildiğini, her şeyin bundan ibaret olduğunu söylüyor. Tepeden inme bir özgürlük. Halk adına yapılmış. Söylenen bu. Şimdi bu nokta çok önemli. Halka özgürlüğün geleceğini söylüyorsunuz, sonra savaş üstüne savaş, ölüm üstüne ölüm. Bunun bir de tepkisi olacak, onu da resmi tarihten öğreneceğiz. Hehe, şaka lan. Oğlum bak, en basitinden şöyle düşün. Halk bütün kaynaklarıyla Anadolu Hareketi'ni desteklediyse Tekâlif-i Milliye gibi bir kanun neden çıkarıldı? Ben söyleyeyim; halkın beş kuruş vermeye niyeti yoktu, çünkü tek bir savaş daha istenmiyordu. Terakki öncesini de alın, savaşlarla sınanmış bir milletten ne kadar özverili davranmasını bekleyebilirsiniz? Hele hele son birkaç savaşa girmeye sebep olan İttihatçıların başlattığı düşünülen bir "özgürlük" savaşına karşı? Valla bir şey diyeyim mi, ipten dönmüşüz arkadaş. Anadolu'nun on parçaya bölünmesine, Türklerin çük kadar yerde yaşamasına ramak kalmış. Neyse lan, göreceğiz bunları zaten.

Halil Paşa'dan bir itiraf, nerede çuvallandığına dair:

"Kadronun gerekli olduğuna kısa zamanda inandık ama yetiştirmeye vakit bulamadık. Ben bu kadro meselesini de çok düşündüm Doktor! İnkılâpların ilk kadroları, inkılâplardan çok önce hazırlanıyor. Biz bunu yapamadık. Belki inkılâptan sonra da hazırlanır, ama biz buna da zaman bulamadık. Dünyanın en amansız fırtınası içinde gemi her an kaynamak üzereydi." (s. 152)

Yine Halil Paşa'nın Ziya Gökalp hakkında söyledikleri... "Her sözüne Kuran emri gibi inanıyorduk." (s. 153) Ziya Gökalp, Türk milleti, İslam ümmeti, muasır medeniyet seviyesi kavramlarını bir araya getirip Voltron'u oluşturmaya çalışmış fikir adamımız. Lakin kendisinin ortaya attığı fikirler dahi daha tam olgunlaşmamıştı, zaten o fikirleri değerlendirecek kadro yoksunluğu da ortada. Yeni hayat, yeni siyaset, yeni ekonomi, yeni bok, yeni püsür. Kendisinin fikirleridir ve fikir olarak kalmışlardır, zira zaman yoktu bunları uygulayacak. 9 yıl, 8 ay, 12 gün süren bir iktidar var. Yüzyılların sıkıntıları ve güçlenen bir dünya için bir hiç. Bu durumda İttihat ve Terakki'nin ne kadar suçlanacağı, ne kadar suçlanmayacağı kişiye kalmış. Yine de iyi niyetle başlanmış bir hareket olsa da yanlış yöntemlerin uygulandığı kesin, bilinçsiz veya bilinçli olarak.

Evde bol bol satranç oynanıyor, yine bir satranç fasılası. Bu bölümde öğreniyoruz ki Mim Mim Grubu kurulmuş, Müdafaa-i Hukuk yapılanması başlamış, Kazım Karabekir Erzurum'a gitmiş, Mustafa Kemal'in Anadolu'da Enver Paşa'yla birleşmesi umuluyor. Bunu uman Halil Paşa. Enver'de ve Nuri Paşa'da deli ordu varmış, güç birleşimi yapılacakmış da tekrar iktidar olunca eski hatalar tekrarlanmayacakmış. Vay arkadaş. Burada bir de vatan-devlet ilişkisi irdeleniyor, orası da süper. Halil Paşa Bağdat'a yerleşen, Mezopotamya'nın uygarlıklarının izini sürmek için kazılar yapan Doktor Karlos adlı bir zatla konuşurken mülkiyet kavramı üstünde duruyor. Karlos diyor ki sizde feodalite gibi bir kurum yok, hiç olmadı. Topraklarınız çorak, çorak olmayanları da iyi değerlendirmemişsiniz. Sizde her şey devletçilikten ibarettir. Dolayısıyla devletin vatana talancılık yapması mümkün değildir, vatan zaten devletin bir uzantısıdır. Bu sebeple mülkiyet kavramından bahsedilemez. Böyle diyor Karlos. Şimdi müsadere hadisesine bakalım. Karlos'a göre müsadere, devletin uzun vadede kiraladığı mülkleri, toprakları geri almasıdır, çünkü her şey devlete aittir. II. Mahmut kaldırıyordu galiba müsadere sistemini, devletin yaşına göre hesaplarsak ölüme yakın bir zamanda. Anca o zaman kalkıyor işte.

Cemil Neriman'la gizlice evleniyor bu saklanma günlerinde, Caddebostan'a döndüğünde görüyor ki mekan basılmış, Patriyot'u, Paşa'yı falan hep götürüyorlar. Buradan Cemil'in çok ballı bir insan olduğunu anlıyoruz. "1919 yılının 15 mayısında, güneşli bir perşembe günü, dünya üstünde gidecek hiçbir yeri, başvuracak hiç kimsesi, yapacak hiçbir işi olmamanın ölüme benzeyen yalnızlığını bir daha duydu." (s. 203) Gülhane Parkı'na giden Cemil, orada iki erkek çocukla karşılaşıyor. Okuldan kaçmışlar, oralarda dolanıyorlar. Bir tanesi para karşılığında erkeklerle birlikte oluyor. Varın hesap edin halkın vaziyetini. Bunlar hep tez güçlendirici örnekler, savaş sırasında halkın yaklaşımının temellendiği noktalar. Sonra Sultanahmet'e geçen ve oradaki eski bir dostun evinde kalan Cemil, arkadaşının çağırdığı kadınlardan birini görünce kadını bir yerlerden tanıdığını düşünüyor. Anlaşılıyor ki parktaki çocuğun annesiymiş meğer. Ya.

Tarabya'da bir asker bakımevi gibi bir yer var, oraya gidiyor Cemil, farklı bir adla. Orada da Naci Bey ve Teğmen Selim var. Bu bölümde Kafkas Cephesi'ni ayrıntılarıyla görüyoruz. Romanda karşılaştığımız her bir askerin farklı cephelerle ilgili anlattıkları, cephelerdeki benzer sıkıntıları ve halkın tutumunu ortaya koyuyor. Teğmen Selim, Enver Paşa'ya gönülden bağlı ve Kafkas Cephesi'nde Enver Paşa'nın hatalı olduğunu hiç düşünmüyor. Körü körüne bağlılık. En tehlikelisidir, başkalarının kuklası olursunuz.

Buradan sonrası ikinci bölüm, Karanlığın Dibinde. Cemil, bakımevinde tanıştığı İsmail Bey vasıtasıyla Anadolu'ya geçiyor, Bekir Sami Bey'le Bandırma'da tanışıyor. Bekir Sami'ye şuradan bakabilirsiniz: http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=bekir+sami+kunduh

Anadolu'da o sırada Çerkez Ethem var, ağabey Çerkez Reşit var, Ege'ye doğru efeler var. Hepsi çeteci, düzenli orduya geçilirken çıkan hadiseleri bir yana bırakırsak bu adamlara ihtiyaç var, elde olan tek kuvvet bunlar çünkü. Olumsuz bir yaklaşımım yok, bize lisede öğretilen bilgilere bakıldığı zaman bunların düşman olduğu, Mustafa Kemal'le savaştığı söylenir. Bu kadar, ötesini bilmeyiz. Bir Topal Osman'ı bilmeyiz mesela. Neden? Çünkü bu ülke kokuşmuş arkadaş, tarihi bile kokuşmuş. Herkes bir şeylerden korkuyor, herkes bir şeyleri örtmeye çalışıyor. Neyse, Cemil'in Selahattin adlı bir arkadaşıyla diyaloğu, büyük savaş öncesinin bir özeti. Cemil söylüyor önce:

"'İzmir'i kurtarmak için Samsun'a çıkmak bana biraz sapa geliyor. Mustafa Kemal, kestirmesi bu demişse bence yanılmış... Hüner gösterecek adam ya İstanbul'da kalırdı, ya da senin Albayın yerine buraya gelirdi. -Şaka eden bir çocuk gibi yürekten güldü.- Ben konuşuyorum, sen de avanak avanak dinliyorsun!.. Bizim o kadarına aklımız mı erer? Belki İzmir'e giden en kestirme yol, Samsun'dan geçiyordur. Şimdi bunu bırakalım da, burada ne yapacağız onu anlayalım!..'

'Genel durum şu: Millet savaştan yılgın... Vuruşalım demiyor musun, anasına sövmüşsün gibi sırtarıyor!... Yedek subaylardan yarısı evlerine kapanmış, yarısı ekmek parası derdine düşmüş... Bizimkilerin çoğu hasta, sakat... Sağlamları daha yenilginin şaşkınlığından kurtulamadı. Kala kala... Bir avuç senin gibi bizim aklımız ermez diyen subayla gözü budaktan sakınmaz deli aydın kaldı. Gerisi asker kaçağı, çapulcu, kısacası: eşkıya dediğimiz rezil sürüsü...'" (s. 280)

İttihatçıların yarısı kendini suçlu hissettiği için Anadolu'ya gelmiyor, diğer yarısı da halk tarafından sevilmediği için pasifize oluyor ister istemez. Dendiği gibi, bir avuç insanla yapılacak ne yapılacaksa. Zaten sonrası hacı takımıyla çekişmeler, çetecilerle iş yürütmeye çalışmalar, açlık, sonsuz bir çaba. Büyük savaşlara kadar gelmiyor roman, Kuva-yı Milliye'nin kuruluş sancıları ve silah bulma sıkıntısıyla geçen günlerde bir avuç insanın rüzgarda kum tanesi misali savrulmalarını izliyoruz. Mustafa Kemal'le telgraf vasıtasıyla konuşulduğu bölümlerde insan bir garip oluyor, bir asker oluyoruz ve öyle ya da böyle, efsane olan bir komutanın sözlerinden bir şeyler çıkarmaya çalışıyoruz.

Üç gündür yazmaya uğraşıyorum, yeter. Parıltılı bir dirilişi değil, sıkıntılar içindeki bir mücadeleyi gerçekçi bir biçimde anlatır Kemal Tahir. O yıllara bir de buradan bakmak lazım. Okunursa süper.

Şu şarkıyla da bitiriyorum. İyi künne.