Bunun filmi de varmış, ben bilmiyorum. Kevın Kostır oynamış. Muhtemelen izlemem.
Bir post apokaliptik dönemdeyiz. Ben böyle dönemleri pek severim. Saçma sapan kahramanlıklar işlenmemişse ve en ince detaylarına kadar incelenen bir dünya yaratılmışsa of, kral. Bu da kral. Bunda şöyle bir olay var, biraz tefrika mantığıyla yazılmış bu. Brin, yazdığı bölümleri bir dergide yayımlamış, sonra onlar üç kitap halinde basılmış. Birbirinden tamamen kopuk olmayan, lakin tam bir bütünlük de oluşturmayan kurgu zamanlar var, Dede Korkut'un hikâyelerine benzer ama öyle büyük bir kopukluk yok.
Gordon Krantz namlı kardeşimizin başından geçenler. Dayımız otuzlarının sonunda. Çetelerden kaçarak yaşamını sürdürüyor. Kıyamet savaşları falan sırasında canlı kalanlardan, o zamanın hükümetten geriye kalan yönetim organında asker olarak yer almış, çetelerle savaşmış derken arkadaşları öldürülmüş, bu da vurmuş kendini yollara. Başta bunun soyulduğunu görüyoruz. Bir çete geliyor, bunun eşyalarını düdüklüyor. Bu yapmayın etmeyin falan diyor işte, dalgaya alınıyor. Çete uzaklaşınca peşlerine düşüyor, bu sırada düşünüyor. Neydik, ne olduk gibisi.
"(...) Ve her halükârda, eğer mutlaka bir cesede dönüşecekse, piçlerden en az birkaç tanesini de beraberinde götürerek dağları bir sonraki yolcu için daha güvenli bir hale getirebilirdi.
Yine de, çatışmaya doğru yaklaştıkça, bu noktaya varmayı içten içe istemediğini de fark ediyordu. Bu adamların hiçbirini öldürmeyi gerçekten arzu etmiyordu.
Barışı ve çoktan ölmüş bir ulusun bir parçasını Teğmen Van'ın küçük mangasıyla birlikte korumaya çalıştığı günlerde de böyle olmuştu.
Daha sonra ise bir ozanın, gezgin bir oyuncu ve işçinin yaşam tarzını benimsemişti - kısmen hareket etmeyi sürdürmek, bir yerlerde bir ışık bulabilmek umuduyla." (s. 25)
Tam olarak böyle bir insan. Yaşadığı onca olaya, katliamlara, çatışmalara rağmen ruhunu kaybetmemiş, katılaşmamış bir insan. Oradan oraya gidip şarkı söylüyor, masallar anlatıyor ve daha birçok şey yapıyor. Mesela tanıdığı herkesin ve bildiği küçük, sevimli dünyanın yok olduğunu, daha 18'indeyken parçalara ayrıldığını, paranoyanın ve depresyonun bu yeni dünyada doruğa ulaştığını düşünüyor. Yine de durmuyor, vazgeçmiyor ve bildiği en iyi şeyi yapıyor; yürüyor.
Adamları takip ederken gözüne bir parıltı çarpıyor, uzaklarda bir bina var. Lan zaten gebertmeyecektim diyerek bu binaya gidiyor. Binanın önünde bir cip var. Bizimki cipe gidiyor ve kaderiyle karşılaşıyor: Ölü bir adam, mektupla dolu torbalar. Bir de viskiyle dolu bir içki tenekesi. Bu noktadan sonra olaylara bodoslamadan dalıyoruz.
İlk olarak bir kasabaya gidiyor Gordon, burada Hamlet mi, Othello mu, bir şey oynuyor. Oyunculuktan hiç anlamaz ama kıvırıyor bir şekilde, sonuçta yemek yemesi lazım yaşayabilmek için. Bok gibi oynuyor ama tutuyorlar bunu, zira sanata benzer bir şey yıllardır görülmemiş. Yemek veriyorlar, hatta bir kız bununla sevişiyor, çünkü atom savaşlarında radyasyonik bir şeylerden ötürü erkeklerin üreme organları hacamat olmuş, Gordon'a zarar gelmemiş. Kız evli mi, nişanlı mı, öyle bir şey. Nişanlısı da orada üstelik. Böyle bir dünya. Neyse, yiyip içiyor ve yollara düşüyor yine. Kasabanın ileri gelenlerinden biri aslında postacı olmadığını tahmin ettiğini söylüyor ama onay da beklemiyor, zira Gordon kasabaya umut getiriyor ve umut, neredeyse yiyecek kadar değerli bir şey.
Dünyanın ayvayı yemesiyle ilgili bir bölüm, olanları anlayak:
"Çok uzun bir süredir korku saçmış olan atom bombalarına gelince: Slav Dirilişi kendi içinden çöküp beklenmedik bir zafer ilan edilmezden önce sadece küçük bir kısmı kullanılmıştı. O elli altmış bomba da (ohaa, çok küçükmüş yazar kardeş) Üç Yıllık Kış'ı başlatmaya yetmişti, ama insanoğlunu da dinozorların peşi sıra gönderecek Yüz Yıllık Gece'ye değil. Birkaç hafta boyunca gezegen mucizevi biçimde kurtulmuş gibi görünüyordu.
Ama bu görünüşteydi yalnızca. Ve gerçekten de belalar bir araya geldiklerinde bile -birkaç bomba, biraz mikrop ve üç adet kötü hasat- büyük bir ulusu ve onunla birlikte bir dünyayı mahvetmeye yetmezdi.
Ama ortada bir başka hastalık, içten içe kemiren bir kanser daha vardı.
Sonsuza dek cehennemde yanasın, Nathan Holn, diye düşündü Gordon. Karanlık bir kıtanın bir ucundan diğerine sıklıkla yinelenen bir beddua olmuştu bu." (s. 34)
Demek ki bombalar patladı, panik ortamında insanlar aç kaldı, hasat iyi olmadı ve kıtlık doruk noktaya ulaştı, çöken sağlık sistemiyle birlikte sağlık da dibi boyladı. Ardından Nathan Holn adlı şahıs ortaya çıktı ki gücün olmadığı bir ortamda kendi gücünü yaratarak insanları ezen bir diktatör oldu. Bu adamdan korunmak için feodalite hortladı ama bazı kentlerde de mini demokrasiler kuruldu. Bir şekilde insanlar kendilerini bu adamdan korumaya çalıştılar, savaştılar ve hayatta kaldılar. Yine de Holnistler korkulacak kadar güçlüydü.
Gordon bir kasabaya geliyor ve ayrıldığı kasabadaki bir adamdan aldığı mektubu bu kasabadaki bir kadına veriyor. Postacılık olayı böyle başlıyor. Ardından başka bir kasabada bir süper bilgisayar buluyor, meğer o bilgisayarın içinde bir adam varmış da insanları bu adam yönlendiriyormuş. Poe'nun da bir hikâyesinde işlediği Mekanik Türk'e benzer bir olay. Sonrasında başka bir kasaba, feministler, Holnistlerin mutasyona uğratılmış süper askerleri falan derken olaylar bir sürü.
Pek fazla olmasa da toplumun bir felaket karşısında nasıl değiştiğinin incelendiği bölümler var. Köpek dövüşleri düzenleniyor mesela insanlar eğlensin diye ki bunu yapanlar zamanın profesörleri, bilmem neleri. Çevreci çevreci insanlar. Sonrasında bizim Kurtuluş Savaşı ortamının Türk köylüsü gibi insanlar. Savaşlardan bıkmış, kadercilikle sonlarını bekleyen ve hiçbir şeye karışmayan insanlar. Sonlara doğru Holn'un Stalin'le, Hitler'le karşılaştırılması. Dünya tarihini bir kıyamet sonrası kurgusuna uyarlayın, romanda yer alan kişiler ve olaylar tam olarak bu.
Süper, kaçmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder