20 Mart 2013 Çarşamba

Hermann Hesse - Bir Büyücünün Çocukluğu

Bazen kitaplardan şarkılara yol olur. Stephen King'in Jim Croce'ye yönlendirmesi gibi. Güzelliği kes:



Yazdıklarını sevdiğimiz insanların müzik zevklerini de seveceğimizi düşünürüz. Çoğu zaman yanılmayız kariler, bu adamlar sanatlarını her şeyle yetkinleştirirler çünkü. Şarkı, manzara, televizyon izlerken denk gelinen bir buz pateni şeysi, ne olursa. Her şey küçük izler bırakıyor ve onları toparlıyorlar bir şekilde. Yaşamımızda, ilişkilerimizde geçmişten getirdiğimiz onca çok şey var ki. Küçük, fark edilmez izler. Şimdiden değil, yarından değil, geçmişten ibaret insan.

Kitaplardan şarkılara. Bazen, nadiren tersi de olur.


Buralar kişisel, kitap için direkt aşağı inin. Güzel bir sabah ve kendimi anlatacağım. İstanbul'da ortalama bir lisede ortalama bir öğrenci için müzikten başka kaçış yolu yoktur. Sınavı bir şekilde kazandık, kapağı attık bir yere. E-5 kenarı, rezalet. Bir klasik olarak ülkücü tayfa baskın yönetimde. Yapacağımız hiçbir şey yok, haliyle müzik imdada koşuyor böyle zamanlarda. Tonla grup saymayacağım, bir tek Steppenwolf diyeceğim. Merve dinletmişti. Youth Gone Wild'la Skid Row'u da o tanıtmıştı ama mevzu Steppenwolf. Nefis müzik. Teneffüslerde banklara oturup dinliyoruz, yandan arabalar geçiyor. Dünya bir şekilde dönüyor ama bizim için değil. Neyse, bir gün bu "Steppenwolf" ne ola ki derken Hermann Hesse'ya geldim. Bozkırkurdu'nu buldum, okudum. Deli etkiledi. Sonra okul bitti, üniversitede bir hocamız Siddhartha'yı okuttu. Bu da şahane. Ondan sonra bulduğum Hesse'ları almaya başladım. Bayağı bir topladığımı düşündüm geçen, ben de girişiverdim. Bundan sonra elimdekiler bitene kadar ağırlıklı olarak Hesse. Evek.

Hesse için insanı kendinden yola çıkarak arayan bir adam diyeceğim. Bazı bazı mistik, bazı bazı çocukluğun büyüsünü arayan, umudu veya umutsuzluğu, ya da daha doğru bir deyişle insana dair her şeyi olduğu gibi ortaya koymayıp önce kendince tartan bir dayımız. Aşırı zorlarsak fütürolog bile diyebiliriz. Hayatından bahsetmiyorum, direkt geçiyorum.

Hesse'nın hikâyeleri var bunda. Otobiyografi var, otobiyografik hikâye var falan. Karışık.

Avrupalı: Tanrı dünyanın boka sardığını gördü ve ikinci tufanını gönderdi. Bütün dünya sular altında kaldı, Avrupa dışında. Avrupalılar dev bir set ördü, başlarda her şey yolunda gitti ama durmadan yükselen su Avrupa'nın da sonunu getirdi. İmdada Nuh yetişti ve her kıtadan bir adam aldı, bir de bütün hayvanları. Hayvanlar ve insanlar gemide iş yapıyordu, bir işe yaramak iyi hissettirir. Neyse, Avrupalı camış gibi yatınca bununla konuştular. Avrupalı şöyle dedi: "Benim yeteneklerim sizinkilerden fazladır. Ben her şeyi görürüm, kendimce yorumlarım ve geleceğe yön veririm." Bütün karşı çıkmalara sadece bununla yanıt verdi, tam bir aptal gibi. Söyleyecek başka bir sözü yoktu.

Nuh'u hakem yaptılar ve Nuh şöyle dedi: "Sevgili çocuklar! Söylediklerinizde hem haklısınız, hem haksız. Ama siz daha sormadan, Tanrı sorunuzun yanıtını vermiş bulunuyor. Sizi haksız görmem elde değil, savaş ülkesinden gelen bu adam pek hoş bir konuk sayılmaz kuşkusuz. Bu gibi antikaların yeryüzünde ne işi var, bilmem. Ama bu tür insanları bir kez yaratan Tanrı neden böyle davrandığını biliyordur elbet. Hepimizin de bu beyaz adamların pek çok suçunu bağışlaması gerekir, zavallı dünyamızı bir kez daha mahvedip cezalandırılmasına yol açan bunlardır." (s. 15)

Çok kaderci, Nuh'tan fazlasını beklemek de olmaz. Neyse, sonuçta herkesin eşi var. Soylar devam edecek. Avrupalının eşi yok. Hikâye böyle bitse de ben gerisini getireyim; Avrupalı birinin eşine göz diker, hatta belki bütün eşleri alır. Çünkü bir Avrupalı, her zaman Avrupalıdır. Metaforik bir hikâyede mevzu böyle.

Kral Yu: Oğlum bu Çinli prensesler sadece Türkleri bok etmemişler.

Kral Yu'nun imparatorluğu şahane. Zenginlik, işte efendime söyleyeyim, bolluk. Böyle şeyler. Lakin akınlara açık bir bölgede. Önlem olarak bir yarışma düzenliyor kral, en iyi projeyi seçiyor: gözetleme kuleleri. Belli aralıklarla yapılan kulelerdeki çanlar çalınacak, teey uzaklardaki kulelere kadar haber gidecek ve kısa bir süre içinde bütün ordu merkezde toplanacak. Olay bu.

Prensesin olayı batırmasına geldi sıra. Prenses, en büyük çanı imparatora bir kere çaldırıyor. Binlerce asker geliyor şehre falan, sistem süper işliyor. Lakin düşman müşman yok. Askerler kıl oluyorlar. Düşmanlar harbiden gelince yine katakulli yapılıyor diye gitmiyorlar merkeze. İmparatorluk cort. Yalancı çoban olayı yani.

Kent: Mü-kem-mel bir hikâye, anlatmakla olmaz bu. Şehirlerin doğada beliren urlar olduğunu düşündünüz mü hiç? Bir şehrin hikâyesi bu. İki alıntı ve geçiyorum.

"Bir gün önce döşenen demiryolu hattı üzerinde insanla, kömürler, araç ve gereçle, yiyecekle dolup taşan ikinci trenin gelmesi üzerine: 'İşler iyi gidiyor!' diye sesini yükseltti mühendis." (s. 24)

"Tek bir taşının bile artık ortada görülmediği, yıkık saraylardan birinin üzerinde genç bir çam duruyordu, daha bir yıl önce dağdan aşağılara doğru büyüyen ormanın ilk habercisi ve öncüsü olmuştu. Ama onun da şimdiden genç ağaçlardan bir orman sarmıştı çevresini. 'İşler iyi gidiyor!' diye sesini yükseltti bir ağaçkakan gagasıyla bir ağacın gövdesini döverek ve büyüyen ormanı, yeryüzünde o canım yeşilin ilerlemesini memnun memnun izledi." (s. 30)

Ya söylemeden edemeyeceğim; tipik Şipal çevirisi. Son alıntının son cümlesine bakın; devriklik takıntısı, bitmeyen cümleler ve bu alıntıda olmasa da ta-daa: Devcileyin! Devcileyin bir big boss, bir bölüm sonu canavarı. Her okuduğunuzda aklınız metinden uzaklaşacak, Şipal adını iliklerinizde hissedeceksiniz. Öff.

Kuş: "Ne bir çakır kuşu, ne bir tavuk denebilirdi; ne baştankara, ne ağaçkakan, ne ispinozdu. Montagsdorf kuşuydu, o kadar. Başka hiçbir yerde benzeri de yoktu, bir kezliğine bir kuştu işte." (s. 31)

Naifliği, güzelliği kes. O kadar laf ettik ama genele bakınca Şipal güzel bir çevirmen amcamız.

Bu yarı efsanevi kuşumuzun vasıtasıyla acayip politikalarla ve değişen toplumla karşılaşıyoruz. Güzel.

Hasır Sepetin Masalı: Hesse'nın hayatından bir bölüm. Genç, tanınmamış bir heveslinin resim yapma çabası. Ünlü bir ressamın hayatını okuyor, bir sandalyenin resmini yapmaya çalışıyor. Sandalyeyle tartışıyorlar, adam yazar olma hayalleri kuruyor bu sefer. Sandalyeyse adama resimle ilgili bazı derin bilgileri veremediği için üzülüyor. Yanlış başlamış bir ilişki. Bu kadar.

Özyaşam Öyküsü: Heh, Hesse'nin çocukluğundan giriyoruz.

"(...) Yaradılıştan uysal, kuzu gibi istenilen yöne yöneltilecek biri olan ben, her türlü buyruğa karşı hele çocukluk yıllarında baş kaldırdım. 'Mecbursun' sözünü işitmeye göreyim, çileden çıkıyor, yapmam istenilen şeyi yapmamakta diretiyordum. Bu özelliğimin de okul yaşamımı hayli olumsuz yönde etkilediğini bilmem söylememe gerek var mı. Gerçi dünya tarihi denen o eğlenceli derste öğretmenlerimizin söylediklerine bakılırsa, her zaman dünyayı, geçmişten aktarılagelen yasalarla bağlarını koparıp kendi içlerindeki yasalara uygun davranan insanlar yönetip değiştirmişti ve bu insanların önünde saygıyla eğilmek gerekiyordu. Ancak, derste anlatılan öbür şeyler gibi bu da yalandan başka bir şey değildi; çünkü biz çocukların arasından biri çıkıp da ister iyi, ister kötü niyetle gözünü karartarak verilen bir buyruğa ya da sadece aptalca bir alışkanlığa yahut moda bir davranışa karşı başkaldırayım dese, ne kimse saygıyla önünde eğiliyor, ne de böyle biri başkalarına örnek diye gösteriliyordu; cezalandırılıp alay konusu yapılıyor yalnızca ve öğretmenlerin ödleklik taşan o üstün güçlerinin altında ezilip çiğneniyordu." (s. 54-55)

Şu alıntıda Vasconcelos'u da, Ambjörnsen'ı da, Pink Floyd'u da bulursunuz, akla gelmeyen daha çoklarını da.  Devamında bunlardan kurtulmanın, en azından katlanabilmenin yolunu söylüyor Hesse.

"Allahtan ki yaşam için değerine paha biçilmez bu önemli dersi henüz okula başlamadan öğrenmiştim. Uyanık, keskin ve ince duygularla donatılmıştım; bu duyulara bel bağlayabiliyor, onlar sayesinde haz dolu pek çok saat yaşayabiliyordum; sonradan her ne kadar metafizik ayartılara bir daha yakamı kurtaramayacak gibi kendimi kaptırmış, hatta duyularımı bazen perhize çekmiş, gereken ilgiyi kendilerinden esirgemişsem de, özellikle görme ve işitme bakımından ince bir duyarlık hep sadakatle eşlik etti bana, soyut bir görünüm taşıdığı zamanlar bile düşünce dünyam üzerinde etkin rol oynadı." (s. 55)

Eh, hayatı katlanılır kılan bu farkındalık olmasa mutlu insanlardan başka bir şey görmezdik. Düşünebilmek mutsuzluğu da beraberinde getiriyor ama bence değer. Sıkıntı şurada; çocuk sayılabilecek bir yaşta düşünmeye başlayan bir çocuk için hayatın kafesten farksız olması.

Hesse, dedesinin kütüphanesine gömülüyor, Latince ve Yunanca öğreniyor. Şiir yazıyor, hikâye yazıyor ve kitaplarla daha yakın bir ilişki kurmak için kitapçıda, sahafta çalışıyor. Hikâyelerinin tutulmasıyla birlikte Avrupa'yı, Hindistan'ı geziyor. I. Dünya Savaşı çıkana kadar. Savaşın bütün vahşetiyle yüz yüze geliyor. Hassas bir genç ve savaş. Hesse acılarla büyümüş bir adam ama acılarla yaşamış biri değil, gördüğü bütün faciaları taraf tutmadan inceleyebilecek kadar kendine hakim. Tabii duygusuz olduğu anlamına gelmiyor bu.

"1915 yılıydı, bir gün dayanamayarak kaleme aldığım bir yazıda korkunç bir felaketin yaşanmakta olduğu görüşünü dile getirdim, aydın geçinen kişilerin kin ve nefretin sözcülüğünü yapmalarından, yalanlar atıp büyük felakete övgüler döşenmelerinden duyduğum üzüntüyü belirten bir iki laf ettim. Hayli ihtiyatla açığa vurduğum bu yakınmam da, kendi ülkemin basınında adımın bir vatan hainine çıkmasına yol açtı. Benim için doğrusu yeni bir yaşantıydı bu; çünkü basınla o zamana kadar pek çok ilişkim olmuş, ama çoğunluk tarafından dışlanıp yüzüme tükürülen bir kimse durumuna asla düşmemiştim." (s. 61)

Hesse, dünyanın nasıl o hâle geldiğini düşünürken suçu önce kendinde, sonra bütün insanlarda buluyor. Yine de içinde bir umut yok değil. Fikirlerinden ötürü çıkarılan tantana da onca dostunun selamı sabahı kesmiş olmasına rağmen.

Bunların arasında dinin yeri de şu: "(...) 1919 baharında İsviçre'nin ücra bir köşesine çekilip münzevi bir hayat sürmeye başladım. Öteden beri (anne ve babamla dedelerimden devraldığım bir mirastı bu da) Hint ve Çin bilgeliğiyle haşır neşir oluşum ve yeni yaşantılarımı Doğu'nun simge diliyle açığa vuruşum, bana sık sık 'budist' isminin yakıştırılmasına neden oldu, bense buna gülüp geçtim, çünkü benim doğrusu Budizm kadar kendime uzak gördüğüm bir başka din yoktu. Ama yine de doğru bir yanı vardı beni böyle nitelemelerinin, bir nebze de olsa gerçeği içeriyordu, ama bunu ancak biraz ilerde anladım. Mümkün olsa da bir insan özgür olarak kendine bir din seçebilseydi, ruhumun en derin köşesinde saklı yatan özleme uyarak diyelim ki Konfüçyüs, Brahmanizm ya da Katoliklik gibi tutucu bir din seçerdim. Ne var ki, buna karşı kutba duyduğum özlemden yapar, söz konusu dinlere doğuştan yakınlık hissettiğim için böyle bir şeye kalkışmazdım; çünkü sadece bir rastlantı sonucu dindar Protestan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmekle kalmayıp mizaç ve yaradılış bakımından da bir Protestanım, şimdilerde var olan Protestan mezheplerine karşı beslediğim şiddetli antipati hiç de benim Protestanlığımla çelişki oluşturmuyor. Karşı kutba duyduğum özlemin nedeni de şu: Gerçek anlamda bir Protestan hem kendi kilisesinin, hem de başka kiliselerin karşısındadır her zaman, çünkü yaradılış onun olmuşa değil, olmakta olanın yanında yer almaya zorlar. Bu bakımdan Buda'nın da bir Protestan sayılacağı söylenebilir kuşkusuz." (s. 67)

İnançları konusunda bir kaya gibi sert, düşünceleri dağ gibi sağlam, böyle bir adama inanç değil, düşünce sistemi lazım. Katoliklik veya Budizm, ne olursa olsun, kendisi için bu yüzden ilgi çekici. Son cümleleri de bunu gösteriyor.

Metnin sonraki bölümü de ilginç; yaşadığı ana kadar yazan Hesse, geleceği kurgulayarak yaşanması mümkün olayları inceliyor. Tabii hapsedildiği odanın duvarına çizdiği resmin içine girerek kaybolmak bunlardan biri değil.

Kardeş Antonio'nun Ölümü: Bir rahibin ölümü ve yitip giden hayata son bir güzelleme. Tanrıyla uzlaşma demeyelim de, kaçınılmaz sonu kabullenme de var. Mistik biraz.

Büyücünün Çocukluğu: Kitabın ağır toplarından. Hesse'nin büyülü çocukluğu. Büyülü Gerçekçilik, çocukluktan doğmuş olabilir. Neyse, Sihirli bir dünyada yaşayan küçük bir çocuğun büyüdükçe hayali arkadaşlarını kaybetmesi, dünyanın değişmesi. Böyle şeyler. Hesse, bir zamanlar olduğu çocuğun bakış açısıyla yazıyor, yaşlı adamın sesini satırlarda duymak zor, son cümlelere kadar.

Ermiş Franz von Assisi'nin Çocukluğundan: Bir çocuğun kötülük ve iyilikle tanışması, şövalyelik hayalleri ve azize bir anne. Ne tatlı yav.

Chagrin D'Amour: Başarısız bir şövalye, başarılı bir ozan. Kralın kızıyla evlenmek isteyenler için düzenlenen bir yarışmada iki defa yenilen Marcel namlı kardeşimiz pes eder ve yarışmanın sonunda verilen ziyafette kraliçenin karşısına geçip çok hisli bir aşk şarkısı, ayrılık şarkısı söyler, sonra uzak diyarlara gider.

Ne prensesin, ne evlendiği adamın adı kalır geriye, bir tek Marcel'in şarkısı hatırlanır yüzyıllar sonra bile.

Orman Adamı: İşte bir kahramanın sonsuz yolculuğu daha. Çağlar önce ormanda yaşayan genç Kubu, kabilenin yaşlısı tarafından şutlanır ve lanetli olduğuna inanılan orman sınırına doğru gider. Söylenenlere göre ormanın dışına çıkanlar kör olmuştur, acılar içinde ölmüştür, kıça tekmeyi pat pat yemiştir, gözlerine parmak sokulmuştur. Yalnızlığın acısı, aydınlanma, şu bu derken Kubu kardeşimiz çıkar bakar ki bir şey yok, bir de yepyeni bir dünya var önünde. Helal lan Kubu.

İçte ve Dışta: Mistikli. Bilime çok deli inanan, safsatalardan uzak duran robot gibi bir kardeşimiz var. Bir de bunun mistikli bir dostu var. Kardeş, dostuna sezgi mezgi din min ne ayak çekiyor, dost da buna bir heykel veriyor, "Zamanı gelince gel, konuşalım," diye havalı bir çıkışla ortadan kayboluyor.

Bizim kardeş heykelle geçirdiği günlerden sonra, tabii nefret dolu günler bunlar, heykelin kaybolduğunu görüyor. Temizlikçi kırmış meğerse. Sonra heykelin düşüncesinden kurtulamadığını görüyor ve kafayı yiyor yavaş yavaş. Dostuna gidiyor, dost da, "İşte şimdi için dışın oldu, dışın için oldu," falan diyor. Böyle bir şeyler.

Çok Kitaplı Adam: Özdeşleştirme falan yapmadım, hayatımı gayet dolu dolu yaşıyorum ama bu hikâye benim için çok özel bir durumda. İlk beşe aldım.

Hayatını kitaplara adamış bir adam var, yaşlı. Okumuş da okumuş, öyle böyle değil. Bir gün bir de bakmış ki hayatlardaki olayların, insanların, kentlerin alayı dışarıda, pencerenin önünde uzanıyor ama göremiyor bizimki. En sonunda gerçeği fark ediyor, atıyor kendini dışarı. Sabahlara kadar dolanıyor, sonra yorgun düşüyor ve yere çöküyor. Bir kız geliyor adamın yanına, onu kendi evine götürüyor. Adam, "Bırakma beni, bir tek seni biliyorum," diyor. Kız da adam gibi aslında, daha yolun başında olması dışında. "Bırakmayacağım seni," diyor. Ne kadar güzel ya.

Üç beş tane hikâyeyi atladım, onlar da çok güzel. Ya bir şey diyeyim, gidip birinci elini alın bunun. Emin olun pişman olmayacaksınız, değecek.

O kadar şarkı konuştuk, bir Kansas demedik. Gitarcı dayı yine benim. Şu an gün belli değil ama her hafta bir gün çalıyoruz Dorock'ta, beklerim.

18 Mart 2013 Pazartesi

Nikolay Vasilyeviç Gogol - Taras Bulba

Bunlara klasik demek mantıksız geliyor bana. Klasik. Nasıl klasik, neyin klasiği. Bir dönem değil, bir akım değil. "Zamanının ötesine değin uzanan metinler." Hangi kurgusal metin zamanının ötesine uzanmaz ki? Bu işte bir terslik var ama böyle öğretildi, neden böyle öğretildiği hakkında hiçbir fikrim yok. Teknik başarı desem sadece süper bir kurgu falan mı? Hiç bilemedim. Dünyada neler oluyor. Mesela.

Böyle eserleri gençken okuruz, mesela yaş 17, bilemedin 18. Suç ve Ceza mesela. Ne kadar güzel, değil mi? Vicdan, suç, özgürlük falan süper. Hıı? Öyle öyle. Sayın kari, senin için öyle. Ben şahsen kitaba dair hiçbir şey hatırlamadığım için bir şey diyemiyorum. Okunan kitapların bir süre sonra okunmamış vaziyete gelmeleri ne üzücü. Sevindirici de, böylece onlara geri dönebiliriz. Ben dönüyorum bazı bazı.

Bende bu var, Can Yayınları kurulur kurulmaz, 1981'de basılmış. Garip hissediyor insan. Aynı tornadan çıkmış gibi hissettiren kitaplardan sonra böyle bir şey... Güzel ya.

Gogol'ün Palto'sunu hatırlıyorum. Mizahtan korkuya geçişi dumur ediciydi. Şey gibi biraz, From Dusk Till Dawn'da bir anda üçüncü sınıf efektli korku filminde buluyoruz ya kendimiz, işte onun 150 yıl önceki hâli. Komikli, ironik ve güzeldi. Taras Bulba'yı okurken insan okuduğu şeyi gazavatname sanıyor; din savaşları temelli, epik, destansı bir metin. Lakin Gogol'ün ironileri sevdiğini bilirsek onca savaşın, kahramanlığın altında bir saçmalık duygusu seziyoruz.

Taras Bulba, eve dönen iki oğlunun şerefine şenlik düzenler. Yemekler, içkiler, bilmem ne. Bulba Dayı için okumanın pek bir önemi yoktur, böyle söyler herkese. Tabii kendisinin biraz olsun eğitimli biri olduğunu anlıyoruz bazı bölümlerden. Neyse, Andrey ve Ostap bu çocuklar. Ostap büyük olan. Tam bir savaşçı, vurdu mu öküz devirir, yedi mi dana yer. Öyle geniş, güçlü. Andrey de yine şahane bir savaşçı ama okumayı seviyor, biraz daha sakin bir bay. Annemiz çocuklarına sarılıyor, uzun zamandan sonra eve döndüler. Bulba Dayı kaşınıyor hemen; sefere çıkılacağını duyunca ertesi gün çocuklarını alıp Zaporojye civarındaki Kazak ordusuna katılmaya gidiyor. Bu Kazaklar Türk kökenli olan değil. Ukraynalılara da Kazak deniyormuş. Neyse, annenin iki gözü iki çeşme. Çocuklarından zorlukla ayrılıyor.

Lehlilere karşı savaşılacak. Lehliler Katolik, bizimkiler Ortodoks. Bildiğin kıyım olacak yani. Bulba, oğullarını arkadaşlarına tanıtıyor, çocuklar zaten yavaş yavaş isim yapmaya başlamış. Neyse, savaştan önce yiyorlar, içiyorlar, dövüşüyorlar, eğleniyorlar. Bu sırada Andrey arazi oluyor. Andrey, eğitimi için gittiği bir şehirde bir voyvodanın kızına vurulmuşmuş, kız da Leh şehri civarında savaşa gelen Andrey'i görmüş, şehirde kıtlık yaşanıyormuş, Andrey yardım etsinmiş. Aşık Andrey ekmek dolu çuvallarla gidiyor, ordusuna dönmüyor. Kalıyor orada.

Bulba mevzuyu öğreniyor, deli oluyor. Bir de gece baskın yiyorlar bunlar, çok içtikleri için sızıyorlar falan. Baskından sonra Tatarların bir Kazak şehrini bastıklarını öğreniyorlar. Bir sürü esir vermişler, belli bir noktaya kadar geri alamazlarsa esirler köle olarak satılacakmış, o zaman hayatta bulamazlarmış falan. Ordu ikiye bölünüyor, yarısı Lehlilerle savaşmak üzere kalıyor, diğer yarı da Tatarların peşinden.

Lehlilerle savaşta Bulba, oğlu Andrey'i bulup öldürüyor falan. Kaybediyorlar bir de savaşı, esir alınmaktan zor kurtuluyor Bulba. Oğlu Ostap esir alınıyor, Leh şehirlerinden birinde idam edilirken kalabalığa sızan Bulba, oğlunun öldüğünü görünce kafayı yiyor. Tatarların peşinden giden tayfa da cortluyor ne yazık ki.

Büyük yenilgilerden sonra yeni bir ordu toplanıyor, Bulba da katılıyor bu orduya. Savaşlar mavaşlar, bizim embesil Bulba geri çekilirlerken yere düşen çubuğunu almak için duraksıyor, o sırada ele geçiriyorlar bunu. Öldürüyorlar oracıkta.

Yani şöyle; savaş kötü bir şeydir. Kazaklar savaşçı insanlardır, Normandiyalılar gibi. Birebir. Kazak kültürü, savaştan gözü dönen bir babanın oğlunu katletmesi, insanlığın yerlerde sürünmesi, bilmem ne. Bunlar üstüne güzel bir uzun hikâye diyelim. Evet. Gogol işte.

17 Mart 2013 Pazar

Neil Gaiman - Sandman/Kısa Yaşamlar

Kayıp kardeşi geçen sayıda görmüştük, düğüne geliyordu. Kızıl saçlı bir dayımız. Bu sayıda Hezeyan'ın kafayı yemesini takiben bu kardeşi arayış başlıyor, yolculuğa çıkıyoruz.

Hezeyan sokakta yürüyor, tam bir berduş. Girdiği bir ortamda haykırıyor falan. Ablasını istiyor. İhtiras geliyor, konuşuyorlar. Hezeyan Yıkım'ı bulmak istiyor, çünkü bunalımda. Aileyi tekrar toparlarsa bazı şeylerin yoluna gireceğini düşünüyor. İhtiras, Yıkım'ın umrunda olmadığını söylüyor. Hezeyan Umutsuzluk'a gidiyor. O da yardımcı olmayacağını söylüyor ama Yıkım'ı deli gibi özlüyor o da. Ya herkes bu adamı özlüyor ama yardım eden yok, çünkü Yıkım kendi isteğiyle bıraktı onları. Onlardan uzaklaşmak, yalnız kalmak istedi ve istediğini yaptı uzun bir zaman önce. Dolayısıyla bulunmayı istemeyen bir adamı bulmak pek kolay olmayacak ki Hezeyan'a yardım eden olmadığı için durum daha da içinden çıkılmaz bir halde.

Sandman aşk acısı çekiyor bu arada, kendi dünyasında sürekli yağmur yağıyor. Eh, acı çekerken yağmurun yağmasını hepimiz isteriz sanırım. Bir de bir şeylerle meşgul olmayı. Rüya da bunu yapıyor; oyalanmak için Yıkım'ı arama konusunda Hezeyan'a yardımcı olacağını söylüyor ve Hezeyan'ın hazırladığı listede yer alan varlıkları bulmak üzere yola çıkıyorlar. Rüya'nın amacı Yıkım'ı bulmak değil, zaman geçirmek.

Yıkım'la yaşanmış olaylar, Yıkım'ın saklandığı yerdeki hayatı, listedeki varlıklardan bazılarının arazi olması, bazılarının yol göstermesi falan, hepsi iç içe geçmiş bir şekilde sırayla ortaya çıkıyor. En sonunda buluyorlar adamı, oturup yemek yiyorlar ve Yıkım dönmeyeceğini söylüyor. Zorla geri götüremezler tabii, Yıkım veda edip uzuyor yine. Rüya bulmak istemiyordu başlarda, fakat bir süre sonra o da Yıkım'ı bulmak isteyecek ve bulmak bile yetecek ona, özellikle Yıkım'ın kendisi yüzünden gittiği suçlamalarından sonra. Sonuçta Hezeyan da, Rüya da Yıkım'ı son bir kez görmekle teselli buluyor. Böyle.

Güzel sayı, gerisini Torrent'ten indirdim, okuyorum ara ara.

Ingvar Ambjörnsen - Tavandaki Kukla

Bitireli aşağı yukarı dört hafta olduğu için leş gibi anlatacağım, çoğu ayrıntıyı unuttum çünkü.

Kabaca şu: Tecavüz kurbanı, akıl hastalığından mustarip kardeşini ara ara ziyaret eden hanımımız, tecavüzcü bayı bulup psikolojik işkenceye başlıyor. Adam gayet saygın, tanınmış biri ve aile kurmuş. Geçmişte hiçbir şey olmamış gibi. Bu sebeple hanım telefon sapıklığı yapıyor, adamın eşiyle arkadaş oluyor falan. Onlarla yemek yiyor, geziyor, bu sırada adamın hayatını mahvetmeye başlıyor yavaştan. Sanki hiçbir şey yapmıyormuş gibi. Hissizleşme değil, yenen soğuk bir yemek gibi düşünün. Aynen böyle.

Bununla bitmiyor, Ambjörnsen'ın Norveç'i ana karakterlerden biri, üstüne Leo var. Otostopla Rebekka'nın, yani hanımın arabasına binen Leo, gayet "gore" işlerle ilgilenen bir sanatçı. Kendi çapında ünlü. Gore derken işte kanlı bağırsak, dalak, ciğer, organlar falan, parçalanmış şeylerden bahsediyorum. Leo'nun da kendine özgü bir intikam hikâyesi var; çocukluğunda ölümüne korktuğu Cato adlı köpek. Bu köpeği besliyor, onunla dost oluyor ve gırtlağını kesiyor. Bizi korkutan şeyle dost olmayız, tekrar düşman olma ihtimalini göze alamayız çünkü.

Neyse, iyi arkadaş, iyi sevgili, iyi dost, ne oldukları önemli değil. Leo, Rebekka sapıklık yaparken ona yardımcı oluyor. Mesela Rebekka sapık adamla ve eşiyle yemek yerken Leo telefonla arayıp kapatıyor ki sapığın Rebekka olmadığını düşünsünler. Böyle şeyler. İkisi de bildikleri işi yapıyor. Hepsi bu.

Bir serüven değil bu sadece, Rebekka'nın ruhsal hedeleri biraz da Norveç'in yardımıyla şahane inceleniyor. Bildiğimiz Ambjörnsen üslubunda. En sevmediğim şeyi yapıp bitiriyorum, tonlarca alıntı.

"Tepeden kente inen yolda yürürken çürüme ve yok olma süreci üzerine düşünceler geçti aklından. Bu süreç hayatın ilk anında, yani döllenmeyle başlıyor, insan daha ilk saniyelerden itibaren tüm çıkış noktalarının ölüm tarafından tutulmuş olduğu bir gerçekliğe adım atıyordu. Yol üzerinde sağlı sollu sıralanan ahşap villalarda oturmuş bir şeylerle meşgul olan her yaştan insan, yavaş yavaş ölmekteydi. İnsan ne yapsa, ne söylese boş! Yol üzerine sağlı sollu sıralanan ahşap villalarda onlardan önce de birileri oturmuştu. Artık ya toprak olmuş, ya da deniz suyuna karışmışlardı. Ne derin düşünceleri, ne geri zekâlılıkları, ne boş muhabbetleri, ne de kallavi tutkuları engelleyebilmişti o sıfır noktasına nihai yolculuğu." (s. 36)

Felaketlerde düşünüyor insan bunları daha çok, sebebi de sanırım acımızı paylaşabileceğimiz insanların aynı acıları çeken insanlar olduğunu düşünmekte yatıyor. Bunları kısa bir sürede bulamayacağımıza göre en yakınımız ölüler, onları düşünüyoruz. Sadece felaket olarak da düşünmeyelim, herhangi bir duyguyu büyük bir yoğunlukla yaşarken. Cihangir'den karşıya bakarken, Moda'dan Kınalı'ya bakarken. "Kaç kişi benim şu an hissettiğimi hissetti, tam burada?" Kariler, yürüdüğümüz yollarda yürüyen binlerce insan öldü, onların ruhlarının ağırlığını bir Kadıköy'de, bir Beyoğlu'nda hissetmiyor musunuz? Belki yaşadığımız dairede değil ama apartmanımızın arazisinde eskiden bir ev, köşk vs. vardı, buralarda kaç insan yaşadı, kaç insan öldü? Belki göremiyoruz ama hayaletlerle çevriliyiz ve bunların arasında ister intikam alalım, ister mutlu olalım, gideceğimiz yer onların yanı. Evet. Gitmek de değil aslında, hâlâ aynı sokaklarda yürüyor olacağız ve birileri bizim de kendileriyle aynı şeyi düşünmüş, hissetmiş olma ihtimalini düşünüp huzursuz olacak, ürperecek.

"Ya cennete gidemezsek Rebekka?
Ya bir hayatın tamamını yaşamak zorunda kalırsak bu dünyada Stina?" (s. 37)

Stina tecavüze uğrayan kardeş tabii.

Çok malzeme var çok. Heba etmek istemezdim ama tembellik kötü bir şey, yazmanız gereken şeyi zamanında yazın. Sevgileri, görüşesi.

14 Mart 2013 Perşembe

Halid Ziya Uşaklıgil - İhtiyar Dost

Zerdüşt'ü veya Cibran'ın Ermiş'ini alalım. Tamamen almayalım, çok derin, inanılmaz felsefik şeyler söylemesin. Böyle hayat hakkında küçük tespitler yapsın, babacanlık yapsın, hey gidi hey filan desin. İşte İhtiyar Dost tam olarak bu. İhtiyar Dost için Halid Ziya'nın yansıması diyebiliriz. Kitabı hazırlayan Şemsettin Ünlü'nün tespiti şu:   "(...) Daha başka bir ifadeyle Halid Ziya bu eserinde, yukarıda belirttiğimiz türlü çeşitteki dünya görüşlerini doğrudan doğruya kendi ağzından değil de hayalinde yarattığı İhtiyar Dost adlı bir tipin ağzından anlatmış, bunları ortaya dökmüş, enine boyuna incelemiştir. Ne var ki bunları doğrudan doğruya değil, bir düşünürün ya da vaizin monoton konuşmaları olarak sıralamamış, yarattığı İhtiyar Dost'un ağzından dile getirmiştir. Onları monotonluktan kurtarmanın yolu olarak da araya birtakım küçük kahramanlar, değişik tipler ve olaylar katıp zaman zaman öykü kılığına da bürüyerek hareket kazandırmıştır.
Durum böyle olunca eser düşünceler romanı, daha doğrusu, Halid Ziya'nın Düşüncelerinin Romanı karakterini kazanmıştır." (s. 8-9)

Bunun yanında Halid Ziya'nın kendi görüşleri de var. Bunun bir makale kitabı mı, yoksa hikâye kitabı mı olduğunu kendisinin de bilmediğini, yargıyı okura bıraktığını söylüyor.

Ya bu kapak yine iyi, bende İnkılâp'tan çıkanı var, böyle rezalet bir kapak olamaz. Açık yeşil ve mor!?

Mevzu şu ki bir tane gencimiz var. Genç dediğim belki otuzlarında, belki yirmilerin sonunda. İhtiyar, dostumuza "çocuğum" diyor. Bu genç, ara ara "köye" gidip İhtiyar'ı ziyaret ediyor. Köy dediğimiz yer de Yeşilköy. Halid Ziya'nın yaşadığı köşk yaklaşık 30 yıl önce yıkılmış galiba, yerine apartman dikmişler. İşte apartman öncesi dönemler. Halid Ziya'nın Aşiyan'ı orası.

Üç beş tane hikâyeye bakalım, bir fikir verir.

Yegâne Dost: Genç adama Cemil diyelim. Cemil, İhtiyar'ı anlatıyor. Beraber doğmuşlar, beraber yaşamışlar da tek fark 10 yıllık bir zaman farkıymış gibi. Cemil'in İhtiyar'a karşı hissettikleri böyle. Tabii bir de kuşak farkının yarattığı düşünüş biçimleri var. Cemil, İhtiyar'ın daha analitik düşünebildiğini söylüyor. Olaylar arasında sağlıklı ilişkiler kurabilme, çıkarımlar yapıp geleceğe dair görüşler öne sürme. Bu tarz. Ya bildiğin adam çok şey biliyormuş işte. Filozof diyor Cemşit.

"İşte kaç yıldır hayatı açıkça bir ortaklıkla yaşıyoruz. O önce benliğimin altında açık seçik ama çizilmemiş bir biçimle uyurken ben kendisini bütün bellibellisizlik sislerinden sıyırarak meydana çıkardıktan sonra, kimi zaman hayat dedikleri ağır yükü sürekli birlikte asılıp çekerek, kimi zaman yalnız yokuşlara ve engebelere rastladıkça ben onun yardımına başvurarak, iki dost, bir ikiye katlanmış varlıkla yürüyoruz." (s. 17)

Böyle bir yakınlık var. Cemşit kaç kez zorluklara rastlamış, işte başına ne felaketler gelmiş, bu İhtiyar ona ışık olmuş. Falan. İhtiyar'ın tanıtımı.

Yeni Bir Maraz: Geçmişe saygısı olmayanın, geçmişi kabul etmeyenin ayvayı er geç yiyeceğine dair bir hikâye.

"Bir yüzyılın adamını yaratacaksınız. Ama yarının adamı olmak düne ilişkin tarihi unutturacaksa, toplumun eline geçen faydalı değil, zararlı bir öğedir. Kendi benliğine güvenen bir birey ortaya koyabilmek için eğer eski kuşaklara kin ve öfke taşıyan, kendi kişiliğinin saygınlığını babalarının horlanmasıyla elde edilebilir bir şey sayan bir inkarcı meydana getirilecekse, bilinmelidir ki geçmişe tüküren bir kimse geleceğe hak kazanmış değildir..." (s. 21)

Böyle hisler. Odaya İhtiyar'ın tanıdığı bir genç geliyor üstüne, Türk sanatı diye bir şeyin olmadığını kanıtlayan bir eser yazdığını söylüyor. Çocuk tam tip, karakter de değil. Batı tarzı giyinmiş, el sıkışı falan "Robert College çeşnisini" akla getiriyormuş. Neyse o. Tabii bunları Uşaklıgil'in zamanına göre değerlendirmek gerekiyor. Tabii Uşaklıgil'in kendi dönemini savunması olarak da ele alabiliriz. "Dekadanlık" olayının üstünden yıllar geçmiş olsa da o şekilde suçlanmak hâlâ üzücü olsa gerek. Mevzuyu bilmeyen kariler için biraz açıyorum: Acayip hisli, acayip kelimelerle dolu, dönem okuru için yabancı gelen metinlere, tabii yazarlara da, Ahmet Midhat'tan "Dekadan" suçlaması geliyor. Yani düşkünler, züppeler, öküzler, hayvanlar! Dsdf son ikisi yok. Neyse, gerek Hüseyin Cahit, gerek Cenap Şahabettin gayet yardırıcı bir savunmaya girişiyorlar. Ahmet Midhat da mevzuya biraz daha yakından bakınca, "Gençler haklıymışsınız, sizi biraz yersiz suçladım, kusura kalmayın," diyor, geri adım atıyor. Böyle. Neyse, yani edebiyatta farklı şeyler denemiş olsalar da bu adamlar öz sanatlarını çok çok iyi bilen adamlar. Farklı şeyler deniyorlar diye kendi sanatlarını bilmemekle suçlanmak da ayrı bir bırroluk.

Okuma Kudreti: İhtiyar'ın insan sarraflığı. Yalan söyleyeni şıp diye ayırıveriyormuş, bundan ötürü elemliymiş. Gerçekten da yalan olduğunu bile bile inanmak istiyoruz bazen. Bu konuda ünlü düşünür Feridun Düzağaç'ın nefis bir sözü geldi aklıma. Böyle konuşunca elimde pipo, boynumda fular belirmesini bekledim ama tanrı biraz yavaş çalışıyor bu günlerde galiba. Neyse, söz şu: "Bana biraz yalan söyle bu gece, ihtiyacım var." Evet.

Şimdi böyle insani hadiselerin yanında dönemin ince ayrıntılarını veren hikâyeler de mevcut, kitabın en önemli kısımlarını bence bunlar oluşturuyor. Mesela İstibdat Dönemi, mesela ithal mallar ve bunun gibi şeyler.

Tasarrufa Riayet: İhtiyar bir yemek yiyor, böyle bir yiyiş yok. Sanırsın Yahya Kemal masaya yumulmuş, bir eliyle dana yerken öbür eliyle şarap kovasını kafaya dikiyor. Yine geldi aklıma pis adam. Neyse, dayımız yiyor ama çikolata Amerika'dan, şeker Cava'dan, işte kahve Brezilya'dan, bilmem nereden. Sonra adeta Devlet Bahçeli'ye dönüşüyor ve, "Bizde niye yok?!" diyor. Böylece Devlet Bahçeli için Halid Ziya'nın reenkarnesi diyebiliyoruz.

Sağır Osman: II. Meşrutiyet zamanında Abdül'den kurtuldukları için başa gelen yeni elemanları tutmuştu Servet-i Fünun, sonradan gelenin gideni aratmasıyla bıraktılar. İşte bu hikâye Enver ve tayfasının tutulduğu zamanlardan. Sağır Osman, İhtiyar'ın kalfası mı, uşağı mı, öyle bir şey. Parasını ölü yatırımlarla ziyan ediyor. İhtiyar da diyor ki, "Bıro, sen gel, devletin iç borçlanma olayına gir. Bir verip beş al. Zengin ol, beni de gör." Devlete yardım etme temalı bir şey.

Bunun üç katı daha hikâye var, hepsinde dönemden ayrıntılar bulabilirsiniz. Metaforlar, dönemin uçarı genç nesli falan. Bir sürü.

Güzel işte, Halid Ziya seven okusun. Kabalcı'da 1 TL.

11 Mart 2013 Pazartesi

Charles Bukowski - Ekmek Arası

Eh, onca gömüşün ve alkolün ve kavganın nerede başladığını merak edenler Akmar'a gidip bu kitabın korsanını alabilirler, 5 TL. Parası olan adam korsanını almasın elbet. Ben Elifim'le aldım, üç beş gün oluyor. İkimiz de parasızız.

Kimi en edebi romanı olduğunu söylüyor, kimi öyle söylemiyor da başka bir şey söylüyor. Bana göre bu adam Chinaski olarak doğmuş. Yani başlarda törpülenme süreci o kadar kısa sürüyor ki adam sanki doğar doğmaz içmeye başlamış gibi. Tabii tam olarak öyle değil.

Çocukluk anılarıyla giriyoruz, anlık görüntüler haricinde hatırladığı bir şey yok. Yemek yiyor, masa altında emekliyor, böyle şeyler. 1922, "Henry Junior" bir veya iki yaşında. Almanca konuşuluyor evde. Mantıklı, çünkü macera Almanya'da başlıyor.

Aile de bir acayip; babaanne, "Hepinizi gömeceğim!" deyip duruyor, tek başına yaşayan dede var bir tane, altın zincirli saat veriyor falan. Babayla anne hakkında belli belirsiz imajlar var, negatif bir şey yok. Başlarda. Babanın arızaları yavaş yavaş çıkıyor ortaya. Portakal toplamak için bir bahçeye giriyor adam, bahçenin sahibi gelince de tartışıyorlar ama sanırsınız Chinaski bir iki şey daha söyleyip adama girişecek. Chinaski için model, direkt. Baba belli ki zor bir hayat yaşamış. Kimi zor günlerden sonra rahatlar. Çocuklarına tutunur, eşine tutunur, annesine tutunur, alkole tutunur, ne bileyim. Düze çıkınca sıkıntıları da kaybolur, şeker gibi adam olur. Bazıları da hayatını bok eder. İşte Baba Henry böyle bir adam. Hayatını boka çevirdiği için düze çıkma ihtimali de yok, çıksa bile düzelmeyecek.

Baba Henry'nin iki kardeşi var, ikisini de sevmiyor. Çünkü alkolikler, başarısızlar. Bunlardan adı Ben olanı ölüyor, ziyarete gidiyorlar. Olaya gel:

"'Ben de istedim seni görmeyi Ben Amca. Çok güzel adamsın bence.'
'Kıçım gibi güzel,' dedi babam." (s. 11)

"'Hiçbir zaman iyi bir hayatın olmadı,' dedi babam. 'Yalan, içki, borç, orospular. Ömründe bir gün bile çalışmadın! Şimdi de ölüyorsun, 24 yaşında!'
'İyiydi,' dedi amcam. Camel sigarasından derin bir nefes daha çekip dumanı üfledi." (s. 12)

Adam böylesi arıza. Boktan işlerde çalışıyor, evde sürekli işten bahsediyor. Beyni çürümüş bir kardeşimiz. Çocuğunun görünmesini, fakat konuşmamasını istiyor.

Bu baba olayını biraz uzatacağım, çocuğun nasıl bir ailede büyüdüğünü göstermek istiyorum.

"Babamı sevmemeye başlamıştım. Sürekli bir şeylere kızıyor, gittiğimiz her yerde insanlarla tartışıyordu. Ama pek de korkutamıyordu onları; genellikle sakin bir şekilde ona bakıyorlardı ve bu onu daha da öfkelendiriyordu. Ender olarak dışarıda yediğimizde yemekleri beğenmiyor, ödemeyi reddediyordu. 'Bu kremada sinek boku var! Ne biçim bir yer burası?'
'Kusura bakmayın efendim, ödemeyebilirsiniz. Yeter ki gidin.'
'Gideceğim tabii ki! Ama geri geleceğim! Ateşe vereceğim bu allahın cezası yeri!" (s. 17)

Dsdf, adam düz manyak. Birkaç hadise daha var, adam olay çıkartmak için yaratılmış adeta. Sadece kendini yaksa neyse, çocuğu da zehirliyor bir yandan.

"Başka çocuklarla oynamama izin yoktu. 'Kötü çocuklar onlar,' derdi babam, 'fakir ailenin çocukları.' 'Evet,' diye katılırdı annem. Annemle babam zengin olmayı arzuladıklarından kendilerini öyle görüyorlardı." (s. 18)

Ya anne babadan daha kötü, tepkisiz çünkü. Dayak yiyor, tepki yok. Aldatılıyor, tepki yok. Bir tek Henry yaramazlık falan yapınca ağlıyor, yerlerde yuvarlanıyor. Dünyada kötü bir anneden daha kötü bir şey yoktur. Yedirmeyle, içirmeyle karşılarlar bu atağı. Bok gibi bir insan yaratmaktan daha iyi bir şey olduğunu düşünürler bunun. Çocuğa evcil hayvan gibi yaklaşmak, paha biçilemez. Ne kadar değersiz bir yaşamınız olduğunu hatırlatmada mükemmel hadise.

Henry okula başlayınca direkt dışlanıyor, dışlanma hız rekoru. İlk kavganın ardından müdürün verdiği mektubu anne okuyor, babaya mevzuyu söylüyor ve Henry ilk dayağını yiyor. Dayak da değil, babası kemerle girişiyor. Dayak olsa bir girişmede biter, öyle değil mi? Ritüel oluyor bu, Baba her vukuatta kemerle girişecektir artık. Bir süre.

"'Doğru değildi yaptığı,' dedim anneme, 'neden bana yardım etmedin?'
'Baba her zaman haklıdır,' dedi." (s. 28)

Donunu gösteren komşu kızıyla birlikte karşı cinsle münasebetler başlıyor. Erkekler için kendine güven duymanın kaynağı karşı cinsin ilgisini çekmiş olmak olabilir. Evet. Bu olaydan sonra "bully" şeklinde tabir ettiğimiz zorbalara ilk kez karşı çıkıyor Henry. Aydınlanma.

Çocuklarla münasebetler. Bunlar eğlenceli, nerede sorunlu genç varsa Henry'yi buluyor arkadaşlık için. Başlarından geçen acayip olaylar var, çok keyifli. Mesela biriyle gösteri uçaklarını falan izlemeye gidiyorlar, bir havacılık şenliği. Orada bir kadının kukişini görüyorlar çok affedersiniz. Küçük bir grup oluşuyor tribünlerin altında, kadını izliyorlar. Sonra uçak yarışında bir iki uçak yere çakılıyor, paraşütle atlamada da bir adam paraşütü açamıyor, hızla yere çakılıyor. Henry'nin yorum şu: "Dışarı çıkarken hangisinden daha çok heyecan duyduğuma karar veremiyordum, hava yarışından mı, başarısız paraşüt atlayışından mı, yoksa yarıktan mı?" (s. 59) Dsdf, arkadaşıyla otostop çekerken arabasına bindiği adamın bunlara yazması da ayrı bir olay.

İlk yazarlık deneyimi çok acayip, çok önemli. Başkan Hoover'ın konuşmasının çocuklar üzerindeki etkisini ödev olarak veren öğretmen, Henry'nin kağıdını çok beğeniyor, sınıfta okutuyor falan hatta. Ders çıkışında olanlar:

"İskemlemde oturdum, Bayan Fretag orda durmuş bana bakıyordu.
Sonra, 'Orada değildin değil mi Henry?' dedi.
Nasıl bir şey uydursam diye düşündüm ama hiçbir şey bulamadım. 'Hayır, orda değildim.'
Gülümsedi. 'Bu, yazını daha da olağanüstü kılıyor.'
'Evet efendim...'
'Gidebilirsin Henry.'
Kalkıp dışarı çıktım. Eve yürümeye başladım. İstedikleri buydu demek: yalanlar. Harikulade yalanlar. Buna ihtiyaçları vardı. İnsanlar ahmaktılar. Kolay olacaktı benim için." (s. 63)

Eh, pek de kolay olmayacaktı aslında. İlk hikâyesini dergilere 24 yaşında kabul ettirebildi, ondan sonra 10 yıl boyunca yazmadı. Hayatını anlatmama gerek yok. İşte, insanların ahmak olduğunu, kendisinin de bu ahmaklardan biri olduğunu anlaması bu olaya dayanıyor. Ahmaklar içinde daha az bir ahmak. Yine de aidiyetin izlenimleri belli belirsiz gösteriyor kendini. Ortaokul yılları da ilkokuldan farklı değil, kendisi gibi birçok fakir aile çocuğunun arasında. Kıymet bilmedikleri konusunda suçlandıklarını söylüyor Henry. Dövüşüyorlar ve yaşıyorlar. Suçlandıkları şey bu.

Alıntıdaki gibi fikirler artıyor, Henry çıbanlarıyla uğraşıyor, Henry evden ayrılıyor ve kiralık odalarda yaşamaya başlıyor. Üniversiteye gidiyor, kumar oynuyor, 2. Dünya Savaşı sırasında orduya yazılanları bir güzel yeriyor.

Ben yarısında anlatmayı bırakıyorum, öbür yarısı daha keyifli. Chinaski'nin doğuşu, burada.

8 Mart 2013 Cuma

Léon Bloy - Sevimsiz Hikâyeler

Babil Kitaplığı'ndan Yann'ın Müziği'ni okumuştum ilk. Lovecraft'taki Lord Dunsany etkisini görebilmek için. Dediğim zaman haksızlık oluyor, Lovecraft'ın pek sevdiği bir yazarı seveceğimi düşündüğüm için. Gerçekten de Lovecraft okumamış olsaydım favori yazarım Lord Dunsany olurdu da ben bunu anlatmayacaktım ki.

Bu Babil Kitaplığı, Kütüphanelerin Efendisi Borges tarafından hazırlanmış bir fantastik edebiyat dizisi. Dost bastı, ben de ucuza düşürdükçe alıyorum. Bu mesela, Bostancı'daki seyyar kitap satıcısından 2 TL'ye geldi.

Borges'in önsözünde Bloy hakkında şunlar var: "Yazma işine girişip de bir başkasına dönüşmeyen, en azından kendi özellikleri ve gerçekliklerini abartmayan bir insan belki de yoktur. Bernard Shaw, George Bernard Shaw'un pantomim yoluyla canlandırılan bir zürafadan daha gerçek olmadığını söylemiş; alçakgönüllü gazeteci Walt Whitman, büyük bir yüreklilikle, okuyucular da dahil olmak üzere gezegendeki tüm insanlara dönüşmüştür. Valle Inclan, kendini düellocu ve aristokrat mertebesine yükseltmiş; pasif ve korkak Léon Bloy öfke dolu iki ayrı yaratığa bölünmüştür: Prusya ordularının korkulu rüyası, nişancı Marchenoir ve şimdiki nesil için gerçek Léon Bloy olan ve bizlerin de tanıdığı acımasız polemikçi. 

(...) Léon Bloy ise evreni, her insanın bir sözcük, bir harf ya da sadece bir noktalama işareti olarak yer aldığı bir tür ilahi şifre olarak kabul eder. Kozmik uzamı reddederek tüm uçurum ve ışıkların insan bilincinin yansımasından başka bir şey olmadığını iddia eder. Bir keresinde, zaten cehennemde yaşadığımızı ve her insanın en yakınındaki kişiye işkence etmekle görevli bir şeytan olduğunu söylemiştir." (s. 9-10)

Bloy, dönemindeki tüm yazarları aşağıladı, hatta Borges'e göre tüm insanları. Yahudiler, Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, kim varsa yerin dibine soktu. Hikâyelerinden tahammülsüzlük akıyor zaten, insanlara katlanamadığını rahatlıkla söyleyebiliriz, bir de Bierce gibi, Saki gibi yazarların babası, Le Fanu'nun ikinci versiyonu olduğunu. Gotik romantizm seviyesi büyükten küçüğe azalıyor, değişiyor.

Ihlamur: Jacques, hayal kurmak için bir kiliseye girer, günah çıkarma odacığının arkasına oturur. O sırada pederle bir kadının konuşmasını işitir. Kadın, "Ihlamura zehir koydum peder, zehir koydum seni hayvan!" deyip ağlayarak mekanı terk eder. Hayvan demez de, işte. Neyse, olay hayvanda değil zaten; kadın, Jacques'ın annesidir.

Baba savaşta ölünce Jacques annesi tarafından büyütülmüştür, üstüne titrenmiştir adeta. Yakın iki arkadaş gibidirler ama Jacques bu zehir olayını doğuracak hiçbir şey getiremez aklına. Akşam hasta olduğunu söyler, annesi de ıhlamur kaynatacağını söyler. Olaya gel. Annesinin sevgilisi varmış. Vay alçak kadın.

Evin Yaşlısı: Zola'nın hayat kadınlarına taş çıkartacak bir yetenekle zengin olan... Hayat kadını nedir ya. Aklıma da başka bir şey gelmedi şu an. Neyse. İşte o yolla zengin olan bir kadın. Bu işe sokan da babası. Aradan yıllar geçiyor, kadın zengin oluyor, baba yokları oynuyor. Kızının yanında hayalet gibi yaşarken kız da  babasını ne kadar çok sevdiğinden falan bahsediyor millete.

Komün olayları sırasında askerler mahalleyi basıyor, kız bir eve saklanıyor. Babası kızı kapı kapı ararken buluyor, tam o sırada askerler geliyor. İşte baba kızını bulduğu için mutlu, gülüyor falan. Kız da sevinçten kendinden geçmiş. Askerlere, "Bu adam gomonik!" diye bağırıyor. Anında gebertiyorlar babayı. Hayır evlat diye buna derim.

Bay Pleur'ün Dini: Paraya dair. Parayı seven insanlardan nefret etmek, Bloy için tüm insanlardan nefret etmekle aynı şey. Bu yüzden bu hikâye de insanoğluna ağır bir giydirme. Lafı kes: "Sözcüklerin doğru yoldan çıkmasında insanın suçu yoksa eğer, Bay Pleur'ü, Tanrı'nın kusmuklarının habercisi iğrenç bir peygamber diye tanımlamak yerinde olurdu." (s. 31)

Bay Pleur çok zengindir, leş gibi kokar, leş giyinir ve insanlara, "Alın paranızı da makata itikleyin," dermiş gibi ortalıkta gezer. Olay tamamen bu. Anlatıcıyla Bay Pleur'ün konuşmalarında da buna benzer şeyler var. Neyse, adam para biriktiriyor ve böyle ortalıkta dolanırken bir gün leş çukurunda ölüyor. Sonradan ortaya çıkıyor ki kendisine kötü gözle bakan çoğu aileyi bu Pleur besliyormuş, tabii ailelerin haberi yok. Yaa. Böyle şeyler. Para ne iğrenç bir şey. Gerçi şöyle milyonun yarısı kadar bir paraya hayır demezdim.

Longjumeau Esirleri: Borges der ki bu hikâye Kafka'yı müjdelemektedir. Gerçekten; içinden çıkılamaz bir durumda kurtulmaya çalışan, umutsuzluğa kapıldıkça daha da çok çabalayan bir çiftimiz var. Küçük bir yerde yaşıyorlar ve oradan ayrılamıyorlar, çünkü ne zaman trene binecek olsalar ya birinin ayağı burkuluyor, ya araba çarpıyor, ya tren erken gidiyor. Bir şey oluyor yani illa. Bu yüzden adam işinden oluyor, akrabalarla iletişim kesiliyor, yalnızlaşıyorlar. Bir gün vagona binmeyi başarıyorlar çok şükür, onda da vagon hareket etmiyor. Lokomotife bağlı değilmiş. Şöyle bir son var, benim çok hoşuma gitti: "Kaçırmayacakları tek yolculuk, ne yazık ki, kısa süre önce çıktıkları yolculuktu elbette, ve kişilik yapılarını iyi bildiğim için, bu son yolculuğa da çıkamamaktan korktuklarını ve son hazırlıklarını titreyerek yaptıklarını düşünmekten kendimi alamıyorum." (s. 46)

Evet, kitabın yarısı bu. Diğer yarısı da gayet hoş. Aralara sıkıştırılmış birçok mitolojik gönderme keyifli, büyük yazarlardan alıntılar da güzel. Böyle. Fantastik kuntastik. Canısı.

5 Mart 2013 Salı

Michael Crichton - 13. Savaşçı

Bunu şimdi yazmayacaktım ama Kairo diye bir film izliyorum, gölgesinden daha hızlı korkan bir adam olarak ödüm bazı bağırsak faaliyetlerine karıştığı için cesaret toplamam gerekiyor, onu da yazarak sağlamaya çalışacağım. Bu çekik gözlü kardeşlerin korku filmlerini izlemeyeceğim diyorum, yine de izliyorum. 90 kiloluk, neredeyse 2 metrelik adamım, sandalyeye tünedim lan. Gerçi hayalet cüsse müsse dinlemez, sümsüğü yerleştirdi mi iki seksen uzatır adamı. Çok dikkat edelim.

Filmi var bunun, Antonio Banderas oynuyor. Çocukken dibimiz düşe düşe izlerdik. Öküz gibi adamlar, savaşlar, bilmem ne. Çocukken izlediğimiz başka ne var, It var mesela. Başarılı sayılabilecek bir uyarlamaydı bence, The Evil Dead türü efektler hariç. The Evil Dead'i ve şürekasını üniversitedeyken izledim, çocukken izleseydim aklımı kaybederdim zannediyorum. Başka ne izledik, ilkokul zamanlarında biraz da komikli korku olarak Eerie Indiana vardı Nickelodeon'da. Ve elbette Goosebumps. Çocukların akıl sağlığını bozuyor diye yayından kaldırılmadan önce deli gibi izlediğimiz efsane dizi. Ya bunları sayıyorum da, amacım yazıyı uzatıp filme dönmeyi geciktirmek. Neyse, giriyorum artık.

Ahmet İbn-i Fadlan adlı bir Arap kardeşimizin 922'de başından geçenler. Öncelikle şunu belirteyim, ne İbn-i Fadlan, ne de kendisinin el yazması kurgusal. Burada hayatı hakkında bilgi mevcut. Her şeyin kurgu olduğunu söyleyenlere denk geldim. Öyle bir şey yok. Perec mi lan bu, Crichton.

Michael Crichton, kendisi Jurassic Park'ın da yazarı, bir ön metinle mevzuyu açıklıyor önce. Yazmanın kökenini, nüshaların başına gelenleri anlatıyor mesela, sonra Viking kardeşlere geçiyor. Bu yazma, İskandinav toplulukları hakkında bilgi veren bir erken dönem kaynağı olduğu için çok önemseniyor. Görece gölgede kalmış Viking yaşamı hakkında birçok ayrıntıya bu yazma sayesinde ulaşılmış. Vikingler hakkında bazı araştırmacıların görüşlerine de yer veriliyor. Biri diyor ki bu aslında barbar diye nitelenen adamların kendi kültürleri vardı, lakin medeniyet kurmak için gereken hümanizmden mahrumdular. Arkalarında pek eser de bırakmadılar falan. Crichton'a göre bu görüşlerin geçerliliği tartışılır hale gelmiş, çünkü karbonla yaş belirleme olayıyla birlikte Doğu'nun gelişmiş medeniyetinin yayılmasından önce kuzeydeki topraklarda maden işlemeciliği çok ileri bir seviyedeymiş. Eh, uzaylıların yapmadığında hemfikirsek Stonehenge de var. Böyleyken böyle.

Son olarak Ahmet kardeşimiz. 900'lü yılların Bağdat'ında, zenginlik ve refah içinde yaşayan, muhtemelen eğitimli bir insan. Şair olduğunu söylüyorlar. Halifeye yakın olmasına rağmen aralarında pek sevgi falan yok. Neyse, son derece objektif, tarafsız ve gerçekçi bir dayı İbn-i Fadlan. Ahmet diyeceğim bundan sonra.

Açıklamalar bu kadar. Romanın yazılış aşamasından bahsetmeyeceğim, yine de bazı eksik bölümleri Crichton'ın tamamladığını söyleyeyim. Neresi tamamlanmış, onu bilmiyorum.

Ahmet, halifenin emriyle bir tüccara mektup götürmek için adamın evine gidiyor, bakıyor ki adam yok. Adamın eşi orada. Gençten bir kadın. Sevişiyor bunlar, tüccar da sonradan bir şeylerden şüphelenince Ahmet'i halifeye şikayet ediyor. O sırada Saka elçisi saraydaymış. Halife, Ahmet'i elçi olarak Saka diyarına gönderiyor. Aylarca sürecek bir yolculuk. Sürgün diyelim buna, ağır bir ceza.

Bu noktadan sonra kitabın kırılma noktası kuzeye doğru giderken Vikinglerle karşılaşmak olacak, karşılaşmadan önce yolculuk faslı var. O coğrafyada Türkler de bulunduğu için Tekin el-Türki, Bars el-Saglabi gibi isimlere rastlıyoruz. Hazar Türkleri var daha çok. Türkler önemli olaylarda pek gözükmüyorlar, Crichton arada kurguya dahil olarak uzunca zaman dilimlerini özetleyerek geçiyor. Yine de Oğuz Türkleri mesela, Ahmet'in ilgisini çektiği için biraz detaylandırılmış.

"Hiçbir Müslüman kendisini ağırlamayı kabul edecek ve yanında kalabileceği bir Oğuz olmadan Türk topraklarına giremez. Tabii kabul edilmek için ev sahibine kendi ülkesinden kıyafetler, takılar, karısına da biber, darı, kuru üzüm ve fındık getirmek zorundadır. Misafir kabul edildiğinde ev sahibi onun için bir çadır kurar ve ona kesmesi için bir de koyun verir. Oğuzlar asla koyun kesmezler, bunun yerine hayvan ölene kadar kafasına vururlar." (s. 33)

Oha, dsfg. Bunun dışında aile, eşcinsellik gibi konularda söylenenler de ilginç. Balballar ve sahipleriyle birlikte gömülen atlar anlatılmış.

Ahmet, gideceği yere ulaşmasına bir adım kalmışken Vikinglerle karşılaşıyor. Buliwfy önderliğindeki dana adamlar. Bu adamlarla takılıyor bir süre Ahmet. Neyse, tayfaya bir haberci geliyor, kuzeydeki bir krallıktan zannediyorum, ya da krallık gibi bir şey. Haberciyi gönderen, Buliwfy'nin tanıdığı bir yaşlı kral. Yardım istiyor. Buliwfy de yardım için harekete geçiyor, Ahmet'i de yanına alarak. Ahmet yoluna gitmek istiyor ama bırakmıyorlar, çünkü Ahmet 13. Savaşçı. Yani gruba lazım bir adam, uğursuzluğu engellemek için. Böylece ikinci bölüme geçiyoruz, Viking diyarına doğru yelkenler fora.

Asıl eğlenceli bölüm burası, o yüzden kısa keseceğim. Kralın yardıma çağırış sebebi, sisin geri dönmesi. Sisten ölümüne korkuyorlar, çünkü sisle birlikte gelenler o kadar korkunç varlıklar ki adlarını söylemek bile yasaklanmış, kötü şans getireceğine inanıldığı için. Bu sis olayı, uzun zamanlardan sonra tekrar ortaya çıkan yaratıklar falan tanıdık geldi mi? Benim aklıma Game of Thrones geldi direkt. Benzerlikler çok. Neyse, olayın gittiği yeri anlatmayayım da keyfi kaçmasın, heh heh.

Savaşıyorlar, birileri ölüyor, ölenlerin cenazesinde üzülen yok. Vikingler değişik adamlar. Bir insan için en aşağılık ölümün yatakta gelen ölüm olduğunu düşünüyorlar, o zaman üzülüyorlar işte. Bunların Valhalla, Valkyrie hadiseleri falan var ya, o sebepten. En kutlu ölüm de savaşta gelen. Ondan sonra, deli gibi içiyorlar. Öyle böyle değil. İçerken kavgalar çıkıyor, dişler kırılıyor, umursadıkları yok. Kolayca adam öldürebiliyorlar, göz kırpmadan. Ahmet'e tek tanrıya inanmanın nasıl yeterli geldiğini falan soruyorlar, adamlarda tanrı çok.

Böyle. Güzel bence. Lan korkucam şimdi ya öff. Korkutmayan korku filmi tavsiye eder misiniz? Küçük bir deist latifesi, ciddiye almayın. İyi günne.

3 Mart 2013 Pazar

Alex Hailey - Malcolm X

Pek bir şey yazamıyorum, program olayı çıktı. Provalar, KPSS çalışmaları derken zamanım kuş oldu. Pir Floyk sever misiniz? Pek sağlam değil ama buyurun, gitarcı dayı benim:


OZ diye bir dizi var, izlememişseniz izlemenizi rica ederim. Kült bir dizi. Adebisi'siyle, Beecher'ıyla, Vern'üyle efsane. Oswald bişeybişey adlı bir hapishanenin mahkumları, çıkar ilişkileri, psikopat insanlar temalı. Çok da anlatmayayım, daha ilk bölümden sarmazsa gelin, deyin ki, "Senin yüzünden 1 saatim gitti seni mendebur mösyö."

Dizinin güzelliği bir yana, Kareem Said adlı bir karakterden bahsetmek istiyorum.


Goodson Truman, gençliğinde birçok pis iş yapmış, sonradan Müslüman olmuş, beyazların sahip olduğu depo gibi bir yeri havaya uçurmaktan hapse girmiş bir kardeşimiz. Mücadelesi tamamen haksızlıklarla mücadele üzerine, bu yolda silah kullanmaktan da geri kalmıyor. Chaotic Good diyebiliriz kendisi için. Yazdığı kitaplarla  takipçilerine yol gösteriyor, eşitlik uğruna hapishanedeki tayfası tarafından dışlanıyor, bir dünya olay. Özgürlüğünü elde etmeye bir adım kalmışken, çok affedersiniz, iyilik kisvesi altında şov yapan güç sahibi adilere siktiri çekmesiyle dostlarını yalnız bırakmıyor falan. Böyle bir adam.

Fotoğrafta duvara asılı postere bakalım. Solda Martin Luther King Jr. var, "I have a dream," diye başlayan konuşmasından hatırlarsınız. Sağda da bizim adam, Malcolm Little. O zamanlardaki adıyla Malcolm X.

Bu adamlar ne yaptı? Öncelikle benzer şeyleri hayal ediyorlardı, benzer şeyleri söylediler, benzer şeyler yaptılar. Bir noktaya kadar. King, nefretin sevgiyle giderilebileceğini söylüyordu. Meşhur konuşmasında insanların derilerinin rengiyle değil, karakteriyle değerlendirileceği günleri beklediğini söyler mesela. İyi bir eğitim almıştır, iyi bir hatiptir, sağlam bir düşünürdür. Nobel Barış Ödülü bile almıştır kendisi. Sonrasında ölüm tehditlerinden usandığı bir zamanda öldürüleceğini bildiğini, yine de bir şeyleri değiştirebildiyse mutlu olduğunu söyler, ardından bir suikasta kurban gider. Boğazından vurulur.

Malcolm X, işte sokaktan gelmiş bir adam. Kendi kendini bir nokta kadar eğitmiş, doğru bildiği fikirleri savunurken yanlışlar da yapmış, yine de davasından vazgeçmemiş bir fikir adamı. Hayatına geçiyorum artık. Kareem Said'i niye anlattım, çünkü Kareem Said gerek fikirleriyle, gerek zayıflıklarıyla King'ten ziyade Malcolm X'tir. Bu yüzden, evet.
Kitabın ilk 100 sayfası Hailey'nin kitabı yazma aşamasını anlatıyor. Geriye kalan 600 sayfadan daha dikkat çekici bir bölüm diyebilirim, X'i Hailey'nin, bir araştırmacının gözüyle görürüz. Sadece bu da değil, King'in de başına gelecek olan suikast felaketini tanıkların söyledikleri vasıtasıyla yaşıyormuş gibi oluruz. X'in hayatı, eşiyle ve çocuklarıyla olan ilişkileri, birçok şey var bu sayfalarda.

1963'te Hailey, X'e hayat hikâyesini kitaplaştırmak istediğini söylüyor. O zamana kadar çok yakın bir ilişkileri olmamış ama bir basın mensubu olarak Hailey'den hoşlanmış demek ki X, kabul ediyor. Detaycı ve pimpirikli bir adam olarak Hailey'yi üstadı Elijah Muhammed'ten izin koparmak için Phoenix'e yolluyor. Bu Elijah Muhammed'e geleceğiz, Malcolm X'in zihnini açan bir bay.

Yazım aşamasında, Malcolm X hemen her gece Hailey'nin evine gidiyor, sabaha kadar çalışıyorlar. Geçmişin bazı ayrıntıları X'i üzüyor, bu yüzden sinirlenip eve gittiği de oluyor, peçete, prospektüs vs. gibi hemen her şeye beyazlar hakkında notlar çıkardığı da oluyor. Tabii sadece beyazlar hakkında değil, şuna gel: "Bugünün hızlı dünyasında tefekküre ya da derin düşünceye yer yok. Bir mahkumun iyice kullanabileceği bol vakti oluyor. Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa üniversiteden sonra hapishanedir. İnsan teşvik edilirse hapishanede hayatını değiştirebilir." (s. 19) Amerikan filmlerinde falan duyarız, "Yeterince düşünecek zamanım oldu," diye, havalı bir cümledir. İşte hapishanelerin ikinci amacı bu, düşünmeye teşvik ederek kişisel aydınlanma sağlamak. Aslında ilk amaç bu. Mesela hırsızlık yaptınız, beş yıl hapis verirler, bu beş yılın iki yılı şartlı tahliyesiz süre. Bu süreyi garanti yatarsınız. Üçüncü yılın başında, eğer o zamana kadar bir vukuatınız yoksa bir kurulun karşısına çıkarsınız. İşte ben böyle aydınlandım, şöyle erdim, on numara insan oldum diyerekten adamları ikna ederseniz özgürsünüz. Gözetim altında olursunuz ama hapse girmemiş gibi yaşarsınız. Tabii en ufak yamukta hapse döndüğünüz zaman önceki yatmadığınız süreyi de yatarsınız, bu da suç işlememek için kamçı. İşte bu ilk tahliye aşamasında insanlar meslek öğreniyor, kitap okuyor, ne bileyim, geliştiriyorlar kendilerini. Malcolm X de hapishanede yetiştirmiş kendini. Helal.

Neyse, yazılış sürecinde Malcolm X çok yoğun, ara ara görüştükleri de oluyor, her gün çalıştıkları da oluyor. Lakin bir şekilde tamamlamaya yaklaşıyorlar kitabı. Bu arada yazar, Malcolm X'le yakınlaşıyor ve bazı ilginç şeyler öğreniyor. Mesela X, çocuklarına hediye almamış hiç. Karısını ihmal ediyormuş, Elijah Muhammed'in yolunda harcadığı zamana hem üzülüyormuş, hem üzülmüyormuş. Muhammed Ali'yle yakınlıkları var, Ali'nin Müslüman olduğunu söylediği zamanlardan kalma. Eskinin iki iyi arkadaşı, Elijah Muhammed Malcolm X'i cemaatinden çıkarınca, Ali de Elijah Muhammed'in sadık bir müridi olduğu için konuşmamaya başlıyorlar. Ali kaçıyor X'ten daha doğrusu. X'in öldürülmesiyle ilgili ayrıntılı bir inceleme de var. Polislerin sallamaz tavırları, X'in konuşma sırasında defalarca kurşunlanması. Of, hatırlayınca içim karardı. X'in hayatına geçelim artık.

Baba vaiz, anne işsiz. Ku Klux Klan, babanın evde olmadığı bir gün baskın yapıyor ve camları indirip tehditler  savuran beyaz kukuletalı adamlar geldikleri gibi gidiyor. Baba dönünce olayı öğreniyor ve çok sinirleniyor. Bu sıralarda doğuyor Malcolm Little, 19 Mayıs 1925'te, çok yoksul bir ailenin dördüncü çocuğu olarak. Babanın önceki eşinden üç çocuğu var, onlardan biri olan Ella, X'in hayatında önemli bir yere sahip olacak.

Baba öldürülüyor, kaçınılmaz son. İntihar ettiği söyleniyor ama kafada kocaman bir ezik, bir de ölüyü taşımışlar, izler belli. Yine de olay kapatılıyor, dört çocuğun yetiştirilmesi, anne Louise Little'a kalıyor. Kadın çıkış yolu arıyor, bir türlü bulamıyor ve psikolojisi bozuluyor. X'in beyazlara karşı olumsuz şeyler hissetmeye başlamasının ilk örneği burada ortaya çıkıyor; sosyal sağlık bir şeyinin adamları defalarca geliyor, çocukları devlet himayesine almak için. Kadın akıl sağlığının yerinde olduğunu göstermek için uğraşıyor ama her seferinde gücü biraz daha azalıyor, çünkü bu beyazlar yardım ödemelerini geciktiriyor, kadına deliymiş gibi davranıyor falan. En sonunda kadını akıl hastanesine kapatıyorlar. Olaya gel.

Çocuklar akrabalara dağıtıldıktan sonra okul dönemi başlıyor. Malcolm çok başarılı bir öğrenci. Beyaz bir öğretmeni var, Malcolm'ı pek seviyor. Çocuğa ne olmak istediğini sorunca, "Avukat," diyor Malcolm, kendinden gayet emin. Lakin adamın dediği şeye gel: "Ya sen avukat olup napıcan, sen marangoz ol, tornacı ol. Böyle işler yapmak istemez misin?" Çocuk siyah ya, toplumda da yer yok kendisine. İşte meslek edinsin bir an önce, parasını kazansın. Asla "kötü" yola düşmesin, hak aramasın. Kafa bu, böyle ortamlarda büyüyor Malcolm. Mesela bir yurtta kalıyor, yurttakiler pek seviyor bu siyah, akıllı küçük çocuğu. O kadar seviyorlar ki çocuğun yanında, "Kahrolası zenciler böyledir işte," falan diyorlar ama çocuğu kastetmeden, yani çocuk da kendilerindenmiş gibi. Malcolm zeki tabii, lan ben de zenciyim gebeşler, diye düşünse de bir şey söylemiyor. Düşünceleri böyle böyle şekilleniyor.

Kardeşler de bir şekilde yırtmaya bakıyor. Biri papaz oluyor, biri işte bilmem ne oluyor. İrtibatı koparmıyorlar ama uzunca bir süre. Malcolm şehre gittiği zaman bir ölçüde kopacak ama hayatının dönüm noktasında kardeşlerinin etkisini bayağı bir hissedecek.

Malcolm bakıyor ki okuyan siyaha yer yok, şehre gidiyor, Ella'nın yanına. Şehir hayatı bir 200 sayfa kadar var, uzun bir süreç. Başlarda saçları beyazlarınkine benzetmek için kül suyuyla yakıyorlar mı, bir şey yapıyorlar. Amaç fiziksel görünümlerin dahi beyazlar gibi olması, beyazlara karışma dürtüsü. Sonrasında birkaç arkadaş ediniyor genç Malcolm, ayakkabı boyacılığı yapıyor ünlü kulüplerde. Burada müzik gruplarıyla kurduğu ilişkiler de ilginç; Duke Ellington'ın yakın arkadaşı oluyor ve ona esrar falan buluyor mesela. Bu yıllarda geyik bir deyişle sokakların kanunlarını öğreniyor, ileride hitap ettiği insanlara ulaşma konusunda en büyük yardımcısı, ulaşmak istediği insanların nasıl bir hayat yaşadıklarını bilmesi olacak. Neyse, torbacılık falan derken Ella'nın yardımıyla New York trenlerinde çükilata, büskivik gibi şeyler satıyor ve daha büyük bir şehirde yaşamanın hayalini kuruyor. Gidiyor da o şehre. Başka arkadaşlar, başka sevgililer, hırsızlık. Süper bir çete kuruyor ve zenginlerin evlerini soymaya başlıyor. Yakalanıyor bir gün, doğru kodese.
10 yıl.

Aydınlanma burada başlıyor. Philbert ve Reginald, hapisteki kardeşe aynı şeyi söyleyen mektuplar yazıyorlar: "Sakın domuz eti yeme kardeş, hapisten kurtulmanı sağlayacak yolu göstereceğiz." Reginald gelip gidiyor ara ara ve İslam Cemaati'nden, Elijah Muhammed'ten, kurtuluştan bahsediyor. Sallamıyor önce Malcolm, sonra yavaş yavaş daha fazlasını merak ediyor. En sonunda Elijah Muhammed'e mektup yazıyor. Cevap gelince görev tamamlanmış oluyor, bir üstadın yoluna girmiştir artık.

Elijah Muhammed, ermiş olarak gördüğü bir adamla karşılaşıp değişmesinin ardından tüm siyahların Müslüman olması için uğraşmış, İslamiyeti ABD'de örgütlü bir şekilde yaymaya çalışmış bir dayı. Peygamber gözüyle bakıyorlar adama, o derece etkili biri. Neyse, Malcolm hapiste iyice bir kitap okuyor falan, çıktığı zaman Elijah Muhammed'le görüşüyor ve yavaş yavaş cemaat işlerine giriyor. Harlem civarında zencilerle konuşuyor mesela, broşür dağıtıyor, böyle şeyler. Muhammed'in sağ kolu haline geliyor, lakin bu olay onun sonu olacak. Muhammed, X kadar bilgili, televizyona çıkan falan bir adam olmadığı için aslında en başından beri X'in arkasından konuşurmuş, çekiştirirmiş falan. Ama X işini iyi yaptığı için de dokunmuyormuş. Böyle acayip acayip işler. Sonra bu Muhammed kardeşimiz sekreterlerini falan hamile bırakmış, X dedikodulara kulak asmamış, Muhammed öl dese ölürmüş falan.

Kariler, X'in yolunda büyük saçmalıklar olduğunu görürüz, ne kadar eşitliğe yönelik bir yol olsa da. Birincisi, kahramana bağlılık. Gündüz Vassaf'ın kahramanlar hakkında yazdıkları geliyor akla. Bir kahramanı körü körüne takip ederseniz boku bokuna ölebilirsiniz, çok affedersiniz. Kahramanların değil, fikirlerin yolunda yürümek gerekir. Eh, X'in 10 yıllık cemaat mücadelesinde gözlerini kapayıp vazifesini yapması, böyle bir körlükten kaynaklanıyor. Zira arada çok büyük bir düşmanlık olmamasına rağmen cemaat, X'in sahip olduğu tek eve mahkemeyle el koydurtuyor mesela. Muhammed'in X'in cenazesinde yaptığı konuşma daha berbat. "Hırsından yandı bitti kül oldu" havasında. X iyi ki daha fazla rezillikle karşılaşmadı. Hayatında, en azından.

İkincisi, İslamiyeti çıkarlara göre yorumlama. Kariler, buradaki İslamiyet anlayışı, X'in daha sonra itiraf edeceği üzere çarpık, deli gibi çarpık. Çarptırılmış daha doğrusu, araç haline getirilmiş. Irkçılığa ırkçılıkla karşılık veriyor X, tüm siyahlar kötüyse tüm beyazlar da kötüdür, alayı dombilidir gibi. Eh, o şartlarda oluyor böyle şeyler. Sonra domuz eti yememek dışında hiçbir ibadet yok. Aslında yanlış söyledim, çarpık inanç yerine İslamiyetin fikri boyutu demeliydim ele alınan. Neyse, namaz kılmaktan bihaber X kardeş. Hacca gittiği zaman namaz kılmayı, abdest almayı vs. öğreniyor, öğreneceği ne varsa. Sonra orada görüyor ki beyazlar da var. Müslüman beyazlar. Düşünüyor, ulan demek ki bütün beyazlar şeytan değil, diye aydınlanıyor. Memlekete döndüğünde fikirleri bayağı bir değişmiş şekilde kameraların karşısına geçiyor ve bütünleyici bir yaklaşımla siyah-beyaz meselesine ancak o zaman eğiliyor. Çok geç bir zamanda, çünkü kısa denecek bir süre sonra vurularak öldürülecek.

Bir dünya sözü var X'in, onları almadım. Sözlüklerde istemediğiniz kadarına rastlayacaksınız. Ben bir konuşmasıyla bitiriyorum, iyi günler diliyorum.