29 Nisan 2017 Cumartesi

Friedrich Dürrenmatt - Yunanlı Bir Kız Aranıyor

Neden aranıyor, Arnolph Archilochos bir Yunan(lı). Yunanlı? Yunanlı. Takıldığı barın çok orijinal sahipleri -karı koca, biri eski bisikletçi, biri de sanatçı mıydı, öyle bir şeydi- adama evlenmesini salık veriyor. Evlenirse her gün gelip maden suyu içmez diye mi yoksa adamın hayatına bir renk gelir, döngüden çıkar diye mi, orası karışık. Sonuçta Arnolph baş göz edilecek, orası kesin. Gazeteye bir ilan, şak, kız hazır. Dünya güzeli, korkulduğu gibi değil. Korkulan bir şey var ama, Dürrenmatt okurken her an bir terso bekliyor insan. Bol bol, tatmin edecek kadar zengin katakulliler, şahsi gariplikler var.

Dürrenmatt'ta hemen her karakter bir eleştirinin doğuşuna sebep oluyor. Arnolph'un badaklığı ve geri kalan gariplikleri yetersiz sosyalleşmenin izlerini taşıyor, sonlara doğru adamın korkularla yüzleşmesi kendisini bir nevi büyütüyor ve modern bir insana döndürüyor. Modern, iyi değil. Seçim yapabilir hale gelmesi hiçbir şeyi düzeltmiş değil ama bu da başlangıç. Düzeltilecekler arasında adamın "dünya düzeni" geliyor. Küçük, eski evinde asılı olan 10 fotoğraf var. Cumhurbaşkanı, patronu, bir devrim önderi, bir kolluk kuvveti müdürü, bu tür zatlar. Zıtlıklar var, 10 fotoğraflık dünyada çatışanların neleri ifade ettiklerinin bir önemi yok, zira dünyanın bir önemi yok. Arnolph merkezde, etrafındaki her şey var olmaya devam edebilir veya etmeyebilir, sıkıntı yok. Şapşalın para sızdıran abisi, tehditkar yeğenleri, kısacası rezil bir ailesi var ama her şey olacağına varır, para vermekte bir sakınca yok. Gazeteden bulduğu kızla tanışana kadar.

Uyanık olmazsanız sürprize kapılıp heyecan duyarsınız, öbür türlü neler olacağını az çok tahmin ederek okursunuz. İkisi buluştuktan sonra ilginç bir tesadüf eseri sırayla 10 adamla karşılaşırlar. Kimsenin dikkate almadığı hatta görmeye tenezzül etmediği Arnolph'a cumhurbaşkanı, din görevlisi, şunlar bunlar, herkes selam verir ama malum, bir anda görülmeye başlayan adamın pek de çekici bir yanı yok, değişmediği malum. Tek değişiklik kız, bir olayı var yani. Neyse, iş yerinde patron Arnolph'u terfi ettirir, deli bir ikramiye verir ve Arnolph kendine kıyafet alır falan, şekil olur. Kızın yanında çalıştığı aile, malikaneyi kıza devreder. Neler oluyor, değil mi? Düğüne akın olur, başkanlar falan gelir ve Arnolph olayı çakozlayana kadar deli eğlenirler. Sonra adamımız çakar, bir sosyete orospusuyla evlendiğini haykırıp ortadan yok olur, sonra kadın gelir ve yeni başlangıçların insanı değiştirebileceğinden, Arnolph'un saflığını ve geri kalan -pek de bir şey kalmıyor ya- bütün özelliklerini çok sevdiğinden ve değişmek istediğinden falan bahseder. Arnolph düşünür, taşınır ve kıza sarılır. Mutlu son. Gibi.

Nedir, patronun üretim-iktidar ilişkisini irdeleyici sözleri iyi. Hükümetler alınıp satılabilir, kiralanabilir, şirketlerin emrindeki ülkeler birbirine savaş açabilir, bu tür şeyler. Bir de üretilen her yok edici nesneye karşılık bir de yaratıcı nesne üretilir ki dengeli bir vicdan oluşsun, bu var. Hölderlin'in kitabı, patronun kurtuluşu ve çöküşü tuttuğu elinde.

Din. Dernekler, çıkar ilişkileri. Din adına, aslında pek çok şey adına yapılan işlerin sağduyuyu baltalaması.

Kara yazar Dürrenmatt, iyi.

Neal Stephenson - Elmas Çağı ya da Genç Bir Kadının Resimli Okuma Kitabı

Öyküsü kafamda dönüp dururdu; interaktif bir sanal gerçeklik oyunu. Her türlü olabilir; Kudüs'ün zaptı, Merkür'deki formal enerjilerle savaş. Sisteme sızan bir virüs, oyunun dokusunu bozmadan kendi gerçekliğini yaratıyor ve oyunculardan birinin beyin korteksine ulaşarak anılarını tetikliyor falan, bir şekilde adamı aslında orada olmayan bir kapıya, geçide vs. yönlendiriyor ve şfos! Beyin infilak ediyor, gözler pörtlüyor, gerisi gore işler. Neyse, bugün yazarım, yarın yazarım derken çat, Stephenson'ın deli ayrıntılı, inanılmaz detaylı dünyasında minicik bir paragrafta görüyorum. Çok uzak olmayan bir gelecekte görme organlarına entegre edilen bir sisteme virüs sızıyor ve insan sürekli porno reklamı, parçalanan domuzlar falan görüyor ve intihar ediyor sonunda. Küçük detaylar kurgusal dünyayı inanılabilir kılar ve Stephenson olay örgüsünü vermekle yetinmiyor, hemen her bölüme böyle küçük detaylar sıkıştırıyor. 

Cyberpunk teknolojinin hükümranlığı, yaşamın replikasyonlarıyla haşır neşir olmaksa eğer, o zaman arka kapakta dendiği gibi bu kitapta bir Post-Cyberpunk durum var demektir. Daha başlar başlamaz tanıştığımız Bud'ın Kaplan! Kaplan!'daki Foyle'dan pek bir farkı yok; aynı beyinsizlik, aynı kaba kuvvet. Her şeyin Bud'ın üzerine kurulduğunu düşünüp ilerleyince görürüz ki kendi ahlaki/hukuki kurallarına sahip, bir ölçüde stabil kantonlar Bud'ın kaotik kuvvetini kolayca emip kellesini alabilir. Bud'ın kaslarında nanoteknolojik meretlerden vardır ve bunlar kasları durmadan geliştirir, adam kendine son teknoloji bir silah alır ve soyguna falan çıkar, eyvallah ama teknolojiye tapılmıyordur artık, teknolojiyle felsefe -Konfüçyusçü adli sistem bile var!- bir noktada birleşmiş, anlamla bağları kopan yaşam tekrar anlam kazanmaya başlamıştır. Bu yüzden güçlünün borusu ötmez. Bud öldürülür, Cyberpunk ruhuna Fatiha okunur. Stephenson'ın Bud ölürken sırıttığını düşünüyorum.

Onca şeyi bağlamak zor, emek isteyen bir okuma gerekli. 10 yıllık bir süreçte gerçekleşen olayların takibi, karakterlerin dönüşümü, olaya dahil olan örgütler ve insanlar, sahneden çekilen örgütler ve insanlar, teknolojik zamazingolar derken kafayı kırmamak elde değil.

Dünyadan bahsetmek gerekirse nanoteknolojinin alıp yürüdüğünü söyleyerek başlayabiliriz. Casusluk için üretilen bakterilerden iç organları ve kasları patlatıp insanı kanlı bir çuvala çeviren silahlara kadar birçok mevzuda küçük enişte var. Mediatron denen dalga da günümüzdeki pad sistemini önceleyen bir gereç. Nesne derleyici nam alet de yemekten bisiklete kadar ihtiyaç duyulan her şeyi sağlıyor, adı üstünde işte. Kamusal alanlarda herkesin kullanabileceği derleyiciler mevcut, gönül etrafta bir sürü Diyojen görmek istedi ama olay başka.

Resimli Okuma Kitabı. Okuruna göre biçimlenen sayfaların bildungsroman olmak dışında bir işlev taşımadığı kitap. Nell'in eline Hackworth'ü soyan kardeşi sayesinde geçiyor. Hackworth yeni teknolojiler yaratabilen bir mühendis, kurguladıklarını yaşama geçirebilmek için her şeyi yapıyor ve patronunun emriyle bu kitabı yaratıyor. Dr. X nam bir diğer güç odağı da kantonlardan oluşan bir dünyada dahil olduğu grubun üstün gelmesi için yüz binlerce kız çocuğu ürettiriyor ve hepsine bir tane Resimli Okuma Kitabı sağlayabilmek için Hackworth'ü katakulliye getiriyor. Adamın asıl patronları durumdan haberdar oluyor ve casusa kontrcasusluk yapması için aba altından sopa gösteriliyor. Sonrasında Feed denen bir ağın -kabaca internete benzetilebilir ama muazzam üretim olanakları sağlıyor, çok önemli bir sistem- alternatifi olarak sunulmak istenen Seed için Tamtamlarla yaşamaya gönderilecek, orada telepatiyle teknolojinin birleştirilmesi konusunda kilit bir rol oynayacak. Falan filan.

Nell dedik, kızımız büyüyecek ve kitapta okuduğu öykülerle dünyasını biçimlendirecek, kitabı da. Yansıma aslında; yaşamla kitap birbirinin boşluklarını doldurabiliyor. Nell'in gelişimiyle güçlerin iktidar savaşı kesişecek, çok heyecanlı şeyler olacak. Gibi.

Kurma Kız'ın esin kaynağı olabilir, benzer dünyalar ama çok daha komplike. Çok. Anthem'e başlayayım diyordum ama ayda bir tane Stephenson yeter.

BK severler pas geçmemeli.

20 Nisan 2017 Perşembe

Thomas Bernhard - Kireç Ocağı

Persona. Yazlıkta kadın diğer kadına aynı anda iki benliğe, çok benliğe sahip olmanın zorluğunu anlatır ve her şeyin komediden ibaret olduğunu söyler, tutunulan fikirlerle yapılanlar bir olmalı yoksa insan parçalara ayrılır, insan parçalı ve karbon bazlı yaşam formudur, incelendiği kadarıyla budur, bir yaratıdır, başkalarınca yaratılır, kendini birleştirir, bulunduğu yer mühim değildir, coğrafya değişir, yolculuk haricinde de değişir, dünya değişen bir varlıktır, yaratı değişen bir varlıktır, yaratının alacağı biçimlerin sınırı yoktur, öyleyse yaratıyı yaratmanın özünde ne yatar, düşüncenin maddeleştirme dürtüsüne karşı konamayacak kadar çekici ne vardır, düşünceler meta-yaratılar mıdır, yaratılar düşünce halinde daha mı maddeseldir, böylesi bir çıkmazı bir kireç ocağında çözmeye çalışmak Konrad'a, tekerlekli sandalyeye mahkum eşine, civardaki insanlara kalmıştır ki ne anlatıldıysa çevredeki insanlardan ve sigortacı olan anlatıcının öğrendiği kadardır, dolaylıdır, ilk ağızdan duyulmayandır ki Konrad anlatmak yerine İşitme nam incelemesini yazmayı, yazmaya çalışmayı, kireç ocağına kapanıp kağıtları önüne çekerek yazmak için kıvranmayı tercih edecekti, daha önce hakkı verilerek anlatılmamış, hiç anlatılmamış, hep anlatılmış ama hakkı verilmemiş bir konuyu kağıtlara dökmeye çalışacaktı ve başarısız olacaktı, düşündüğü ölçüde de başarılı olacaktı, çok fazla bilgi, çok fazla teori, çok fazla çıkarım fışkırmak için bir kanal arayacak ama bulamayacaktı, bütün şartlar sağlanmış olmasına rağmen kapalı kalacaktı, üç veya dört katlı evin her yanı siyaha boyanmış olmasına rağmen, kapıya gelenler geri çevrilmesine, mektuplara cevap verilmemesine, izole bir yaşam sürülmesine rağmen bir yol bulamayacaktı, yol çoktan aranmıştı, Konrad eşiyle neden evlendiğini bilmemesine rağmen evlendi, muhtemelen hasta olan kadının kendine muhtaç olacağını düşündü ve egosunu dürttü, ailesinden görmediği ilgiyi görecekti, yarım kalan eğitimini kendi imkanlarıyla, kendi öfkesiyle tamamlayıp eşinin kendisine muhtaç olmasını da kendine ekleyerek istediği gibi yaşayacaktı, hayatının en güzel yıllarını kendi istediği gibi biçimlendirecekti, otuzundan ellisine kadar yollara düşmeyip yazacaktı, yazmaya çalışmadığı söylenemez, gittikleri ülkelerden biletler, broşürler birikti, tekerlekli sandalyeye bağlı olan kadın iyi bir gezdirildi ama inceleme bir türlü yazılamadı da ne oldu, bir kentin aşırı sıcağı, bir diğerinin gürültüsü, bir diğerinin insanı, bir diğerinin kokusu bunaltılara yol açtı da ne oldu, Konrad yeğeninin fahiş fiyata sattığı kireç ocağına kapandı, eşinin yeğenine satmaması için baskı kurmasına rağmen satın aldığı kireç ocağına kapandı, yıllar boyunca bankadan aldığı borçlarla ayakta durarak kapandı ki nihayetinde banka, polis, resmi görevliler, adaletin temsilcileri, kokuşmuş ve kurtulunması gereken adaletin temsilcileri kapıya dadanınca, kapıyı yıkarcasına çalınca, kapının açılmayacağını bilmezcesine çalınca Konrad'ın son bir kez masaya oturması gerekti, elde silah, elde mürekkep, eşe birkaç kurşun, yakışıklı bir cinayet, kadının kurtuluşu, Konrad'ın da, belki de yıkımın tamamlanışı beş yıllık bir zaman almadan önce Konrad'ın eşsiz deneyi çıldırışlarının bir yanını oluşturdu ki günlerce, aylarca hep aynı sessiz harfleri, hep aynı sesli harfleri eşinin kulağına bağırdı, fısıldadı Konrad, hep aynı harfler ve hep aynı tepkiler, yıllar boyunca sürdü bu, kadının kaçışı yoktu, kocasının deliliğine bir süre boyun eğdi, uzunca bir süre boyun eğdi ve ortaya kendi deliliklerini sürdü, artık giyemediği elbiselerini giydi, eski fotoğraflara baktı, üstleri başları yırtık pırtık olmasına rağmen Konrad'a eldiven örüp söktü, bin tane eldiven örüp tam sonuna gelmişken hepsini söktü, hep aynı sesleri duymaktan yaşamını söktü ve söylentilere göre ölmek istediği için Konrad onu vurdu, söylentilere göre Konrad çocukluğundan beri kireç ocağında oturmak istiyordu, sosyal yaşamdan tamamen yalıtılmış ki insan insanlarla sadece kirlenir, insan başkalarıylayken hiçbir zaman kendisi değildir, kendi başınayken bile kendi olmayabilir, kendimiz nedir, nasıl biridir, belki bunların bir sabiti olarak incelemesini yazmak istedi Konrad, dış doğadan korktuğu ölçüde iç doğasını yansıtmak istedi, gönüllü çalışma zindanında insanların nasıl duymadığını, nasıl anlamadığını anlatmak istedi, mobilyaları ve objeleri yanlış yere koymak istedi, hiçbir şeyin yeri belli değildi, bir süre sonra yeri belli olmayan şeyler satıldığı zaman, para giderek suyunu çektiği zaman bir dertten kurtulmuş oldu Konrad, eşyalardan kurtulmuş oldu ve boş duvarlara, boş odalara bakarak evin boşluğunu teyit etmek istedi, yüzlerce kez odalara girip çıktı, kireç ocağının boşluğuna emin oldu ve daha da boşaltmak için duvarları siyaha boyadı, eşi Kropotkin'den nefret ederdi ama Konrad'ın okumak istediği başka bir şey yoktu, bazen eşinin istediği kitabı okurdu ama bazen, deneylerden sonra, yemekten sonra, yazamadığı incelemeyi yazmayı yeterince düşündükten sonra, yazmanın, yaratmanın imkansız olduğunu anladıktan sonra, uygun zamanın hiçbir zaman gelmeyeceğini anladıktan sonra eşine kitap okudu, onu giydirdi, besledi, yaşattı ve öldürdü, incelemenin yerine eşini koydu, insanları koydu, ne gördüyse onu koydu çünkü bir insanın yaşamı da sanat eseridir ve sanatını mutluluktan uzak bir zirveye koydu Konrad, çocukluğunun duygusal boşluğunu bu sanatla yaşattı ki çocukken bir şeyler eksikse yaşamın geri kalanında da bir şeyler eksiktir; babanın yokluğunda erkeklere nefret duyulabilir, annenin yokluğunda terk edilme kaygısı doğabilir, insanlar sevilmeyebilir çünkü bütün sıkıntının kaynağı insanlardır, mutluluğun pek bir önemi yoktur, bir ağaç mutludur ve bakıştığı insan da mutlu olabilir, öyleyse bir insandan neden mutluluk beklenir, insan neden sosyal bir varlıktır, sosyal bir varlık olmak zorundadır, iletişim kurabilmenin doğrulardan ve yalanlardan ibaret olması sosyalliğin bir yaratısı mıdır, insanın bir yaratısı mıdır yoksa Avusturya'nın o çokça bahsedilen çürütücü havası mıdır, pencereden bakınca pek fark edilmiyor, Konrad'ın fark edecek bir alımlayış biçimi yok, Konrad yazmak zorunda, annesine, babasına, eşine, Avusturya'ya, doğaya, bankaya rağmen yazmak zorunda, kendine rağmen, deliliğine rağmen, deliliği yaratan doktorlara rağmen, kendisini sürekli rahatsız eden insanlara rağmen, onlara çoğu zaman hayır der, hayır, beni rahatsız etmiyorsunuz, hayır, sizin yarattığınız huzursuzluğun yardımıyla düşünebiliyorum, yazmanın o kadar önemli olduğunu düşünmüyorum, aslında düşünüyorum ama siz olmasanız düşünmeyecektim, o zaman var olunuz sayın insanlar, size sonsuz lanet, bu başyapıtı bitiremememin altına imzanızı atın, yakışıklı olsun, koyduğum noktalardan sonra gelen devam cümleleri, koyamadığım noktaların sebebi, cinnetim sizin eseriniz, ben sizin eserinizim, beni sizler yarattınız, sağ olun, alkışlar benden. "Fakat Konrad'ın söylediğine göre, biri ona eşlik etse bile insan yalnız başına ilerlermiş, yalnız başına ve gittikçe büyüyen bir yalnızlığa doğru ilerlermiş. Ve gittikçe büyüyen bir karanlığa doğru yalnız ilerlermiş, çünkü düşünen insan daima gittikçe büyüyen karanlığa doğru yalnız başına ilerlermiş." (s. 55)

18 Nisan 2017 Salı

Alessandro Baricco - İpek

Herve Joncour'nun aynı detaylarla verilmiş yolculuklarını yolda olma durumunun, yolun getireceklerinin bilinmemesi mevzusunun heyecanına ve sonucun yarattığı durgunluğa -zıtlar birlikte var olur, yaşamak için çok istediğiniz bir şeyi elde edin- bağlıyorum. Trenle Viyana, Budapeşte, Kiev. At sırtında Baykal Gölü'ne kadar iki bin kilometrelik yolculuk. Her yolculukta orada yaşayanların Baykal'ı farklı isimlerle andığını görürüz, bu da her seferin farklı bir sona ulaştığını imler. Coğrafya aynı, isimlendirmeler farklı, öyleyse sabit olanlar o kadar da sabit değil. Joncour'nun eşi Hélène'le yaşadığı ilişki sabit gibi görünebilir, Japonya'da aşık olduğu kızla arasında olanlar bambaşka görünebilir ama aşkın kimliği sabittir, alışkanlıkların da. Tabii ikisi birbirinin yerine geçmediği müddetçe. O halde sabit olan nedir?

Baricco'nun Emmaus'ını okuyup tembellikten yazamamıştım. Genç kuşak diyeceğim ama doğru olmayacak, günümüz İtalyan edebiyatının temsilcilerinden olan Baricco'nun metinleri oyuna açık bir gerçekliğe sahip. Meseleler iyi. Güzel yani, tavsiye ederim.

İpek, 1861'de Fransa'da nadir bulunuyor. Joncour'nun ipek işine girmesiyle birlikte patronunun da onayıyla Japonya yolculukları başlıyor. Bilinmeyen bir dünya, Batılıların katledildiği zamanlar. Silence'ı izlerseniz fikir sahibi olabilirsiniz. Meiji hadisesinin eli kulağında, çok uygar Batılılar demokrasi götürmek üzere. Götürüyorlar da, anlatının tam ortasında her şeyi koparıp atan bir savaş çıkıyor ama öncesinde yolculuklar başlıyor.

Egzotik, bilinmeyen bir dünyaya yaptığı yolculuklarda istediğini buluyor Joncour, varlığıyla yokluğu bir olan kaliteli ipek. Teninde bir his duymuyor insan, ama orada işte. İncecik. Kolaylıkla görmezden gelinebilir. Farkına varıldığında çok geç olabilir. Metafor tabii, olay ipekten ziyade Joncour'nun aşkında. Japonya'da kendisine ipek sağlayan adam Hara Kei'nin kucağında yatan bir kıza/kadına vurulur adamımız, kız çekik gözlü değildir, hiç konuşmaz, hiçbir tepki vermez. İlk yolculukta. İkincisinde adama bir not verir, geri dönüşünü beklediğini söyler. Üçüncü, dördüncü, beşinci yolculuk... Sonuncuda savaş başlamıştır, Hara Kei ve insanları köyü terk edip göç etmektedir, Joncour küçük bir çocuğun yardımıyla onları bulur ve çocuğun asıldığını görür, Japon geleneklerine göre yaptığı büyük bir suçtur. Adamımız geçmemesi gereken sınırı geçer ve başka bir kültürün verdiği cezayı çeker. Aslında yabancılığın getirdiği bir şey de değildir bu; makro ölçekte bir iç çatışmadır. Yolculukların arasında eşiyle yaptığı yolculuklarda Hélène'i ne kadar çok sevdiğini hatırlar ama Japonya'daki kızı özlemekten alamaz kendini. Uzağın getirdiği, kavuşulamayanın yarattığı bir duygu. Gitmek çare değil, kaldığı zaman da bulunduğu yerde değil. Hayatı bir noktaya sabitlenmiş, kendinden çok uzağa. İpek, var olup olmadığı önemli mi artık?

Hara Kei'nin kuşları. Sevdalı olan bir kuşu salar, kafesten kurtarır ve kuş özgürlüğünü haykırırken kendi aşkını da duyurmuş olur. Son yolculukta yanan köye gelen adamımız, kuşların serbest kaldığını görür. Kız bırakmıştır, ya da yangından kurtulmaları için bir başkası. Savaşa önayak olan uygarlığın inceden bir eleştirisi vardır, bazı yerlerde kalınlaşır. Açılmak istemeyen kapalı bir toplumu kerpetenle açmayı düşünen koca koca devletlerin yanında mesafeyle, kültür farkıyla kapatılmış kapıyı, aşkın kapısını zorla açmak isteyen Joncour da felakete yol açanlardandır. "Hepimiz iğrenciz. Hepimiz olağanüstüyüz ve hepimiz iğrenciz." (s. 67) Acısını çok ağır çeker, hiçbir zaman yaşayamayacağı bir şey için özlemden ölür ve memleketine döner, eşinin yanına. Aziz, berduş, mutsuz. Her şeyden el etek çeker, izole bir hayata başlar.

Hélène için ayrı bir paragraf lazım. Sezgileri kuvvetli bir kadın Hélène, Japonya'da bir şeyler olduğunu anlar ve bir yolculuktan önce eşine dönmesi konusunda söz verdirtir. Sonrasında adamın acı çektiğini görür, meseleyi çözer. Bir gün Joncour'ya Japonca yazılmış bir mektup gelir, adam mektubu okuttuğunda yarım kalanlar tamamlanmış gibi gelir ve sakin, durgun bir yaşam sürmeye başlar. Mektupta hiç yaşanmamış bir sevişmenin tasviri vardır ve adamımızın bu mektupla yetinmesi gerektiği söylenir. Kırık kalp böylece tamir olur, olabildiği kadar. Hélène'in ölümüyle anlaşılır ki mektubu Hélène yazmıştır, kocasının tamamlanması için. Olabildiği kadar. Adamın aradığı aşk en başından beri yanı başında olabilir, bazen. Bazen insan görmez çünkü başka bir yere bakar. Başka bir yer daha çekici gelir. Başka bir yere gidilir, geride kalanlarla yeninin arasında sıkışılır. Durgunluk belki buradan gelir, kim bilir? Sıkışan.

Kimlikler farklı değil, coğrafyalar farklı değil, insan işte. Şahane bir novella. Iskalamayın.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Guy de Maupassant - Gündüz ve Gece Hikâyeleri

İki öykü var, lisedeyken ders kitaplarında okumuştum. Biri Necati Cumalı'nın diye hatırlıyorum. At arabasında bir adam, yıldızları ve ayı izliyor. Bilinmeyene yolculuk duygusu, gece her yanı sarmış. Bulamadım bu öyküyü, Necati Cumalı'yı da henüz pek okumadığım için bir süre bekleyecek bu. Diğeri bir kolye hakkındaydı. Onu buldum işte. Meşhurmuş zaten, azıcık aransaydım çoktan bulurmuşum. Bir film vardı, buldum, Motorama'ymış. Lisede İstanbul'daki Duman konserlerini kaçırmazdık, grup çıkmadan önce bir şarkı çaldı, aklım gitti. Yıllarca denk gelmeyi bekledim. Sonra şarkının akorlarını yazdım ve puf! Pearl Jam, I Am Mine. Aşkı aradım, zaman zaman buldum, zaman zaman pas geçtim. Belki anlatmışımdır, ilginç bir hikâye: Bir zaman evlenmek üzereydim, kızla Beyoğlu'nda evlilikle alakalı, şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir işi halletmek üzere dolanıyoruz. Arkadaşını mı görecekti, bir işi vardı, ben de sahaflara gitmek istiyordum, bir saat sonra buluşmak üzere ayrıldık. Aslıhan Pasajı'na gittim, dükkanlardan birine girdim. Sahip var, kitaplara bakan bir kız var, o kadar. Ben de bir uçtan bakmaya başladım, üç kitap seçtim. Kasaya geldim, kız da diğer köşeden yaklaştı.

"Ya pardon, söylemem lazım, aynı kitapları aldığınızın farkında mısınız?"

Kızın bile belli belirsiz farkındaydım, nereden farkında olacağım? Kitaplar da yani bırak üçünü, biri bile aynı olsa olaydır. İşin olasılık yanı her zaman rasyonalize ediyor, eyvallah da Yıldız Ecevit'in bilmem hangi batmış yayınevinden çıkan eski bir kitabı, Roland Barthes'ın yine aynı yayınevinden çıkan bir kitabı, diğerini hatırlamıyorum. İhtimal nedir? Yani burada kaderin bir oyununu mu aramak gerekir? Aramadım, kızın yüzüne bile bakmadım, satıcıya gülümsedim ve parayı ödeyip çıktım. Düşünürüm, acaba hayatımın aşkını falan mı ıskaladım? Bilmiyorum, evlenmek üzereydim, o zaman üzerinde durmadım. Şimdi de durmuyorum, sadece böyle şeylerin olduğunu biliyorum. Böyle şeyler oluyor, her gün yaşanıyor, bazen yeni kapılar açıyor, bazen fark edilmiyor bile. Bunların hikâyesi yazılmalı ki Maupassant da tam olarak bunları yazıyor aslında. Bu tür olaylar bir araya geliyor ve öykü oluyor. Günlük. Şaşırtıcı. Olası.

Maupassant'ı ders kitaplarından başka Öç Öyküleri Antolojisi'nde okudum ilk. Muhteşem bir intikam öyküsü var, bu kitapta görünce sevindim. Kendisi 300 küsur öykü, birkaç da roman yazmış. Flaubert'in yanında takılırken Henry James, Zola gibi adamlarla tanışmış, edebiyat çevrelerine girmiş ve delirip hastanede ölene kadar yazmış, durmadan yazmış. Öykülerinde insanlığın uç ve dip noktalarını bulmak mümkün; bir duygunun esiri olup yapılabilecek en son şeye kadar giden insanlar ve yol açtıkları garip durumlar olayların temelini oluşturuyor. Bunun yanında dönemin olayları ve insanları da ilginç. Prusya'yla yapılan savaşlar, Paris'in kaotik eğlencesi, evlilik kurumu, düellolar, iletişimsizlik, insanın her şeye açık doğası işleri iyice karıştırıyor. Üç beş öykü alayım, gerisi okurun ellerinden öper.

Boniface Baba Cinayeti: Yaşamdan soyutlanan insanın her şeyi aşkın bir şekilde yorumlamasıdır bence. Baba yaşlı bir adam ve yaşamın enginliğini ya hiç görmemiş ya da görmekten vazgeçmiş. Postacılık yapıyor, saat dakikliğiyle uğruyor evlere ve tanıdığı birinden beklediği tepkiyi alamayınca, adam kapıyı açmayınca ve içeriden boğuşma sesine benzer sesler duyunca -ki okuduğu gazetedeki cinayet haberi de adamı telaşlandırıyor- doğruca polislere gidiyor. Adamlar eve geliyorlar ve kahkahalarla uzaklaşıp babayı gömüyorlar. İçeride cinsel işler dönüyormuş aslında, babayı kurduğu dünyanın yıkıntıları arasında bırakıyoruz. Nasıl olmaz, nasıl cinayet işlenmez?

Rose: Eve alınan hizmetçi kadın kılığında bir tecavüzcüyse aslında... Polisler adamı yakalayıp götürürken evin hanımının aşağılanmışlık hissetmesi, adamın aylar boyunca kimliğini belli etmemesi büyük bir kedere yol açabilir. Herkes ilgi görmek ister, yoksunluk zamanlarında kimden olursa.

Babasızlık bir izlek olarak ortaya çıkabiliyor. Bir öyküde terk ettiği çocuğunu yıllar sonra gören bir adamın mutsuzluğu var, diğerinde annesiyle babasını yıllar sonra bulup öldüren bir genç adamın cinneti. İyi bir sonla bitmiyor bu öyküler, hepsi trajik.

Görünüm: Aradığım öykü buydu işte. Güzel bir kadın sıradan bir memurla evlenir ve güzelliğini bir şekilde göstermek ister. Adam sosyetenin katıldığı bir partiye davetiye bulur, zorlukla biriktirdiği parayı elbise alsın diye eşine verir. Bir tek mücevher eksiktir, o da bir arkadaştan halledilir ve partiye gidilir. Dönüşte bakarlar ki ödünç alınan kolye yok. Kolyenin benzerini alırlar ama borcunu 10 yol boyunca köle gibi çalışarak ödemek zorundadırlar. Yıllar sonra kadın, kolyenin sahibi olan arkadaşını görür ve çok çalışmaktan erken yaşlandığını, güzelliğini yitirdiğini söyleyip gerçeği olduğu gibi anlatır. Diğeri şok: Kolye sahtedir zaten.

O kadar mala mülke düşkün olup hayatınızı heba etmeyin gibi bir anlam da çıkar.

Mutluluk: Sevdiği adam uğruna ailesinin servetini ve onurunu terk edip bir kuru ekmeğe talim eden kadın. Mutluluk nedir, onun sorgulaması.

Son bir tane. Elveda. Kişi yaşlandığının farkına kendi başına varamayabilir, değişim o kadar yavaştır ki fark edilmez. Ne zaman fark edilir, ilk aşkı obezitenin sınırına gelmiş haliyle, dört çocuğuyla birlikte görünce. Geçen zamanın ölçüsü aşktır, aşkın görünümleridir. Gibi.

İyi, keyifli. Klasik işte, bence okunmalı.

Jean-Jacques Brochier - Sigara İçiyorum, Ne Olmuş Yani?

Maupassant'ın bir öyküsünde ölmek üzere olan bir adama istediği yiyeceklerin verilmemesi bir trajedi konusu; etraftakiler adamın ağlamaya başlamasını çok komik buluyorlar. Üç gün, beş gün, ne kadar yaşayacaksa sevdiği şeyleri yesin bari de sağlığı yerine keyfine özen gösterilsin. Brochier bu bağlamı es geçmiyor, yer yer rakı içen öldü de su içen ölmedi mi sığlığında argümanlara sarılsa da, teknolojik olarak pek mümkün olmayan çözümler önerse de meselesine dört elle sarılıp maruzatını çatır çatır anlatıyor.

Yani ne olabilir? Durakta bir adam sigara yaktı, dumanına maruz kalmak istemezseniz uyarırsınız. Kapalı alanlarda zaten yasak, biz okulda yakaladığımız öğrenciye ceza kesiyoruz. Ne kaldı, yasalar çerçevesinde her türlü içilebilir. Bu tamam, içmeyenlerin sağlığını önemsemek de bir incelik göstergesi. İnsan olmanın gereği hatta. Ne bileyim, içen biri yüzünden kanser olmak istemem. Kanıtlanmış bir şey bu, değil mi? Yani kansere yakalanma olasılığını artıran bir şey sigara. O zaman çevre kaynaklı bir sorumluluk yükleniyor omuzlara. "Bana ne lan," dememek lazım. Bu noktada Brochier, üçüncü sınıf insan muamelesi görmekten ve faşizmin tek tek insanların fikrini almadan onların mutluluğu adına karar vermesinden yıldığı ve eleştirilerini bir bir sıraladığı an haklı, eyvallah ama iş diğer insanların sağlığına gelince tökezliyor.

Le Monde'a konuyla alakalı bir mektup yollayan yazar, gelen cevaplar üzerinden yürüyor. Doktorlar, profesörler, feministler, tiryakiler, her kesimden mektup alıyor ve savları bir bir irdeliyor. Genellikle ad hominem üzerinden saldırılar mevcut, bunları savuşturuyor Brochier. Saldıranların gazetede, televizyonda ismi gözüksün isteyen insanlar olduğunu falan söylüyor. Komik bir adam, hakkını vermek lazım. Onun dışında Fransa'da her yıl yüz bin kişinin sigara kaynaklı hastalıklardan hayatını kaybettiği bilgisini şöyle değerlendiriyor: "Ee, zaten öleceklerdi!" Yasakların artmasındansa insanların serbest bırakılması gerektiğini söylüyor bir de, bu da iyi gibi gözüküyor ama iş benden çıkıp başkalarını ilgilendiriyorsa orada durmak gerek. Yasadan çok felsefenin konusu olabilir aslında; sosyal ilişkilerde bencillik falan. Yasaları da felsefenin yorumu olarak görürsek, evet, bazı yasakların çok mantıklı sebepleri olabilir. Neye göre mantık, başkalarının özgürlüğünü kısıtlamamaya göre. Uçaklarda, trenlerde sigara içmek istiyor Brochier ve şirketlerin havalandırma tesisatını geliştirmesi gerektiğini anlatıyor. Çoğumuzun aklına gelmiştir; tek kişilik kabinler. Tek düğmeyle tepeden iner veya yerden yükselir, içinde istediğiniz gibi takılın. Ne güzel dünya. Böyle bir şey şimdiye kadar mümkün olmadı, gider kalemini iyice bir şişireceği için uygulanmamıştır bence. Bu durumda sigara içmeme yasağı tam bir faşizm örneği, geliştirilememiş teknolojinin suçunu tiryakiler çekmek zorunda değil. Diyor Brochier. Kirlenmek güzeldir mantığını örnek veriyor; kirlenmeyen çocuk öğrenemez. İstediği yerde sigara içemeyen adam mutsuz olur. Pek bağdaşıyor gibi görünmüyor.

Bölüm bölüm. İkinci bölüm Övgü başlığını taşıyor. Kızılderili adetlerinden mitolojiye, tütün ve tütünle alakalı adetlerin kısa bir sayımı yapılıyor. Birlikte tütün içmek barış anlamına gelir, tütün içip rüyalar görmek erginlik ayinidir, şamanlar ot ve tütün yardımıyla başka bir dünyanın kapılarını aralarlar, Bachelard'ın ateş ve tinbilim/psikanaliz temalı mevzusu ateşe, tütüne bağlanır falan, şöyle güzel bir çerçeve çizer Brochier. Burası iyi, güzel bir kaynak olmuş.

Tıp. Doktorların adam döver gibi tedavi etmelerinden bıkmış Brochier. Sigara içiliyorsa içiliyor, doktorlar görevlerini yapsın ve ötesine karışmasın, hayatlara müdahale etmesin. House M.D.'nin bir bölümünde obeziteden ölmek üzere olan bir adam vardı, adam güzel yemeklerden asla vazgeçemeyeceğini, kimsenin de kendisine akıl vermemesi gerektiğini söylüyordu. Yani yaşamak isteyen nasıl isterse öyle yaşasın, ölmek isteyen nasıl isterse öyle ölsün. Sosyal güvenliğe gelince, gözüyle bir problemi olmayan vergi mükellefinin göz sağlığı için harcanan paralardan hesap soramaması akciğer rahatsızlıkları, kalp rahatsızlıkları, diğer rahatsızlıklar için de geçerli. Diyor Brochier. Tabii gözünüzü zorla bozuyorsanız o başka ama bozarken keyif de alıyorsanız... Tartışmaya açık.

Güzel.

16 Nisan 2017 Pazar

Miguel de Unamuno - Tula Teyze

Lorca, Unamuno için, "ilk İspanyol" der, edebiyatta İspanyol kültürü, dini, ananesi, geleneği, yaşamı, psikolojisi, boğası falan en iyi biçimde Unamuno tarafından işlenmiş gibi bir mana çıkarılabilir bundan. Tula Teyze uç bir örnek değilse korkunç bir şey; Meryem Ana gözlerini üzerime dikmiş, ne yapıp ne yapamayacağımı söylüyor. Hayatı kaotik olmaktan çıkarıp tamamen determinist bir düzleme oturtan teyze, insanların elinden tercihlerini, dolayısıyla sorumluluklarını alıyor ve etrafındaki yaşamları tamamen kendi doğrularına göre oluşturuyor. İşin dini boyutu bir yana, beton sertliğindeki kişilik herkesi duvara çarptırıp ağzı yüzü dağıtıyor. Kendini soyutlama yeteneğinden zerre nasibini almayan, tek bir açıdan gören tek bir göz. Alternatiflere kapalı, doğruya tek bir yoldan -ki yoldan çok tartışılabilir olan doğru- ulaşan kadın, Tula.

Can basmış, o var bende. Onun kapağını bulamadım. Çevirmen aynı. Başka, onun dışında her şey aynı. Klip çekiyoruz, Koza olarak çıkacağız bir iki aya. Kendi şarkılarımı yazıp çalmaya devam. Birkaç öykü kendini yazdırmaya çalışıyor, romana devam. Bugün bisikletimi tamire götürdüm.

"Zincir ölmüş, teller paslanmış."
"Abi, bisiklet, 'Ben öldüm, binme bana,' diye bağırıyor, biliyorum ama gitsin yeter. Şu haliyle gider mi?
"Gider. Çok zorlamazsan yolda kalmazsın."

Kuponla almıştık, 25 yıllık bisiklet. Götürsün bir zahmet, o kadar kupon kesti abim. İlk PC'mizi de kuponla almıştık. Araba da almıştık kuponla ama üç ayda bir mi ne, para veriyorduk. Bundan 10 yıl evvel Vatan her gün bir kitap veriyordu, Poe falan vermişti, neler neler... Topladım, yerleştirdim, ne aldıysam. O zamandan beri biriktirdiklerime karşı kişisel bir foşiklik kurduğumu görüyorum ve kendimi sevmiyorum. Eşyalarımın beni terk edeceği gün onlardan önce ben bayram edeceğim. Bunun Tula Teyze'yle bir ilgisi yok ama eminim onun da yıllar boyunca tuttuğu şeyler vardır. İnsanlar var, tabii ya.

Ramiro iyi çocuk, kardeşlerden hangisiyle ilgileniyor acaba? Rosa veya Gertrudis -Tula- ama bir adım geriye çekilecek olan Tula tabii, deney tahtasını kurup ikisini bir araya getirmek onun görevi. Erdener Abi'nin kimden etkilendiği çok açık.

"'Peki ne diyeyim ona?'
'Evet de!'
'Ya kolayca elde ettiğini sanırsa...'
'Öyleyse hayır de!'" (s. 7)

Adam yakışıklı, kız güzel, öyleyse geriye ne kalıyor Tula için, evlenip bolca çocuk yapmak! Çünkü doğrusu bu. Çünkü iki kardeş rahip dayının himayesinde, anne ve baba yok. Aile açlığı. Dayı pasif. Tula ipleri eline alıp ne yapılması gerektiğini belirliyor. Kendisine rahibelik yakışırdı, manastıra kapanabilirdi ama emir almayı ve emir vermeyi sevmiyor. Söyledikleri emir değil, kararsız insanları yönlendirmedir olsa olsa. Tula'nın egemenliğinin yanında diğer herkes laf dinleyen çocuğa dönüyor. Ramiro'nun ilk çocuğu doğduğunda adamcağız bir Rosa'ya, bir Tula'ya bakıyor ve hangisinin anne olduğunu ayırt edemiyor. Kadın empat ama karşısındakinin kişiliğini tamamen silecek kadar. Bütün dünya Tula Teyze olabilir, o imkan verilse kadın yapar.

İkinci ve üçüncü çocuklar sırayı bozmuyor, Tula çocuklara kendi çocuğuymuş gibi muamele ediyor, çiftin yanına taşınıyor ve Ramiro'yu oğlu gibi görüyor. Tayin ettiği kimlikleri dayatmasına gerek yok, her şeyi herkesin iyiliği için yaptığı fikrini öyle iyi empoze ediyor ki savaşmasına gerek kalmıyor. Bir süre. Rosa, Tula'nın çocuk sevdası yüzünden güçsüz düşüp ölmeden evvel Tula'dan Ramiro'yla evlenmesini istiyor, böylece çocuklar üvey annenin eline düşmeyecek! Tula ikileme düşüyor; Ramiro'ya biçtiği oğul kimliğini bir kenara atıp koca olarak görmesi gerek ama kolay değil, Ramiro'nun ölen eşinin aşkından kafayı kırıp Tula'yı istemesine rağmen. Bir yıl istiyor Tula, bir yıl Ramiro rahat durursa o zaman düşünülebilir bir mevzu. Rahat durmuyor Ramiro, evdeki hizmetçiye tebelleş oluyor ve Tula ikisini evlendiriveriyor. Bu böyle silsile halinde devam ediyor, yeğenlerin evliliklerine kadar gidiyor iş. Tula Teyze öldükten sonra bile aile içinde teyzelik kurumu sürüyor, yeni Tula Teyze hazır. Musallat bir ruhtur artık Tula, ailenin lanetidir. "Hepimiz kuklayız!" diye geçer aklından, kendi oynattıklarını da düşünerek. Rüyalarında Ramiro'nun en başta kendisini seçtiğini görür ve suçluluk duyar, seçilmenin korkusu iliklerine kadar işlemiştir. Haçın erkeklerin omuzlarında yükselmesi de bunda etkendir; ataerkil din Tula'nın kendi ayakları üzerinde durmasını sağlamıştır ama karşı cins konusundaki fikirlerini de olabildiğince çarpıtmıştır. İsa da bir erkek, ona da güvenilmez o zaman. Bir fikir, bir günah. Tula Teyze'nin çıkmazı bu.

Unamuno'dan ne bulursam okuyacağım, denk gelirseniz ıskalamayın.

Erdal Öz - Kanayan

12 Mart'ın acısı, yitip giden arkadaşlar, işkenceler, küçük bir parça umudun araladığı kapılar Erdal Öz'ün kanatan kitabında altı öykü halinde belirir. Yansımasını Gülten Akın'ın şiirlerinde buldum; adını hatırlayamadığım bir kitabı, acı çeken annelerle ve kapatılmış çocuklarla dolu. Çocukların sesleriyle daha doğrusu. Seslerinin hayaliyle, doğrusu. Ortada parmaklıklardan başka bir şey yok çünkü. Parmaklıklar altı öyküye yayılı haldedir, içeride değilken bile, insanlar arasında, babayla oğlu arasında, ağaçlarla insanlar arasında, sevgiliyle sevgili arasında, pek çok yerde. Hepsi insan eseridir, doğanın bir parmaklık yarattığı görülmüş şey midir?

Altı öykü, her biri kapatanın çekmediği utancı çektirir, namlu önüne götürür. Eskimeyen acıları anlatır, günümüzde de örneklerini görüyoruz. Bir adım ilerleyebilmiş değiliz.

Erdal Öz'ün duvarlarında, evlerinde, koğuşlarında içerinin sıkıntısıyla dışarının olancalığı çok belirgin, sözcükler durumdan başka bir şeyi içeri almıyor. Olumlu bir şey; tasarruf edilmiş ve ince işçilik belirginleşmiş. Öz'ün dilini çok sevdim.

Taş: Yaka paça götürülüyor biri, gece vakti. Kalkıp inen kollar ışıksız sokakta hayal meyal. Aracın arka koltuğunda yüzü gözü kan içinde gençten biri. Yalvarıyor, hiçbir şey yapmamış. Polislerden kaçtığı için yediği temiz sopayı eli kolu bağlı izleyen anlatıcıya yukarıdan biri aracın plakasını alması için sesleniyor. Bir işçi oradan geçiyor, polisin uyarısına rağmen basıp gitmiyor, varlığıyla bile adamları huzursuz ediyor ve polisler gidiyor, o genç adama ne olur? Sanırım başka bir öykünün içinde gizli. Neyse, burada Altıncı Filo'nun generali hangi gençlerin gerçek Türk genci olup olmadığını söyleyebilecek kudretteyken, götürülen çocuğun akıbeti utançla karışık öfkeyle merak edilirken noel ağaçlı bir vitrine atılan taşın bütün bir kırıklığı, haksızlıkta boğulmuşluğu alıp götürmesi mümkün, en azından bir öyküde, en azından kelimelerde. Silahlar patlar belki, taşı atan ölür ama sen taşın uçuşunu hatırla.

 Ernesto: Ernesto'nun kalleşçe öldürülmesi ilk bölüm, ikinci bölümde anlatıcının kendi hikâyesi. Ernesto sayfalarda dirilir, dünyanın öbür ucundaki acılarla dolu bir ülkede. Yazar, Ernesto'yla konuşur, onu içinde olmak istenmediği bir kurguya sokar ve kendi özgürlüğünden bahseder. Ernesto, özgürlük uğruna hayatını ve daha fazlasını veren kahraman susar. İyi veya kötü, kurgular içinde kullanılacaktır ve buna karşı koyamayacaktır. Yüzünün yer aldığı onca hediyelik eşya, tüketim ürününde özgür iradeyi aramak güzel taktik, kapital iyi çalışıyor.

Kurt: Kısa bir görüşme. Dışarıda işler iyi gitmiyor, içeride her şey aynı. İsa'nın bileklerindeki yaralar her çağda aynı acıyı gösteriyor. İnsanlara doğruyu göstermenin sendikal yolu kapatılmış, İsa'nın işçi arkadaşları sinmiştir, sinmeyenler de hapse atılarak sindirilmiştir. Hâlâ sinmeyen varsa selam, mangal gibi yürek herkeste yok. Ateşi söndürecek bir şey var burada; Kurt. İsa'nın her şeye dayanacak gücü var da köpeğinin ölümüne dayanması çok güç. Uluyor, acısı bakır tadında, dudaklarının arasında sönük.

Güvercin: Yolunu şaşırmış güvercinlerin hapishanede ne aradığı. Parmaklıklardan geçerler, mahkumun biri görür, isimsiz, yüzsüz, kimliksiz bir görevli kuşu alır. Yemiştir muhtemelen, koca kıçının oynaklığından oburluğunu çıkarmak gerekir. Sonra bir diğeri, mahkum bu sefer kuşu alır, koğuşu basıldığında kuşu görevlilere vermez ve dışarı atar. Ölür kuş, yaşayamaz. Kötü yer, iyi eylemi kirletir.

Kanayan: Ana ve Baba, iki anlatıcıyla bölümlenmiş. Babanın incelikleri, parasız yatılıya giden oğuldan ayrılmanın acısı ve evi terk ettiği gece oğlun sarılmak istememesi, babasını eliyle itmesi gibi meselelere ilişik. Anne... Onun acısı nasıl tarif edilecek? Mutluluğuyla; oğlunun idam kararı bozulduğu için her şeye razı, oğlunu parmaklıklar ardında yıllar boyunca görmeye dahi.

Ne denir, çiçek dürbünü gibi acı dürbünü Kanayan. 

12 Nisan 2017 Çarşamba

Dörthe Binkert - Melankoli Kadındır

Çift cinsiyetli ruh dalgasıyla erkeklerin de bir parça bu işten nasiplendiğini düşünüyorum ama Binkert sağlam geliyor: "Melankoli kadına özgü olandır aynı zamanda: Hem yaşam hem ölüm. Depresyon ise erkeğe özgü olandır: Ya yaşam ya ölüm. Erkek gerçi yaşam verir (tohumlayarak), ama kadının doğurarak yaptığı gibi aynı zamanda ölümü vermez. Tohum verir veya öldürür (savaşta olduğu gibi)." (s. 147) Gerçekleşmemiş ihtimallerle yaşananların, zıtlıkların halidir melankoli, yaratıcı olduğu kadar öldürücüdür ama ölüm de bir ihtimal olmanın ötesinde değildir. Melankoli sentezdir, duyarlılığın son noktasıdır. Yeniler, biçimlendirir, bir anlamda yaşamın ta kendisidir çünkü her şeye açıktır. Fanteziyle gerçeği birleştirir ve her şeyi yaşanmış, hiçbir şeyi yaşanmamış kılar, arındırır böylece. Durmadan akan suyu berraklaştırır, parıldatır. Yeni yaşama kapı, yeni istikamete yol.

Binkert, melankolinin sanata yansımasından tıp tarihindeki yerine kadar pek çok açıdan bu eşsiz duyguyu irdelerken bildiği yaşamlardan örnekler vererek konuyu derinleştiriyor ve -bence- okuru ne yaşadığına dair oldukça aydınlatıyor. Melankoli bir dert olduğu kadar derman da, gerçi ataerkil toplumda oldukça ketlenmiş bir durumda ama yaşanmasının önüne hiçbir engel geçemez. Vücut kimyasının değiştirilmesi, belki. Sağaltıcı yönünün bilindiğini sanmıyorum; Platon'dan Galen'e pek çok kişi melankoliyi kalıplara sığdırmaya çalıştı, dört sıvının dengesiyle kurulan sağlıklı bedenin önemli bir parçası olduğunu söyledi ve tanımlandığı gibi tedavisine yönelik adımlar atıldı. Dinler tarihinden, mitolojiden olumsuz örnekleri bulunup çıkarıldı, kederin gezegeni Satürn'le eşleştirildi, toplumsal açıdan kabul edilemez bulundu ve kadınların elinden alındı. Erkeklerin de kaybına oldu bu. "Tuhaf değil mi? Erkek depresiftir. Ama depresyon erkeğe yasaktır. Kadınlar melankoliktir, ama melankoli ve kadına özgü olan arasındaki kavramsal bağlantı silikleştirildiği, şekilsizleştirildiği ve iptal edildiği için melankolisi engellenmiştir." (s. 153) Binkert, kadına ve erkeğe hak ettiğinin geri verilmesini dilerken erkeklere duvar sarmaşığından küçük bir taç armağan etmek istediğini söylüyor. Ben alırım bir tane. İncelikten azıcık nasibini almamış erkekler sığırdır, bu da burada dursun.

Melankolinin mitolojisiyle filolojisi kol kola yürüyor, Binkert kaynağa çok yakın bir noktadan itibaren meseleyi ele aldığı için tanrılarla dilin/kültürün kesişim kümesini oldukça detaylı bir şekilde anlatıyor. Melankolinin sembollerini belirledikten sonra sanata yansımaları belirliyor, Dürer'ın ve Munch'un resimlerini bu bağlamda inceliyor ve günümüze kadarki izlerini sürüyor. Kitabın ortasında pek çok resim mevcut, inceleyip kendi melankolik çıkarımlarınızı yapabilirsiniz, kendi melankolinizle ölçüştürebilirsiniz, belki birincilik madalyasını takabilirsiniz.

Sondan başlamış oldum, epigraf olarak Rilke'nın mektuplarından bir bölüm var. "Tehlikeli ve kötü olan sadece insanın bastırmak için başkalarına taşıdığı kederlerdir; bunlar yüzeysel ve akılsızca tedavi edilmiş hastalıklar gibi geri döner ve kısa bir aradan sonra daha da şiddetle patlarlar; içte biriken bu şeyler yaşamdır, yaşanmamış, savrulmuş, yitirilmiş; insanı öldürebilecek bir yaşam." (s. 7) Melankoliyle ne yapılacağı çok önemli bir şey, başka yaşamları cehenneme çevirebileceğiniz gibi yeni bir başlangıç için güç de bulabilirsiniz melankolinizden. Sanırım yapılması gereken şu; acı zaten çekileceği için bir temiz çekilmeli ve bütün zehri akıtılmalı, o zehrin içinde boğulmalı, ölmeli, dibe inmeli. Ayaklar dibe değdikten sonra yüzeye çıkılmalı ve acı vermeyen acı bir madalyon gibi boyna asılmalı, unutulmamalı. Unutulmayacak olan kederi değil, dönüştürücülüğü, iyi yanı. Sıkışmamak, ilerleyen zamanın gerisinde kalmamak için. Geçmişten bir ölçüde kurtulmak mümkün, duygusundan kurtulmak mümkün değil. O duygu işte, sağaltıcı olan bu. Sanırım.

Kayıplar, yitirilenler, kazanılanlar, melankolinin farklı yüzlerini doğuran yaşantılar Binkert'ın asıl kaynağını oluşturuyor. Melankoliyi bir hastalık olarak değil, acı verici veya depresif olarak nitelendirilebilecek sübjektif bir ruh durumu olarak ele alıyor ve bu tanım üzerinden gidiyor. Ben bir iki örnek vereyim, gerisi ellerinizden öper.

Melankoli dönüştürücüdür dedim, başka ne dedim? Yenileyici; anıları rafa kaldırmadan önce işe yarar bir şeyleri derleyip toparlamada oldukça faydalı. Depresyon gibi değil, depresyonda değişimin mümkün olduğu duygusu yitirilmekte. Sanki bir daha hiç aşık olunmayacağı duygusu mesela, hep ve hiç. "Hep" olumlu bir şey gibi gözükebilir ama "hiç" kadar sağlıksızdır. "Hep aşık olacağım, hep mutlu olacağım, her şey hep süper olacak." Öyle bir şey olmayacak. Neyse, çocukluğun melankolisiyle başlıyor Binkert. Çocukken anılarınız var mıydı? Benim vardı; bir gün öncesi bir yıl öncesi gibi gelirdi ve önceki günün bir güzel düşünüp tekrar yaşardım, sonra duygularını ayırırdım, rafa kaldırırdım. Rengarenk bir dünya, öğrenilecek bir sürü yeni şey vardı ve yapılacak bir sürü hata da. Acımı, korkumu ve mutluluğumu hatırlıyorum, o çocuk duygusu halleri yetişkinliğe taşmadı, bozmamayı başarabildim onları. Hemen fantezilere başvururdum, genelde geçmişten doğan şeylerdi ve hayatımı kolaylaştırırlardı. Babamın yokluğunu duyumsamamam bundan olabilir; yerini hemen başka bir şeyle doldurabildim. Fanteziler çok uçarıydı ve gerçekler çok ağırdı, zıtlıklarından melankoliye yanaştım sanırım. Bazen depresif kısmı ağır basar ama genellikle güzel yanını görürüm. İyidir. Binkert da kendi babasıyla olan hikâyesini, babasının melankolisiyle birlikte kendi melankolisini tanımasını anlatıyor.

Başka, kadına özgü yaşam akışı içinde melankoli. Doğum, annelik, bakirelik, menopoz, doğurganlık. Freud'a meyillilik bariz ama özgün şeyler de var sanırım. "Erkeklerle yaşadıkları cinselliğe çok önem veren, pek çok erkekle ilişkisi olan ama diğer yandan belki de bu nedenle bir erkekle sürekli olarak ya da yakın ilişki içinde birlikte yaşayamayan bazı kadınlar tanıyorum; onlar ruhlarının temelinde kendini tümüyle vermek istemeyen bakirelerdir." (s. 59) Bir de fraulein hadisesi var, hiç sevişmemiş kadınlar. Ortak noktaları, kendi melankolilerini tanımaları, kendi kendilerini asla terk etmemeleri. Toplumsal normları bir kenara bırakalım, hatta elimizden gelse yok edelim, kadın için -bilmiş bilmiş konuşuyorum ama erkek için de- önemli olan bu.

Hiç iyi anlatamadım, siz alın kitabı da bir okuyun. Kadınlı erkekli okuyun. Kitap iyi çünkü.

Miguel de Unamuno - Sis

Ön sözleri okumuyoruz, geri kalanı bittikten sonra okuyoruz, bu tamam. Kurgusal ön sözleri ne yapıyoruz peki? Anlatıcı/tanrı/yazar tarafından yaratılmış bir karakterin ön sözüne zeyl olarak a/t/y'nin ön sözünü okumamak nasıl olur? Güzel olur,  karakterlerin başına gelecekleri öğrenmemiş olursunuz ama kurgunun can damarından mahrum kalmış sayılırsınız. Gerçi son söz olarak okunursa her şey yoluna giriyor, metinde bu görüşü savunan bir fikir olarak her şeyin sonsuzda birleşmesi var. Zıt kutuplar, paralel doğrular, düşmanlar, kalbimizi kıranlar, biz, her şey sonsuzda birleşir. Lineer anlatıyı bunun dışında tutmak gerekiyor; ağır spoiler yemek istemeyen ön söz okumaz, hatta genel olarak ön söz metne karşı yapılmış büyük bir küstahlıktır.

Metne ön sözü bir karakter yazdı, demek ki okurun elinde tuttuğu kitap anlatının içinde yazıldı. Bitmedi de; Miguel Unamuno, ön sözü yazan Victor'u söylenmemesi gerekenleri söylediği, her şeyi açığa çıkardığı için Augusto gibi öldürmekle tehdit edebiliyorsa, noktanın orta yerine bir çatışma bırakılıp sonun kimliği değiştiriliyorsa kendini çoğaltan sonsuz bir metin haline gelir Sis. İç içe geçmiş kurgu-gerçek inancının belirsizliğinde her şey sisten ibaret. Ön sözde yer alan bir bölümde ad konan her şeyin bütünü kapsamadığı, antik felsefe kaynaklı tasnifçiliğin sadece isimlendirmeden ibaret olduğu ve yazarın belirsizlikleri ortaya çıkarmak için bütün bu kavramları birbirine karıştırıp bir harman yaptığı söyleniyor. Bu noktada çok sevdiğim bir paragrafı tekrar alıntılayacağım: "Birtakım adamlar dünyadaki en makul, en doğal işmişçesine oturdukları masadan gördükleri kadarıyla dünyayı (uydurulmuş) kavram şablonlarının içine tıkıştırmakla meşgul." Hira Doğrul'un Alışılmadık Sesler'inden. Bu bağlamda sise bakarsak sis, adına muhteşem bir tepik atarak her şeyi kapsar, kapsadığı ölçüde eritir ve hiçi doğurur. Hiç. Yaşamın kendisi. Olasılıklar denizi ayın hiç doğmadığı bir dünyada görülmeyecek bir şekilde dalgalanır. Sezgisel bir yokluktur, melankolidir. Sis'in doğası da melankoliktir, her şeyden hiçbir şeye ulaşmanın yolculuğudur.

Behçet Necatigil çevirisini okudum, Bilgi'den çıkanı. Öyle güzel bir Türkçeydi ki uzun zamandır bir çeviriden böylesi keyif almamıştım.

Yazıldığı zamana bakarak devrim niteliğinde bir kitap olduğu söylenebilir. Kitapta Don Quijote muhabbeti sıklıkla edilir ki edilmelidir; soylu şövalye ve yancısının gerçekten yaşayıp yaşamadıkları, yazarı yaratıp yaratmadıkları sorgulanır ki sorgulanmalıdır. Yazarın metni yaratması gibi metin de yazarı yaratır, kurguyla gerçek tek bir kelimeye sıkıştırılabilir, sıkıştırılmıştır, Yunan biraderler zamanında böyle bir kelime üretmişlerdir garanti. Kelimeye haiz olmak, son durak bu gibi gözüküyor. Sözü bilmek. Şüphe duya duya emin olmak. "'Hayır, sanatın asıl kurtarıcı tarafı, bizi varlığımızdan şüpheye düşürmesidir.'" (s. 228) Çoğa doğru insan varlığını yadsımaya başlıyor ve üzerine onlarca şeyin yapıştığı bir pamuk şekere dönüyor. Başta tek bir tattı, sonrasında her şeyden biraz aldı ve hiçe döndü.

Ontoloji hakkında kafa patlatan sayısız filozofun söyledikleri elbet mühim ama Unamuno gibi şüpheye düşüreni, yokluğa uzunca bir süre maruz bırakanı var mıdır, bilemiyorum. Ben bu meseleye çok ince yaklaşıyorum ve ne söylenmişse sünger gibi emip kendimi kurmaya çalışıyorum. Pirandello, Auster, Söğüt ve nicesi anlatılan hikâyenin gerçeğin pek doğasından içeri girip kök salarak kurulan dünyayı biçimlendirmesini anlatır, tersi de mümkündür. İkilik midir bu, eskiden öyle olduğunu düşünürdüm ama artık düşünmüyorum çünkü yeterince şüphelendim, kuşkuya düştüm ve artık bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum, bildiğim hiçbir şeyden emin olamıyorum ve bu da beni bilmemeye götürüyor. Bir yandan kendimizi doldurmaya çalışırken öbür yandan boşaltmaya çalışır hale geliyoruz. Seçiciliğimiz, kesinliğimiz kayboluyor. Kalecinin penaltı anındaki endişesini kitaptan bağımsız olarak hatırlıyorum. Ne yöne? Augusto'ya bağlayayım direkt, kahramanımıza. Sokağa çıkar çıkmaz ne yöne gideceğini bilemez ve düşünür: "Köpek ne yana giderse ben de o tarafa giderim." (s. 26) Haah! O eski ikilem; davranışlarımızı belirleyen nedir? Asıl mesele bu değil ama bununla ilgili daha yakın zamanda yazılan onca kitabı öncelediği için Unamuno'ya ve benzeri yazarlara sonsuz saygı, onlardan önce gelenlere de elbet.

Anlatılacak çok şey var ama kıra döke gideceğim. Metnin yarısından çoğu sosyal yaşam katmanı üzerinde biçimleniyor. Otuzlarına gelen Augusto annesini kaybettikten sonra tek başına kalıyor ve ölüm döşeğindeki annesinin telkin ettiği gibi hayatının kadınını arıyor. Don Kişot'un yolculuğuna benzetebiliriz bu dönemi; uydurmaca sevdalar, aşk ve aşık olma fikri arasında yolculuklar, evlilik ve beneri pek çok mevzu tersi ve yüzüyle birlikte inceleniyor. Tesadüflerle belirlenen bir seyirde Eugenia, Rosario, Mauricio ve Augusto arasındaki hadiseler, insanların kendi anlamlarını yaratıp onlara inanması veya bu yolla kandırılmaları üzerinden yürüyor. Sis metaforu her zaman akılda kalmalı; davranışların bilinmeze açılması birçok anlamı içermelerinden doğuyor.

Sonda Unamuno giriyor devreye ve Augusto'yla Unamuno arasındaki diyalog, yukarıda anlattığım her şeyi kapsıyor. Yaratılan yaşar ama öldürülen bir daha diriltilemez. Yasalar kesindir, bilinmeyenler de bu yasalar tabidir. Gerisinde yazar karakterini öldürebilir ama bu yolla kendini de öldürmüş olabilir. Yarattığınız yaşamdan sorumlusunuz gibi bir şey ve yaşadığı ölçüde yaşarsınız. Stranger than Fiction'ın bir adım ötesi; yaratıcının hayatı da tehlikede olabilir.

Müthiş, mutlaka okunmalı.

11 Nisan 2017 Salı

Alfred Bester - Kaplan! Kaplan!

Gully Foyle'un işkence yaptığı bölümde kötü adamın, "Beni öldür!" haykırışlarının yankısını Dune'da bulmak mümkün; Agamemnon ve şürekasının işkence ettikleri -benzer, çok benzer bir yöntemle- ikinci kaptan, Atreides veya Harkonnen yancısı adam da aynı çığlıkları atıyordu. Başka, robotla yapılan muhabbet de Passengers'taki barmen robot muhabbetine ilham kaynağı olmuş olabilir. Kemale ererek bedenden kurtulması, her şeye varabilmesi de yankısını birçok örnekte bulmuştur derken birçok konseptin öncüsü olarak Bester'a saygı duymamak elde değil. Cyberpunk'ın atalarından olan bu güzide şahsiyetin yarattığı Gully Foyle karakteri, teknoloji ve zihin gücünün kurduğu kaotik evrende hayatta kalma çabasının erdemle çatışmasını nefis bir şekilde vücuda getiriyor. Sanırım.

Jauntlamak, groklamaktan sonra ikinci favori eylemim oldu. Teleportasyon. Belli mesafelerde jauntlanabiliyor, mesafe kategorileri belirlenmiş. Jaunt deneyleri sonucu çok insan ölmüş ama mevzu çözülünce iş sistemleşmiş. Futbolun ilk zamanlarında İngiliz soylulardan başka hiç kimsenin futbol oynamaması görüşünün aksine elit tayfa jauntlamıyor, eski yöntemlerle seyahat ediyorlar. Hemen bir kast sistemi kuruluyor, Harari'nin lüzumsuz adamı ortaya çıkacak gibi değil, gidilecek yerin koordinasyonları belliyse herkes istediği yere gidebiliyor ve bir şekilde işe yarıyor. Klasisistlerle Romantiklerin çatışması toplumsal bir dönüşüme yol açıyor, bilinmeyene. Dış Uydularla İç Gezegenler arasındaki ticaret ilişkisi jauntlamanın bulunmasıyla bozuluyor ve savaş başlıyor derken Foyle'un intikam yemini de bu sırada ediliyor.

Adamımız 30 yaşında, uzayda savrulan ölü bir geminin içinde kurtarılmayı bekliyor. Tanrılara küfrediyor, delirmenin çok ötesinde. Yanından geçip kendisini kurtarmayan bir gemiye takması bu deliliğin sonucu, sona kadar sürecek takibin hedefinde geminin mürettebatı var ama işin içine elde edilecek değerli bir nesne girdiği için sistemin adamlarıyla Foyle arasında başlayan savaş da adamı motive ediyor. Herif zaten öküz gibi bir şey; kaba ve çok güçlü. Hulk ya bayağı. Hem bedensel hem zihinsel olarak. Kim olduğu, nereye gittiği soruları metin boyunca sürecek bir izleği oluşturuyor, öğrendikçe değişen bir adam Foyle. Değiştikçe hedefine yaklaşan. Hedefine yaklaştıkça öfkesi artan. Başa dönün.

Enkazdan kafasını çalıştırıp çok bilimsel bir şekilde kurtulur ve Mars ile Jüpiter arasındaki asteroid kuşağından genişçe bir asteroide çıkar. Buranın yerlileri iki yüz yıldır civardaki gemi parçalarını, molozları toplayarak kendilerine yaşam alanı yaratmışlardır ve kabile benzeri bir yapı oluşturmuşlardır. Şu suratlara dövme yapanlarından. Bizim elemanın baygınlığından yararlanıp suratını deşerler ve kaplan dövmesi yaparlar. Korkunç bir yüz. Gücün ve antikitenin sembolü. Maori maskesi.

Dayı oradan bir gemiyle kurtulur ve dünyaya döner, kendisi gibiler için olan bir eğitimden geçer, hapsedilir, hapisten bir kadınla kaçar ve kadının arkadaşının yardımıyla maskeyi sildirse de iz kalır; yüzüne kan pompalandığı anda kızıl bir kaplan yüzünün ayrıntıları belirir. Duygularını ketlemesi gerekir ve bunun da eğitimini alır. Tabii bütün bu kaçış, işte serüvenler falan bir noktaya kadar kontrollü. Gizli servis benzeri bir yapı adamımızı takibe almıştır, sürüklendiği gemide veya kendisini almayan gemide -hatırlamıyorum ya- PyrE denen bir madde vardır ve deli pahalıdır, enerji üretiminde falan kullanılmaktadır. Servis bu maddeyi ele geçirmek ister, Foyle da. Bir yandan mürettebatı teker teker hacamat etmektedir, bir yandan sık sık karşısına çıkan Yanan Adam'ın kim olduğunu merak eder. Eh, gizem büyük değil, ateşli abinin kendisi olduğu aşikar. Eriyik bakıra, bir süper maddeye bulanır ve bedeninden azat olur, übermensch olur, insanlığın güç tarafından değil, sağduyu tarafından yönetilmesi gerektiğini söyler, tüketici tayfanın ayvayı yemesi gerektiğini söyler, söyler de söyler. Bu kısımlarda tipografi değişir, sayfayı koca kelimeler, cümleler, biçimler kaplar. Başarılı bir anlatım tekniği.

Türle ilgilenenler için kaçmaz.

5 Nisan 2017 Çarşamba

Robert Pinget - Mösyö Songe

Pinget romanın yenilendiği zamanlardan yazıyor. 1951'de bir öykü derlemesi yayımlandıktan sonra istikameti tam belirleyememiş olacak ki Beckett'tan bir omuzluk yardım alıyor ve yirmi yıllık bir süre içinde mösyönün en önde tek başına dikildiği romanını tamamlıyor. Oyunları, romanları, her şeyiyle otuz kitaplık bir emeği var kendisinin, yanlış bilmiyorsam iki kitabı Türkçeye çevrilmiş, o kadar. Silik, başarısız bir yazar olduğu söyleniyor ama görünen pek öyle değil. Okura kalmış gerçi.

Yaşlı bir adamın hayatına dolaylı bakış; her şeyi gören anlatıcı bir adım daha atıp bildiğini de kanıtlıyor. Svevo'nun yaşlı adam ve genç kızlı güzel metni, Özen Yula'nın aynı güzellikteki öyküsünden sonra yıllanmış insanların dünyasına böylesi bir derinlikle girildiğini bilmiyorum, belki de bildiğimi unutuyorum ama ilk üçte kesinlikle mösyö de var. Zaman algısı, sosyalliği, asosyalliği, alışkanlıkları, arkadaşları, unuttukları, hatırladıkları, otuz iki kısım tekmili birden.

Altı bölümden oluşuyor, sabrım yettiğince ilerliyorum.

Emekli: Agapa yakınlarında yazlık bir kasaba, kışın çok sıkıcı ama mösyö için pek bir şey fark ettiğini sanmıyorum. Evinin sınırlarının içinde kontrollü bir hayat. "İnsan onun yaşında, ömrünü en ufak eğilimlerini gözetlemeye, en ufak tepkilerini haklı çıkarmaya ya da yermeye harcamışsa, kendini kapıp koyveremez artık." (s. 9) Titizlikte bir dünya markasından bahsediyoruz; ekmeğin azıcık bayat olmasından denizdeki gemiyi saatlerce dikizlemeye varan bir detaycılık var ve bu detaycılık yaşamın kendisi haline gelmiş durumda, o halde bunlardan başka pek bir şeyle ilgilenmeyeceğiz. İlgileneceğimiz şeyler hizmetçi Sosie'nin attığı adımları sayıp ne işle meşgul olduğunu merak eden bir adam, üç katlı villanın küçük değişikliklerle heyecan yaratan günlük yemek menüsü, içilen kahvenin ve okunan sigaranın sırasının karışması, karışmaması, bunların aslında pek bir şey ifade etmemesi ama bir adamın bütün bir hayatı oluşu. Mösyöyle tanışın, o yaşlı bir adam ve yeğeni dışında pek, hiç ziyaretçisi yok. Faturaları incelemekten, hayat pahalılığından ve yaşamı duyumsayışını incelemekten başkaca bir işi varsa o da hizmetçisine çatmak, hiç verilmeyen farklı cevaplar almaktır. Anlatıcı geçmişi irdelemenin pek bir anlam ifade etmeyeceğini, okurun verilenle yetinmesi gerektiğini söyler. Mösyönün gençliğini bilmek neyi değiştirir? Bilemiyoruz, biz şimdiyle ilgileniyoruz.

Ağustos Ayı: Sonbahardan önce son çıkış. Şairin yazı bütün imgeleriyle birlikte terli, bunaltıcı, yorucu. Hizmetçisinin suçlamasına göre insanları sevmemesine yol açan bir cümle kurma sevdası var mösyönün, yapacak hiçbir şeyinin olmadığı zamanlar, bunaltının en derin yerinde varoluşunun gerçeğine karşı göreceli bir güven duygusu yaşıyor ve her şey olduğu gibi, bildiği gibi duruyor. Defterinde. Denemelerinin köşelerinde bir yerde. Yazıyor mösyö ama ne amaçla, her şey olduğu gibi dursun diye? Her şey akıp gitsin, yenileri gelsin diye? Yeğenine yazdığı mektuplarda unutkanlığından ve sıkıntısından başka bir şey yok, belki biraz özlem. Yazma edimine ömrünü sıkıştırdığını söyleyebiliriz, tabii ömrünün bildiğimiz kısmını. Geçmişini bilmiyoruz dedik. "Yalnızca şu an var." (s. 24) Sahildeki bigudili kör, postacının şakaları yeni bir rüzgarı peşte sürüklüyor ama ne kadar yenilik getirse de bilincin işlemesinden kaçıyorlar; mösyönün unutkanlığı kapıları kendiliğinden kapıyor ve tazeliği çıkılamayacak duvarlar içine kapatıyor. Çürüme. Aynı şey geçmiş için de geçerli. "Geriye kalanları, geçmişten çıkagelseler bile, acılarını yeniden hissedemediklerini, hatıralarım diye adlandıramayacak." (s. 32) Geçmişin şimdiye erememesini duygu taşımayan hatıralarıyla eşleştiriyor ki pek de duygusal bir insan olduğunu söyleyemiyoruz kendisinin. Uç bir yorum oldu belki ama durum bu. Hatıraların arası doldurulamayacak boşluklarla dolmuş, duygular şeffaf bir zeminde eriyip yitmiş, hiçliğe karışma korkusu daha yaşamın sürdüğü zamanda ölümden ödünç alınmış.

Arkadaşlarını davet ettiğinde kiminin kötürüm olduğunu, kiminin ameliyat olduğunu öğrenir ve bir süre bununla mücadele eder, gelebilenler gelir ve heyecan verici yeni yaşamlar olarak beliren oğullar, torunlar, yeğenler curcunasında an elde tutulamaz, anların arasına da korkunç boşluklar girmeye başlamıştır. Gece vakti yakılan odun ateşinden fırlayan kıvılcımların havada yok olması, gökyüzüne bakıldığında boşluğa bakma duygusunun doğması gibi. Çabasına alkış mösyönün. "Hiçbir şey vaat etmeyenlerle yetinildiğinde, bazen bir şeyler elde edilir." (s. 49)

Yazıyla sonsuzluğa ulaşmanın mutlu bir çağda doğması ve mösyönün buna şahit olması güzel, sırf bununla yaşayabilir ve sonu düşünmeyebilir. Unutacağı bir şey tabii, belki gazetesine döndüğü zaman yaşamaya devam edecektir.

Robert Pinget iyi, meselesi güzel, anlatımı güzel.

Mine Söğüt - Beş Sevim Apartmanı-Rüya Tabirli Cinperi Yalanları

Öykü Gazetesi öykümü bastı. Okuyup gömerseniz sevinirim. Ben gömdüm, oyun oynayacağım diye kantarın topuzunu kaçırdığım yerler olmuş ama iyi yine de. Güzel yazmışım yani. Aferin bana. Basın tokadı.


Ateşten korkuyorum. Musallat olduklarını sanmam ama birkaç hadise yaşadım, yarı profesyonel -işin profesyonelliği tamamen tartışılır ama meseleyi bu şekilde hikâyeleştirmek hoşuma gidiyor, inançla hikâyenin birbirine karıştığı noktada bir seçim yapmıyorum, inandığım şeyi gerçek veya hayal diye ayırmıyorum, cebimdeki bir taş olarak her yere götürüyorum, zaman zaman çıkarıp bakıyorum ve her daim yanımda çakmak taşıyorum ki her an yanımda olabilsinler, görebilsinler, konuşabilsinler, insan bir ölçüde kaçıktır ama sadece bir ölçüde ve çoğunlukla yalnız kaldığında, umacıları belki sıfırdan yaratır, belki zaten var olan kalıplara oturtur ama bir yere koyar işte, bu ara sözü de bir yerde bitirmek lazım diyorum, önceki cümle unutuldu gitti- yardım aldım ve bir müddettir rahatım, rüyalar görmüyorum, ayak sesleri kesildi, kağıt hışırtıları sustu, bunun yanında gözümü her kapadığımda etrafımda bir şeylerin havalandığını, dolapların kapaklarının açılıp kapandığını düşünerek uyuyorum, kurtulamadım, inanıyorum. In the Mouth of Madness ve Sandman'deki kedili hikâye: İnandığınız ölçüde gerçektir. Söğüt de aynını yazmış; dünyayı gördüğünüz ölçüde yaratırsınız, gerçeklik bunun dışında kalabilir. Kalsın, hayırlısı neyse o olsun. Ateşten korkarak yaşamak gerekirse öyle yaşansın. Korkmuyorum, Söğüt ateşin içinde cinleri gördürüyor ve eski öcümü diriltiyor ama tanıdık bir öcü bu, üstesinden gelinebilir. Bilinen musibet bilinmeyeninden iyidir. Bu durum beni Beş Sevim Apartmanı'nın bir sakini yapmaz, orada işler biraz daha karışık.

High Fidelity'de bir mevzu var; depresyona girildiği için mi pop -bildiğimizden değil- dinlenir, pop dinlendiği için mi depresyona girilir, bu tarz. Burada da cinperiler musallat olduğu için mi öyle, yoksa tam tersi mi geçerli, bir muamma var ama sanıyorum ilki, zira korku filmlerinden falan biliyoruz ki bir mekanda aşırı travmatik olaylar yaşanırsa kırıntıları mekanda kalır. Duvarlar sünger gibi çeker acıyı, korkuyu ve başkasına boşaltıverir. Mezarlığa bakan evler bu gibi sebeplerden ucuzdur bence, bir de efsaneler dolaşır, bu evin bulunduğu arazide eskiden yatır vardı, eve taşınan herkes beyninin büyük bir bölümünü bırakıp gitti falan. Yine inanca geliyoruz, vesveseniz varsa veya karanlığa uzun süre bakarsanız o da size bakmaya başlar hesabı. Karanlık vücut bulur hatta, boş dairelerde yaşamaya başlar. Cihangir'deki Beş Sevim Apartmanı'nda olduğu gibi.

Mine Söğüt bu romana kadar tek bir öykü bile yazmamış, süper bir başlangıç. Rüya tabirlerinin izleği olaylar arasında güzel bağlamalar çekiyor, o da iyi. Bölüm bölüm cinperi yalanlarını ve gerçek hadiseleri karşılaştırmalı olarak görüyoruz, yalanların ilk paragrafları aynı, Cihangir'den karşının manzarası. Anlatıcı önce bu manzarayı anlatıyor, sonra evin öbür tarafından görülen apartmana geçiş yapıyor. Beş dairede beş garip insan yaşıyor, belki de yaşamıyor. Bakacağız. Yalanlar rüya formunda beliriyor ve güzel bir bilinçaltı çöplüğü çıkıyor karşımıza; doğru olmayan simgelerin psikanalitik karşılığı gerçek olaylarda açıklanıyor, hikâye içinde hikâye. Psikolog Samimi'nin beş insanla olan ilişkisinin yanında kendi hikâyesi de var, üç katman oldu. Bir de anlatıcı var, dört katman ama anlatıcının aklı başında gibi gözüküyor, orada bir numara yok. Olsaymış keşke; ben farklı bir final yazdım kafamda ki buna çok müsait bir sonu var romanın. Herkes kendi sonunu kendi yazsın istemiş olabilir Söğüt, öyle istememişse bile herkesin hayatına kimse karışamaz, ben öyle yaptım.

Doktor Samimi, beş odalı evinde halasıyla yaşıyor. Beş daire dedim ama oda da olabilir, bilemiyorum. Bence daire. Neyse, içine son derece kapanık, ördüğü duvarlardan toz dahi sızmayan Samimi -ironiyi kes- Bey, sevdiği Gülizar'a kavuşamıyor çünkü cinler musallat oluyor kendisine. Halası ölüyor, cinlerle bir başına kalıyor. Ömrünü cinlerin var olmadığını ispatlamaya adıyor, bu sırada işinden oluyor ve kendini eve kapatıyor. Beş kusurlu, gerçek ve yalan hayatın arasında kendisinin günlüklerini okumak mümkün. Günlüklerinde ne var, cinlerle olan tecrübeleri, hayale boğulu gerçekleri falan, yarı sezgisel, yarı şiirsel, kalmayan kısımda da bilimsel iç döküşler, zırvalamalar var.

Hadiseler. Beş yaşam. Cinlerin var olmadığını ispatlamak için akıl hastanesinden rüşvetle beş hasta alıyor Samimi Bey ve dairelere kapatıp incelemelere başlıyor. Beş hasta, on hayat. Bu hayatların içinde aile facialarından geçilmiyor ki bilirsiniz, aileler son derece öldürücü olabilir ve çoğu insanın kendisini ailelerden koruması gerekir. Cinsiyet, kimlik bunalımları, sevgisizlik, çarpık zihinler derken rüyalarda buluşulan cinperilerin mevzuya el atmasıyla alternatif gerçeklikler yaratılıyor. Bir cadının yanında büyüyen kız çocuğu, kız çocuğu olduğunu sanan bir erkek çocuğu, terk edilince kaldığı yurtta cinayet işlemeye başlayan çocuk derken beş adet yalan hikâye anlatılıyor. Rüyalarla bir. Rüya tabirleri tabii yol gösterecek hikâyeye, bildiğiniz gibi psikanaliz rüya tabirlerine tepki olarak doğmuştur. Tabii ya. Gerçek hikâyeler daha soluk, parıltısız ki yalan olanlarının daha çekici olması anlaşılabilir, inanmayı seçtiğimiz yalanlar daha az acı verici. Savunma mekanizması bu; idrak kendini korkunç gerçeklerden korumak zorunda. Cinlerden değil, cinler Kur'an'da birçok surede, birçok surette geçiyor. O zaman inanın en hastalar, size cinler musallat oldu, sizi periler gıdıkladı, hayatlarınız bu yüzden berbat oldu. Korkunç babalar, eğik boyunlu anneler, dekor toplum, işsizlik, mutsuzluk, bunların hepsi muhteşem bir bütünlük oluşturduysa da inanması kolay olanlar bunlar değil, gerçek her zaman inanmaya gelmez, o yüzden çabuk kendinizi koruyunuz ve deliriniz. Gerek cinli, gerek cinsiz.

Apartmanın gerçek hikâyesinde yine bir facia, kedili kadın vakası var. Huriye Hanım'ın kocası oğlan ister, Huriyanım beş adet kız doğurur ve doğduktan kısa süre sonra ölen bu bebeklerin hepsine Sevim adını verir. Beş Sevim Huriyanım. Kocası arazi olunca kedilere bakmaya başlar, mahallenin bütün kedilerini evinin önüne toplar. Kedi mi acaba onlar? Hiç sanmam. Neyse, bir gün ortadan kaybolur ve ölüsü bulunur. Kediler apartmana gelmeye devam eder. Sonrası Samimi Bey'in mevzusu.

Son okurun yaratımına açık dedik, nasıl alımlarsanız alımlayın. Binada yangın çıktığı zaman bir tek Samimi'nin cesedi bulunur, diğerlerinin izi yoktur. Anlatıcı ve mahalleli evdeki insanların varlığından haberdardı, öyleyse Samimi'nin inandığına inandıklarını varsayıyoruz. Peki biz neye inanıyoruz, neye inanmalıyız? Anlatıcının tamamen dışarıdan olduğuna inanmıyorum, cinlerden biri olabilir, dolayısıyla kedilerden biri olabilir, Samimi'nin cinperi yalanı olabilir. Cinler tarafından ele geçirilmemeye çalışıyordu Samimi, geçirilmeden az evvel beş hastayı da öldürdü. Cinperi yalanı olan hangisiydi; cinayetleri mi yoksa deneyi mi? Uydur uydur söyle boyutuna geliyor olay ki pek severim, ihtimallerin sonu yoksa gerçeğin de sonu yok. Hatta gerçeğin önemi yok.

Deli sevdim, şiddetle tavsiye ederim.

2 Nisan 2017 Pazar

Tahsin Yücel - Söylemlerin İçinden

Tahsin Yücel derya. İncelemeleri, romanları, öyküleri, göstergebilim ve dilbilim konularında kafa yorgunlukları, eleştirileri derken akar gider. Eleştirileri çokça tartışılmış, kullanmayı tercih ettiği Türkçe kelimeler keza. Karşılıkları sözlüklerde yoktur denir, demek ki kelime türetimi de var, tercih edilir veya edilmez. Mühim bir şahıstır Yücel, hakkında malumata sahip olmadığımdan benden bu kadar.

Önsözde biçim-söylem ilişkisini irdeler Yücel. Belli bir alanda üretilmiş söylemler kişi bazında, bireysel kullanımla ortaya çıktıklarına göre bütün bir alanı kapsayabilir mi veya bütünün bir parçası olabilir mi, öyleyse kastedilenin dışında kalan anlamlar sonsuza dek yok olmaya mahkum mudur, bunları açıklığa kavuşturuyor. Biçim ve içeriğin birbirinden pek de koparılamayacağı görüşünü Lévi-Strauss'tan yaptığı alıntıyla destekliyor ve incelediği söylemler için bir okuma, anlama altyapısı oluşturuyor. Makalelerin bütünlüğüne gelince, bu konuda başarılı bir yapıt ortaya koymadığını düşünüyor çünkü koşutluk var, çizgisellik yok. Birleşme okurun zihnine kalıyor, okurun iyi bir alımlayıcı olması bu bütünlüğü sağlayabiliyor. İyilik sağlık yine Yücel için tabii, okur parçaları birleştirebilir ya da birbirine hiç bulaştırmayabilir. Ben bulaştırdım, makalelerin ortaya koyduğu fikirlerde gösterilen-gösteren dönüşümleri falan, böyle göstergebilimsel meseleler var ve bizim gudik toplumumuza uyarlanmış halde. Anladım ya ben. Yani çok derin meseleler bunlar. Alkış bana. Vallahi anladım ya!

Top Yuvarlaktır: Futbol dünyası. Futbol yazarlarının süslü biçim tutkularının yol açtığı ozanlığı anlatarak başlıyor Yücel. "Messi'nin enfes hareketleri çorak sahada bir gül gibi açtı." Bu ve benzeri cümleleri duyuyoruz, okuyoruz, iş imgeleme ve hayal gücüne dayanıyor. Gol sevinçlerini hatırlayın, şapka çıkarmakla, her yerden öpmekle bürokratik sevinçlerden erotik hazlara doğru yelken açarız. Futbolun dişiliğine de bir göndermedir aslında; futbol kadınsıdır, doksan dakikada her şey olabilir, rastlantısallık zirve yapar ve bu toplumun kadınlara bakışıyla özdeşleşir. Mantığı kes. Neyse, uluslararası maçlarda destanlar yazılır, Rapid Wien'in kapıları geçilir, Manchester United fethedilir ve yıllarca konuşulur bu galibiyetler, Batı'nın karşısında alınmış muazzam zaferlerdir çünkü. Yenilgilerse onurludur ve kısa sürede unutulur, zaten normal şartlar altında pek de bir şansımız yokmuş gibi. Aşağılık kompleksi tavan yapar ve bu kompleksten güç alınır ama topyekün bir kalkınma için değil, sonraki maçlar için. Sanki zaferler daha anlamlı, daha coşkulu olsun diye zayıf kalmamız gerekiyormuş gibi.

Takımlar. Dişliler gibidir takımlar, söylem bu yöndedir. "Barcelona makineyi kurmuş, çatır çatır oynuyor." Kusursuz bir fabrika, üretim hiç durmadan sürüyor. Öylesi bir görev bilinci yaratılmış ki sakat olan bir futbolcunun yerine aynı görevi üstlenecek bir başkası yerleştirilebiliyor, hemen. Bu durumda bireysel yeteneklerin baskılandığı düşünülebilir, bir ölçüde. Neymar'a baktığımda Brezilya ve İspanya günlerinin arasındaki fark muazzam; İspanya'da herif bireysel yeteneğini dişlinin daha iyi dönebilmesi için geliştirmiş, var olanın üstüne koymuş.

Hakem bir karşı-özne niteliğine sahip, teknik direktör takımın komutanı, seyirci aktif bir katılımcı, Avrupa takımları Osmanlı'nın öcünü almak için bir araç, hiçbir şey gerçek kimliğinde değil ve söylemlere göre kimlik kazanıyor.

Mutfak Yazını: Gurmelerin söyledikleri üzerinden söylemek istediklerini açan bir makale bu. Şu yemek mutlaka şurada yenir, şurada yenirken içinde mutlaka bu olmalıdır yoksa bir halta benzemez, şefler yaratıcılıklarının başarılı olup olmaması ölçüsünde parçalanmaya hazırdır, dünya mutfağından Türk mutfağına sonsuz yolculuklardan getirilen deneyimler mutlaka ve mutlaka paylaşılır, şefler kıyaslanır, malzemeler kıyaslanır, mekanlar kıyaslanır ki bir mekan salaşsa Yunan restoranlarını anımsatabilir veya kireç tutmuş duvarlara sahip bir restoran, İstanbul'un göbeğinde Akdeniz havası yaratabilir. Önemli şeyler bunlar. Garsonlar menüyü geç getirir ve seçme edimini engeller, öznenin yoluna taş konmuştur. Sadece restoranda yaşanır, restoran hayattır ve herkes restoranda o yemekten yemelidir. O yemekten yemeyen neden yaşar ki? Neden Nusr-et'in restoranında yemek yemiyorsunuz, yaşamak istemiyor musunuz yoksa? Siz de güzel yemek alışkanlığına sahip olabilirsiniz ve damak tadınıza uygun lezzetleri sürekli tadabilirsiniz, şefin getirdiği bir yeniliğin yemeğin tadını bozup bozmaması bir özne olarak sizin çıkmazınız haline gelebilir. Şu alıntıyı yapayım ki Yücel'in Türkçesine de bir bakın: "Onurlandırıcı deney, tüketici öznenin bilisel ve kılgısal üstünlüğünün tanınması olarak belirir: izlence hep onun utkusuyla sonuçlanır." (s. 97) İlk okuduğumda bana selam verildiğini sandım, eheh. Yok yok, anladım mevzuyu.

Özgür Kadınlar: Kadın dergilerinin yarattığı algıya bir temiz giydirilir.

"Siz de patronunuzla yatmak mı istiyorsunuz, öyleyse şöyle şöyle yapın."

"Demek size bakmıyor, sizinle ilgilenmiyor veya gözünüzün akını göremeyeceği bir şekilde uzaklaşmanızı istiyor?! Gelin ağzına birlikte sıçalım da sizinle sevişsin, şu maddeleri uygulayın."

"Yani şimdi özgürsünüz, istediğinizi yapabilirsiniz. Kocanız artık umrunuzda değil, nasıl bir hayat istediğini zerre sallamıyorsunuz, o zaman yeni maceralara yelken açtığınızda bunu neden kocanıza söyleyesiniz, ne lüzum var evin rahatlığını bozmaya? Hayat sizin hayatınız, kocanız da bu arada bok yiyebilir."

Tam olarak bu da değil aslında, duyarsızlaşan insan eleştirilir ve bu dergilerin ürettiği de duyarsız insanlardır der Yücel. Siyasal görüşünüz olmasın, ekonomik sorununuz olmasın, dümdüz bir insan olun ve hayatın tadını çıkartın. Tabii ya! Bilginin güç olduğunu söyleyenler halt etmiş, cinsellikte bilgiye ihtiyaç yok, herhangi bir görüşe de. Doğanıza dönün kardeşim, çiftleşin. Neden, çünkü bu baskıcı topluma karşı bir sözümüz olmalı ve sözümüz bu. Erkeklerin özneliğine hayır, nesnedir onlar, kullanılırlar ve geçip giderler. Her şey geçip gider. Her şey akışkandır, suya düşmüş yaprak gibi sürükleniriz.

Tamam o zaman.

Yeni elbiseler, makyaj malzemeleri tamam. Ayakkabılar da yeni ama daha da yenisi alınmalı. Glamorama'da Bret Easton Ellis ne diyordu, daha iyi görünürsen daha iyi görürsün. Daha iyi tüketirsen, daha iyi bir sosyal ağa sahip olursan daha iyi göreceksin. Güruha ayak uydurursan güruh seni kabul edecektir, yoksa bir hiçsin. Aslında bu kadın prototipinin erkek versiyonu var romanda, evet, şöyle bir göz gezdireyim tekrar. Yani çok erkek hiç erkek mi, çok kadın hiç kadın mı, bir anlamda onun tartışması. Ve tabii tüketim toplumunun. Ve dahi derinliksiz yaşamın.

Günümüzün rezil aşk şarkıları ve Prenses Diana'nın ölümünden sonra basınımızda yer alan çok değerli(!) yorumlar da diğer makaleler. Bir de en sonda Boratav'ın derlediği bir halk hikâyesinin göstergebilimsel açımı var, mevzuya aşina olmak isteyenler için birebir.

Kitap iyi, dili biraz zorlayabilir. Terminolojik bir Türkçe var ve kavramları araştırırsanız o iş de tamamdır.

1 Nisan 2017 Cumartesi

Jim Dodge - Taş Kavşak

"Harry Potter'dan önce Taş Kavşak vardı" demişler, ben de Titanic'ten önce Nuh'un Gemisi vardı diyerek bahsi artırıyorum. Bağlamı işkembeden sallayabilirsiniz. Sanırım bir çocuğun fantastik kuntastik usullerle yetişmesini, görünen dünyanın ötesinde yer alan hayali organizasyonları falan düşünerek söylenmiş bir söz. Bu kadarlık bir benzerlikten köprü kurabiliyorsanız eyvallah, onun dışında kıyaslama kabul etmeyecek bir durum var ortada; Taş Kavşak'ın bilinen dünyaya yerleştirilmesi, içerdiği meseleler ve Daniel Pearse nam çocuğumuzun yaşadığı türlü hadise Harry Potter'ın dünyasından çok, çok uzakta. Adını Söylemeyin, Tokadı Basar gibi adamlar yok, fantezilerin diplerinden çekilip çıkarılmış yaratıklar yok, yok oğlu yok. Felsefe Taşı derseniz, eh, Taş Kavşak'ta bir kez adı geçiyor, o kadar. Bilemiyorum, pek alakalı işler diyemeyeceğim. Ön sözde Pynchon "büyücünün Bildungsroman'ı" demiş ama Daniel'ın büyücülükle pek bir ilgisi yok aslında, yani romanda bir büyü evreni, büyü sistemi yok. Doğu'nun kadim bilgeliklerinden esintiler var, ışınlanma gibi bir olay var ama bu sopa sallayıp sihir yapmaya benzemiyor, ilgisi yok. Büyü sistemi bağlamında düşünüyorum, hayır efendim, böyle bir dünya değil bu. Pynchon'ın dediği gibi son derece analog, AMO haricinde son derece gerçek. Işınlanmayı bu gerçeğin içine yerleştiriyorum, benim ışınlanmış arkadaşlarım var mesela. Haydi bakalım. Işınlanma diyorsam lafın gelişi, işin arkasında maddeyi manaya çevirecek zihinsel bir süreç var, muhteşem de anlatılmış açıkçası.

Jim Dodge'un üç romanı, bir şiir derlemesi dışında yazdığı bir şey olmamasına rağmen yarattığı orijinal dünyalar ses getirmiş, baş üstünde tutulmuş. Monokl diğer kitaplarını da basar umarım, zira Taş Kavşak çok başarılı bir roman. Diyaloglar mükemmel ki örneğine az rastlanır. Daniel'ın yolculuğu, tekamül süreci son derece iyi kurgulanmış. Maceralar çok iyi, günümüzde özellikle dizilerde kullanılan bir teknikle ilerliyor mevzu; sona kadar çözülmeyen bir düğüm ve Daniel'ın etrafında dönen daha küçük boyuttaki olaylar. Çok başarılı.

1966'da Daniel doğuyor ama önce annesinden bahsetmek lazım. Annalee tam bir özgür ruh; ıslahevinde kalırken yedi adamdan birinden hamile kalıyor ve iyi ki bütün rahibeler kafa attığı rahibeye benzemiyor da çocuğu doğurabiliyor. "'Bağışlayıcılık, ruhu boşa tüketmektir çünkü bağışlayacak bir şey yoktur. Başa gelen'in hikmetine ve hemen şimdi'nin gücüne inanıyorum.'" (s. 21) Sezgisel olarak yaşam bilgeliğine ulaşmış bir kadın konuşuyor, 16 yaşında. Çocuğu doğurduktan sonra kaçıyor ve Güleç Jack'in kamyonuna atlıyor. Şans, kader, her neyse, geri kalan kısmı bu karşılaşma belirleyecek.

Güleç Jack, kuş uçmaz bir yerdeki çiftlik evinde kalabileceklerini söylüyor. Kira yok, arada sırada ortaya çıkacak misafirler dışında gelecek gidecek kimse yok. Hiçbir şey istemiyor Güleç Jack, sadece mekanda birilerinin bulunmasını istiyor ve Annalee'yi sevdiği için güveniyor da. Birkaç ay sonra kendisi de eve gelecek ama o birkaç ay birkaç yıla çıkıyor, ayrı hikâye. Eve gelecek olanlar kanun kaçakları, suçlular değil. İkisi arasındaki fark, kanun kaçaklarının doğru bir şey yapıp yanlış sonuçlara ulaşmalarıymış, suçlularda iki kez eksi var ve sonuç artı çıkmıyor.

Daniel okula gitmiyor, Güleç Jack için okul kalıba sokmaktan başka hiçbir işe yaramıyor ve doğadan daha iyi bir öğretmen yok. Temel şeyleri eve gelen insanlardan öğreniyor ve kimliğini sorgulamaya başladığı zaman Annalee'nin eşsiz ruhu tekrar ortaya çıkıyor. Yedi adamın hikâyelerini kendi kafasından uyduruyor ve içlerinden birinin baba olduğunu söylüyor, hayata dair diğer meseleler konusunda da bunları Daniel'ın kendi başına çözmesi gereken şeyler olduğunu söylüyor, yaşamanın zevkinin yarısı buymuş. Diğer yarısı da çözümlere ulaşmak herhalde, sorgulamadan sonra.

Üç ana kanaldan akıyoruz, bir tanesi eğitimler. AMO adlı gizli bir organizasyon var, kanun kaçaklarını ve yetenekli insanları kollayan bir örgüt. Güleç Jack'in Annalee'yi ve Daniel'ı soktuğu mevzu bu. Bu örgütün önemli adamlarından Volta, Daniel'ın eğitimiyle ilgileniyor ve çocuğu yetişkinliğine kadar farklı insanların yanına yolluyor. Kilit açmadan kılık değiştirmeye, ışınlanmadan doğada yaşamaya kadar pek çok konuda uzmanlaşıyor Daniel, her bir hocayla ayrı bir hikâyesi var ve hepsi muazzam detaylı, iyi işlenmiş birçok bölümden oluşuyor. Hiç girmiyorum buralara.

İki, Seamus. İlk çiftlik evinde kalırlarken bir gün Seamus çıkıp geliyor ve Annalee Seamus'a aşık oluyor. İyi de oluyor zira Daniel'a karşı hissettiği şeylerden rahatsızlık duymaya başladığı zamanlar. Bir anne-oğul ilişkisinden çok erkek-kadın yakınlığı mevcut aralarında, bu yüzden birbirlerine duydukları hisler belli bir ilişki boyutunda kalmıyor, çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkabiliyor. Neyse, Seamus iyi bir şair ve protest bir adam, devletin kokuşmuş politikalarına çomak sokmak için plütonyum çalmak amacıyla harekete geçiyor. AMO'nun itirazı yok ama desteği de yok, olay patlarsa kendini güvenceye alması lazım. Bu duruma rağmen Annalee mevzuya karışıyor, Daniel da karışıyor ve ikisi şaşırtmaca için patlatacakları bombayla birlikte plütonyumun tutulduğu mekanın yakınına gidiyorlar. Bir katakulliler dönüyor, Annalee Daniel'a kaçması için bağırırken bomba patlıyor ve Annalee ölüyor, Daniel ölümden dönüyor. Bomba neden patladı, haberi kim sızdırdı falan, bu ikinci kanal.

Üç, küre. Volta'nın ışınlanma olayını Daniel da yapınca Volta çocuğa deli gibi korunan bir küreyi kaçırıp getirme görevini veriyor. Daniel küreyi alıyor ve etkisine kapılıyor, Volta'ya götürmüyor. En sonunda bıçkınlığından, uçarılığından sıyrılıp başka bir özgür ruha aşık oluyor ve kürenin içine girip kayboluyor. Lucy gibi aslında, her şeyle bütünleşiyor. Eğitim tamamlandı, Daniel varacağı son noktaya vardı. İyi de etti, helal olsun çocuğa.

Yetmişli yılların ortamında kanun kaçaklarının Beat şairleri olabildiği, Old Man River'ın terennüm edildiği bir güzel roman bu. Bütün her şeyin açıklaması şu aslında: "Yaşamı yaşa ve kaybettiklerini hatırla." (s. 399)

Thomas Bernhard - Düzelti

Höllerler'in çatı odasından görülen manzaranın Roithamer'e araladığı kapı eksiltmeye dayanıyor, pencereye kadar eksiltilen görünüşte bir ilham gizli, gücü yettiğince sürdürülecek bir nesne Roithamer, diyorum ben, altını çiziyorum, çatı odasında yer alan nesnelerden çıkarılacak bir ders yok, oda yıllardır aynı, Roithamer'in intiharından beri ve Roithamer'in intiharından sonra da eşyaların bir sözü yok, eşyalar bir şey söylemez, fabrikasyon nesnelerin anlatacağı masalların içinde dişliler, çarklar ve benzeri birçok parça vardır, parçalar parçaları üretir ve bir parça diğeri hakkında pek bir şey söylemez, duymasını bilmeyenlerin içinde koca bir ülke olabilir ki Bernhard'ın Avusturya sevmezliği o kadar bilinmektedir ki yine bir uzaklaşma, başka bir yerde huzur bulma, parçalayıcı, ayrıştırıcı ve bölücü aileden kurtulma özlemi ve edimi mevcutsa eğer, öyleyse eğer, giden birinin arkasında bıraktıklarını ve aslında pek de arkasında bırakamadıklarını bulmamız gerekir, buluruz, Roithamer'in bıraktığı binlerce sayfalık notlarda, makalelerde, yazılarda, devinimlerde, yıkımlarda hepsinin bir izi, bir adı mevcuttur, öfkenin bir adı, özlemin bir adı ve çabalamanın binlerce adı var ki bunların hepsi tek bir kümede toplanabilir ve azaltılabilir, az iyidir, isimsiz anlatıcı Höller'in ve Roithamer'in arkadaşı olarak bilinir de o meşhur odaya, çatı odasına, Höller'lerin çatı odasına çıktığında sayfalar dolusu notla karşılaştığında düzelti yapmakla uğraşacaktır ve bu uğraşının süresi sonsuza kadar sürer gibi gözükmesine rağmen odada sonsuza kadar kalmak mümkün olmamıştır, Roithamer eğer böyle bir şey yapabilmiş olsaydı çok daha öncesinde mahvolabileceğini söyledikten sonra bir neslin, kendi gibi düşünen insanların kaderini anlatır, ders verir ve eğitim alır, ikisini birbirinden ayıramaz, eğitim hayatını bir kalemde silip atmak ister ama bir kez eğitilmiştir, altını ben çizdim, bir kere eğitilen bir daha kristal berraklığına ulaşamaz, köşelenmiştir ve boyanmıştır, o halde bununla ne yapılacağına karar vermeli insan, okuyucu-anlatıcı, Roithamer'in inşa ettiği koninin, Roithamer'in ailesinin ve koninin adandığı kız kardeşinin, onca tasarının, onca yolculuğun ve yalnızlığın yarası eğitimli bir zihnin yeniden yorumlamasına muhtaçtır ki huzursuzluk ortaya çıkarılabilsin ve yazarın meseleleri bir bir sıralanabilsin, bir yapı kurulabilsin ve insanlar yapılarla bir tutulabilsin, Roithamer'in çatı odasına dönüşmesi, Roithamer'in kız kardeşinin koniye dönüşebilmesi, aşağıda ve yukarıda yer alan iki kasabanın çocuklarının birlikte okula gidebilmesi sonucu buraların çocukluğa dönüşmesi ve dahi o mutsuz, mutsuzluktan çürümüş ve çocuklarını da çürütmüş ailenin anlatılan diğer her şeyle birlikte Roithamer'e dönüşmesi, sarmal bir mutsuzluğun, spiral bir bunaltının yine üste katlanarak çoğalması zamanın büyük bir kısmını doldurabilsin diye fikirler yaratılmıştır, bu fikirlerin ortaya çıkar çıkmaz çürümeye başlamasını Roithamer'in dahiliğinde koklayabiliriz, adam müzikle ilgili muhteşem makaleler yazar ve bastırmaz ki basıldığı anda mahvolurlar, fikirler ortaya çıktığı anda mahvolurlar, koniler ortaya çıktığı anda mahvolurlar ve yaşamlar başlar başlamaz mahvolur, o yüzden bomboş bir kasaba gibi yaşamak lazım ama bir kere doğuldu, eğitim sonucu eğilindi, bir yerlere sapıldı yani, bir şeyler ortaya çıkarıldı, anneler kendi anneliklerini, babalar kendi babalıklarını doğurdular ve hepsiyle hesaplaşıldı, Roithamer'in annesiyle çekişmesinde birbirlerini anlamaya asla niyeti olmayan iki insanın, birbirlerini dinlemeye asla niyeti olmayan iki insanın, birbirlerine tahammülü olmayan iki insanın hayattaki -belki de- en yakın bağla bağlı olmalarının hazinliği gizliyse eğer, babanın Aurach tutkusu yüzünden bu metruk toprağa terk edilmelerinin de bir yansıması vardır elbet bu çekişmede, büyük ve küçük erkek kardeşler ailenin çürümüşlüğünü taşırlar ve Roithamer'in aileden miras kalan parasını yiyip dururlar, küçük kız kardeş Roithamer'e benzer, Roithamer kıza çok düşkündür ve ailenin delileri olarak, altını ben çizdim, birlikte yaşamanın mutluluğunu içe kapanmada ve birbirlerinden güç almada bulsalar da Aurach'ın dışında okutulmaları sonucu ayrı düşmelerinin bir köksüzlüğe yol açtığı barizdir, belki de bu yüzden bir koni inşa etmek ister Roithamer, kız kardeşinin adına, herkesin karşı çıkmasına rağmen, delilikle suçlanmasına karşın bir fikri yapıya dökmek ister, bir sanat eseri ortaya çıkarmak ister, mimarlardan nefret etmesine ve kendisinin de mimar olmasına rağmen denirse de mimarlığını reddeden birine, çoğu şeyi reddeden birine reddettiklerini kimlik olarak giydirmek pek doğru olmasa gerek, özellikle sanatla doğa arasında böylesi doğrudan, düz bir çizgiyle ilişki kurabilen Roithamer açısından bakıldığında görülür ki her şeyin kendisini ilgilendirdiği bir insanın hiçbir şeyi ayırt etmemesinde bir anlam gizli, örneğin Avusturya'nın boğuculuğu Cambridge'te rahatlamaya dönüşse de şehirler kimlik değiştirebilir ve Roithamer eğitim alıp ders verdiği Cambridge'ten evine, Höller'lerin çatı katına gelebilir, üstelik o mutluluk katili aile/anne ve fikir üretme tehlikesine rağmen bunları yapabilir ve kendi sonunu kendi hazırlayabilir, tedirginliğinin bir türlü geçmek bilmemesi kendisinden kaynaklıdır, kendisinden mesuldür, böylesi duyarlı insanlarda çıkılacak zirveler bir türlü bitemediği için mesela bir zirveye çıkılır ve karşıda bir başkası görülür, ona da çıkılmalıdır ama oradan görülecek zirveler de vardır, sonu yoktur bunun, taksidermiyle uğraşan Höller'in doldurduğu hayvanlar bir zamanlar canlıysa da artık ölüdür, doğadan sanata dönerler, can yerine selülozla dolarlar ve ölü müzesi haline gelirler, Roithamer kendini böyle boşalttığını düşünmüştür gibi geliyor bana; içinde ne varsa sanat olarak ortaya çıkar, sonuçta yazılmış ve düzenlenmeyi bekleyen onca kağıt, düşündüğü onca düşünce, bir de koni var elde, o zaman hedefe varmış bir özne hedefe vardığını nasıl anlayacaktır, yaptıklarını giderek azaltarak mı anlayacaktır, yazdıklarını düzenlemeye çalışırken eksiltmeye mi başlayacaktır, geriye bir şey kalmadığında bir heykele mi dönüşecektir, civardaki tek ağaçsız alanda kendini mi asacaktır, tıpkı Avusturyalıların ata sporu olan mutsuzluğun etkisinde olan diğerleri gibi -ki Pink Floyd bunu kendi milletine uyarlamıştır ve şarkıyı söylemek oyunu bozar, söyleyemem- ama eli boş gitmek istemediğinden, belki sadece yaşadığını göstermek istediğinden, hayatını parçalara bölüp her birini birleşmeyecek bir şekilde tekrar düzenlediğinden, kardeşinin ölümünün acısından bir türlü kurtulamadığından, ilkokulda öğretmeninin tavandan sallanan bedenini gördüğünden, huzursuzluğun yarattığı hiddetten ve öfkeden ki Avusturya'nın tam bir orospu çocuğu, hükümetlerin tam bir şerefsiz olmasından, öfkesine bir hedef bulamamasından, şefkatine bir hedef bulmasından ki toplumun en dibinde yer alan sabıkalılar için yaptığı yardımlar yine deli olarak anılmasına yol açmıştır, fikirlerini izlemenin yaşamın ta kendisi olduğunu düşünmesinden, fikirlerin bitmemesinden ve en sonunda ölüme çıkmasından, doğayı içine alamadığından, doğanın bir parçası gibi hissedemediğinden, kitapların ağaç cesetleri olmasından, binaların çamur cesetleri olmasından, hiçbir şey bilmemesinden, her şeyi bilmesinden mustarip Roithamer'in kalbi neresinden yırtıktır bilinmez ama daha en başta tek parça halinde olmadığı kesin, hele ağaçlık alanda.

"Günün birinde tek bir anda en uç sınırı deleriz, ama bu an henüz gelmemiştir..." (s. 241)

En uç sınır her zaman göz önündedir oysa, evin bir eşyası gibi, belki ardiyeye atılmış diğerleri gibi beklemektedir, ardiye göz önündedir, yeri yurdu bellidir, içindeki eşyalar zihinsel haritada yerlerine oturtulmuştur, hiç kullanılmayanları bekler ki günleri gelsin, gelir, atılırlar, tek kullanımlık yaşam gibi, intihar tek kullanımlık yaşam alternatifidir, her zaman akıldadır, her an hazırdır, en kolayı çoktan araştırılıp bulunmuştur, yerleştirilmiştir, ardiyeye, hayatın bir yamuğuna bakar veya yamuklar toplamı yaşama denk gelirse, Roithamer için hikâyenin sonu.