29 Mayıs 2012 Salı

Halikarnas Balıkçısı - Ötelerin Çocukları

Nazlı Eray'ı, Hasan Ali Toptaş'ı, hatta Marquez'i bir kenara bırakalım ve Balıkçı'nın önünde saygıyla eğilelim, zira kendisi 1950'de büyülü gerçekçiliğin kralını yazmıştır.

Balıkçı'nın insanlarını biliyoruz; doğayla, özellikle denizle savaşan -sevişen de denebilir- insanlar. Paragöz ağalar. Onca toprağın içinde tarlayla uğraşıp, bakkal dükkanıyla uğraşıp bir süre sonra her şeyi bırakıp çok sevdiği denizine geri dönen amcalar, abiler, gençler... Bu kitabın kahramanları yine onlar, fakat bu sefer yalnız değiller. Mitolojisiyle, dağıyla, rüzgarıyla Anadolu da var. Büyülü gerçekçiliğinin kaynağında, daha doğrusu büyü olayının özünde Anadolu'nun payı pek büyük. Bir iki mitolojik gönderme bulabildim, lakin konuya pek fazla vakıf olmadığım için pek engin malzemeyle dolu olan bu kitaba o tür bir okumayla girişseydim hakkını verebilmem mümkün değildi. Mesela biri bir şeyden kaçmış, Haliç'e gelmiş. Altın Boynuz denmiş Haliç'e. Sen neyden kaçtın, neden Haliç'e geldin, "Neyin boynuzu hocu?" diye niye sormadın. Mesela. Lakin bu konuyla ilgili bir tez yapılmış. "Halikarnas Balıkçısı'nın Eserlerinde Mitolojik Öğeler" galiba, YÖK'ün sitesinden bulunabilir. Okuyacağım, lakin şu aralar değil.

Çok, çok zengin bir kitap. Nereden başlayayım, ne yapayım, çaresiz kaldım. Muhtemelen güzel bir yazı da çıkmayacak ortaya. Deneyeyim.

Romanın biri diğerini kapsayan iki zaman katmanı var. Birincisi aşağı yukarı 1900-1914 aralığı. Kesin bir tarih yok, dönemin sosyal olaylarından çıkarıyoruz bunu. Yüzyıllık Yalnızlık gibi. İkinci zamansa olay örgüsünün yer aldığı, karakterlerin belli bir zaman sıralaması gözetmeksizin ortaya çıkarıldığı kurgusal zaman. Sarmal bir kurgu var. Lan terim bilsem çat diye söyleyeceğim, rahat olacak da böyle kırk takla atıyorum, fark etmişinizdir. Kuramsal bir şeyler okumak lazım dsfd. Bu zaman olayı mesela ne gibi, Magnolia gibi. Kesin bir adı vardır o tekniğin de bilmiyorum. Zaman atlamaları mevcut; ölen bir karakterin ölmediği zamanlara gidip oradaki olaylara dahil olabiliyoruz. Postmodernist bir şeyler bir şeyler, zamanlar. Flashback, flashforward, enkonştır mayntenks. Böyle şeyler.

Birçok karakterin önemli olduğu bu romanda önce Ötegillerin Elif'in doğumuna şahit oluyoruz. Elif, Karakız, romanın başından sonuna kadar bir belirip bir kaybolan onca insanın içinde varlığını tam anlamıyla sürdüren, büyüdükçe hayatına daha yakından bakacağımız bir karakter. Kerimoğlu namlı bir efeyle tanışıyoruz ardından. Kerimoğlu, zenginden alıp fakire veren bir korsan, bu yüzden kendisine "deniz defterdarı" diyorlar. İkisi karşılaşıyor, Elif Kerimoğlu'ndan hiç korkmuyor. Kerimoğlu da Elif'e bir beşibirlik veriyor ve kıza dokunmuyor. Burada biraz geriye gidiyoruz ve Kerimoğlu'nun bir yörük kadınını ve kadının kocasını koruma altına alışını görüyoruz. Onca iyiliğe rağmen iftiralar ağızdan ağıza yayılıyor, Kerimoğlu'nun ırz düşmanı bir hırsız olduğu fikri köylere pompalanıyor. Parası tehlikede olan ağalar var sonuçta. Hacı Resul, romanın mekan olarak çatısını oluşturan Çatalkaya adlı köyün ve civar köylerin en sırtı pek adamı. Ütopyalar için ada neyse büyülü gerçekçilik için de köy o galiba. Neyse, Hacı Resul romanın kötü adamı. Bu olayları öğreniyor ve Kerimoğlu'na tuzak kuruyor. Kerimoğlu delik deşik ediliyor, bedeni denize düşüyor. Perde kapanıyor kendisi için.

Şimdi ince ayrıntılarda neler neler var, hepsini anlatmayacağım. Güzel bir örnek vereyim. Mesela Kerimoğlu dar bir bölgeden geçiyor kayıkla. Kızanları yanında. Ay yok, karanlık. Karşıdan başka bir kayığın sesi geliyor. Herkes put kesiliyor, silahlar çıkıyor ortaya.

"(...) Sonunda yüklü olduğu duygu nedeniyle, uzun menzilli bir namlunun ta dip yivlerinden parlayıp gelen bir, 'Merhaba!' bağırışı karanlıkları yendi.
Kerimoğlu'nun selamına karşılık öteki kayıktan Barba Vangel'in şükran dolu bir "Yassas!"sı (Sağ olun, yaşayın) yükseldi."

Kerimoğlu öldü, kurguda başka bir yere atladık. Kokoz Cemal, Fransa'ya köpek pisliği satarak zengin olmuş bir adam. Ulalı diye bir zengin arkadaş daha var, ikisi konuşuyorlar. Bu arada Kerimoğlu'nun öldürüldüğünü gazetede okuyorlar, Hacı Resul de birinci rütbeden Mecidî nişanı almış hatta. Bu işler hâlâ böyle değil mi?

Metinlerarasılık açısından büyük bir zenginlik var. La dame aux camélias geçiyor mesela, bir de şu:

"Bade iç, güzel sev, var ise akl-ı şuurun; Dünya var imiş ya ki yoğimiş ne umurun"

Kokoz Cemal söylüyor bunu. Paran varsa problem yok tabii. 

Haşmet Bey, Cemal'in yardımcısı. Çingenelerden hayvan pisliklerini o alıyor. Bir çingene kızına öküz gibi yaklaşıyor, tekmeyi yiyor tabii. Kadın problemi çok büyük; kadına insan gibi davranılmıyor. Kadın, erkekleri eğlendirici bir varlık. O kadar.

Hoşbulduk Selim Kaptan... Yine ani bir zıplayışla Kerimoğlu'nun cesedini fark etmek üzere olan Selim Kaptan'ın yanında buluyoruz kendimizi. Kendisi ne kadar terk edilmiş çocuk varsa hepsini alır, büyütür, kimini gemici yapar, kimini süngerci.

"Hoşbulduk Kaptan, aya, 'Sana da, bana da hayırlı yolculuklar!' diye bağırdı."

Selim Kaptan'ın martı arkadaşı da vardır, "Na! Na! Naa!" diye anlaşırlar. İyi insandır, iyi bir insan olduğu için de sevdiklerini bir bir kaybedecektir. Önce tarlası, gemisi elden çıkar. Fakirleşir. Üç çocuğu önceden ölmüştür, karısı da ölünce hepsi bir yerde Selim Kaptan'ı beklemeye başlarlar. Danacıların Hanife'ye satılır ev. Hanife'yle Hacı Resul bir çıkar ilişkisi içindedirler, kötüler birbirlerini bulurlar.

Selim Kaptan'ın hayvanlarla konuştuğu, kırklara karıştığı söylenir, zira artık tek başınadır ve doğaya tutkuyla bağlıdır. Ölümü de kardeş bellediği martıların haykırışları içinde gerçekleşir: Uçurmaya çalıştığı martı yavrularıyla uğraşırken uçurumdan denize düşer.

Selim Kaptan'ın hayvanlarla konuştuğu, kırklara karıştığı söylenir, zira artık tek başınadır ve doğaya tutkuyla bağlıdır. Ölümü de kardeş bellediği martıların haykırışları içinde gerçekleşir: Uçurmaya çalıştığı martı yavrularıyla uğraşırken uçurumdan denize düşer.

Köydeki Kısmet Taşı, evlenmek isteyen kızların, kadınların tek umudu. Burada, "Bahtım! Kocaya gidecek vaktım!" diye bağırıyorlar. Elif'in üç ablası da bağırıyor böyle. Evlenemeyecekler bir türlü, pek zengin değiller ve yaşlanmışlar biraz. Babaları Şerif, pars avında ölüyor. Anadolu'da çeşit çeşit hayvan var o zamanlar. 100 yılda güzelim memleketin Amarcord. Tebrikler bize.

Kitabın ikinci bölümünde Cafer isimli berber genç, aşık olduğu Emine'yle köyden kaçar, iki tiyatrocuyla karşılaşırlar. Bir komedi gösterisi faciayla sonlanır, dördü de toz toprak içinde kaçarlar. Onları gören kadınlar, "Evliyalar sökün etti!" diye, "Hortlaklar mezarlıktan akın etti!" diye bağırırlar. Dolmuştaydım burayı okurken, pkmpf diye gülmüştüm ya.

Bunlar kaçarlarken iki müfettiş geliyor o bölgeye, oradan birinin söylediği şey ilginç: "A canım, ha müfettişler, ha komik(ler), ikisi de bir yola çıkar." Devlet kapısına düştükleri zaman kurtuluşun olmadığını düşünüyorlar. Devlet, padişah, onlar için facia. Anadolu çok çekmiş vergilerden, zorbalıktan, savaşlardan. Yine Yüzyıllık Yalnızlık.

Emine'nin dramı büyük. Yollar ayrılıyor, hayat kadını oluyor Emine bu Hanife karısı yüzünden. Dalgıç Hasan'la evleniyor ardından. Dalgıç Hasan, Hoşbulduk Selim Kaptan'ın büyüttüğü çocuklardan biri.

Ya ben daha fazla olaylardan devam etmiyorum, zira birbirine geçmiş o kadar çok olay ve insan var ki... İki saattir yazıyorum, kitabın dörtte birine gelemedim. Sıkıldım, ben de insanım. Yine kıvrıklardan gidiyorum.

İkide bir, "Ölüm de var!" diye bağıran bir adam ve her bağırdığında başını sallayan insanlar... "Kar neden yağar kaar?"

Bunu harbiden beceremedim, bırakıyorum. Sayın kariler, size şimdiye kadar hiçbir kitap için mutlaka alın, okuyun demedim. Bana ne sonuçta. Ama bakın, bunu bir yerlerden bulun. Devlet-köylü ilişkisi, Ege'nin o güzel doğası, mucize insanları, trajediler, mutluluklar, Osmanlı'nın çöküşü... Anlatamıyorum, kafam yetmedi. Tek bir şeyle bitireceğim:

"Zaten sevmek insanoğluna en yakışan şey değil miydi?"

Not: Diyalogların çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki büyünün bozulmaması için tertemiz bir İstanbul Türkçesi kullanılmış. Yerellik katan çok az şey var.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Hep O Şarkı

Yakup Kadri'nin en başarılı romanı bence bu. Çünkü dramatize edilmiş sahneler yok, acı içinde yüzen karakterler yok, bir de "kaka" Beyoğlu yok. Kitabın adından çıkartılabileceği gibi bunun bir aşk romanı olduğu düşünülebilir, lakin ki öyle değildir. Münire'nin anılarını kaleme almasıyla başlayan kitapta büyük bir aşk, bir savaş, yalılar, mehtap ve dolayısıyla Boğaziçi, ucundan Bektaşi ortamlar, padişahla birebir sevişme vs. var. Münire'nin hayatında yer alan dönemin toplumsal olaylarına bir kadının gözünden bakış.

Yazının sonunda bir link vereceğim, orada edebiyatta cinsiyet-kimlik değişimlerinin önemi ve bunun Yakup Kadri'ye tezahürü anlatılıyor. Yine de "özet geç pil" diyenler için çok kısa geçeyim; Yakup Kadri'nin romanlarında kadına baktığımız zaman, mesela Kiralık Konak'a veya Sodom ve Gomore'ye bakalım, devrin olaylarına yaklaşım açısından dışarılaştırılmış, bir figür halinde tutulmuş, roller biçilmiş kadını görürüz. Seniha zevk peşinde koşan bir kız, savaş umrunda değil. Tiksiniyor hatta. Leyla yine ne yaptığını bilmeyen bir şaşkaloz. Emine vardı, o zaten köyü basılınca aklı başına gelen biri. Yani milli meseleler hakkında kadınları pek sallamayan Yakup Kadri'nin bu romanı pek ilginç.

Roman anlatım tekniği açısından da ilginç. Münire, yaşlı bir kadın. Anılarını yazmaya karar veriyor. Romanda karar kılmış, fakat anladığımız kadarıyla ilk denemeleri başarılı olamamış. Çok okumuş, hiç yazmamış bir kadın. Dolayısıyla ilk denemeler sıkıntılı ve ortaya çıkan son şeklin ilk cümlesi şu: "Meğer roman yazmak ne güç bir işmiş!" Daha sonra kendisinin Ahmet Midhat'ın romanları gibi bir roman ortaya koymak istemediğini görüyoruz. İlk cümlen ofsayt Münire. Gülmeks bir yana; Yakup Kadri'nin bir kadını pek de deneyimi olmadığı bir alanda bu şekilde yansıtması bence başarılı. Romanın bitişi de ayrı bir problemli, bilinçli bir tercih. Süper. Roman içinde roman. Ahmet Midhat'tan Pınar Kür'e, Michel Butor'ya kadar örneğine rastlayabiliriz.

Münire. Paşa kızıdır, çok güzel ortamlarda büyür, dadısıyla yan yana yataklarda uyurlar. Dadı mühim. Baltalimanı'nda bir yalıda kalıyorlar, yan tarafta bir yalı daha var: Hakkı Paşa'nın yalısı. Paşanın oğlu Cemil Bey, Münire'nin kalbini çalar. Yakışıklı, on numara delikanlıdır Cemil Bey. Beraber oyunlar oynarlar. Babaları dosttur, bahçelerini daima açık duran bir kapı ayırır. İki yalı birdir aslında. Münire o zamanlar 14-15, Cemil Bey 17 yaşındadır. Gençlik aşkı Boğaz'la birleşince izleyiverin yangını.

Lakin Münire'nin babası, kızını Cemil Bey'e vermez, Cemil'in yere bakan yürek yakan olduğunu düşünür. Cemil o kadar yüce gönüllüdür ki sanki hiçbir şey olmamış gibi saygıda kusur etmez. Münire de etmez, yine de Nafi Molla Bey'in oğlu Rüknettin Molla Bey'le evlendirilir. Rüknettin Molla Bey tam bir öküz çıkar, Münire'ye zorla sahip olur. Yani kızın zaten gönlü yok, bir de gencin öküzlüğü tüy dikiyor.

Cemil Bey hakkında bu ara dedikodular çıkıyor işte kızlar falan. Münire de Cemil Bey'in kendisine aşık olduğunu, elbet bir gün haber göndereceğini düşünüyor. Üç sene sonra mı, dört sene sonra mı ne, haber geliyor. Zeyrekli Fatma Hanım isimli bohçacı kadın, o zamanların Songül Karlı'sı, bu ikisinin arasını yapmaya çalışıyor. Mektuplaşmaya başlıyorlar, sonra buluşuyorlar. Gizlice işi götürürken bu Rüknettin ayısı evin bir hizmetçisini hamile bırakıyor, Münire evine dönüyor. Ailenin bir haberi yok bu ilişkiden ama her şey yolunda gidiyor. Yine de rahat olmadıkları için halası Şahende Hanım'ın (sanırım Şahende'ydi) yalısına gidiyor Münire, halasının her şeyden haberi var ve gençlerin rahat etmesi için elinden geleni yapıyor. Kayık sefaları, koklaşmalar derken bir gün ortadan kayboluyor Cemil Bey, ertesi gün bir mektup geliyor. Meğer kendisini isteyen bir sultanı istememiş, padişah da bunu babasıyla birlikte sürüvermiş Sivas'a. Münire tabii kafayı yiyor, yıllar geçiyor, Cemil'in evlendiğini duyuyor.

Bu geçen yıllarda anne, baba, dadı ölüyor, halanın kızı Hasibe ölüyor. Halayla Münire beraber yaşıyorlar, bu arada Bektaşi muhabbeti derken Cemil Bey dönmüş. Tabii ne o eskiden söylediği şarkıdaki tutku var, ne de aşk duruyor yerinde. Böyle bir son.

Başka romanlara, yazarlara göndermeler mevcut. O kadar Servet-i Fünun gördük, Vecihi'nin adı bir kere olsun geçmemişti. Yarın ilk iş kendisini araştıracağım. Hisli, ağlamalı romanlar yazmış. Ondan sonra La Dame aux Camélias var mesela. Münire'nin çok okuduğunu söylemiştim.

Romandaki zaman aşağı yukarı 1845-1900 yılları arası.

Boğaziçi Medeniyeti elbette var. Bebek'ten, Kandilli'den, Kalender'den, Büyükdere'den bahis var. Halanın yalısı Kanlıca'da. Cemil Bey Kandilli'den kürek çekerek geliyor. Göksu, Çubuklu, Beykoz mesirelerinde karşılaşmaları da hoş. 121'de adeta Abdülhak Şinasi Hisar'ın kaleminden çıkmış bir bölüm var:

"Bir başka gece de yine buna benzer, fakat bundan daha hoş, daha heyecanlı bir macera geçirmiştik. Amma, doğrusunu söylemek lâzım gelirse, o sefer kabahat büsbütün bizde idi. Çünki, Hidiv İsmail Paşanın bir muazzam saz âlemi tertib ettirdiğini ve İstanbul'un en kibar aileleriyle Mısırlı Prens ve Prenseslerin buna davetli olduğunu bildiğimiz halde, (gerek bizimkiler, gerek Hakkı Paşalar da bu davetliler meyanında idi) şeytana uyup Paşabahçesi'ne kadar uzanmıştık."

"Canım; böyle de roman mı olur? Böyle de hissî roman mı yazılır? Buraya kadar size hep acı acı dert yanıyordum. Şimdi ise başladım birtakım gülünç şeyler anlatmağa. Bir roman ya hazindir, ya komik. İki tarzı birbirine karıştırmak Vecihi ile Ahmet Midhat Efendiden bir türlü yapmağa benziyor. Bu mümkün mü? Bu münasip mi?"

Bu paragraftan sonra her ikisinden de biraz taşıdığını söylüyor Münire. Aslında dönemin edebi anlayışını da yansıtıyor. Servet-i Fünun romanıyla Tanzimat romanını çorba etmek olur muymuş? Valla hayat bazen acıdır, bazen değildir. Helal Münire.

Mesela gülmeçli bölüm: Rüknettin Molla Bey, Münire'nin okuduğu kitapları okumaya çalışıyor. Üstte kitapta yazan, altta Molla'nın okuyuşu:

"Madmazel Margarit ebeveyni tarafından Sent-Antuvan manastırına kapatıldığı yevmi meş'umdan beri kendisine yine âşıkının hayalinden başka yârivefakâr bulamıyordu."

"Madem - vazel Mari - garet ebi - ve yenni tarafından sünnet antev - an minna - seteresine kapatıldığı yum - meş - eveminden beru kendisine yine aşıkının hiyalinden başka ya - ve - fekkâri bulamıyordu."

Osmanlıcada "gül" yazarsınız, "gül" okunur, "göl" okunur, "kevl" okunur, "kül" okunur. Metinden çıkarılacak, başka çaresi yok. "Vav" dediğimiz harf hem "v" olarak kullanılır, hem de, "o, ö, u, ü" olarak. Dolayısıyla burada Molla'nın kelimeleri kendine göre yorumlayışı, sonra bir şey anlamayıp, "Saçma saçma şeyler okuyon ya," diye sızlanması süper. Küçük bir örnek: manastırına - seteresine.

83'te aynalara bir sızlanma var, sanırsın Cahit Sıtkı Tarancı buradaki bir iki cümleden iki dize çıkarmış, o derece benzer.

Toplumsal olaylara bakarsak Yakup Kadri'de sıklıkla rastlayacağımız iki konu var: konak ve savaş. "Moskof muharebesi" yüzünden Münire'nin ailesi fakirleşir, zor duruma düşer. Savaş, Münire için, "soğuk ve açlık" demektir. Yakacak bir çuval kömür bulamadıkları günler olur. Bir kadının gözünden savaş böyledir. Yakup Kadri'nin bu açıdan milli duygularla Münire'yi işlememesi başarılı değil mi?

İkincisi, konak. Konak hayatının bütünleştirici, bir arada tutucu etkisi Tanzimat'tan gelen bir şey. Çok malzeme çıkartıyor belli ki. Reşat Nuri'nin Kızılcık Dalları romanında üç neslin bir arada yaşaması ve evlatlık Gülsüm'ün hayatı üzerinden olaya yaklaşırız, Sergüzeşt'te kölelik vardır, başka romanlarda neler neler vardır. Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü, kısmen Mai ve Siyah, Eylül, Perili Köşk... Her bir dönemin konağı işleyişi farklı. Kiralık Konak'la artık konaklara el sallar, apartmanların dünyasına geçeriz. Cevdet Bey ve Oğulları için son büyük konak romanı diyebilir miyiz? Ne bileyim. Neyse, konak hayatı işte. Kısaca konakların hüküm sürdüğü İstanbul.

Evet, roman böyle. Bence okunmalı. Hı hı.

Reklamımı yapayım; uğruna gecemi gündüzümü verdiğim grubumla The Wall Rock Bar'da Pink Floyd, The Doors, Rainbow, Deep Purple ve çeşitli oynak şeyler çalacağız cumartesileri. Taksim'de. Buyurun. İyi günler.

http://www.nadirkitap.com/istanbul-geceleri-samiha-ayverdi-kitap1318999.html

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Sodom ve Gomore

Sodom ve Gomore, insanları tanrıya yamuk yapınca cozutturulan şehirlerdir. Buralarda yaşayanların zevk ve sefa alemlerine dalmaları, eşcinselliğin çok büyük günah olması gibi olaylar yüzünden bir şehrin halkı kuşa dönüştürülmüş, diğer şehrin halkıysa 7/24 Seda Sayan izlemek zorunda bırakılmıştır. Sonuçta ölüyor hepsi. İnsanlarıyla o zamanlar pazarlık yapabilen tanrı da bu olayı, "Bana yamuk yaptılar ve onları hacamat edeceğim," diyerek gayet güzel bir şekilde özetler.

Yakup Kadri'nin yaptığı da bu iki şehri 1920-1923 arası İstanbul'unda canlandırmak. Kitabın 1927-1928 arasında yazılmış olması da önemli; ayrıntıların canlılığını bu pek geçmemiş zamanın izlenimleri sağlıyor.

Evet, mütareke yılları. İngilizler, Fransızlar, Ruslar memlekete doluşmuş. İki üç ABD'li de var. Bunlar yabancı arkadaşlar. Türklerde Sami Bey var, kızı Leylâ var, Leylâ'nın nişanlısı Necdet var. Necdet Almanya'da okumuş bir genç. İşgalcilere nefretle yaklaşıyor. Yaklaşmıyor hatta. İşte balolardır, çay partileridir, içkili ortamlardır derken böyle bir eğlence düşkünü meclis ortaya çıkıyor. Bu meclisle, eğlence düşkünü işgalci askerlerle ilgili Sami Bey'den bir alıntı yapıyorum ve geçiyorum:

"Harp bu, harp... Kim bilir biz galip gelip de bir mağlup memleketi işgal etseydik neler yapmazdık..."

Kafaya gel. Evet, devam. Captain Gerald Jackson Read isimli yakışıklı, atletik bir genç askerimiz var. Leylâ bu askere ilgi duyuyor. Necdet de tiksiniyor bu durumdan. Arada kalmış bir insan Necdet. Tiksinmesine rağmen meclislere iştirak ediyor. Çünkü aşık.

Ayrılıyorlar kitabın başlarında, barıştıkları zaman Leylâ Necdet'le evlenmek istiyor. Necdet istemiyor, çünkü evliliğin faciayı körükleyeceğini düşünüyor. İşte her gece başka bir partiye gitmeler, düşman askerleriyle takılmalar, bilmem ne. Kaldıramaz bunu Necdet. Leylâ da vay efendim, sen misin evlenmeyen diyerekten daha beter dalıyor alemlere. Necdet'le denk geliyorlar tiyatro gibi bir yerde. Leylâ böyle çok affedersiniz, çeşitli erkeklerle şuh hareketler. Falan. Sonrasında Necdet buna hayat kadınlığıyla ilgili bir şey söylüyor, Leylâ da, "Sen istedin canciş," diyor. Anlatırken sıkıldım. Bunu tekrar okuma amacım dönemin İstanbul'una Yakup Kadri izin verdiği müddetçe bakabilmekti. Baktım, olay bitti benim için. Hani savaş ortamının içinde aşk hikâyesi de olsun tipinde bir roman. Bu gönül işleri boyutunun bence tek işlevi, ecnebi askerlerin ve bazı Türklerin ne kadar ahlaksız olduğunu falan göstermek. O kadar. Ülke uçuruma sürüklenirken ortalığı boş bulanların cinsel eğlenceleri, bilmem ne.

Kıvrıklara geçiyorum.

Cinsel eğlence dedik, mesela doktor olan bir arkadaşıyla bar gibi bir yere gidiyor Necdet. Orada içki içen işgalci askerler var. "Feslerinizi çıkarın, biz sizi yendiğimiz için her istediğimizi yapacaksınız," diyorlar, sonra orada oynayan bir Kafkas delikanlısına sarıyorlar. Böyle eşcinsel ilişkiler var romanda, lezbiyen ilişkiler var. Tam Sodom ve Gomore ortamı yaratmış Yakup Kadri. Bölüm epigrafları da Ahdi Atik'ten, suyundan da koymuş. Süper.

Major Will diye yaşlı bir asker var, tam seks çılgını. Bir yalı kiralıyor, odalarını zevkine göre döşetiyor. Misafirlere odaları gezdirirken kırbaçlar mı dersiniz, ağız topları mı dersiniz... Ya Yakup Kadri'nin bu tip olayı sıkıntılı. Karakter değil, tip yaratıyor. Karakter diyebileceğimiz tek ecnebi o Captain Jackson Read, çünkü annesiyle ilişkilerinden memleketine, Türklere karşı hissettiklerinden dostlarına kadar her şeyi görebiliyoruz. Diğerlerinde böyle bir şey yok. "Ha ha ha!" diye gülen kötü adamlar gibiler. Niye gülüyorsun mesela. Yok.

Necdet'in kendini saf bir çocuk olarak görmesi bir yana, Ankara'dan gelen doktor arkadaşına Ankara'ya gitmek istediğini söylediğinde arkadaşının, "Ne gerek var?" demesi de Necdet'in pek duygusal ve tırt bir adam olduğunu anlamamızı sağlıyor. Necdet hakkında bir fikrimiz yoktu, hatta Leylâ olayında bu Jackson Read'i düelloya davet ettiğinde böyle gayet delikanlı bir abimiz diye düşünmüştüm. Pıs diye sönüyor sonra.

Yakup Kadri'nin ta kendisini, Necdet'in okuduğu bir kitaptan etkilenip şekillendirdiği düşüncelerinde de buluyoruz bir noktada:

"Bu tamamıyla hicivci bir duygulanma değildir. Hicivci gülen, kızan veyahut hatalarımızı, kusurlarımızı acı bir dille yüzümüze vuran adam demektir. Lakin ben, bu manzara karşısında sadece iğreniyorum ve bir leş önünde burnumu tıkayıp gözlerimi kapayarak kendimden geçmek istiyorum ve bu toplulukta hâkim olan tesir de asıl budur."

Yazar bölmemiş ama romanın iki farklı bölümden oluştuğu söylenebilir. Birincisi; bu bahsettiğim leş İstanbul. İkincisinde Türk ordusunun İzmir'e doğru ilerlemeye başlamasıyla ortadan kaybolan veya Türk dostu kesilen insanların hayatları var. Jackson Read memleketine dönmek ister, Necdet Leylâ belasından kurtulur. Bir iki feci sahne var işgal askerleriyle bizimkiler arasında, çok fena.

Böyle. Güzel tabii, klasik.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Abdülhak Şinasi Hisar - Boğaziçi Mehtapları

İstanbul'un Dört Atlısı'ndan biri olan Hisar, gençliğindeki Boğaziçi'nin hayaliyle yaşayan bir adam. Tanpınar da kaçırmamış, "Süper kitap bu, on numara olmuş," diye övgüyü yapıştırıvermiş. Kafalar aynı nasıl olsa.

Yahya Kemal'den gelen bir mazi-şimdi birlikteliğinin duyarlılığıyla yaşayan adamlar bunlar. Geçmişin izleriyle yaşıyorlar, eski günleri özlemle anıyorlar. Ben bir şey itiraf edeceğim; Tanpınar bir derece de, Yahya Kemal'in, Hisar'ın bu geçmişe saplantı dolu bağlılıklarını  sevemiyorum. Hiç. Yahya Kemal'in bir beyiti vardır:

"Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"

Gerçekten de anlayamıyorum, dsfd. Anlayamamaktan ziyade, o havayı, o ruhu hissedemiyorum. Çok uzun zaman geçmedi, lakin İstanbul, insanlar çok değişti. Bitmek bilmez bir kaos, kalabalık. Hisar, İstanbul'un çok değiştiğinden bahsederken yıl 1942'dir. 70 yıl geçmiş. 70 yılda o incelikten, o ruhtan muazzam ölçüde uzaklaşıldı, o zamanların havasını ancak Haluk Dursun gibi İstanbul aşığı profesörlerin çabaları yaşatıyor. Kısmen. Belediyelerin, derneklerin desteklediği fasıllı boğaz gezintileri yapılmasa o günlerden geriye bir tek balıkçılar kalacak. Bir de kuşlar.

Yaşantılarım, bu mazide kalan İstanbul'a dair hiçbir büyülü sayfa açmadı bende. Tanpınar'ın Beş Şehir'ini, Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları'nı vs. okurken Moda'ya, Eyüp'e, Galata'ya, Zincirlikuyu'ya, balıkçılara, şehrin büyük yangınlarına ve bu yangınları izlemek için coşkulu bir şekilde koşturan, hatta yanında çekirdek, içecek vs. götüren kalburüstü insanlara, martılara, vapur düdüklerine, şehrin her bir parçasına göz atabilir, bir asır öncesinin sokaklarında dolaşabilirdik. Lakin Erenköy'deki yalılar artık yok, boğazdakiler de öyle. Bizim için çok büyük, İstanbul için çok küçük bir değişmeyi düşünürsek; artık sokakta oynayan çocuklar da yok. Bu yokluğun yüz katını al, bir asır önceki İstanbul'a koy. İşte Hisar'ın özlediği İstanbul bu. Adamlar şehri çok sevmişler, kaybolan çocukluklarına, gençliklerine kopmaz bağlarla bağlanmışlar. Deyiş yerindeyse adeta hastalıklı bir mazi algısı. Hastalıklı biraz ağır oldu gerçi. Neyse, anlamasak da saygı duyalım, o günlerin İstanbul'unu hayal etmeye çalışalım.

Müşahedat'taki, Eylül'deki manzaralara bakarsak yemyeşil tepeler, pamuk gibi bir deniz, Küçüksu, Göksu, Tarabya, Beykoz gibi dönemin incilerini görürüz. Buralara kayıkla, sonrasında şirketin vapurlarıyla gidiliyor, fakat vapurlardan ziyade kayıklar, sandallar çok daha önemli; Boğaziçi Medeniyeti'nin en önemli parçaları bu kayıklar ve sandallar. Aşk-ı Memnu'daki kayık gezintilerini de unutmayalım. İşte bunların hepsini ilk ağızdan duyuyoruz, yüz yıl öncesinin rüzgarını estiriyor Hisar.

Kitap bölümlere ayrılmış, her bir bölümde Boğaziçi'nin bir parçasını, bir özelliğini görüyoruz.

Hazırlanış adlı bölümün altında küçük başlıklar mevcut. Boğaziçi Medeniyeti başlığında bir Boğaz manzarası var. Fenerler, vapurlar, daha bir sürü şey. Yine sayfa kıvrıklarından gideceğim; Boğaziçi kendi jargonunu oluşturmuş. Mehtap, mehtaplı bir gecede Boğaziçi'nde dolaşan bir kayıkta bir saz takımı peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti anlamına geliyormuş. Heybeli'de her gece mehtaba çıkarken her zaman kıyıda oturulduğunu düşünmeyin yani.

Maliye Nezareti'nin yalı sahiplerine verdikleri bir para varmış, bu para direkt bahçe düzenlemesine, yok şekildir, yok şemaldir zenginleştirmeye falan harcanıyormuş. Devletin neden battığı belli aslında dsfd. Ya zengin işi bu yalılar, mehtaplar. Geleceğiz oraya.

Yalıların sahipleri birbirini tanırmış, dedikodular dönermiş sıklıkla. Bizim altın günlerini o zamanın mehtapları gibi düşünün, annelerin dedikoduları, bilmem ne. Aynısı.

Mazinin Yoksullukları başlığında dönemin imkansızlıkları ele alınmış. İletişim mesela. O dönemde Kayışdağı eteklerinde yaşayan insanlardan haber alınamazmış kar kıyametken. Yalılar için de mevcut bu; erzak kayıklarıyla beslenirmiş yalılar. Yalıtılmış bir dünya. Otomobiller yokmuş, futbol yokmuş o kadar, poker partileri yokmuş, sinema yokmuş. En önemli tespit de şu:

"Bütün bu yoksulluklar ve imkansızlıklar silsilesinin belki en ağırı ve en acısı, en yakın akraba bile olsalar, kadınlarla erkeklerin beraber gezmelerine, kolayca buluşup görüşmelerine bile imkân yoktu. O zamanlar beyler ayrı ve hanımlar ayrı gezerlerdi. Kadını ve erkeği birbirinin refakat ve şefkatinden ayıran ve ikisinin arasına lüzumsuz bir mesafenin boşluğunu açan bu âdet hulyalara adeta hastalık denecek bir aşk ihtiyacı aşılar ve muhayyeleleri daima bir vuslat hayaliyle yorardı."

Bakın, 20 yy. başında durum bu. Ahmet Midhat Efendi'nin, Şemsettin Sami'nin, Samipaşazade Sezai'nin kadınlarında bu durumun kralını görsek de hani Yeşilçam filmlerinde böyle kadın-erkek ilişkisi olur mu ya diye düşünülür ya, daha betermiş durum aslında.

Tabiat ve musiki aşkı, Boğaz'ı Boğaz yapan en önemli etkenler. Balıkçılar, ikindi vakti manzarası, birçok güzel koku, kuşların sesleri, mevsimler... Tabiat bir tablo oluşturuyor, bu tablodaki ince ayrıntıları da musiki ortaya çıkarıyor. Musiki birçok bölümde kendine yer buluyor, bu ilk belirişinde enstrümanlardan, incesazların çaldığı mesire yerlerinden bahsediliyor. Helvacıların söyledikleri türküye bile yer vermiş Hisar, öyle yoğun bir özlem hakim. Musikiye, musikiseverlere dair iki üç gülmeçli anı var, güzel.

Toplanış adlı bölümde bu mehtapların nasıl tertip edildiğine giriliyor. Mesela zenginiz, ulan bu gece de ben düzenleyeceğim dedik. Ayvayı yedik. Bir dünya para gidecek. Mesela sanatçıların en yeteneklilerini toparlamaya çalışıyoruz, onlara mükellef bir sofra kurmak zorundayız. Bir kuş sütleri eksik olacak, onu da martılara para vererek temin edeceğiz. O gün bir başka kodamanın mehtap tertip edip etmeyeceğini öğrenmek zorundayız tabii, en başta bu var. Sonra sırf zenginler teşrif etmeyecek elbet, katılmak isteyen ve kayığı olmayanlar için de kayık hazırlatmak zorundayız. Kayıkçılara bahşiş vereceğiz, o da var. Derken sıfırı tüketiriz, neyse ki devlet var. Padişahım çok yaşa, şu kayık sefaları için biraz daha para yollarsan çok sevinirim.

Zamane hanımlarının giyim tarzlarıyla, adetleriyle ilgili ilginç ayrıntılar var, kayıklarla ve sandallarla ilgili ayrı bir başlık mevcut. Gelenler ve Gelmeyenler başlığında bu gezilere katılanlar ve katılmayanlar incelenmiş. Tevfik Fikret hiç katılmazmış mesela. Devlet tarafından mimlenmiş olanlar da pek katılmıyormuş, Recaizade Mahmut Ekrem'in niyeti olmasına rağmen katılmaması buna bağlanıyor. Gözlem yapmak için katıldığını söyleyen artist tipler de varmış.

Genel olarak böyle. Hisar'ın musikiyle, Boğaz'la, kadınlarla alakalı inanılmaz süslü ve parıltılı cümleleriyle sona geliyoruz. Bu sentimentallik beni hasta edecekti, kitap bitti. Ben ayrıntılar için okudum, eskiden Boğaz'ın nasıl olduğunu gözümde canlandırabilmek için. Yüz kayıklı mehtaplar, suyu ipek gibi yaran kürekler ve akla hayale gelmeyecek bir sürü ayrıntı. Bu konuda Hisar'ın duyarlılığına bir yandan mutlu da oluyoruz, zira böyle bir özlem yaşamasaydı bunca ayrıntıyı böyle zengin bir şekilde veremezdi. Kendisi de kitabın sonunda anlattıklarını dile getirdiği şekilde algılamış olup olmadığını soruyor. Şununla bitiriyor, iyi günler diliyorum:

"Bütün bu kalabalığın arasına belki, arada sırada, tek tük hayaletlerin karıştığı da olurdu. Zira bazen, bir kayık veya sandalın içinde o kadar garip bir kıyafete, öyle yanık tenli ve bakışlı birisine, başka bir cihanın mahluku olduğu hissini veren o kadar uzak diyarlara göre giyimli, o kadar ayrı mânâlara ve şekillere bürünmüş öyle acayip kimselere rast gelinirdi ki bunlar belki sadece uzak eyaletlerden İstanbul'un cazibesine kapılarak gelmiş tebaamızdan bile olsa, göründükleri gibi sahiden birer hayalet olup olmadıklarından ve alelade birer insan olduklarından şüphelenirdim ve şimdi bile emin olamıyorum. Hatta, vereceğiniz hükümden çekinmesem, bundan sonra da emin olamayacağımı söyleyebilirim. Zira hafızamın bu uzak zamanlarına inip bu hissimi hâlâ hiçbir muhakeme ile tashih ve tedavi edemedim."


11 Mayıs 2012 Cuma

H. G. Wells - Zaman Makinesi

Bir başyapıtla karşı karşıyayız. Kutsal kitap. Bilimkurgunun (TDK, yürü git) yüz akı. Canısı.

Arkadaşlar, kimin dediğini hatırlamıyorum, ünlü bir yazar demiş ki klasikleri her on yılda bir okumalıyız falan. Demiş. Bence çok güzel demiş. Ben üç dört gün önce tekrar okudum. Çünkü her okuyuşta biz aynı biz değiliz. Aynı duşta iki defa yıkanılmaz, bir duş iki defa alınmaz. Çünkü manyak değiliz, fatura çok geliyor öyle yapınca. Evet.

Eskileri bilmiyorum, 2000'lerdeki film versiyonunda bildiğimiz gibi bir sürü zamana gitmeler, yok Ay'a gitmeler, yok Ay'ın çökmesi derken Morlockbaşı Jeremy Irons'un küsküyü yiyişine tanık oluyorduk. İşte kız uğruna zamanı geri almaya çalışmalar, bilmem ne. Kitapta öyle bir şey yok. Gayet tak tak tak. Bilim çerçevesinde şimdi, gelecek ve bazı gelecek yorumları. Bu kadar.

Bir toplantı var kitabın başında, anlatıcının Zaman Gezgini dediği biri önce üç boyutla, dört boyutla ilgili fikirlerini söylüyor. Dördüncü boyut olan zamanı beş yıl arayla çekilmiş fotoğraflarda görebileceğimizi belirtiyor. Üç boyutta seyahatin mümkün olduğundan, dördüncü boyutta seyahati de kendisinin mümkün kıldığından bahsediyor. Diğerleri karşı çıkıyor, olmaz öyle şeyler, efendime söyleyeyim, kafayı mı yedinler havalarda uçuşuyor. Sonra küçük bir model getiriyor Zaman Gezgini, masaya koyuyor. Zamanda bir yere yolluyor bunu. Geleceğe veya geçmişe gitmiş olma ihtimalinden bahsediyorlar zamanda yolculuk paradoksu açısından. Oradaki bir psikolog diyor ki yolculuk ışık hızına yakın olduğu için geleceğe veya geçmişe gitmişse onu görememiz doğal, çünkü çok hızlı falan. Ben bu açıklamayı anlamadım mesela. Yolculuk ışık hızında, o tamam. Nasıl ışık hızına ulaştığını sorgulamayalım, büyü bozulmasın. Kitap 1890'larda yazılıyor zaten, kuantum muantum bir şey yok o zamanlar. E yolculuk bitince hızı da kesilir? Neyse, zaten bilimden anladığım da TÜBİTAK'ın kitaplarını okumak. İki kilo hava da bence üç litre sudan daha ağırdır. O derece anlamıyorum yani, düşün.

Zaman Gezgini, yaptığı makineyi gösteriyor arkadaşlarına. Ardından bir sonraki hafta tekrar toplanıyorlar, Zaman Gezgini ortalıkta yok. Bir süre sonra geliyor, üstü başı perişan, yüzü müzü çökmüş, yorgun. "Bana bir şey sormayın, hikâyemi anlatacağım," diyor, anlatmaya başlıyor. Bu noktada kitabın olayına geliyoruz.

Zaman hızlanırken eğlence treninde gibi hissetmiş bizimki. Hizmetçisi fişuv diye odaya girip çıkmış. Hızlı gösterim gibi. Sonra tabii ev mev kalmıyor etrafta. Zaman aktıkça renkler değişiyor, dünya değişiyor. Korkunç bir görüntü aslında düşününce; güneşin doğuşuyla batışı, mevsimlerin hızlı değişimi. Bir de ışık hızındayken madde değil, enerji halindeyiz. Bu yüzden Zaman Gezgini de bulunduğu yerdeki şeylerin içinden buhar gibi geçtiğini söylüyor, lakin ki durmak üzere olduğunda, eğer bulunduğu yerde bir şey varsa onun içine molekül molekül hapsolmaktan korktuğunu da ekliyor. Göze alınması gereken bir riskmiş bu. Helal, korkusuz çatlak seni.

Sonra yavaşlamaya başlıyor, duruyor. Etraf çayır çimen. Birkaç beyaz sütun var, bir de kısa boylu insansılar var. Bunlar kafaca yavaş biraz, elma yanaklı canlılar. Yıl 802000 mi ne. Ağır ağır git değil mi, mö gibi asırlar atlamak ne oluyor.

İşte bu canlıları tanıyoruz. Kıyafetleri basit, meyve yiyorlar, çiçekleri çok seviyorlar, gülüyorlar sürekli. Zeka yaşları beş falan. Buradan sonrası Zaman Gezgini'nin kendi uygarlığıyla bu uygarlığın kıyaslaması. Herhangi bir mülkiyet kavramı yok adamlarda. Herhangi bir sıkıntı, bir dert yok. Aile kavramı yok olmuş. Bizimki, "Komünizm," diyor kendi kendine. Kendi dünyasının/bizim dünyamızın tarım, sağlık koşulları vs. açısından daha işin başında olduğunu, zamanla doğaya kısmen baş eğdirileceğinden ve insanoğlu için ideal bir denge noktası bulunacağından bahsediyor, ardından bu dengenin içinde bulunduğu dünyada kurulmuş olduğunu söylüyor. Etrafta ne bir sivrisinek var, ne bir hastalık var, hiçbir şey yok. Tam da bu yüzden bu insanlar mücadele edecek bir şey bulamadıkları için embesile dönmüşler çok affedersiniz. Öküze, dana kıçına dönmüşler. Çok pardon. Yani evrim bu yönde gerçekleşince vasıfsız canlılara dönüşmüşüz. Tam şöyle diyor Zaman Gezgini:

"Biyoloji bilimi bir yığın yanlışla dolu olmadıkça, insan zekâsı ve gücünün kaynağı nedir?"

Yaa. Öz bu. Dolayısıyla böyle bir dünyada cesaret, savaşma aşkı gibi şeyler de değersiz olacak, dışlanacakmış. Savaş tehlikesi yok, insanoğlunu sıkacak bir olay yok. Yayıl, yat. Oh ne âlâ dünya. Böyle soytarıya dönersin sonra. Sanat diye de bir sürü çiçek yetiştirir, çayırda çimende dans edersin.

Bu arada Zaman Makinesi cebellebe ediliyor. Bizim adam kafayı yiyor tabii, makine olmazsa dönemez. Ararken tararken bir gün bu Eloi kardeşlerin gece vakti dışarıda yatmadığını görüyor, bir şeyden korktuklarını anlıyor. Şans eseri karşılaşıyor korkunç varlıklarla: Morlocklar. Wells'in "Kapitalist ile Emekçi" arasındaki farkı irdelemesi, Morlock biraderlerin ortaya çıkmasıyla başlamış oluyor. Sistemin kabul etmediği bireylerin alternatif dünyalarını yaratması, yerin üstüyle altı arasındaki derin uçurumu ortaya koyuyor. Wells'e göre 1890'ların zamanın Londra'sında -ki 802000 yılında da Londra'nın bulunduğu yerde Zaman Gezgini- yaşanan alt-üst sınıf arasındaki uçurum, gelecekte "yerin üstünde zevkle, konforla, güzellikle yaşayan Sahip-olanlar ile yerin altında, sürekli bir biçimde işlerinin koşullarına uyum sağlamakta olan İşçiler, yani Sahip-olmayanlar" biçiminde iki farklı evrime yol açacaktı. Vay arkadaş.

Morlocklar etobur. Kızıl gözlü, beyaz yüzlü, lanet yaratıklar. İşçi sınıfının düşürüldüğü hallere bak, heh heh.

Neyse, Weena diye bir kız yazılıyor bizim Zaman Gezgini'ne. Sonra Morlocklar saldırıyor bunlara, neyse ki Zaman Gezgini'nin elinde metal boru gibi bir şey var. Bir müzenin kalıntılarına rastlıyor kendisi, oradan alıyor boruyu. Hacamat ediyor bu yaratıkları, sonradan Morlocklar'ın kaçırdığı Zaman Makinesi'ni buluyor, atlayıp gidiyor. Gitmeden önce Weena'nın cebe attığı iki çiçek kalıyor yanında.

Sonrası daha da gelecek. Güneş yakacak değiştirince büyümeye başlıyor, Venüs'ü, Merkür'ü falan yutuyor. Atmosfer cortluyor, mavilik sonsuz bir karanlığa dönüşüyor. Yıldızlar çok daha parlak. Dünya üzerinde garip yaşam formları beliriyor, dev böcekler gibi bir şey. Dünya çok soğuk. Iced Earth dinleme zamanıdır.

Sonrasında kendi zamanına dönüyor bizim gezgin, arkadaşlarına olanları anlatıyor ve cebindeki kurumuş iki çiçeği kanıt diye masaya koyuyor. Olay bu.

Bir günde biter, bence herkes okusun. İyi günler.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Gönül Ticareti

Bizde hikâyenin Küçük Şeyler'le başladığı söylenir. Uşaklıgil'in, "Küçük Şeyler beni delirtti," deyişine bakarsak ne kadar etkili olduğunu anlayabiliriz, zira Uşaklıgil'in hikâyelerinin yaşamın içinden, detaycı anlatımının verdiği tat bir başkadır. Hikâyelerinin romanlarına göre daha başarılı, daha ses getirici olduğunu söylemesi de önemli elbette.

Gürpınar'ın hikâyeciliği de son derece başarılı. Üç beş öykü üstünden gideceğim, gerisini kariler bilir.

Benim Babam Kimdir?

Öksüz bir adam var, bebekken bir cami avlusuna bırakılmış. Büyüyor, önemli yerlere geliyor. Bir gün annesi buluyor bunu, evladım mevladım bir şeyler diyor. Öykünün olayı, bireyin anne-baba çizgisinden uzakta büyümesinin sorgulanması. Gayet hoş.

Çocuğumun Babası


En ilginç öykü bu. Karısının sevgilisini yemeğe çağıran bir adam, diğer adamla karısı, kadın-erkek ilişkileri üstüne konuşur da konuşur. Sonu da sürprizli. Evet.

Kitap genel olarak kadın-erkek ilişkileri üzerine zaten. Bir atla ilgili öykü var falan, araya sıkıştırılmış. Evet, güzel kitap. Üç öyküye bile gelemedim, dsfd.

Hüseyin Rahmi Gürpınar - Gulyabani

Hüseyin Rahmi Gürpınar kadınların arasında büyümüş, kadın muhabbetinden ve bir de dikiş dikmekten zevk alan bir abimizdir. Son derece titizdir; eldivensiz sokağa çıkmaz. Eldivensiz odasının dışına bile çıkmaz. Eldivenini hiç çıkarmaz diyelim.

Yanlış hatırlamıyorsam 17-18 yaşındayken ilk yazısını Ahmet Midhat'a yolluyor. Ahmet Midhat yazıyı çok beğeniyor, çağırıyor bizimkini. Karşısında çocuğun tekini görünce, "Yirigit lan," diyor. Gürpınar'da bir ağlama, "Vallahi ben yazdım yaa," diye bağırmalar. Sonradan öpüşüp barışıyorlar.

Gürpınar, üstadının ekolünden ilerlemiş olsa da aralarındaki en büyük fark zannediyorum ki halkı ele alış biçimi. Ahmet Midhat'ın eserlerinde bir eğitme kaygısı, bir su gibi okunayım endişesi. Gürpınar'da ise ironi var, halkın boş inançlarını, leş taraflarını ele alıp yerme var, gülünç yönlerini ortaya dökme var. Felatun Bey'i ele alalım; trajikomik bir adam. Yerin dibine sokulsa da soytarıya çevrilmez. Bir de Şık'taki Şöhret Bey'e bakalım, adam magma civarlarında. Kral soytarısı gibi.

Gulyabani romanımızın esin kaynağı bir hanımnine, kitabın başında Gürpınar'la mektuplaşmaları mevcut. Haminne'nin dediği şu: "Biz yaşlı kadın tayfası senin kitaplarını çok seviyoruz. Bize bir tane öcülü kitap yaz. Şuyundan olsun, buyundan olsun." Ismarlama kitap yani, sınırlar da kadın tarafından çekilmiş. Gürpınar'ın söylediği de şu: "Challenge accepted."

Muhsine adlı kızımız annesini, babasını kaybetmiştir. Komşularca evlendirilir, kocasının hayvanlık dolu hareketlerinden sonra evden kaçar. Çalışmak için bir eve girer, oradan da kaçar. Sonra Ayşe Hanım, annesinin bir dostu, Muhsine'yi Bulgurlu'daki bir köşke götürür, anında arazi olur. Evde bir büyükhanım var, kafayı yemek üzere. Çeşmifelek Kalfa'yla Ruşen Abla da evde çalışan insanlar. Bunlar kafayı yemek üzere değil, çünkü derin olaylar... Bu köşk kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerde konuşlu. Kahya, bahçıvanlar falan evin dışında çalışan insanlar. Bu dört kadın evde kalıyor. Muhsine'nin köşke gelmesiyle de olaylar başlıyor. İşte efendim, geceleri bir kuş bağırışları, hayvan kişnemeleri, davullar, bilmem neler... Muhsine'den önceki iki hizmetçi ortadan kaybolmuş. Muhsine de haliyle korkuyor. Büyükhanım ilginç tekerlemeler ezberliyor ki cinler tarafından sınava çekildiğinde doğru cevapları verip çarpılmasın. Sonrasında Muhsine'ye aşık olan periler var, geceleri dolaptan geliyor bunlar ve Muhsine'yi rahatsız ediyorlar. Hasan var, bir çalışan. Muhsine'ye aşık oluyor, Muhsine de buna aşık oluyor. Hasan bir gece Muhsine'nin yanına geliyor koruma gibi, sonra bunu dövüp götürüyorlar falan. Sonrasında olaylar olaylar...

Ben böyle yüz sene, yüz otuz falan sene önce yazılmış olan kitapları okumayı pek severim. Bize zamanın konak hayatından, zamanın insanlarından, zamanın İstanbul'undan bir pöfürtü estirirler. Konuyla alakalı zibilyon tane tez yazıldığı için zaten dibine kadar inilmiş durumda, lakin insanın kendisinin keşfetmesi ayrı bir zevk. Okumak istediğimiz bir kitabın tanıtımıyla ilgilenmemek, kitapla alakalı yorumları okumamak, direkt kitabı okumak işte. Mesela siz bunu okuyorsunuz, ben sizin blog'unuzu okumuyorum. Tanıttığınız kitabı okuduğum zaman okurum ama, o tamam. İşte öyle bir şey.

Meddah üslubu zaten buram buram tütüyor, ona girmeyeceğim. Zamandan esintiler taşıyan bir iki şeyi alacağım sadece.

"Zavallı saf Hasan, perilere karşı lololo olur mu?"

Asdf, olmaz. "Lolo" olarak da geçiyor, hatta bir kadın şarkısını da yapmıştı. Tartışmayı bitirici bir söz. Biri ben kavga ederken, "Lolo yapma lan," dese muhtemelen dayak yerim, çünkü gülerim ve gardım düşer. Lolo ya. Dfsd.

Meddah dedik. Karagöz, orta oyunu etkisine gel. Hint, hindi kelimelerini yanlış anlayıp bir garip güldürmeçler... Bize şimdi pöf gibi geliyor da insanlar yüzyıllar boyunca bunlarla eğlenmişler kardeş, küçümsemeyelim. Tiyatromuzun temelinde bunlar var.

Kitabın sonunda gulyabani geliyor. Bu Süt Kardeşler'deki olay. Adı Ahu Baba, cinlerin atası. Bir geliyor, boyu konak kadar. Burnu el kadar. Cinleri de ardından geliyor, silahları var. Burada olay kopuyor zaten, cinlerin silahı var? Derken meğersem bir şeylermiş o gulyabani falan. Süt Kardeşler işte.

Cinlerin ezberlettiği tekerlemeler, bir anda aşık olan karakterler derken bir romanın daha sonuna geldik. Ben bunları okumak zorundayım, lakin nispeten eski edebiyatımıza ilginiz yoksa bayabilir. Öyle.

Tembelliğim tutmadığı zaman iki üç tane daha eklerim, iyi günler.


5 Mayıs 2012 Cumartesi

Charles Bukowski - Factotum

Bilgisayarın bozulmasıyla ilgili ibretlik olay.

Sene geçen sene. Şubat'ın Şubat gibi günlerinden biri. Evden çıkılamaz, buz keser. Arkadaşlar aranamaz, herkesin işi var. Benim o sırada düzenli bir işim yok, yeni mezunum. Bilgisayar bozuldu, yaptırabilmek için iki gün bekledim. O iki günde 770 sayfası kalan Monte Cristo Kontu'nu bitirdim. İki ayda 270 sayfa okuyabilmiştim. "Sübhanallah bro, ibret share," dediğinizi duyar gibiyim. Nereden çıktı bu? Dün sabah elektrikler gitti üç saat kadar, ben de Factotum'u bitirdim.

Okumadığım Bukowski kitabı pek kalmasa da genelleme yapmaktan çekiniyorum, yine de yapayım: Bu kitapla başlamak lazım Bukowski'ye aslında. Kaptan Bir Şeye Gitti ve Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi Aman adlı türküde Chinaski'nin at yarışı eksperi olduğunu biliyoruz. Factotum'da işi daha yeni öğreniyor oysa. Zaten Chinaski 24-25 yaşlarında zannediyorum. Bukowski'nin gençliği yani, her şeyin başladığı dönem. Diye düşünüyorum.

Filmi de izledim, bence izleyin ama kitabı okuduktan sonra. Kurgu belasına olayların yerleri değiştirilmiş falan, gerek yok. Kitaptan öğreniniz.

Factotum vasıfsız gibi işçi demek. Chinaski/Bukowski böyle bir adam. İşe giriyor, işten çıkıyor. İşsizlik kurumu kendisine başka bir iş buluyor, ona giriyor. Ondan çıkıyor. Çoğunlukla kovuluyor. En fazla üç hafta çalışıyor, sonradan sigorta olayları başladığı için. O sürede ucuz şarap, viski ve oda parası çıkıyor zaten.

Aliesiyle ilişkileri sıkıntılı. Anne normal pamuk anne tadında bir insan. Sorun babasında. İki yıl gazetecilik okumuş Bukowski, sonra devam ettirmemiş. Babasına göre düzenli bir iş, düzgün bir yaşam her şeyden önemli, böyle yaşamamak cinayet işlemekle bir. Eh, durmuyor Bukowski yerinde.

Dövüşler, dayaklar meşhur. Büyük Zen Düğünü'nü hatırlar mıyız, ben orada yenen sopa kadar hiçbir şeye gülmemiştim kitap okurken. Gerçi gülmüştüm; Mezarlık Kitabı'nda kötü adamlardan birini haklayan Nobody'ye şair hayalet, "Adamı çok süper hakladın, bunun için şu kadar yüz dizelik kaside yazmamı ister misin?" diye bir şey söylüyordu. Ölüyordum gülmekten ya. Tabii böyle anlatınca komik olmadı. Evet, burada da dövüşmeler var ama bunların hiçbiri bir macera hevesiyle yaşanmıyor. Ya da şöyle diyeyim; Chinaski için bu on sene süren odalar, işler spiralinde kavga, sokakta yatmak, açlık normal şeyler. Adamın hayatı bu. Biz ekmek almaya gidiyoruz, adam kavga ediyor. Şuradaki olağanlığa bak:

"Biriyle dövüşmek için dışarı çıktım bir kez. İyi bir dövüş olmamıştı. İkimiz de çok sarhoştuk, yerdeki büyük çukurlar dengemizi kaybetmemize neden oluyordu. Vazgeçtik..."

Chinaski'nin modern dünyaya giydirmeleri de güzel. Al:

"Otobüs garı Times Square yakınlarındaydı. Elimde eski bavulumla yürümeye başladım. İş çıkışıydı. Akın akın insan çıkıyordu metrolardan. Karıncalar gibiydiler, yüzleri yoktu, çıldırmışlardı, üstüme geliyorlardı, gergindiler. Zaman zaman itişip, çarpışıyorlardı; çıkardıkları sesler korkunçtu."

Bitmek bilmez bir kalabalık bir yanda, Bukowski bir yanda. Tam böyle değil de, kalabalık fobiniz varsa anlarsınız. Felaket bir şey.

Bir tane daha:

"Patronlar daha fazla adam çalıştırmaktansa birkaç kişiyi fazla çalıştırmayı yeğliyorlardı. Adamlara sekiz saatini veriyordun ama yetmiyordu, fazlasını istiyorlardı. Altı saat sonra seni eve yolladıkları görülmemiştir mesela. Düşünecek zaman kalmamalıydı."

Düşünecek zaman kalmamalıydı, bu kadar. Daha çok örnek mevcut bu konuda.

Chinaski, kendini yazar olarak tanıtıyor. Çünkü o bir yazar, her girdiği ortamda yazarlığı bir şekilde geçiyor. Rehincilere daktilo bırakmaktan bıktığı için öykülerini deftere yazıyor, büyük dergilere yolluyor. Bu şekilde on yıl yaşamış Bukowski; dolanarak ve yazarak. Öyküleri sürekli geri geliyor ne var ki. Bir gün biri kabul ediliyor gerçi. Jack London paralelliğine geleceğim, biraz var.

Bir yerde Chinaski insanların doğuya ve batıya gittiğini söylüyor, herkesin aynı yöne yürümesi halinde dünyada hiçbir problemin kalmayacağından bahsediyor. Başka bir bölümde, sanırım Jan'le ayrıldıkları zaman, Jan'in gittiği yönün tersine gidiyor. Böyle bir şey bu da. Jan'le ilişkileri ilginç, kitabın yarısından sonra olaya giriyorlar. Çok sayıda insan var romanda, hepsini anlatsam buradan bilmem nereye yol olur. Anlatmıyorum.

Jack London'a bakalım. Kendisi fabrikalarda, atölyelerde, ütü mekanlarında(?) vs. çalışmış bir adam. Çalışırken öykülerini yolluyor sürekli bir yerlere, reddediliyor öyküler. En sonunda biri kabul ediliyor, sonra diğeri, sonra diğeri... Alıyor başını yürüyor, London. Martin Eden'dan biliyoruz, gayet güzel yardırıyor. Sonra parayı bulup kendine ev, tekne falan yaptırıyor, lakin ki, "Bu nasıl sosyalist lan?" diyen adamlar evini yakıyor, teknesi de cortluyor bu arada. Sosyalist hareketlere katılmış bir insan kendisi. Bir de boş zamanlarında kütüphaneden çıkmaz, durmadan okur. Özellikle Spencer okur, deli gibi etkilenir.

Bukowski'nin ne ev yaptırayım, ne dünyayı gezeyim derdi var. Adam zaten geziyor. Kitap okuma gibi bir derdi de yok, zaten kendisi de en son on yıl önce okuduğunu mu ne söylüyordu kitapta. Zengin olma gibi bir kaygısı yok, lakin biraz para bulunca pahalı elbiseler almaktan da geri kalmıyor. İkisi de aynı tutkunun peşinde, hayatlar farklı. Bukowski'de alttan alta kapitalizm eleştirisi mevcut, Uçurum İnsanları gibi keskin, köşeli eseri yok zannediyorum. Alter'den çıkan Charles Bukowski'nin Kavgası ve Satır Aralarındaki Solculuğu diye bir kitap var bende. Okumadım. Alter'den bir şey almayın rica ederim, ucuz etin yahnisi, nerede bu yahninin soğanı. Yaa.

Böyleyken böyle. Bukowski ne güzel.

4 Mayıs 2012 Cuma

Yalçın Tosun - Peruk Gibi Hüzünlü


Elime üç kuruş para geçti, yine sahaf sahaf gezdim, çöplük içinde hazine bulmaya çalıştım. Buldum. Şunlar 20 TL'ye geldi:

Ambrose Bierce - Yaşamın Ortasından
Stanislaw Lem - Yıldızlardan Dönüş
Jorge Luis Borges - Brodie Raporu (İlk baskı, kih kih!)
Charles Bukowski - Factotum

Nerede kitap, değil mi? Daha kitap yok, önce reklam yapacağım. Arkadaşlar, sahafları yaşatmak pek umrumda değil. Gerçi umrumda, onlar yaşamazsa ben ucuz kitap bulamam. Evet, bu yüzden ikisinin reklamını yapacağım. Birincisinin adını bilmiyorum, ilk iki kitabı aldığım yer. Şimdi şöyle, Kadıköy'de heykelden yukarı çıkıyoruz, pek çıkmıyoruz. Sağda Pizza Hut var, girip iki pizza söylüyoruz. 200 kilo oluyoruz sonra, manyağız çünkü. Giriyoruz  Pizza Hut'ın sokağından, dümdüz gidiyoruz. Tepe çıkıyoruz, iniyoruz. Shaft'ın sokağı değil, bir sonraki veya bir sonraki sokaktan sola dönün. Göreceksiniz, sağda. Adam kitaplara fiyat koymuyor, kafasından söyleyiveriyor. Lem kitabı 5 TL ne lan, Solaris'in Kavram baskısını 35'e satan adam görmüştüm ben. Buraya abanın. "İyi okumalar," diyor dükkandan çıkarken sahibi. Başlı başına alışveriş yapmak için yeterli.

İkinci yer biraz daha meşhur; Bilge Sahaf. O sola döndüğünüz sokak var ya, dönmeyin. Dümdüz yürüyün. Sokağın bitiminde karşınızda. Fiyatlar gayet güzel. Süper bir abimiz işletiyor orayı. Milyon çeşit kitap var. Gerçi benim gibi fakir bir adam değilseniz şunlar umrunuzda olmayabilir. Bana ne.

Yalçın Tosun'u Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler'le tanıyalı bir yılı biraz geçti. Üç saatlik bir bekleyişte bitirmiştim kitabı. Peruk Gibi Hüzünlü de kısa ve yoğun bir okuma sürecinde bitti... ve arkadaşlar, yıllar sonra Van Halen dinlediğinizde ilk günkü gazı alıyorsanız Van Halen dinlediğiniz içindir. Van Halen çok yaşa!

Evet, kitap. Yalçın Tosun'un Peruk Gibi Hüzünlü şiiri dört parçaya bölünmüş, bu dört parça da dörder öykü içeren izleklere, epigraflara dönüşmüş. Matel Matiz şiiri bestelemiş, ben bir dakika falan dinledim, kapadım sonra. Kül Hece'yi biraz sevmiştim, lakin sonradan dinlemedim. Bana kalırsa bu memlekete iki Murat Yılmazyıldırım fazla. Tabii ki bana kalmasın, albümler çıkarsın Mabel Matiz. Lazım böyle sakin müzikler.

Evet, kitap. İzlekler üstünden gidelim.

"çocuklar tekinsizdir, annelerse uçurum;
olur olmaz düşülür"

Noktalı virgülün yönlendiriciliğine dikkat. Çocukların uçurumdan düşmemesi mümkün değildir bilgisi. Bu biliniyor, okuyucu da okuduktan sonra biliyor. Bu pencereden ilk dört öykü, ben ikisini anlatacağım.

Muzaffer ve Muz: Bir maymunu arkadaş edinen çocukla çocuğun arkadaşı. Şişman, sosyalleşememiş insan yavruları. Sonda gelen öpücükle çocuk cinselliğine bir bakış. Çocuk cinselliği diye bir şey var. Üreme organlarıyla ilgisi yok bunun. Tamamen duygusal bir şey. Arkadaşımız ayağını burktuğunda içte beliren ince sızı, tarifsiz bir his. Tarif edemeyiz, çünkü çoktan unuttuk o çocukluğun soğuk gecelerini, uzun sürmüş yazları. Yanakla dudak arasına kondurulan öpücükte bu gizli. Yalçın Tosun hatırlıyor, okuyucusuna da hatırlatıyor.

Altın Günü: Altın günlerini hep böreklerle, pastalarla hatırlıyoruz. Hepimiz böyle hatırlamıyoruz. Dedikodular, çekiştirmeceler gırla gider. İğrenç günlerdir altın günleri. Altın günü diye bir şey olmasaydı kadınlar biraz daha içten pazarlıksız, içi dışı bir insanlar olabilirlerdi bence. Neyse, aile yapımızdaki tabulaştırma geleneğinin bir yansıması var bu öyküde. Konuş çocuklarınla, değil mi bazı şeyleri. Ah anneler, durmadan, durmadan size düşüyoruz.

"bitmemiş her sevişme, paslı bir iğne gibi
doğrudan kalbe yürür"

Sayfa kıvrıklarından da gideyim. Yalçın Tosun'un öykülerini seviyorum, lakin bazı cümleler var ki orada ne aradığını düşünüyorsunuz. Öykü başlıyor, gayet güzel gidiyor, sonra şöyle bir cümle:

"'Kadınlar' dedi, 'Zordur kadınları anlamak. Onlarla da onlarsız da olmuyor.'"

Ağır klişe geldiği için ben orada koptum, normalde güzel öykü.

Üç Kadınlı Şehir: Yalçın Tosun'da anlatım teknikleri açısından güzel örnekler de var. Bu öyküde üç başlık halinde üç kadının hayatına giriyoruz. Biri sekreter kız, diğeri sekreter kızın annesi, diğeri de sekreter kızın lezbiyen patronu. Üç farklı bakış açısından sekreter kızı görüyoruz, en sonda da "Şehir" başlığında bu kadınların hayatlarının sözleşmeleri var. Şu cümle özellikle güzel:

"Her tarafı ince ince sızlayan şehir 'Aç martılar ağlamaya başlamadan birkaç saat uyusam yine iyidir' diye düşünerek yaşlı geceyi üstüne örttü."

Gece insanlarının gürültüsünde nasıl uyuyacak, o da ayrı bir merak konusu. Bir de üçüncü tekil şahıstan dinliyoruz kadınların hikâyelerini ama bu anlatıcı şehir mi, yoksa "anlatıcı" mı? Ayıramıyoruz.

"söz bitimi gibidir, odanın her köşesi
bir kuşatma büyütür"

Onat'ın Odası: Üniversiteye başlayınca değişim yaşamak isteyen gencimiz, Ankara'daki arkadaşının, Onat'ın yanına gider. Onun değişip değişmediğini görmek ister, kendisi pek başarılı olamamıştır çünkü. Oradaki öğrenci evine gelen üniversiteli gençler en olmadık şeye gülerler, sınıf atlamışlar gibi. Lan oğlum, üniversiteye geçip neyin değişmesi. Neyse, ağlar orada bizimki ve Onat görür ağladığını. Anlar gibi bakar. O andan sonra bir şeyler değişmiştir. Bir başkası, bizimkinin gözyaşlarına, acısına şahit olmuştur. Bir başkasıyla hayatın bir bölümü paylaşılmıştır. Bir şeyler değişmiştir artık. Evet.

Bazı Köfteler: Bazı köfteler, malzemeleri verilmediği sürece yenemezler ve yenememiş köftelerin bir çocukta yarattığı hasar büyüktür, eğer köfteler de muzlar gibi kutsal yiyecekler sınıfındansa.

"gece sona ermeden, peruk takan birini
öpmezsem yaram büyür"

Ferda'nın Unuttuğu: Bilinç akarken noktalama işaretini, hatta hiçbir işareti dinlemez ya, unutulacak olaylara sahip bir bilincin katlandığı, yaslanmasına izin verdiği acıları silmeden önce gözler önüne serip önce belki bir iki damla gözyaşına, bir iki baş ağrılı sinire yol açarak temiz aynalar yansımalarına kondurulan öpüşleri unutması da bu öyküdür.

Evet, böyledir. Yalçın Tosun'un yeni kitabını merakla bekliyoruz. Özel bir yazar; orada olduğunu bildiğimiz, fakat bir türlü aklımıza getiremediğimiz insanlarıyla, olaylarıyla bir öykü güzellemesidir Yalçın Tosun.

Bir iki rahatsız edici yazım hatası vardı, onun dışında bir problem yok.

Sırada kim var bilmiyorum, bu akşam başka bir kitabı daha yazacağım. Elektriklerin gitmesi, kitap okumak için süper bir şey.

Hamiş: Yalçın Tosun, 58. Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanmış. Deli sevindim, yeni kitaplar için gaz da gelmiştir. Süper.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Füruzan - Gül Mevsimidir

Can'dan çıkanını bilmiyorum ama Bilgi'nin eski baskısından okunmamalı. Füruzan'ın ayrı ayrı kareler sunan paragrafları yok, tek bir paragraf halinde arka arkaya dizilmiş cümleler. Olmamış.

Şöyle güzel bir sabaha uyanınca hoş bir kahvaltı, hoş bir dizi, değil mi sayın kariler? En güzeli bunlardır, değil mi? Çok affedersiniz, bok bunlardır sayın kariler. En güzeli mükemmel bir kitabı bitirmek, bu işi yapmak için de geceden aşağı yukarı 20 sayfa falan bırakmaktır. Ancak homini gırtlak zaten. Kınıyorum.

Mesaadet Hanımefendi, yetmişlerini aşalı çok olmuş bir hanım. İstanbul'da, sahibi olduğu apartmanda üç torunu, oğlu ve geliniyle birlikte yaşıyor, bir de hizmetçiler var. Bir pazar sabahı başlıyor uzunöykü, öğleden sonra gibi bitiyor.

Başta Mesaadet'in sülalesine, İzmir'e gidiyoruz. Dürrüzadeler'den Mesaadet. Annesi Perran Hanımefendi. Sözlüsü Sermet Vasıf Bey. Aşık olduğu adam Rüştü Şahin. Ölü.

Ailecek zenginler, babasının mağazası var, deli iş yapıyor. Tarlaları varmış, satmışlar. Babasının dava vekilinin oğlu bu Rüştü Şahin. Zeki bir genç. Mesaadet'e aşık oluyor. Mesaadet de aşık buna. Yunanlılar işgal ediyor İzmir'i sonra, Rüştü Şahin savaşa gidiyor kendi isteğiyle. Dönemiyor. Sevmediği bir adamla evleniyor Mesaadet, İstanbul'a yerleşiyor. Sonra duygusuz, ruhsuz bir yaşantı. Seksene merdiven dayamış, huysuz bir kadın haline geliyor.

Kabaca böyle, şimdi derinlemesine bakarsak şöyle.

Burjuva ya Mesaadet, Rüştü'yle evlenmesi sıkıntılı tabii. Fakir bir aileden geliyor Rüştü. Perran Hanımefendi servet yönetmeye, aile yönetmeye alışık, duygularını kaybetmiş bir anne. Kızının Rüştü'yle evlenme düşüncesini aklından bile geçirmiyor. Mesaadet'se kurtulabilir bir insan o sıralarda, daha 17 yaşında bir kız. Rüştü'nün şöyle bir sözü var:

"'Mesaadet', demişti, 'böylece kaçsan evlensek, zengin kızı yoksula kaçtı olur. Eğer savaştan sonra asıl hak sahipleri yerine gelirse, sevdiği adamla evlendi, doğruyu yaptı diyeceklerdir. İlk söz gerçi önemli değil ama, ikincisi çok önemli. Bunu dedirtmeliyiz. Anca sevilenle yaşanılacağını da öğreteceğiz bilmeyenlere, birçok yapacaklarımızla birlikte. İzmir'in dört bir yöresinde dağ ateşleri yanıyor. Orta Anadolu'da kadınların, çocuklarının ölümüne ağlamaya vakitleri yok. Sen bir beni tutturmuşsun. Canının çektiğine, her şeyin hemen olmasına alışmışsın. Bekleyeceksin, herkesle birlikte mutlu olacağız.'"

İşte sınıf çatışmasına vurucu, kısa bir örnek. Ailenin Rüştü Şahin'e bakışı olumsuz değil, olumlu hiç değil. Tamamen kayıtsızlar. Bir ara Rüştü'nün babası, çocuğunun zeki olduğundan, Darülfünun'a yollamayı düşündüğünden bahsediyor, Mesaadet'in babasının cevabı şu: "Kardeş, biz okuduk da mı zengin olduk? Onun da eli ekmek tutsun, bak biz nasıl tuttuk." Rüştü'nün tuttuğu yolun bir çıkışı var kendi düşüncesine göre. Döndüğünde her şey değişmiş olacak, asıl hak sahipleriyle paylaşılacak zenginlikler, paralar falan. Bu rüyanın iki ayrı yıkılışı var. Biri, Rüştü zaten savaşta ölüyor. Mesaadet'in gitmemesi için yalvarmalarına, "Gitmezsen de savaş kazanılacak," demelerine aldırmıyor, gidiyor. Davasına inanmış bir adam, ne ki dönmek kısmet olmuyor. İkincisi de dönenler... Savaştan dönenleri büyük bir heyecanla izliyor Mesaadet, fakat Rüştü aralarında değil. Bir süre sonra dönmeyeceğini anlıyor, yıkılıyor. Reküyem Fore Dırim. Zafer kazanıldıktan sonra savaştan dönenlerle ilgilenilmiyor, sanki zaferi onlar kazanmamış gibi. Meydanlarda coşkulu konuşmaları yapanlar yine zengin kesim, işgalde malları yağmalanmasın diye toprağa hazine gömenler. Düzen aynen devam ediyor. Rüştü dönseydi bile istedikleri gibi olmayacaktı belki.

Mesaadet'in yalnızlığı da bir başka boyut. Aşık olduğu, bütün kalbiyle sevdiği adamın ölüsü bile gelmiyor geri. Konuşacağı kimse yok, yarı deli bir dadı olan Edadil'den başka ki onunla bile konuşulmuyor. İşte bu noktada kaybediyoruz Mesaadet'i; umutla dolu o genç, güzel kız bedenen olmasa da ruhen çöküyor. O artık bir ölü kadındır.

"Deli, tutkun Mesaadet, İzmir'de bırakılmıştı. Boş bir konakta, bakımsız, örümceklenmiş piyanosuna yaslanıyordu. Ben, vapurun güvertesinde, gözlerime basan yaşların buğuları ardında acıyla izliyordum onu. İzmir'de kalan küçük Mesaadet'e çok yazık oldu diyordum kendime."

İstanbul'a gitmeden önce babası tarafından sözlendirilmiştir, üç dört dil bilen bir bürokrat beyle. Arada sevgi yok, görev icabı yapılmış çocuklar var. "Kokusuz çiçeklere benziyorsun," diyen bir koca... Mustafa Kemal'in beğenisini kazanmış bir kadın Mesaadet, Atatürk, "Gazi" onun için. Öylesine güzel bir kadın. Kokusu Rüştü'yle beraber kaybolmuş.

İstanbul günleri bir servetin yönetiminden ibaret. Servetin yönetimi, zenginlikler ve incelikler. Burjuva incelikleri, adetleri, Mesaadet'in her şeyi olur. Kocası erken ölür, bir serveti yönetmek ona kalır. Yaşlılıktan yatağa mahkum olmuştur beş yıldır. Hizmetçisi vardır, uzunöykünün ortalarında ayrı bir bölüm vardır, italik. O bölümde Mesaadet'i dışarıdan, hizmetçinin gözünden görürüz. Kendi cümleleri, kendi düşünceleri yoktur artık, bir garip, huysuz kadındır Mesaadet. Harikalar odasında her şeye söylenen bu kadın, büyük abdestini yapmak için hizmetçisine muhtaçtır. İnsanlara muhtaçtır daha doğrusu, kaba insanlara, "köylülere" muhtaçtır.

Bir de Nedim var, torun. Komünist galiba. "Burjuvaların acıları olmaz," diyor, "Başkalarının yoksulluğu üstüne şato kurulmaz," diyor. Mesaadet beğenmiyor kendisini, o ne bilir yoksulluğu havalarında. Kendi de bilmiyor ya, çürümüşlüğünün son evresinde olduğunu gösterir bu.

Kitabın kapağında İstiklal Madalyası var, Rüştü Şahin'in.

Füruzan'a özgü spiral anlatı var yine. Çağrışımlarla bir geçmişe gidiyoruz, bir şimdiye geliyoruz. Bir bakıyoruz, Rüştü var yetmiş yaşındaki Mesaadet'in odasında. Bir bakıyoruz, meğer annesi olmuş Mesaadet. Süper.

Ellerinden öpeyim Füruzan, büyük keyif aldım okurken. Okuyun bence. Hı hı. Bir sonraki kitabımız Wittgenstein'dan. İyi künner.

1 Mayıs 2012 Salı

Erhan Bener - Dönüşler

Bu kitapla birlikte Erhan Bener'e gerçekten ara veriyorum, zira beş günde ittire ittire ancak bitirebildim. Oyuncu ve Elif'in Öyküsü gibi romanların yanında bir alt sınıfta bulunan romanları da var kendisinin, nicelik niteliği getirmemiş. Bu sebeple bu tür bir başka Erhan Bener romanına başlamayı göze alamadım. Gutbay Erhan Bener, yazın görüşürüz.

Dönüşler... Çarkçı bir amcamız var, 47 yaşında. Babası alkolik, ölüyor. Annesiyle ablası var, leş insanlar. Karısıyla kızı var, bunlar da leş. Bunların isimlerini şöyle bir duyuyoruz, o kadar. Pek ilgilenmiyor onlarla, zaten adam gemide çalıştığı için Singapur benim, Finlandiya senin, geziyor. Kızlar mızlar, alkol falan. Singapur'da aşık olduğu bir kız vardı bunun, bırakmak zorunda kalmış. unutamamış onu. Bir dayısı var, arkeolog ve emekli öğretim görevlisi. Yeni Foça'da yazlık evi var, orada yaşıyor.

Bir gün bu dayımızın ölüm haberi geliyor 47'ye, gemideyken. 47 diyeceğim, adının geçtiğini anımsamıyorum çünkü. Dayıdan bir de mektup geliyor. İşte, "Ben ölüyorum falan, evi sana bıraktım, para da bıraktım. Gel, yaşa, işini bırak. Bin Suratlı Billur Top'u kimseye verme, Kızıl Şeytan'a dikkat et. Bir de mezarıma iki çiçek bırak lan hayırsız," falan diyor. Bizimki hemen uzuyor Yeni Foça'ya.

Dayısının öldüğü çukuru görüyor, evden pek uzakta değil. Domuzlar parçalamış dayının cesedini. Yeni Foça'ya gel, iki dakika bahçede uyusak popoyu ısırtacağız. Neyse, bir gün deprem oluyor, evin bahçesinin duvarı mı ne yıkılıyor. Ertesi güne site bekçisinden bu iş için adam istiyor. O günün akşamında 47 bahsettiğim çukurda bir parıltı görüyor, eğilip bakınca, aha, top. Alıyor topu. Bu top jöle kıvamına da gelebilen bir top. İnsanı sarhoş ediyor, insanı elektrikle çarpıyor, bir fantastik top yani. Bizimki kafayı kıracak gibi oluyor, saklıyor bu topu. Dayısının neyden bahsettiğini az çok anlıyor mektupta.

Buraya kadar aşağı yukarı 100 sayfada geliyoruz. 100. Bu 100 sayfada daha bir olay yok, bir tek 47'nin seferleri, hayatı, dayısı, annesi, sahil maceraları falan var. Ha, bir de kafe işleten küçük bir kızla bakkalın kızı var. Bunlarla tanışıyor. Bunların ikisi de 47'ye ilgi duyuyor. Romanın cinsellik sorgulamalı bölümlerini bu iki kız oluşturacak. Gerçi romanın da problemi bu. Arka kapakta şu var:

"Dönüşler, felsefi tartışmalarla iç içe geçmiş sürükleyici bir roman olma özelliğinin ötesinde, yerleşik ahlak değerlerini ve cinselliği de çarpıcı bir biçimde sunuyor."

Sunuyor da, ne kadar yetkin bir şekilde sunduğu tartışılır. Her şeyden bir tutam gibi olmuş. Devam edelim.

Sahilde bir kadınla tanışıyor 47, Nevnihal. O yörede bir kazı ekibinin elemanı, antropolog kendisi. Meğersem çok başka işlerin kadınıymış kendisi. 47'nin dayıyla tanışmış, Bin Suratlı Billur Top'u arıyormuşmuş. O kızıl tehlike de bu kadının kızıl saçlı, sakallı arkadaşı. Ya felsefik boyuta falan geçeyim.

Şimdi bu dayı kişisinin çok deli teorileri var. Diyor ki bedeni tamamlayan candır, can da ölümden sonra kaybolmaz. Bir çember içinde bütün hayatlar döner, zaman ne olursa olsun aynı senaryolar oynanır. Evet, kısaca, pek kısaca bunu diyor. Hatta Yunus Emre'den, "Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm" alıntısını çok yapıyor. Reenkarnasyon değil, çok daha büyük bir sistem var. Topa gelelim, top da iki milyar yıl önceki insanların bu sistemle ilgili bilgilerini içeriyor. Bir miras yani. Bu mirası kullanmak isteyen kötü adam da o kızıl kafaymış. Ya çok absurd olaylar var sonlara doğru. Fikir olarak evet, çok özgün şeyler var, amma lakin ki bunların karakterlere oturtulması pek başarılı değil. Doğayla ilgili ayrıntılar başarılı değil, bazı bazı çok yersiz çünkü. Sitenin yöneticisine yemeğe gidiyor 47, hırdavatçıyla, balıkçıyla falan konuşuyor. Bunlar tamam, dayı hakkında bilgi toplama amaçlı. E bakkalın kızı? Bakkalın kızı havada kalıyor. Diğer küçük kızla yatıyor bu bizim adam. Bu küçük kız, adamın dayısına topu getiren kişi. Romanın sonunda bir olayı daha var, söylemeyeyim. Neyse, cinselliği sorgulayış varsa da o kadar kısa ki... Yani şöyle deyip bağlayacağım: Yorganın bir köşesinden çekersek diğer köşe açılıyor. Hı hı. Pek başarılı bir benzetme olmadı gerçi.

Sayfa kıvrıklarına geliyorum şimdi.

Site yöneticisi bir İkinci Yeni şairi. Bazı bilgiler varsa da kim olduğunu çıkaramadım ben.

"Bir kere de ellerinde uzun namlulu kocaman makineli tabancaları, sırtlarında alacalı bulacalı giysileriyle gerçek mermilerle tatbikat yapan komando eğitim birliğinin erleriyle karşılaşmış ve nedense onlardan korkmuştu."

Erhan Bener'in ve Vüs'at O. Bener'in yaşamlarındaki askerlik olgusuyla ne kadar paraleldir bu, bilmiyorum. Dikkatimi çekti yine de.

Yine Türk-Kürt olayı var. Erhan Bener, böyle ince ince sokuşturuyor dönemin sosyal olaylarını. Türk-Kürt kardeşliği ve çatışması geçiyor kısa da olsa. 47 apolitik bir görüntü çiziyor, site yöneticisiyse kutuplara ayrılmanın farkında.

Münir Nurettin'den de şu var:

"Hayata bir daha dönmek hayal edilse bile,
Avunmak istemeyiz öyle bir teselli ile..."

Bir de fikrimce özellikle tekrarlanan bazı cümleler var. Singapur'daki sevgilinin verdiği Colt, dayının plakları ve kasetleri benzer cümlelerle tekrar anlatılıyor. Erhan Bener'in kitabın adına gönderme yaptığını düşünüyorum, hata olduğunu sanmıyorum bunların.

Sert çıkıştım belki ama sarmadı kitap pek, Erhan Bener'e daha sonra devam edeceğim. Şimdi Sartre okuyorum, meh meh. Görüşesi.