14 Mayıs 2012 Pazartesi

Abdülhak Şinasi Hisar - Boğaziçi Mehtapları

İstanbul'un Dört Atlısı'ndan biri olan Hisar, gençliğindeki Boğaziçi'nin hayaliyle yaşayan bir adam. Tanpınar da kaçırmamış, "Süper kitap bu, on numara olmuş," diye övgüyü yapıştırıvermiş. Kafalar aynı nasıl olsa.

Yahya Kemal'den gelen bir mazi-şimdi birlikteliğinin duyarlılığıyla yaşayan adamlar bunlar. Geçmişin izleriyle yaşıyorlar, eski günleri özlemle anıyorlar. Ben bir şey itiraf edeceğim; Tanpınar bir derece de, Yahya Kemal'in, Hisar'ın bu geçmişe saplantı dolu bağlılıklarını  sevemiyorum. Hiç. Yahya Kemal'in bir beyiti vardır:

"Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden"

Gerçekten de anlayamıyorum, dsfd. Anlayamamaktan ziyade, o havayı, o ruhu hissedemiyorum. Çok uzun zaman geçmedi, lakin İstanbul, insanlar çok değişti. Bitmek bilmez bir kaos, kalabalık. Hisar, İstanbul'un çok değiştiğinden bahsederken yıl 1942'dir. 70 yıl geçmiş. 70 yılda o incelikten, o ruhtan muazzam ölçüde uzaklaşıldı, o zamanların havasını ancak Haluk Dursun gibi İstanbul aşığı profesörlerin çabaları yaşatıyor. Kısmen. Belediyelerin, derneklerin desteklediği fasıllı boğaz gezintileri yapılmasa o günlerden geriye bir tek balıkçılar kalacak. Bir de kuşlar.

Yaşantılarım, bu mazide kalan İstanbul'a dair hiçbir büyülü sayfa açmadı bende. Tanpınar'ın Beş Şehir'ini, Ahmet Rasim'in Şehir Mektupları'nı vs. okurken Moda'ya, Eyüp'e, Galata'ya, Zincirlikuyu'ya, balıkçılara, şehrin büyük yangınlarına ve bu yangınları izlemek için coşkulu bir şekilde koşturan, hatta yanında çekirdek, içecek vs. götüren kalburüstü insanlara, martılara, vapur düdüklerine, şehrin her bir parçasına göz atabilir, bir asır öncesinin sokaklarında dolaşabilirdik. Lakin Erenköy'deki yalılar artık yok, boğazdakiler de öyle. Bizim için çok büyük, İstanbul için çok küçük bir değişmeyi düşünürsek; artık sokakta oynayan çocuklar da yok. Bu yokluğun yüz katını al, bir asır önceki İstanbul'a koy. İşte Hisar'ın özlediği İstanbul bu. Adamlar şehri çok sevmişler, kaybolan çocukluklarına, gençliklerine kopmaz bağlarla bağlanmışlar. Deyiş yerindeyse adeta hastalıklı bir mazi algısı. Hastalıklı biraz ağır oldu gerçi. Neyse, anlamasak da saygı duyalım, o günlerin İstanbul'unu hayal etmeye çalışalım.

Müşahedat'taki, Eylül'deki manzaralara bakarsak yemyeşil tepeler, pamuk gibi bir deniz, Küçüksu, Göksu, Tarabya, Beykoz gibi dönemin incilerini görürüz. Buralara kayıkla, sonrasında şirketin vapurlarıyla gidiliyor, fakat vapurlardan ziyade kayıklar, sandallar çok daha önemli; Boğaziçi Medeniyeti'nin en önemli parçaları bu kayıklar ve sandallar. Aşk-ı Memnu'daki kayık gezintilerini de unutmayalım. İşte bunların hepsini ilk ağızdan duyuyoruz, yüz yıl öncesinin rüzgarını estiriyor Hisar.

Kitap bölümlere ayrılmış, her bir bölümde Boğaziçi'nin bir parçasını, bir özelliğini görüyoruz.

Hazırlanış adlı bölümün altında küçük başlıklar mevcut. Boğaziçi Medeniyeti başlığında bir Boğaz manzarası var. Fenerler, vapurlar, daha bir sürü şey. Yine sayfa kıvrıklarından gideceğim; Boğaziçi kendi jargonunu oluşturmuş. Mehtap, mehtaplı bir gecede Boğaziçi'nde dolaşan bir kayıkta bir saz takımı peşinden onu dinleyerek yapılan gezinti anlamına geliyormuş. Heybeli'de her gece mehtaba çıkarken her zaman kıyıda oturulduğunu düşünmeyin yani.

Maliye Nezareti'nin yalı sahiplerine verdikleri bir para varmış, bu para direkt bahçe düzenlemesine, yok şekildir, yok şemaldir zenginleştirmeye falan harcanıyormuş. Devletin neden battığı belli aslında dsfd. Ya zengin işi bu yalılar, mehtaplar. Geleceğiz oraya.

Yalıların sahipleri birbirini tanırmış, dedikodular dönermiş sıklıkla. Bizim altın günlerini o zamanın mehtapları gibi düşünün, annelerin dedikoduları, bilmem ne. Aynısı.

Mazinin Yoksullukları başlığında dönemin imkansızlıkları ele alınmış. İletişim mesela. O dönemde Kayışdağı eteklerinde yaşayan insanlardan haber alınamazmış kar kıyametken. Yalılar için de mevcut bu; erzak kayıklarıyla beslenirmiş yalılar. Yalıtılmış bir dünya. Otomobiller yokmuş, futbol yokmuş o kadar, poker partileri yokmuş, sinema yokmuş. En önemli tespit de şu:

"Bütün bu yoksulluklar ve imkansızlıklar silsilesinin belki en ağırı ve en acısı, en yakın akraba bile olsalar, kadınlarla erkeklerin beraber gezmelerine, kolayca buluşup görüşmelerine bile imkân yoktu. O zamanlar beyler ayrı ve hanımlar ayrı gezerlerdi. Kadını ve erkeği birbirinin refakat ve şefkatinden ayıran ve ikisinin arasına lüzumsuz bir mesafenin boşluğunu açan bu âdet hulyalara adeta hastalık denecek bir aşk ihtiyacı aşılar ve muhayyeleleri daima bir vuslat hayaliyle yorardı."

Bakın, 20 yy. başında durum bu. Ahmet Midhat Efendi'nin, Şemsettin Sami'nin, Samipaşazade Sezai'nin kadınlarında bu durumun kralını görsek de hani Yeşilçam filmlerinde böyle kadın-erkek ilişkisi olur mu ya diye düşünülür ya, daha betermiş durum aslında.

Tabiat ve musiki aşkı, Boğaz'ı Boğaz yapan en önemli etkenler. Balıkçılar, ikindi vakti manzarası, birçok güzel koku, kuşların sesleri, mevsimler... Tabiat bir tablo oluşturuyor, bu tablodaki ince ayrıntıları da musiki ortaya çıkarıyor. Musiki birçok bölümde kendine yer buluyor, bu ilk belirişinde enstrümanlardan, incesazların çaldığı mesire yerlerinden bahsediliyor. Helvacıların söyledikleri türküye bile yer vermiş Hisar, öyle yoğun bir özlem hakim. Musikiye, musikiseverlere dair iki üç gülmeçli anı var, güzel.

Toplanış adlı bölümde bu mehtapların nasıl tertip edildiğine giriliyor. Mesela zenginiz, ulan bu gece de ben düzenleyeceğim dedik. Ayvayı yedik. Bir dünya para gidecek. Mesela sanatçıların en yeteneklilerini toparlamaya çalışıyoruz, onlara mükellef bir sofra kurmak zorundayız. Bir kuş sütleri eksik olacak, onu da martılara para vererek temin edeceğiz. O gün bir başka kodamanın mehtap tertip edip etmeyeceğini öğrenmek zorundayız tabii, en başta bu var. Sonra sırf zenginler teşrif etmeyecek elbet, katılmak isteyen ve kayığı olmayanlar için de kayık hazırlatmak zorundayız. Kayıkçılara bahşiş vereceğiz, o da var. Derken sıfırı tüketiriz, neyse ki devlet var. Padişahım çok yaşa, şu kayık sefaları için biraz daha para yollarsan çok sevinirim.

Zamane hanımlarının giyim tarzlarıyla, adetleriyle ilgili ilginç ayrıntılar var, kayıklarla ve sandallarla ilgili ayrı bir başlık mevcut. Gelenler ve Gelmeyenler başlığında bu gezilere katılanlar ve katılmayanlar incelenmiş. Tevfik Fikret hiç katılmazmış mesela. Devlet tarafından mimlenmiş olanlar da pek katılmıyormuş, Recaizade Mahmut Ekrem'in niyeti olmasına rağmen katılmaması buna bağlanıyor. Gözlem yapmak için katıldığını söyleyen artist tipler de varmış.

Genel olarak böyle. Hisar'ın musikiyle, Boğaz'la, kadınlarla alakalı inanılmaz süslü ve parıltılı cümleleriyle sona geliyoruz. Bu sentimentallik beni hasta edecekti, kitap bitti. Ben ayrıntılar için okudum, eskiden Boğaz'ın nasıl olduğunu gözümde canlandırabilmek için. Yüz kayıklı mehtaplar, suyu ipek gibi yaran kürekler ve akla hayale gelmeyecek bir sürü ayrıntı. Bu konuda Hisar'ın duyarlılığına bir yandan mutlu da oluyoruz, zira böyle bir özlem yaşamasaydı bunca ayrıntıyı böyle zengin bir şekilde veremezdi. Kendisi de kitabın sonunda anlattıklarını dile getirdiği şekilde algılamış olup olmadığını soruyor. Şununla bitiriyor, iyi günler diliyorum:

"Bütün bu kalabalığın arasına belki, arada sırada, tek tük hayaletlerin karıştığı da olurdu. Zira bazen, bir kayık veya sandalın içinde o kadar garip bir kıyafete, öyle yanık tenli ve bakışlı birisine, başka bir cihanın mahluku olduğu hissini veren o kadar uzak diyarlara göre giyimli, o kadar ayrı mânâlara ve şekillere bürünmüş öyle acayip kimselere rast gelinirdi ki bunlar belki sadece uzak eyaletlerden İstanbul'un cazibesine kapılarak gelmiş tebaamızdan bile olsa, göründükleri gibi sahiden birer hayalet olup olmadıklarından ve alelade birer insan olduklarından şüphelenirdim ve şimdi bile emin olamıyorum. Hatta, vereceğiniz hükümden çekinmesem, bundan sonra da emin olamayacağımı söyleyebilirim. Zira hafızamın bu uzak zamanlarına inip bu hissimi hâlâ hiçbir muhakeme ile tashih ve tedavi edemedim."


3 yorum:

  1. Öncelikle Tanpınar ve Hisar'ın aynı kafadan olduğunu söylemişsin. Süha Oğuzerten'in bu düşünceni yıkacak çok güzel bir makalesi var. İssmini hatırlamıyorum ama bulabilirsem yollarım.

    İkinci olarak, ben böyle eski İstanbul'u anlatan kitaapları seviyorum. Bu devrin insanıyım, eski İstanbul'u neredeyse hiç bilmiyorum. Dediğin gibi, o sokakta oyun oynayan son şanslı nesilim hatta. Ama daha öncesi beni hep meraklandırıyor. Okurken zevk alabiliyorum, az da olsa canlandırabiliyorum. Hatta özlüyorum.

    YanıtlaSil
  2. Şehirle bütünleşmekle, şehri anlamlandırmakla ilgili bir şey. Ben de merak ederim, fakat benim merakım şehirden ziyade insanlarla alakalı. İkisinin bir olduğu, insanın şehirle veya şehrin insanla yaşadığı zaten sabit, amma lakin ki Tanpınar'ın, Yahya Kemal'in veya Hisar'ın İstanbul'unda aradığım "insanları" bulamıyorum mu diyeyim, ne diyeyim bilemedim. Bu yüzden Ahmet Rasim bana hep daha yakın geldi. Tamamen mizaçla alakalı bir şey, okuyucunun mizacıyla. Bunun dışında bu üç yazarın anlattığı İstanbul'u ben de pek severim, o İstanbul'u kendi üsluplarınca bir "hayal şehir" olarak işlemedikleri sürece. Büyük resme bakacaksak her biri kendi İstanbul'unu muazzam anlatıyor zaten, okurken keyif almamak mümkün değil.

    Makaleyi beklediğimi samimiyetle belirtir, yorum için çok teşekkür ederim. :j

    YanıtlaSil
  3. Makale Defter Dergisi'nde yayımlanmıştı. Oğuzertem, Süha: "Modern Edebiyat ve Abdülhak Şinasi Hisar'ın Sözlü Yazı Serüveni"; Sayı 18

    İsmi cismi budur. Ben Taksim Atatürk kitaplığında bulabilmiştim. Sen de bulabilirsin oradan.

    YanıtlaSil