Balıkçı'nın insanlarını biliyoruz; doğayla, özellikle denizle savaşan -sevişen de denebilir- insanlar. Paragöz ağalar. Onca toprağın içinde tarlayla uğraşıp, bakkal dükkanıyla uğraşıp bir süre sonra her şeyi bırakıp çok sevdiği denizine geri dönen amcalar, abiler, gençler... Bu kitabın kahramanları yine onlar, fakat bu sefer yalnız değiller. Mitolojisiyle, dağıyla, rüzgarıyla Anadolu da var. Büyülü gerçekçiliğinin kaynağında, daha doğrusu büyü olayının özünde Anadolu'nun payı pek büyük. Bir iki mitolojik gönderme bulabildim, lakin konuya pek fazla vakıf olmadığım için pek engin malzemeyle dolu olan bu kitaba o tür bir okumayla girişseydim hakkını verebilmem mümkün değildi. Mesela biri bir şeyden kaçmış, Haliç'e gelmiş. Altın Boynuz denmiş Haliç'e. Sen neyden kaçtın, neden Haliç'e geldin, "Neyin boynuzu hocu?" diye niye sormadın. Mesela. Lakin bu konuyla ilgili bir tez yapılmış. "Halikarnas Balıkçısı'nın Eserlerinde Mitolojik Öğeler" galiba, YÖK'ün sitesinden bulunabilir. Okuyacağım, lakin şu aralar değil.
Çok, çok zengin bir kitap. Nereden başlayayım, ne yapayım, çaresiz kaldım. Muhtemelen güzel bir yazı da çıkmayacak ortaya. Deneyeyim.
Romanın biri diğerini kapsayan iki zaman katmanı var. Birincisi aşağı yukarı 1900-1914 aralığı. Kesin bir tarih yok, dönemin sosyal olaylarından çıkarıyoruz bunu. Yüzyıllık Yalnızlık gibi. İkinci zamansa olay örgüsünün yer aldığı, karakterlerin belli bir zaman sıralaması gözetmeksizin ortaya çıkarıldığı kurgusal zaman. Sarmal bir kurgu var. Lan terim bilsem çat diye söyleyeceğim, rahat olacak da böyle kırk takla atıyorum, fark etmişinizdir. Kuramsal bir şeyler okumak lazım dsfd. Bu zaman olayı mesela ne gibi, Magnolia gibi. Kesin bir adı vardır o tekniğin de bilmiyorum. Zaman atlamaları mevcut; ölen bir karakterin ölmediği zamanlara gidip oradaki olaylara dahil olabiliyoruz. Postmodernist bir şeyler bir şeyler, zamanlar. Flashback, flashforward, enkonştır mayntenks. Böyle şeyler.
Birçok karakterin önemli olduğu bu romanda önce Ötegillerin Elif'in doğumuna şahit oluyoruz. Elif, Karakız, romanın başından sonuna kadar bir belirip bir kaybolan onca insanın içinde varlığını tam anlamıyla sürdüren, büyüdükçe hayatına daha yakından bakacağımız bir karakter. Kerimoğlu namlı bir efeyle tanışıyoruz ardından. Kerimoğlu, zenginden alıp fakire veren bir korsan, bu yüzden kendisine "deniz defterdarı" diyorlar. İkisi karşılaşıyor, Elif Kerimoğlu'ndan hiç korkmuyor. Kerimoğlu da Elif'e bir beşibirlik veriyor ve kıza dokunmuyor. Burada biraz geriye gidiyoruz ve Kerimoğlu'nun bir yörük kadınını ve kadının kocasını koruma altına alışını görüyoruz. Onca iyiliğe rağmen iftiralar ağızdan ağıza yayılıyor, Kerimoğlu'nun ırz düşmanı bir hırsız olduğu fikri köylere pompalanıyor. Parası tehlikede olan ağalar var sonuçta. Hacı Resul, romanın mekan olarak çatısını oluşturan Çatalkaya adlı köyün ve civar köylerin en sırtı pek adamı. Ütopyalar için ada neyse büyülü gerçekçilik için de köy o galiba. Neyse, Hacı Resul romanın kötü adamı. Bu olayları öğreniyor ve Kerimoğlu'na tuzak kuruyor. Kerimoğlu delik deşik ediliyor, bedeni denize düşüyor. Perde kapanıyor kendisi için.
Şimdi ince ayrıntılarda neler neler var, hepsini anlatmayacağım. Güzel bir örnek vereyim. Mesela Kerimoğlu dar bir bölgeden geçiyor kayıkla. Kızanları yanında. Ay yok, karanlık. Karşıdan başka bir kayığın sesi geliyor. Herkes put kesiliyor, silahlar çıkıyor ortaya.
"(...) Sonunda yüklü olduğu duygu nedeniyle, uzun menzilli bir namlunun ta dip yivlerinden parlayıp gelen bir, 'Merhaba!' bağırışı karanlıkları yendi.
Kerimoğlu'nun selamına karşılık öteki kayıktan Barba Vangel'in şükran dolu bir "Yassas!"sı (Sağ olun, yaşayın) yükseldi."
Kerimoğlu öldü, kurguda başka bir yere atladık. Kokoz Cemal, Fransa'ya köpek pisliği satarak zengin olmuş bir adam. Ulalı diye bir zengin arkadaş daha var, ikisi konuşuyorlar. Bu arada Kerimoğlu'nun öldürüldüğünü gazetede okuyorlar, Hacı Resul de birinci rütbeden Mecidî nişanı almış hatta. Bu işler hâlâ böyle değil mi?
Metinlerarasılık açısından büyük bir zenginlik var. La dame aux camélias geçiyor mesela, bir de şu:
"Bade iç, güzel sev, var ise akl-ı şuurun; Dünya var imiş ya ki yoğimiş ne umurun"
Kokoz Cemal söylüyor bunu. Paran varsa problem yok tabii.
Haşmet Bey, Cemal'in yardımcısı. Çingenelerden hayvan pisliklerini o alıyor. Bir çingene kızına öküz gibi yaklaşıyor, tekmeyi yiyor tabii. Kadın problemi çok büyük; kadına insan gibi davranılmıyor. Kadın, erkekleri eğlendirici bir varlık. O kadar.
Hoşbulduk Selim Kaptan... Yine ani bir zıplayışla Kerimoğlu'nun cesedini fark etmek üzere olan Selim Kaptan'ın yanında buluyoruz kendimizi. Kendisi ne kadar terk edilmiş çocuk varsa hepsini alır, büyütür, kimini gemici yapar, kimini süngerci.
"Hoşbulduk Kaptan, aya, 'Sana da, bana da hayırlı yolculuklar!' diye bağırdı."
Selim Kaptan'ın martı arkadaşı da vardır, "Na! Na! Naa!" diye anlaşırlar. İyi insandır, iyi bir insan olduğu için de sevdiklerini bir bir kaybedecektir. Önce tarlası, gemisi elden çıkar. Fakirleşir. Üç çocuğu önceden ölmüştür, karısı da ölünce hepsi bir yerde Selim Kaptan'ı beklemeye başlarlar. Danacıların Hanife'ye satılır ev. Hanife'yle Hacı Resul bir çıkar ilişkisi içindedirler, kötüler birbirlerini bulurlar.
Selim Kaptan'ın hayvanlarla konuştuğu, kırklara karıştığı söylenir, zira artık tek başınadır ve doğaya tutkuyla bağlıdır. Ölümü de kardeş bellediği martıların haykırışları içinde gerçekleşir: Uçurmaya çalıştığı martı yavrularıyla uğraşırken uçurumdan denize düşer.
Selim Kaptan'ın hayvanlarla konuştuğu, kırklara karıştığı söylenir, zira artık tek başınadır ve doğaya tutkuyla bağlıdır. Ölümü de kardeş bellediği martıların haykırışları içinde gerçekleşir: Uçurmaya çalıştığı martı yavrularıyla uğraşırken uçurumdan denize düşer.
Köydeki Kısmet Taşı, evlenmek isteyen kızların, kadınların tek umudu. Burada, "Bahtım! Kocaya gidecek vaktım!" diye bağırıyorlar. Elif'in üç ablası da bağırıyor böyle. Evlenemeyecekler bir türlü, pek zengin değiller ve yaşlanmışlar biraz. Babaları Şerif, pars avında ölüyor. Anadolu'da çeşit çeşit hayvan var o zamanlar. 100 yılda güzelim memleketin Amarcord. Tebrikler bize.
Kitabın ikinci bölümünde Cafer isimli berber genç, aşık olduğu Emine'yle köyden kaçar, iki tiyatrocuyla karşılaşırlar. Bir komedi gösterisi faciayla sonlanır, dördü de toz toprak içinde kaçarlar. Onları gören kadınlar, "Evliyalar sökün etti!" diye, "Hortlaklar mezarlıktan akın etti!" diye bağırırlar. Dolmuştaydım burayı okurken, pkmpf diye gülmüştüm ya.
Bunlar kaçarlarken iki müfettiş geliyor o bölgeye, oradan birinin söylediği şey ilginç: "A canım, ha müfettişler, ha komik(ler), ikisi de bir yola çıkar." Devlet kapısına düştükleri zaman kurtuluşun olmadığını düşünüyorlar. Devlet, padişah, onlar için facia. Anadolu çok çekmiş vergilerden, zorbalıktan, savaşlardan. Yine Yüzyıllık Yalnızlık.
Emine'nin dramı büyük. Yollar ayrılıyor, hayat kadını oluyor Emine bu Hanife karısı yüzünden. Dalgıç Hasan'la evleniyor ardından. Dalgıç Hasan, Hoşbulduk Selim Kaptan'ın büyüttüğü çocuklardan biri.
Ya ben daha fazla olaylardan devam etmiyorum, zira birbirine geçmiş o kadar çok olay ve insan var ki... İki saattir yazıyorum, kitabın dörtte birine gelemedim. Sıkıldım, ben de insanım. Yine kıvrıklardan gidiyorum.
İkide bir, "Ölüm de var!" diye bağıran bir adam ve her bağırdığında başını sallayan insanlar... "Kar neden yağar kaar?"
Bunu harbiden beceremedim, bırakıyorum. Sayın kariler, size şimdiye kadar hiçbir kitap için mutlaka alın, okuyun demedim. Bana ne sonuçta. Ama bakın, bunu bir yerlerden bulun. Devlet-köylü ilişkisi, Ege'nin o güzel doğası, mucize insanları, trajediler, mutluluklar, Osmanlı'nın çöküşü... Anlatamıyorum, kafam yetmedi. Tek bir şeyle bitireceğim:
"Zaten sevmek insanoğluna en yakışan şey değil miydi?"
Not: Diyalogların çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki büyünün bozulmaması için tertemiz bir İstanbul Türkçesi kullanılmış. Yerellik katan çok az şey var.
Not: Diyalogların çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki büyünün bozulmaması için tertemiz bir İstanbul Türkçesi kullanılmış. Yerellik katan çok az şey var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder