31 Aralık 2017 Pazar

Robert Pinget - Fantoine ile Agapa Arasında

Beckett'in şen dostu, hiçliğin sıhhi tesisatçısı, Yeni Roman'ın bir şeyi, saçmanın her şeyi Pinget ile tanışmak için ideal olan bu öyküler. Başlangıç noktaları tamamen sezgisel, el yordamıyla belki, belirlenmiş gibidir ve konu sonra gelir. Veya gelmez, konunun ve biçimin pek bir önemi yoktur, ifadenin dile geliş biçimi, bunun arayışı önemlidir. Bu açıdan öykülerin nereye gideceği hiç belli değildir, Venüs'te başlayan öykü gergedanların ruhlarının oynadığı parklarda son bulabilir. Gerçeküstü parçaların beynin işini çok da uzatmadan, tek atışta bitirmesi okur için bir merhamet göstergesi olabilir, olmalıdır. Kanguru Defteri bile daha düz bir anlatıdır, Pinget ağır travmaların nihil yansımalarını listeler gibidir. Oynaktır, dili yokuş aşağı bırakılmış bir tekerlek gibidir. İş saçma benzetmelere gidiyor, kesiyorum. Bir göz atmanız lazım.

Vishnu İntikam Alıyor: Fantoine. Çan kulesi kilise kilise gezer, timsahları saman doludur, inekleri çamdandır, çok normal bir kasabanın yaramaz kardeşi gibidir. Fantoine papazı kendini Tanrı'ya pek adamamıştır. Moda yazarları okur, tiyatrolara gider, Kamboçya üzerine okuduğu bir kitaptan etkilenerek Khmerce öğrenmeye başlar. Ardından kasabanın ormanları Kamboçya'nın olağan ve olağanüstü yaratıklarıyla dolmaya başlar. Papaz bir kutsama sözünü şaşırır, "Hic est enim orpus Yack," der demez dev bir iblis papazın dağıttığı mayasız ekmekten fırlar, papazı yutup kiliseyi yıkar. Vishnu buna gülümser. Bitti.

Hem Orada Hem Burada: Çevirmen Feyza Zaim özel bir teşekkürü hak ediyor sanırım, böylesi oynanan bir dili çevirmek maharet istiyor.

Anlatıcı bir kişinin neredeliğini kurmaya çalışır. "Günlerden bir gün, Manhattan'da, Vaugirard'ın Paris'e bağlandığı sırada Bükreş'te at cambazı olan biri, yağmur altında karım. (...) Burada, aynı anda değişik yerlerde olan, her biri birçok olmuş olan birçok kişidir söz konusu edilen." (s. 9) Eşzamanlılık anlatılıyorsa anlamdan feragat edilebilir, bu da öykünün zarafetini kaçırır, öyleyse ne yapmalı, bilmiyor anlatıcı ve bodoslamadan giriyor. Kişiler kuruluyor ama kendini bekleyen karakterlerden ikisi, bir üçüncüyü buluyor ve üçünün bir karakter olduğu, aynı yatağa girdikleri ve birbirlerini itinayla becerdikleri ne kadar da naif bir biçimde çıkıyor ortaya, birinin kendini üçe bölmesi bir akıl hastalığını gösteriyor olabilir, dini bir anlamı olabilir ya da hiçbiri.

İntihar Etti, Ae, M ya da F: Koordinatlar. Sözlükte çok güzel bir tanım okudum, neden ben ve neden burada sorularının teknik yanıtının ham maddesi.

Analitik geometri dünyasında bir gözlemci, Mahu, 1317 noktasının apsisini izleyerek bir kedinin bir güvercine pusu kurduğu düzleme çıkar. Bulunduğu dal ordinat eksenindedir, bu durum önemsizdir. Omzuna heykeller dokunur, Herkül'ü iter, çözmesi gereken probleme yoğunlaşır. Düzlemdeki çimenliğin biçimi altıgendi, içi rahatladı böylece. Evine dönerken metro kıçını ısırdı ama o hesaplarına devam etti. Yolda bir kitapçının vitrinine baktı, Formula absolutionis ad usum suicidarum nam bir kitap görüp aldı ve formüllerini kitaptaki bilgilere uyguladı. Bir kuruş dahi etmeyecek Latince bilgimle kitabın adını İntihar Etmek İçin Mutlak Formül olarak çeviriyorum. Sonuçta ekmek keseceği olan çakı kendiliğinden açıldı ve Mahu'nun iki gözünün arasına saplandı. Evet.

Hıyarlar: Plajın gözdesi olan bir hıyarın toplumu değiştirmesi olayıdır. Bu hıyara benzemek isteyen diğer hıyarlar, hıyar olmayan ama hıyar olanlar çoğalmış, polis bunlarla baş edememiş, Matmazel Solange bir hıyardan hamile kalmış ve hıyar doğurmuş, kendisi de hıyarlaşmış. O artık çok güzel bir hıyarmış. Herkes hıyarmış ve sahildeki ilk hıyar bunlardan hiç utanmıyormuş. Hıyarların utanıp kendisinin utanmamasından suçlanacağını ve idam edileceğini de ben uyduruyorum, hadi bakalım.

Balkabakları: Pinget'nin sesini duyduğumuz öykü. Hıyarlar gibi vasat bir öykü olduğunu söylüyor ama balkabaklarını engelleyememiş, yapacak pek bir şey yokmuş çünkü dünyayı balkabakları şekillendiriyormuş.

Her şey balkabağı fikrinin sınırlarını çizmeye kalkan Yüce Nötron'un kendisini de aşan bir yaratıya can vermesiyle başlar. Yaratılan yaratanı alt eder, balkabakları her yeri ele geçirir, her yerde var olurlar. Balkabaklarından sonra her şey yuvarlaklığa, değirmiliğe, daireselliğe, küreselliğe bahane oluşturur, insan da düşünceleriyle kabaklaşmıştır, baş ve son fikirlerinin aynı noktadan çıktığını anlamaz.

Fantoine ile Agapa Arasında: "Kellik ehliyeti alma yasağı" pankartının yer aldığı bir handa duran çiftin küçük çocukları acıkmıştır, durulacak başka bir yer yoktur. Kıllanırlar ama yine de otururlar. O pankarttaki şey ne anlama geliyor, bilmiyorlar. O sırada içine işediği reçel kavanozunu yediği için zehirlenen büyükannenin rahat etmesi için susturulurlar, nihayetinde handan çıkarlar ve çocuğun reçel kustuğunu görürler. Anne saçını başını yolar ama bir süre sonra kelleşir. Kehanet desem kehanet değil, lanet desem lanet değil, pankarttaki durum bir açıdan ortaya çıkmış olur. Bu kadarı yeterli sanırım.

Yirmi bir öykü var, benden bu kadar. Pinget'nin dünyası LSD verilmiş bir kuşun uçarken gördüklerini çağrıştırıyor, bir bakmak istersiniz belki.

30 Aralık 2017 Cumartesi

Melih Cevdet Anday - Dilimiz Üstüne Konuşmalar

Anday'ın yetmişli yıllardan radyo konuşmaları. TRT'nin teklifi sonucu, Türkçenin yabancı dillerle etkileşimi ve dilde birlik gibi pek çok konuda fikirlerini beyan eden, örneklerle açıklayan Anday'ın konuşmaları TDK tarafından 1975'te basılmış, YKY tarafından da 1996'da tekrar basılmış. İyi olmuş, şiirlerini çok özenli, incelikli ve katmanlı çatan Anday'ın dil konusuna bunca düşkünlüğünün sebebi bu kitabı ortaya çıkarmış: "'Bir ozan olduğum, dil de ozanın gereci, daha da ileri, işliği olduğu için, uğraşımın gereği bir düşkünlüktür benimkisi.'" (s. 5) Yaklaşık iki yıl önce Kadıköy Belediyesi'nin düzenlediği bir etkinlik vardı, Ferit Edgü, Enis Batur ve şu an kim olduğunu hatırlayamadığım biri daha, Anday'ı anlatmışlardı ve yanlış hatırlamıyorsam Enis Batur bu dil meselesi üzerinden Anday'ın oldukça hassas ve etkileyici olduğunu söylemişti.

Türkçe bilmenin başka, Türkçe konuşmanın başka olduğunu söyler Anday, etimolojinin başlı başına bir serüven olduğunu ve dille ilgili diğer meselelerle birlikte uzun, çok uzun bir yolun varlığını anlatır. Dil yaşayan bir varlıktır, her an tomurcuklanır ve belli kurallara uyarak -veya uymayarak, yabancı dil etkisi- kendini çoğaltır. Bu çoğalım aşamasında Türk kültürünün ulusallaşması, Cumhuriyet sonrası dil tartışmaları devreye girer ve Anday bunlar üzerinden Osmanlıca-Türkçe arasındaki ikiliğe dikkat çeker. Yönetici kat içinde Osmanlıcanın hüküm sürmesiyle halkın kendi diliyle var olmaya -aynı zamanda kendi dilini var etmeye- çalışması, günümüzde de güncelliğini koruyan tartışmalara yol açmıştır, bu konuda Anday'ın dediği: "(...) Ancak bütün düşünce ve davranışları ile eskiye bağlı kalanların, dildeki ulusallaşma, birlik, özleşme çabasına karşı durması, ozanlarımızın, yazarlarımızın büyük bir çoğunluğunu dil devrimi savaşında gönüllü durumuna getirmiştir. Ben de kendimi bunlardan biri saymaktayım." (s. 6) Dil devrimiyle birlikte Cahit Sıtkı Tarancı'yla Âşık Veysel'in aynı anlaşılırlık derecesinde buluştuğunu ifade eden şair, Tanzimat ve Servet-i Fünun sanatçılarının Türkçeye önem vermediklerini ve bunun da yüzyıllar boyunca süren bir geleneğin parçası olduğunu söyler, günümüzde de sözcük tercihlerinde izi görülen bir olay. Türkçe karşılığı olan sözcüklerin kasıtlı olarak diğer dillerdeki hallerinin kullanımı itici geliyor, ideolojik değil. Kasıtlı olarak, yoksa bundan kaçılamayacak kadar karışmış dillerimiz ama Namık Kemal'in -kendisinin yalınlık anlayışı, çoktan ölmüş yabancı sözcükleri kullanmamaktan ibaretti- sahaflar çarşısında Yunus Emre'nin şiirlerini içeren bir kitapçığı elinden atması, dil curcunasıyla oluşturulan dizelerde ne kadar yabancı sözcük varsa kullanılıp anlamın sakatlanması Anday için doğru değil. Yabancı dillerle etkileşime girilecektir ama o dillerin gramer kurallarının kullanılması, işte o noktada problem doğuyor. Sözcük türetiminde dil ailelerinin farklı kuralları var ve Türkçeyle Arapça bu anlamda birbirinden çok uzak, o yüzden "Osmanlı döneminde Türkçenin ortadan kalkayazdığını" söylüyor Anday.

Gramer açısından böylesi bir yakınlaşma tehlikeli, oysa sözcük dağarcığı açısından kesinlikle öğrenilmesi gereken bir durum var ortada. Latincenin ve Yunancanın Batıdaki okullarda okutulmasına benzer bir şekilde Arapçanın ve Farsçanın da okullarda okutulması gerektiğini söylüyor. Bağlamı gözden kaçırmamak gerek tabii. Tayyare sözcüğünü ele alıyor Anday, bu sözcük Türkiye'de uydurulmuş ve Araplar tarafından tayyar olarak geri alınmış. Kökü itibariyle Arapça zaten. Telefon, telgraf gibi sözcüklerin köklerini incelediğimizde ölü dillerden kelime türetildiği, hâlâ türetildiği görülebilir. Bu açıdan sözcük üretilecekse bunun dersine de ihtiyacımız var ama öncelik Türkçenin olanaklarını kullanarak üretmekte tabii. İkinci Mahmut'un bir sözüne yer veriyor Anday, Arapça terimler yeterli olmadığı için tıp kitaplarının Fransızca kelimelerle dolmak zorunda olduğunu söyleyen padişah, çıkmazın nasıl aşılacağını da söylemiş oluyor aslında: Kendi dilimizde (t)üretim. Dillerin olanakları düşünce yapılarını da belirlediği için -ve hatta zaman algısını da belirliyor, Ted Chiang sağ olsun, müthiş bir şekilde anlatmış- yabancı sözcükleri yanlış kullanıyoruz çünkü o sözcüklerin türetildikleri dilin seslerini bilmiyoruz. Cami(s)i, mevzu(s)u gibi kara delikler, Arap alfabesindeki sesli harflerin kullanımı ve bu yüzden Türkçede ortaya çıkan karışıklık, Vavlı Türk olayı derken yanlışlar çoğalıyor. "Özetlersek, önce okullardan Arapça öğretiminin kaldırılması, arkasından alfabede yapılan değişiklik, dilimizdeki o yabancı sözcüklerin durumunu büsbütün sarsmış oldu. İyi de oldu, böylece bizlerde kendi dilimiz üstüne bir bilinç uyandı." (s. 27) Anday, yaşayan dilin bozulduğunu iddia edenlere dilin zaten bozuk olduğunu ve dilin yenilenmeye ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Medeniyet işi biraz da; Doğu yükselişteyken kültürel birlik kurma konusunda çok istekliydik, İslamiyetin etkisi büyük. Zamanla yüzümüzü Batıya çevirme ihtiyacı hissettikten sonra sıkıntılar doğmaya başladı. Doğunun şiiri Doğuda kaldı, Batının kültürel formlarını kullanmaya başladık ve kullanıyoruz. Dil de böyle bir süreçten geçiyor ve bence çok ilginç; Batıdan alınan kavramlar Doğunun kelimeleriyle vücut buluyor. Namık Kemal'in millet, vatan kavramlarıyla Ziya Gökalp'in mefkûre kavramı ilgi çekici bir köprü oluşturuyor. Sorun şurada ki Gökalp, Anday'ın karşı çıktığı kelime türetimi biçimini destekliyor ve "galat-ı meşhuru lûgat-ı fasihaya yeğlememizi" istiyor. Anday'ın buna cevabı dilin devinen bir yapıda olup bu görüşe bağlı kalmak zorunda olmadığı, bundan daha iyi bir yöntemin olduğu ve halkın kendi yaratıcılığına güvenilmesi gerektiği yönünde oluyor. Yine örnekler, kanıtlar, sayıp döküyor Anday.

Bir konuşmada Türkçenin ve kaynaklarının izi sürülüyor, örneğin Divanü Lûgati't Türk. Dil konusundaki önemi bir yana, o devirde atalarımızın ipek mendil taşıdıklarını, ütü kullandıklarını bu eser sayesinde biliyoruz, sosyal yaşamdan sav, sagu, koşuk örneklerine kadar pek çok ayrıntıyı içermesi açısından gerçekten çok önemli. Dönemin siyasal olayları arasında Türklerin Buda tapınaklarını yıktırdığını öğreniyoruz, Arap yıkıcılığı da peşi sıra geliyor. Anday kaynak vermiyor ama İslâm tarihçilerine göre Türk tapınakları yıkılmış, bilginleri öldürülmüş ve kitaplar yakılmış. Herkes Arap gibi düşünmeye, Arap gibi konuşmaya zorlanmış. Mahmut bu kıyımlar sürerken eserini yazmış ve Oğuz Türklerinin Hz. Muhammed tarafından anıldığını söylemiş: "Türk dilini öğreniniz, çünkü onlar için uzun sürecek egemenlik vardır." İkinci önemli eser olarak Muhakemet-ül-lûgateyn'in bahsi var, yine Türkçeyi yücelten bir eser. Bunlardan sonra Tanzimat sanatçıları geliyor ama dilin bağımsızlığı ve açıklığına dair onlarda pek bir şey göremediğini söylüyor Anday, Ali Suavi ve Ahmet Mithat'ın duyarlılığı dışında bu açıdan pek bir çaba yok.

Dilin bağımsızlığı konusunda Danca ve Norveç dili üzerinden görece yakın tarihli bir örnek veriyor Anday, 1380'de Danimarka'ya bağlanan Norveç, 1397'den itibaren Danca ağırlıklı bir ortak dil kullanmaya başlıyor, 1814'te yükselen tepkilerden sonra diller ayrılıyor. Osmanlı için durum tam tersi. Egemen ulusun dil dayatması tarihte sıklıkla görülmüşse de bazen tersi de gerçekleşiyor, bizde gerçekleştiği gibi. TDK'nin kuruluşu, hazırlanan sözlükler bu yüzyıllarca süren dil erozyonunu durdurmak için yapılıyor. Halit Ziya'nın ve Süleyman Nazif'in görüşleri işin ne boyutta olduğu hakkında bir fikir verebilir. Edebi ufuktan bahseden Halit Ziya, edebiyatın ilerlediği yoldan yabancı sözcükleri silmenin büyük bir katliam olduğunu söylüyor ama böyle kesin bir katliam söz konusu değil, burada da sınıf ayrımı devreye giriyor ve edebi yetkinliği yabancı dildeki sözcükleri kullanmaya bağlıyor. O sözcükler belli bir eğitime sahip insanlar tarafından anlaşılabilir hatta anlaşılamaz, sözlük karıştırmak gerekir, bir sürü şey. Süleyman Nazif işi bir tık daha ileri götürerek Türkçe sözcük kullanımını "halka dalkavukluk" olarak görüyor. Aydınların kendi aralarında anlaşmayı yeterli bulmaları, toplumsal birlikteliğin sağlanmasındaki en büyük engel ama o zamanlar bu birliktelik o kadar da mühim değil. Yıkım demek aslında bu; aradaki uçurum asıl gücü oluşturan halkın aleyhine, aydınların da.

Çok konu var, bu kadarını alıyorum. Şairin dil duyarlılığı, ilgi çekici.

28 Aralık 2017 Perşembe

Daniel Pennac - Roman Gibi

Pedagojik işkence aracı olarak kullanılmaması gereken bir metin, Pennac'ın ricası. İlk bölümü kullanılabilir ama insanlık gereği, böyle yapmamak lazım gelir. Evet, Simyacının Doğuşu nam bölümde bir okurun doğuş aşaması anlatılır, belki de ölüm sürecidir, aileden aileye değişir. Anlatıcı ve eşi, çocuklarını hikâyelere boğduktan sonra ne olacağını görmek ister gibiler. Bir yandan betimin televizyon tarafından ele geçirildiği zamanlarda 19. yüzyıl romanlarının rengarenk görselliğinin solma tehlikesi var, hiçbir şey televizyon kadar renkli olamaz ama çocuktan beklenen, belki de çocuğun erginlik ayini olarak televizyonu atlayıp okumaya yönelmesi. Bilirsiniz veya bilmezsiniz, televizyon sadece aptallar içindir. Çöple o kadar doludur ki bir avuç güzelliğin kokusu pis gelir. Bu yüzden sebebi ne olursa olsun -ki bu sebeplerden birkaçını duydum, içimden geçenleri söyleseydim başım derde girerdi ama insanlar için üzülüyorum, bunu söyleyebilirim- televizyon izlememeliyiz. Bu üfürük telkinlerden sonra okumaya dönmeliyiz, her zaman okumaya dönmeliyiz, televizyondan ve telefondan kurtulamıyorsak bile tez zamanda okumaya dönmeliyiz. Okumak değilse başka bir şey. Yaşamımız reklamları ve haberleri izlemek için yeterince boş olmamalı. Aşırı tepki verdiğimi söyleyen arkadaşlarım, üzgünüm, ciddi ciddi televizyon izleyen insandan bir anda soğuyorum, başına vurasım geliyor, o kadar tiksiniyorum televizyondan. Zamanla izleyenden de. Eeh, yeter.

Gereksiz bilgi: Şunu da söylemeliyim ki Leyla ile Mecnun'u övmeyen kalmadığı halde izleyemedim, geçenlerde yine denedim, izleyemiyorum. Olmuyor. Sahneler saçmalık derecesinde uzun, bir espri üzerinden beş dakika heba oluyor, müzik kötü, bir sürü sebep. Konsepte en başından beri alışamadım sanırım, günümüzün Türk dizilerinin izlenemez olduğunu düşünüyorum. Behzat Ç. izledim en son, o bile bir süre sonra saçmalamıştı, bırakmıştım. Tekrar: Olmuyor.

Evet, Roman Gibi çünkü okumanın da -edim süresinin- karakterleri, olay örgüsü, yabancılaştırması, edebi terimlerle karşılanan her türlü uydurmasyon tekniği vardır. Pennac bir okur yaratmayı modeller üzerinden anlatıyor ve ucundan pedagojiye de bulaşıyor tabii, bir de beş yüz yıllık bir türün serüvenini örneklemler yoluyla anlatıyor.

"Okumak fiilinin emir kipine tahammülü yoktur." (s. 11) Bunu elde tutmalıyız, her şey bunun üzerine inşa edilecek. Anlatıcı, eşini yardımıyla çocuğuna kitap okutturmaya çalışıyor ki bu çalışmayla yapılabilecek bir şey değildir. Sonuçta çocuk uyuyakalıyor veya sayfaların yarısını atlıyor veya başka okumama çabaları sergiliyor. Okuma çabaları da benzer şekilde belirir, çok okuyana karşı çıkılır çünkü göz bozulabilir, sosyal yaşamdan geri kalınabilir, kitap okumanın türlü türlü tehlikeleri var, içlerinden biri her an okuru bulabilir. Annenin ve babanın rehberliği iyidir, çocuk korkmadığı sürece ama bunun da bir dengesi olmalı. Anlatıcı Tolkien'ın rolüne bürünüp çocuğa masallar uyduruyor, sayısız masal. Çocuk masalları seviyor, okumayı da ama okulda verilen ödevler canından bezdiriyor. Zorunluluktan okumak kadar korkunç bir işkence olamaz. Üniversitede bir ders almıştık, iki haftada bitirilen kitabı uzun uzadıya tartışıyorduk. Ben tartışmıyordum açıkçası, sınavdan önceki hafta kitapları arka arkaya bitirip sınava öyle giriyordum. Notlarım iyiydi ama derse hiç katılmadığımdan hocanın dikkatini çekmişti bu durum. Anlatmıştım, bir şey dememişti. Anlamıştı sanırım. Hiçbir şeyi zorunluluktan yapmak istemiyorum, yapamıyorum da. Anlatıdaki çocuk da kompozisyon yazmak zorunda kaldığında benzer şeyler hissediyor, kitap bir türlü bitmek bilmiyor, mürekkep yığınları boğuyor, beyaz sayfalar uçurumlardan düşürüyor, ölüm gibi bir şey oluyor.

Kuşak farkı da nesiller arasındaki okuma serüvenlerini ayrıştıran en önemli etken sayılabilir, televizyonla ilgili birkaç bölüm var, yukarıda özetledim. Söylenen şu: Biz başka zamanların çocuklarıyız, anne ve babalarımız başka zamanların çocukları. Onlar kendi anne babalarına, bizim onlara yakınlığımızdan daha yakınlar. On yıllık bir zaman içinde öyle bir hız kazanıyoruz ki uzaklaşıyoruz, anlaşılmaz hale geliyoruz, geldik. Ayarımız kaçık. Okumuyoruz veya çok okuyoruz, sanırım bir dengemiz yok. Hemen yapıyoruz veya hiç yapmıyoruz. Hemen istiyoruz veya hiç istemiyoruz. Zamanın bir anını değerlendiriyoruz, geri kalanı ilgimizi çekmiyor. Koca koca kitapları okumak için sabrımızı nasıl toplayacağız bu durumda? Metni anlara bölerek ve her anın kendi güzelliği olduğunu düşünerek. Hacmin o kadar da korkutucu bir şey olmadığı ortaya çıkacak. İnsanların okumadığına dair onca konuşmadan sonra emretmenin okuma isteği oluşturmadığı anlaşılacak falan, öğretmen olan Pennac, yaşadığı süreci ve oğlunun davranışlarını incelemeye devam edecek. Devletin kültürel faaliyetler için ayırdığı ödeneğin yetersizliği, evladın ödevlere boğulması, bütün bunların içinde iyi bir okurun konumu. "Damakta kalan bir tat, bir anestezinin sonu, bilince doğru ağır ağır bir yükseliş, kendine dönüş ve söylediklerimizde kendimizi bulamamanın ıstırabı. (...) Eve döndüğümüzü sanırız fakat kendimizedir dönüşümüz." (s. 23) Çocuğun daha fazla masal istemesi, masalsızlıkla tehdit edilmesi ve okula başlayarak okumayı öğrenmesi, kendi okurluğunu keşfetmesi, kendi ritminde ilerlemesi adım adım ortaya çıkan genişlemeler, bir ruhun büyümesi, babanın gözetiminde. Baba pek dokunmuyor, dokunmamak için kendisini zor tutmasına rağmen.

Bernhard söylüyordu, aileye karşı çıkarsak kendimiz için bir şey yapmış oluruz. Çocuk karşı koyar ve kendi yaşamını bulur. Kafka'yı ve Kafka'nın babasını anıyor anlatıcı, bir de büyüleyici bir masal okuyan çocuğun yatma vakti geldiği için okumayı kesmeyeceğini.

Okumak Gerek (Dogma) bölümünde okumayı engelleyici etkenler üzerinden gidiliyor. Yasaklamalar ve çocukları seksen parçaya bölüp anne babaların isteklerine göre parçaları dağıtmak. Televizyon tamamen yasaklanır, böylece çocukta televizyona karşı bir ilgi gelişir. Çocuk on çeşit kursa gönderilir ve beyni itinayla yakılır. Gitar eğitmenliği yaparken denk gelmiştim, bir anne gitar dersinden sonra judoya, oradan da basketbola gideceklerini söylemişti. Bir günde üç kurs. Çocuk için çok üzülmüştüm, anneyle konuşmaya çalıştım ve kendi isteklerini çocuğa yıkmaması gerektiğini söyledim ama olmadı. Şutlanmamda bu olayın etkisi var sanırım. Neyse, okumak ve okutturmak dogma haline gelir, yanlış üstüne yanlış yapılır ve çocuğun kendi seyrini izlemesine izin verilmez. Daha baştan üstünlük kurma, iktidar mücadelesi. Okuma üzerinden. Dönüşü olmayan bir hata. Anlatıcı kendini de sorgular; okulda verdiği ödevler okuma üzerinedir, çocuklar dikkatlerini okumaya versinler diye onlara sorumluluk yığar. Murat Erşen bir konuşmasında üniversite öğrencilerinin Türkçe bilmediğini söylüyor. Yığın yığın kitapların altından kalkamadıkları için belki, okumaya itildikleri için. Flaubert ne anlatır, mektuplarında yazdıkları bir ödev midir yoksa yaşamaya ve okumaya dair -burada öğrenciler devreye girer ve özümserler veya özümsemezler, onlara kalmış- görüşlerini mi sunar? Yazarların ne dediklerinden çok neyi niçin söyledikleri keşfettirilmeli, hatta zorlamasız, rehberlik yoluyla olmalı bu. Sonraki bölümün konusu. Pennac, Illich'in okulla ilgili görüşlerine benzer argümanlar ortaya koyar, okullar kapitalizmin belirlenimciliği için biçilmiş kaftan olduğu için estetik bir bakış açısı sunmaktan çok iş piyasasını ve at yarışını normalleştirir, sanki tek yol buymuş gibi. Günümüzün okulu, hayal edilen şenlikli toplumun önündeki en büyük engeldir.

Şunu da alayım: "İyi sürdürülen bir okuma kişiyi, kendisi dahil her şeyden kurtarır." (s. 62)

Korkunç bir biçimde okuyorum ve bunun bir kaçış olduğunu fark ettim. Yaşamımdan kurtulmak istediğim için okuyorum, özellikle sıkıntılı zamanlarda. Sürekli bir tedirginlik halinde yaşıyorum, mutlu olduğum zamanlarda bunun etkisi daha az ama okumak her an, her yerde bütün her şeyden kurtulmamı sağlıyor. Okuyabildiğim sürece yaşam enerjimi kaybetmeyeceğimi düşünüyorum, çalınma tehlikesi zaman zaman beliriyor ama önünde sonunda kurtuluyorum. Her şey geride kalıyor. İlerliyorum. İyiyim. Kendimi bir süre daha taşıyacağım.

"Ve hepsinden önemlisi, ölüme karşı okuruz." (s. 63)

Eh, bu biraz farklı. Ölüme doğru okuyorum. Yok olacağımı düşünmediğim için, birçok şey canımı sıktığında ölümü ve sonrasını merak ediyorum. Burası tamam, aşağı yukarı böyle bir şey, tamam. Öteyi merak ediyorum asıl.

İdeal öğretmen bahsi. Anlatıcının bir öğretmeni, okula geldiğinde çantasını masaya boca ediyor. On kadar kitap. İçlerinden birini çekip okumaya başlıyor. Kafka, Beckett, Kierkegaard, Çehov, Butor, Proust... Öğrencilerin hiçbir şey almalarına gerek yok, vermelerine de. Sadece dinlesinler, anlatının geri kalanını merak etsinler. Her şey kendiliğinden geliyor; yaramaz denen çocuklar meraklarını dindirmek için okumaya başlıyorlar, okuduklarını derste tartışıyorlar, yeni metinleri keşfediyorlar. Edebiyatın keyfine varıyorlar kısaca. Sınavda da bir yolunu bulan öğretmenin asıl niyeti gerçekleşmiş oluyor böylece.

Bir yeterlilik sınavının hayalini kurar anlatıcı. Bir tanesine katılmıştım, gördüm ve meramını anlatan  arkadaşım için üzüldüm. Bir şey yazarsınız, önünüzde üç veya dört kişi oturur, bunlar yüzlerinden profesörlükleri okunan insanlardır, yazdığınız şeyi anlatmanızı isterler. Teorilere boğduğunuz metninizi edebiyattan uzağa atmışsınızdır ama yine de anlatmaya çalışırsınız. Karşı çıkanlar olur, tam olarak neye karşı çıktıklarını da bilmezler, metindeki bakış açısını anlayamazlar. Bu olur. Olmayanı, dördünün birden ayağa kalkıp metinlerin size ne hissettirdiğini sorması. "Alıklar Birliği, Zeno'nun Bilinci, Küskün Kahvenin Türküsü, bize anlatın!" Olması gereken.

Akademinin her şeyinden, her bir parçasından tiksiniyorum. Serbest düşünürlerin egemenliğinin hayalini kuruyorum.

Tam on ikiden vuran bir iki konuyu alıp bitireceğim. Okumaya vaktin olmaması. Okumaya vakit vardır, okuma isteği yoktur. İnsanın kendine yalan söylemesi acı bir şey. Her konuda. Başka, okumanın toplumsal zamanı örgütlemeden çok aşk gibi bir varolma tarzı olması. Bingo! Daha da başka, okumanın anlamını kendinde bulan bir punk öğrencinin dediği: "Bir ceket satın aldığımızda önemli olan, ceplerinin kitap sığacak boyda olmasıdır!" (s. 96)

Hah!

Bakınız, TSK'ya çok şey borçluyum ki kamuflajın diz cebi Moby Dick'in sığabileceği genişlikteydi. Üç yüz kişiye silah dağıtıldığı zamanlarda sıramın gelmesini beklerken alanın orta yerine çöküp okumuşluğum çoktur. MEBS'yi katlanılır kıldı bu. Üst katlardan bir iki kişi fotoğrafımı çekmişti, başıma bir iş gelecek diye korktum ama bir şey olmadı. Bu iş böyledir, her boşluğu doldurmak gerekir. Boşluk dolmaya meyillidir biraz.

Ölü Ozanlar Derneği de anılmalı, Keaton benzeri birini bulacaksınız bu metinde.

Son olarak okur hakları. Meşhur internette yıllardır dolaşıyor. Yarım bırakabilirsiniz, atlayabilirsiniz falan, hepsi için açıklamalı bölümler var. Elden öperler.

Okumak yani, ağır bastığından. Her okur okur, okuma macerası sürerken yıllar içinde bu metni de mutlaka okur.

27 Aralık 2017 Çarşamba

Georges Perec - Bir Paris Semtinin Tüketilme Denemesi

Bakın, bu kesin Oulipo'nun yüz ikinci -falan- toplantısının ürünüdür, bilmiyorum, bir semtin tüketilmekten haberdar olabileceğini düşünüp bütün arabalarını, insanlarını, yollarını, pılıyı pırtıyı toplayıp kaçabileceğini düşünüyorum, bilmiyorum, bembeyaz bir boşlukta, bankta tek başına oturan Perec'in tüketilecek bir şey bulamayınca sırf kendini yazdığını düşünüp ortadan kaybolmasını hayal ediyorum, bunu hiç bilmiyorum. Ben kendi semtimi tüketmeye çalıştığım zaman otuz yılın buna yetmeyeceğini anladım, insanların haddi hesabı yoktu ve yeni binalar için yeni çimentolar dökülünce semtin dönüştüğü şey, işleri iyice karıştırdı. Perec üç günde tüketmeye çalışıyor, ben tüketemem. Perec kendisini pek az gösteriyor, ben sözcüklerden bağımsız değilim, her sözcükte kendimi gösteririm. "Araba" diyorum, misal, o araba sözcüğünün içinde benim arabam var, sizin değil, okura bir şey vermiyorum, sadece kendime yazdığımı söyleyip kendimi kandırıyorum, bu - ---> - dahil bunlara inanmayın. Perec bir oyunculdu ve acısını uzaklara kovalıyordu, ben acının ağzına oyuncak trenimle vuruyorum. Ben okurum, Perec yazar. Yazdıkça tüketir sanırım. Coupland hikâyelerimizi anlatmadıkça onlardan kurtulamayacağımızı söylüyordu. Bütün acılarımı hikâyeleştirsem onlardan kurtulabilir miyim? Keşke.

Saint-Sulpice meydanındakiler. Polis karakolu, otobüs durağı, büfe, kaldırım taşları, güvercinler ve pislikleri. Perec bunların çoğunun kaydedildiğini söyler; fotoğrafları çekilmiştir, betimlenmiştir, liste halinde sıralanmıştır, çeşitli kazıma biçimleri. Zamanın deviniminde neler olur, Perec bunu merak ediyor ve her şey dururken, bir tek bulutlar, insanlar ve araçlar hareket ederken neler olduğunu, neler yaşandığını anlatıyor. 18 Ekim 1974, sabah saatleri, gökyüzü bir halde, tam olarak görülen şeylerin listesi hazırlanıyor bir. Tabelalar, reklamlar, otobüslerin seyir rotaları, giden otobüse bakarken çeşmeden su fışkırıp fışkırmadığı. Evsizler, evler. Birbirini tutturamayanlar. Gözlemleyen ve gözlemleyeni gözlemleyen: Otobüslerden birinde Japon bir turist, anlatıcının fotoğrafını çekiyor. Hayal ediyorum, bembeyaz bir boşlukta, bir bankta oturuyor Perec -değil, anlatıcı- ve turiste bakıyor. Turist de kendine bakıyor, gördüğü beyaz bir boşluk. Sakinlik diyor, ara diyor anlatıcı. Öğle vakti bu kez. Yer değiştirme, eşya taşıma ve benzeri birçok biçim, araçlarla, bisikletlerle, çantalarla ve poşetlerle sıralandı. Meydanın meşhurluğu, kafenin doluluğunu söylememekten alıkoyuyor. Kafe mühim, açık hava kafelerinden biri, gözlemleyenden kurtulamaz, kendini tekrarlayabilir ve tekrar belirebilir. Bilinmez, biz sadece görenin gözüyüz. Saatler ilerliyor, gelip geçenler. Kadınlar, erkekler, lezbiyenler kesin, çeşitli geçişler, çeşitli akışlar, bitmeyeninden. Saat üçü geçiyor, sigarasını yüzük parmağıyla orta parmağı arasına sıkıştırmış bir adam anlatıcının ilgisini çekiyor, anlatıcı sigarayı bir tek kendisinin öyle tuttuğunu düşünürmüş. Artık öyle düşünmüyor, deliye benzeyen adamı gördü. Deliye benzediğini neden söyledi? Bunu düşünüyorum. Bakın, bir de dükkanın birinden çıkan polis memurunun ne aldığını bilmemesiyle, anlatıcının, yani bu nasıl bir işkence? Sigara mı? Tükenmez kalem mi? Bu şekilde sayıyor bir de. Ama bilemez, metnin amacı bilmek değil, anlatmaktır. Okurun normalliğine tekrar bürünelim ve tasmamızı tekrar takalım.

Otobüsleri saymak, zamanı bölümlemeye yaradığı için saymaktır.

Gün ışığı yer değiştirir, araçlar yer değiştirmez. O da olsaydı anlatım biçimi değişirdi.

19 Ekim 1974. Hafif yağmur, kornalar, giderilmeyen merak, anıların sadece adları, kendileri değil. Parçalar bir de, anlatıcı parçalardan bahseder. Resim tek bir parçadır ama ince çizgiler dikkatli bakılırsa görülebilir, birbirine ekli, sıkı parçalar. Otobüsler yine. Zaman da. Biri diğerini parçalar, parçalardan tek bir resim oluşur. Görünün yanında saatin üç olduğunun duyulması, işitmeye dayalı parçaların varlığını da bildirir.

Son günü anlatmıyorum, kalsın.

Klipteki gibi her şey.

25 Aralık 2017 Pazartesi

Wilhelm Genazino - Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk

Baturay iki yıldır söylüyordu bunu. Söyler, darmadağın edecek kitaplar ondan sorulur. Pınar'a söyledim, alıp okudu. Okur, beni edebiyatçıbaşısı ilan etmişti. Ödünç aldım. Alırım, hayatta nadiren böyle şeyler olur. Her şey birbirinin ucundan tutar. Birileri birilerine ilişir. Dokunun, derim. Birbirinize yol açın.

Gerhard Warlich için felsefe doktorası kuşların uçumu kadar mutluluk sağlamaz. Dünya masalarının başında oturan adamlar tarafından çeşitli kalıplara sokulmuştur. Sayısız kalıp. Varlık, bilgi, doğası olan her şey sayfalarda hapistir, doğa da. Felsefenin mutluluğu arayıştadır diye düşünüyorum, arayanlar bulduklarını düşünmezler, içinden geçtikleri yaşamın tadını bilirler. Tat curcunası. Bitimsiz. Biteceğini, bittiğini düşünenler ya kendilerini çok aşağı gören zavallılardır ve yeni bir şey söyleyemeyeceklerini düşünürler ya da başkalarının göreceli kesinliğine bel bağlamış kibirlilerdir diye düşündüm, Ekin karşımda, bir şeyle uğraşıyor, sordum, "Bitmez, bilmek konusunda mutlak bir sona ulaşılamaz," dedi. Etimolojik açıdan baktı. İyi bakar. Warlich'in bakışını gördü biraz, adamımız felsefenin kıyısında gözlemci olarak bulunur ve yaşamı gözler. Her bir hareketi, her bir davranışı görür ve mutluluğu bu kırıntılarda bulur. Mutsuzluğu bütün hayatında.

Açık hava kafesinde insanları gözlüyor. "Cılız güneşin altındaki insanlar, başarı ve rekabete dayalı toplumumuzun, mesai sonrası nihayet seyre sunulmuş yaldızlı kenarları gibiler." (s. 5) Çeşitli olaylar, insan davranışları ve Warlich'in kendine dönüşü. Başka umursayanı yok ve yaşamını bu şekilde sürdüremeyeceğini düşünüyor. Yıllardır birlikte yaşadığı sevgilisi Traudel iyi, evi iyi, geliri iyi ama hayat katlanılamaz derecede kötü. Yükünden mi? Hayatın seyri tamamen değişirse yükten de kurtulur, acınası olan her şey başka bir şeye dönüşmenin ihtimaliyle ortadan yok olur, Traudel de susar belki, her şeyin iyi olduğundan, hiçbir değişikliğe gerek olmadığından bahsetmez daha fazla. Oysa bir anda ortaya çıkan deli kadının yarı ölü insanları canlandırışı gibi bir durum gerekiyor Warlich için, şahit olduğu bu olay yaşamının nasıl olması gerektiğini de anlatır. Birbirine eklenen olaylar, mutluluğun örüntüsünü oluşturur ve kek hırsızının elindeki kek, Warlich'in mutluluğu haline gelir ki onu izleyen biri de meyve hırsızı olduğunu düşünebilir, manavın önünde gözlem yaptığı için şüphe çektiğini düşünür. Sanırım kutu adamlık tam onun için; pek görülmeyecek ve muhteşem bir biçimde görecek. Anlamlı bir hayatın özü, gözlemin bir mesleğe dönüşebilmesi ama imkansız bu, mutsuzluk buradan doğuyor.

Warlich 41 yaşında, felsefe doktorası var ve bir çamaşırhanede organizasyon müdürü olarak çalışıyor. Okulda ve okul dışında felsefeyle alakalı bir iş bulamadığı için 27 yaşında dağıtım şoförü olarak işe başlıyor ve müdürlüğe kadar yükseliyor. Traudel bir bankada şube müdürü olarak çalışıyor. Araları iyi, Traudel çocuk isteyene kadar.

Sanırım hiçbir yerde bulamayacağımı düşündüğüm bir parçamı Warlich'te buldum: Giysilerini parçalanana kadar giyiyor. Ben bunu bir zaman bıraktım, sanırım sürdüreceğim. Bir tane öykümde yazmıştım, zamanı üzerimde taşımak gibi bir duygusu var. Warlich için kişinin kendi yok oluşuna aşina olması demekmiş bu, bana çok yakın. Bana yakın olmayan kısmı, adamın yıpranmış atletlerini ve donlarını da giymeye devam etmesi, bunu yapmıyorum. Yaşama karşı duyduğu dehşeti savuşturmasını sağlıyormuş bu. "Ölümümle adeta dirsek teması içindeyim. Bir kitap yazabilseydim başlıca tezi şu olurdu: İnsan felaketleri ancak izleyebilir, kavrayamaz." (s. 17) Balkonda delik deşik bir pantolon, bir. Üç olduğunda Traudel için sonun başlangıcı belirecek.

Yaban arısı etrafta uçarken, Warlich izlerken, daima izlerken mutluluğu yakaladığı an yaşamındaki mutsuzlukların bir dökümünü yapabiliyor ama bu anlar çok kısa. Çözümsüz bir yaşam için yeterli kısalıkta. Daima Traudel'e göre hareket etmesi büyük bir dert, bir tek öpüşürken değil. Sevişirken de. Geçmişinden bir şeyleri kazımak gerekecek, annesi ve babası çıkacak ortaya. Annenin memeleri ve Warlich'e borçla ayakkabı alması, çocuğun utanmasına yol açması, koca bir yaşamı biçimlendirmesi Traudel'in biçimlendirmesine yakın. Annede yaratılan cinsellik Traudel'e yansıyor, büyük çıkmaz. Yaban arısının bile davranışlarında bir belirlenim var, bu durumda Warlich çok daha kötü bir durumda. Melankolik yabanileşmeden mustarip, kendi kavramını yaratması bakımından iyi bir filozof olduğu söylenebilir sanırım. Yeni bir pantolon alması gerektiği söylenirken iyice yabancılaşıyor, ancak seviştikleri zaman bir çocuk gibi davrandığında bu yabancılaşmadan uzaklaşıyor. Çocuk bahsi açılınca yıkımın başladığını hissediyor Warlich, kadınların hep daha fazlasını istediğini, daima en iyisini istediğini, ellerindekiyle yetinmediklerini, daha da ne istediklerini hiç bilmediğini, muhtemelen onların da bilmediklerini, kadınların istekleriyle ilgili bir yığın bilinmeyen olduğunu ve neden daha fazlasını istediklerini bilmediklerini söylüyor. Kadınlar ne istiyor? Bir süredir beni ilgilendirmiyor.

İş. Warlich, patronunun iki adamını izlemesi yönündeki emrini yerine getiriyor ve adamları işten kaytarırken gördüğünde onların kovulup kovulmayacağının kendisine bağlı olduğunu düşünüyor. Özel olduğu duygusu. Wittgenstein, Gadamer ve Kant okuyunca eşsiz biri olduğunu düşünmesi de benzer bir duygu. Kibrinin altında ezildiğini anlıyor, yıllar önce aynı sınıfta okuduğu akademisyen bir arkadaşını görünce. İşini söylerken utanıyor ve bir okul kurmak üzere olduğunu belirtiyor, arkadaşından kendisiyle birlikte çalışmasını istiyor. Eve gidiyorlar ve Traudel seviniyor, uzun bir süre sonra Warlich'in bir arkadaşı evde, bunaltılı bir adam için büyük bir ilerleme ama sonlara doğru öğreniyoruz ki Traudel, ortada olmayan bir okul için yapılan pazarlığı duyuyor ve ikinci uyarı gelmiş oluyor. Eskiye dair bir kafa karışıklığı, Warlich'e göre bu ama deliliğe beş kaldığı söylenebilir. Mutluluktan gözleri yaşaran bir adam, tombul kargalar ve diğer hayvanlar, bir de devinim halindeki insanlar ona yaşadığını hissettiriyor, sadece gözlem yapması ona bir anlam veriyor. Olduğu yeri kabullenmeyen, her şeyin çok farklı olabileceği ihtimallerden uzaklaşmış bir adam Warlich, yıkımı yakındır demiştim, anlatıp bitiriyorum.

Eski bir arkadaşa uzatılan ekmek dilimi ve ardından geçirilen kriz, Traudel için son damla. Warlich'i bir kliniğe yatırıyor ve adamın melankolisiyle yüzleşmesini sağlayarak kurtulmasını istiyor. Melankoliyle dış dünya arasındaki uyum, elemanın iyileşmesinin önündeki en büyük engel. Her şeyin birbirine karıştığı, anıların ve olasılıkların şimdide sıkıştığı an. Nokta.

Ionesco'nun Yalnız Adam'ıyla arka arkaya okunmalı. Anlatacağım.

23 Aralık 2017 Cumartesi

Lars Morris - Şarlatanlığın Tarihi

Günah Keçisi: Başkalarının Suçlarının Tarihi ile paralel okunabilir, şarlatanlık sonucu ortaya çıkan faciaların sorumlulukları günah keçilerine devrediliyor, çoğu olay iki incelemede de mevcut.

Bilginin doğru düzgün üretilmediği veya uygulanmadığı, bir de evrenselleşmediği zamanların hikâyelerini göreceğiz, insanın yok ediciliği cabası. Bireysel şarlatanlıkların yanında devletlerin katakullileri de dikkat çekici, saçmalığın boyutunun büyümesiyle yıkımın da büyümesi ve milyonlarca insanın hayatına mal olması korkunç ama sanırım en korkuncu insanın aptallığının boyutları ve zor zamanlarda en inanılmaz şeylere bel bağlayabilmesi.

Her bir başlığın altında birkaç olay var, üçünü beşini alacağım.

Ve İnsan: Korse kullanımıyla başlıyor. Estetik niyetlerle icat edilen korsenin hem psikolojik hem de fiziksel zararlarının olduğu oldukça geç fark ediliyor. Karaciğeri neredeyse ikiye böldüğü söylenmiş ki filmlerden biliyoruz, kadınların sırtına basılır ve ipler iki elle çekilir, bağlanır, "boru geçirilmiş bir karınca" gibi dolanan kadınlar güzelliklerini sergilerler. Hamilelik döneminde korse takan kadınların ölü doğum yapmaları, omurgalarını sakatlamaları ve benzeri pek çok hadise gerçekleşirken göğüslerinin dikleşmesi ve incecik görünmeleri önemini korumaktadır. Çok iyi. İnsanoğlu iyi hayatta kalmış gerçekten.

İkinci başlık, bloomers denen bir kıyafet. 1850'lerde ABD'de üretiliyor ve İngiltere'ye getiriliyor. Fahişelerin giydiği bir kıyafet olarak damgalanıyor ve ahlaksızlığı yaydığı gerekçesiyle erkekler tarafından gözden düşürülüyor. Rahatlığına bayılan soylu kadınlar da kötüleme dalgasına kapılıp giymiyorlar. Kıyafet ulan işte altı üstü ama öyle değil, yasak.

Ördek ayaklı kadınlarda Çinlilerin ayak bağlama geleneği başrol oynuyor, yine filmlerden biliyoruz. Mao iktidara gelip yasaklayana kadar bin yıl boyunca bu gelenek sürmüş ve kadınlara işkence çektirmiş resmen. Ataerkilliğin saçmalığı altında kadınların böyle yürümeleri son derece çekici bir durummuş, üstelik ayakları bağlanan kadınların bir süre sonra yürüyememeye başlaması sonucunda çalışamamaları ve evden pek uzaklaşamamaları, erkekler için zenginlik sembolü olurmuş, bir de güven problemini ortadan kaldırırmış. Hayvanız sanırım erkekler, ha?

Güzellik miti konusunda aynaların önemi bir diğer konu. Aynaların kullanımının yaygınlaşmasıyla kadınlar arasında intihar oranı artmış, kusurları söyleyen aynalar insanları mutsuz etmeye başlamış. Sonuçta kozmetik sektörü gelişmiş ve insanların kendilerini mahvetmeleri hızlanmış. Kraliyet ailesinin kadınları dahil bol cıvalı, yoğun zehirli karışımları yüzlerine sürmeye başlamışlar. Gelsin ölümler. Horace Walpole'un zehirlenerek ölen bir kadının yüzünü tasviri var, düşman başına bile değil. Frenginin tedavisinde de cıva kullanılmış, hastalar acı çekmedikleri sürece frengiden kurtulamayacaklarını düşünüp bol bol cıva sürmüşler, bol bol zehirlenip ölmüşler. Yemeklerden de ölmüşler; ekmekler güzel gözüksün diye içine bir dünya kimyasal katılırmış ve bu yüzden çok insan ölmüş. Fransızlar iki yüz yıl boyunca İngilizlerin ayıla bayıla yediği patatesten uzak durmuşlar, patates yemenin cüzama yol açtığı dedikodusu yayılmış, maksat Fransız mutfağını İngiliz işgalinden korumakmış. Patatesin yasaklanması yüzünden yüzlerce köylü açlıktan ölmüş. İrlanda'daki patates kıtlığı da mevzu bahis. Avrupa açlıkla mücadele ederken İrlanda patates sayesinde sağlıklı insanların ülkesi olmuş ama hızlı nüfus artışı yüzünden insanlar bir deri bir kemik ölmeye başlamışlar, İngiltere zerre yardım etmediği için de günümüze kadar süren düşmanlıkları doğmuş.

Hurafeler Tarihi: Tutankamon'un Laneti. Hikâyede kaşiflerin kankaları dahi bir kaza sonucu ölür, kazıyı yapanların yedi ceddi çeker. Morris, geçtiğimiz yüzyılın başındaki savaşların, kaosla dolan dünyanın bu miti güçlendirdiğini hatta var ettiğini söylüyor. Gerisi bolca hurafe.

Mısır'ın On Musibeti, bu konu ilginç. Şurada Swank ablamız açıklamasını kabaca yapıyor:


İlk çocukların ölümünde çeviri hatası yapıldığı söyleniyor, ilk buğday hasadının kaybı olarak değerlendirmek lazımmış. Bilemiyorum, ejiptologlar göreve.

Hadlerini Fazlasıyla Aşanlar: Bu ünlü şair gerçekten çok çılgın bir abimiz: Gabriel D'annunzio. Pirandello'nun mu, birinin kendisiyle ilgili bir lafı var, onun gibi olunacağına iskele babası olunmasının daha iyi olacağına dair. Buna benzer bir şey. Neyse, adam küçük bir toprak parçasını sırf coşkuyla yönetebileceğini sanıyor ama İtalyan biraderleri toprakları kendisinden alıyor ve hemen ardından Mussolini beliriyor, devletin bir adam karşısındaki aczine şahit olunca koca ülkeyi ele geçiriyor herif. D'annunzio'nun maceralarını bir okuyun, adam gerçekten deli.

Kara Lord Raimon, Haçlı Seferleri sırasında çeşitli haltlar karıştıran ve dindaşlarının dahi tepkisini çeken birkaç deliden biri. Mekke'yi basıp peygamberin naaşını yok etmeyi kafasına koyup hedefine çok yaklaşmış ama Selahaddin Eyyubi çıktığı Kuzey Suriye seferinden dönüp kendisiyle birlikte birkaç kişiyi daha yakalamış ve sözünü tutup Raimon'u öldürmüş. Haçlı Seferleri konulu çok sayıda hikâye var; İstanbul'un yağmalanması, çocukların hac yürüyüşü, bir dünya hikâye.

Sosyal ve Ekonomik Hatalar: Bunlar gerçekten ibretlik. 16. yüzyılda kurulan İngiliz Güney Denizi Şirketi'nin İspanyollardan kopardığı gıdımlık imtiyazla zengin olacağı hayalini satması, herkesin bu şirkete yatırım yapmasına yol açıyor ve dağ fare doğurunca da büyük bir çöküş gerçekleşiyor. Bir benzeri de laleler için geçerli, İstanbul'dan Hollanda'ya giden lale soğanları bu bitkinin çok pahalıya satılmasına yol açıyor, cinsine göre tabii. En sonunda meta asıl değerine dönüyor, balon patlıyor ve yine çöküş. Hollanda'nın eski gücünü kaybetmesi ve İngiltere'yle Fransa'nın yükselmesinde bu olayın büyük payı olduğu söyleniyor.

Kruşçev'in "Bakir Topraklar" politikası, tarımsal üretimi sekize, ona katlamak için büyük bir atılım olarak görülüyordu ama insan faktörü işin içine girince rakamlarla oynamalar, üretimi uçuyor gibi göstermeler yüzünden doğanın katli gibi insanın da katli ortaya çıkıyor, tam bir fiyasko. Devlet politikalarının açtığı facialarla ilgili çok sayıda örnek var, bakıp ibret alabilirsiniz ama en aptalcası sanırım zeplin faciası.

İspanyollar, Afrika'yı sömürme amacıyla işe girişip kumlara gömülenler, vampirler, otuz iki kısım tekmili birden.

Karin Karakaşlı - Başka Dillerin Şarkısı

Başka dillerin şarkısı kendi dilimizi de taşır, insani bir dil. Vokal melodisi, şarkının kendi ezgisi derken yürür gideriz. Şarkılar bir yerlere çeker, gitmeye zorlar. Karakaşlı bizi nereye götürüyor, vapur yolculuklarına. Vapurların konuştuğu, direklere isimlerin kazındığı ve yıllar sonra isimlerin okunduğu ama kayıp zamanın izinin doğrudan bulunamadığı, karakterlere bölünerek anlatıldığı, farklı acılardan geçilerek anlatıldığı.

İki bölümden biri, Büyüyünce Ne Olacaksın 1991-1995 aralığında yazılmış öykülerden oluşuyor, okul yolculuğunda Ses ve Söz arasındaki arkadaşlık ve daha fazlası. Sis de ortaya çıkıyor ama sonra. Biliyorum; çocukların neler yaptıkları, düşündükleri, konuştukları gözümün önünde. Haftanın iki günü, sabahın köründe ve öğleden sonra vapurlarında izlerim. Onlardan biri değilim, öğretmenleriyim ama bir öğretmen gibi değil, insan gibi izliyorum. Yaşıyorlar. Acı çekiyorlar, mutlu oluyorlar, ailelerinden konuşuyorlar, kendilerinden konuşuyorlar. Kitabımı kapıyorum bazen, kulak misafirliğini geçip kendimi evlerinin salonlarına zorla sokuyorum. O kadar tanıdığım şeylerdi ki yabancılaşmak istedim ve Karakaşlı'nın sözcükleri ve imledikleri sağ olsun, bambaşka bir hikâyeye dahil olabildim. Öykülerin epigrafları da başka odaları aydınlattı, koridora düşen ışıklardan yol bulundu, bu dalgakırandan sonra karşı yakanın ışıkları göründü, Üsküdar tarafında sıkıntıdan başka bir şey yoktu, dar sokakların döküldüğü yokuşlarda yeni bir şey kurulamazdı, öyküler bunları da taşıyordu.

Hangi öyküyü kimin anlattığını ayırt edemiyorum, hepsini birbirine bulayacağım. Ses'in tokasıyla üç ad yazdığı direk, Haydarpaşa açıklarındaki lodos ve birbirini tanımaya çalışan, ayrıldıktan yıllar sonra bile tanımaya çalışan üç insan. Eylülde çalıntı yaz günleri -diyor Karakaş, çalıntı yaz günleri, bunu aklıma kazıdım- ve kışın sisli belirsizliği, Sis'in ortaya çıkması, yaşamın çoğu ansız belirişi ve kayıtlarının tutulması. Daha fazla yitmemeleri için bazı şeylerin kaydını tutmak, geçmişin imgesel suyunda bir araya gelmiş üçlü. Vapur da izliyor bir yandan, üçünü yakalıyor ve benzerleri arasından ayırıyor. Direğine yazılan isimleri hemen eşleştiremiyordur yüzlerle, duymuyorsa eğer. Ertesi yıl kızla oğlan biniyor vapura, birbirlerini görmüyorlar, oğlan üç isimden birini, diğeri okşuyor. "Her yerime ayrı ayrı baktılar, gördükleri bugünüm değildi." (s. 21) Adı da iyi vapurun, KALMAZ. Hatta tam olarak şu: KALMAZ - İSTANBUL. Eh, liseden sonra pek bir şey kalmaz, kalsa da aynı olmuyor, bilinen şeyleri söylemek istemediğim için devam. Fotoğraflara bakıyorlar, birbirlerini üzdüklerini kabulleniyorlar. İncindikleri yerden çiçek veriyorlar, yorularak. Birbirlerinin olmuşlar, öylesi. Biri çok tahammülsüz, aynı ölçüde yorucu. Sis sanırım, erkek. Başkalarının uyduklarına uymayacağını söylüyor, yalnız adam olarak varlığını sürdürecek. Ionesco'yu da yazmalıyım bir ara, Sis'i ondaki yalnıza çok benzettim. Aynayı kırıyor Sis, kendini bir başka yerde görmek zayıflığını ortaya serdiği için, kendini hiçbir zaman pırıl pırıl yapamayacağı için, insanların kirlerinden arınamayacağı için. Niye hep aynı dizelere dönüyorum? "beni şarkılarla türkülerle aşkla donatın / pırıl pırıl yara almaz olsun bedenimin her yeri" Eller de karışıyor hikâyeye, zamanı biçimlemeyi öğrenememiş, biri, ellerin yelkovanlığında, belki akrepliğinde, yıllığında tabii, hatırlıyor. Söz'müş, öyle söylüyor. Rüyada ellerin sıcaklığını hatırlıyor. Ellerin sıcaklığı unutulur, unuttuğum sıcaklar var. Unutmadıklarım da. Yeldeğirmeni'nin sokaklarında. Rıhtım'a inen yokuşlardan vapurları görüyorduk ve sanırım öykülerdeki Z'yi de gördüm, nokta yerine Z'yi kullandığını düşünüyorum Karakaşlı'nın. Yine vapurlar görebiliyor ama pek kimse de görmüyor sanırım. Z, kendisini görenleri denize atıyor. Anı inşasında Z'nin attıkları, üçünün arasındaki boşlukları dolduruyor, üçü de farklı anıları inşa ediyorlar ve birbirlerini çoğaltıyorlar. Mektuplarla bile, yıllardan sonra. Akerfeldt, öyküleri okurken, vapurda, kulağıma bir şeyler fısıldıyor:

"There is no help in the wake of our needs
There is no help to dispel the pain
There is no help yet some cling to a phantom
There is no help, only circles on the water

Only circles on the water"

Çok Az Pek Fazla. 1996-1998 arasında yazılmış öyküler.

Vardığım: Yaşamın yol metaforu. Yabancı memleketler, farklı diller ve birbirini teğet geçen, dokundukları yerde birbirlerini besleyemeyen insanlar. Yabancı dilde olduğu gibi kendi dilinde de anlaşamamak, insanın anlaşım problemi. Sözcüklerle değil de gülüşlerle anlaşabilmek, ancak. Eski arkadaşlarla araya giren zaman da bir başka iletişememe sıkıntısına yol açtığından. "Paylaşılamayan bugünler yüzünden hiç olmadığı kadar sıcak olarak anımsanmaya muhtaç olunan bir yalan-geçmiş yaratma oyunuydu bu, şu bildik eski çaresizlik." (s. 58)

Çöpkadın: Naif ve görkemli bir çöküşün öyküsüdür. Kumru Hanım, aşık olduğu adam ve ablasının münasebeti, kaldırılamaz yükler ve çöplükte biten bir travma. İyileşme bir sonuç olarak ortaya çıkmasaydı öykünün yarım kaldığını düşünebilirdim. Bir de başka bir öyküde çöpteki kadın ortaya çıkmasaydı. Öyküler arasında böyle geçişler var, üç tanesi zaten belli bir olayın üç karakter üzerinden çeşitlenmesinden doğuyor.

Öğleden Önce Öğleden Sonra: Linklater filmleri gibi bir öykü. Masaya oturan bir yabancının kendisini anlatmaya başlamasıyla doğan bir aşinalık duygusu. Onu hiç öylesi tanımamışsınızdır, yıllardır tanıyor olsanız bile. Kimliğini gösterir, fotoğraftaki kendisi olsa bile bir başkasıdır, geçmiş zamanların yüksüzlüğünü taşır. Kendisi tarafından ihanete uğramamıştır, uğrasa kendini dökemeyebilirdi. Öğle zamanı insanlarını anlatır, masasına oturduğu da onlar gibidir, kendi gibi. Geldiği gibi kaybolur ama bir şey, bir sözü...


Ah!

Karakaşlı'nın inceliğini, duygulara karşılık olarak düşürdüğü imgelerini pek sevdim, pek çok sevdim, özellikle takip edeceğim yerli öykücülerden biri Karakaşlı. Tanıştığıma pek memnun oldum.


21 Aralık 2017 Perşembe

Kurt Vonnegut - Ölümden Beter Yazgılar

Sıkıntılı zamanlar. Arkadaşlar olmasaydı, şu deniz de olmasaydı, mesela Ankara'da yaşasaydım -Cemile ve Ebru için üzülüyorum, Cemile yılın üç ayını denizle iç içe geçirse de dokuz ay Ankara'da ne yapar, hiç bilmem- ve bozkırın ardında uzanan başka bir bozkırı da görseydim ne yapacaktım, Bernhard ve Vonnegut olmasaydı? Serbest düşünür Vonnegut beni de serbest bırakıyor, öbür tarafta palmiyeler altında uzanmıştır, iyi bir kitapla baş başadır umarım. Kötü zamanların bir anlamının olmadığını ama aslında olduğunu fark ediyorum; kötü zamanlar paylaşmak ve acının üzerinden birlikte gelmek içindir. Bir başkasının acısını görüp yüklenmek. Mark Vonnegut bunu için var olduğumuzu söylemişti, Kurt Vonnegut da böyle düşünüyor. Suyla ilgili de düşünceleri var, buraya bırakayım: "'Nerede olursam olayım, nerede olduğuma dair hiçbir fikrim bile olmasa ve başım ne kadar belada olursa olsun, suyun doğal çizgisinin en son ucuna ulaşabildiğim zaman, bomboş ve parlak bir huzura erebilirim. Bir göletten bir okyanusa kadar her türlü suyun son sınırı bana şöyle der: "Şimdi nerede olduğunu biliyorsun. Şimdi nereye gideceğini biliyorsun. Biraz sonra evde olacaksın."'" (s. 48) Biraz sonra evde olmak. Dünyanın en rahatlatıcı düşüncesi, bilinmeyenin ortasında bile.

Vonnegut, konuşmalarından makalelerine pek çok şeyi bir araya getirmiş ve bu derlemeyi ortaya çıkarmış. Son eserlerinden biri, 1990 tarihli. Kurmacalarının izlerini takip edebileceğiniz, atom bombalarından ırkçılığa, politikacılardan kodaman tayfaya kadar pek çok gömmeceye şahit olabileceğiniz şahane bir kaynak. Mizahi tabii; yeterince mutsuzluk çektiği zaman insanın kendi mizahını oluşturacağını Pirandello söylemişti zamanın birinde, Vonnegut için mutsuzluk defalarca aşılmış bir çizgi demektir, kalbin oralarda bir yerde yer almaktadır ve onunla ilgili yapılacak hiçbir şey yoktur, sadece var olur ve savaşta bir bomba tarafından parçalanmadığı sürece orada kalmaya devam etmiştir. Dresden'den sağ çıktığı için Almanlara teşekkür eden bir arkadaşı var Vonnegut'un, hava savunma sistemi ve sığınağı olmayan bir şehrin güvenli bir iki yerinden birine kapatıldıkları için sağ kurtulmuşlardır ki bu bombardıman olmasaydı sağ çıkamayacaklardı oradan, büyük ihtimal. Vonnegut, Alman atalarının kuzenlerine teşekkür eder, kendi yaşamı için. Onun dışında ince diliyle şöyle bir silkeler hepsini. Sadece onları değil, karşı cepheyi de.


Önsöz'de Böll ve Vonnegut'un fotoğrafı cephenin iki yakasını tek kareye sıkıştırıyor. Gülüyorlar, Vonnegut Rus cephesinden kaçabilmek için kendisini vuran ama hastane yolunda yarası iyileşen bir askerden bahsediyormuş, Böll de askerlerin kendilerini vurdukları anlaşılmasın, barut yanıkları oluşmasın diye bir somun ekmeğin üzerinden ateş ettiklerini anlatıyormuş, güldükleri buymuş. Korkunç mu? Daha fazlasına şahit olanlar için komik gelir. Böll'ün söylediği diğer şeyler de çok önemli; Vonnegut Almanların doğasındaki en önemli unsuru sorduğunda, "İtaat," diyor Böll. Koşulsuz itaat, düşünmemenin temel adımı. Bir başka şey de savaşın üzerinden onca zaman geçtikten sonra bile savaşı hâlâ unutmaması ve savaş üzerine romanlar yazması sonucunda komşuları tarafından hor görülmesi. Alman utancının son temsilcisi olduğunu söylüyor Vonnegut Böll için. Bu görüşmelerinden kısa bir süre sonra Böll yaşamını yitiriyor, o da çok sigara içermiş ve son zamanlarında iki koltuk değneğine ihtiyaç duyar hale gelmiş. Unutulmayacak bir yazarın unutamayacağı şeyleri yazması normal değil mi? Toplumsal bir utancın üstesinden gelmek için şart ama yarayı deşmenin bir lüzumu olmadığı düşünülüyor. Vonnegut: "Şimdi unutma zamanı." (s. 16)  Hemen ardından bir gazetenin soru-cevap bölümü için verdiği cevapları sıralıyor Vonnegut, hepsi ilginç ama yangına dönüşecek kıvılcımlar olarak şunları verebilirim:

"S: Sizce mükemmel mutluluk nedir?
C: Bir şeyin bir yerde, bizim burada olmamızı istediğini düşlemek.
S: En çok nerede ve ne zaman mutlu olmuştunuz?
C: Yaklaşık on yıl önce Finlandıyalı yayıncım beni ülkesindeki, buzların altında kalan toprakların kıyısında bulunan küçük bir hana götürmüştü. Yürüyüşe çıktığımızda buz tutmuş çalıların arasında olgun yaban mersinleri bulmuş ve ağzımızda eritmiştik. Sanki bir yerde bir şey bizim orada olmamızı istemişti." (s. 17) Bir yerde, bir şey ve orada olmak. Nadiren hissedilecek bir şey; bazen doğumumdan itibaren gerçekleşen her şeyin benim bir anlığına bir yerde bulunmamı sağlamak için olduğunu düşünürüm. Bunlar azar azar biriktikçe öykülerini yazmaya başladım. Vonnegut da böyle mi başladı acaba?

Yirmi bir bölümden oluşuyor, aralardan seçerek gideceğim. Birincisi, Vonnegut'un ailesi, Büyük Buhran ve savaş yılları, bir de Cornell Üniversitesi tabii. Vonnegut buraya 1940'ta giriyor ve dünya kafayı yiyip birbirine girince cepheye gidiyor. Daimi bir kıdemli er olarak üç yılın sonunda geri dönebilen şanslı azınlığın içinde. Norman Mailer da kendisi gibi kıdemli er olarak askere giden Ivy Leauge öğrencilerinden ama onun başka bir hikâyesi varmış, ne olduğunu öğrenmek istedim ama sonrasında Vonnegut bundan bahsetmedi.

Aile MIT mezunu mimarlar ve mühendislerle dolu, Kurt'ün abisi MIT mezunu bir kimya mühendisi, amcası da öyle bir şey, ailenin geri kalanından da birkaç tane var işte. Baba mimarlık yaparken savaşlar ve buhranlar sonucu mesleğini bırakıyor ama umut etmeyi değil, eşinin -Kurt'ün annesi- akıl hastalığından mustarip olması da onu yıldırmıyor. Bu arada aile akıl hastalıklarından da çok sayıda mezun vermiş, intiharlar diploma olarak duvarlara asılmış. Hastaneye kapatılanlar arasında Kurt ve oğlu da var ama bunların sırası gelecek. Baba ölünce Kurt, soyadındaki "Jr."ı atıyor ve baba-oğul olarak iki kişiliğe sahip oluyor o andan sonra, kitaplarını iki kişi yazmış gibi. Babasına ilk hikâyesini 750 papele sattığını söylediği mektup sonrasını da müjdeliyor. Tekboynuz orada, bulunmayı bekliyor.

İki. Bakire ormanda tek başına dolaşırsa tekboynuz görebilir, efsane bu. Kurt ve abisi Bernhard evdeki umursanmazlar çetesini oluşturuyorlar, ablaları Alice bakire, babalarıysa tekboynuz. Tekboynuzun problemi, aklını kaçıran eşinin kendisine nefret dolu gözlerle bakıp krizlerinde ağza alınmaz küfürler etmesi. Kurt, annesini daha da delirtenin yanlış tedavi olabileceğini söyleyip Amerikan Psikiyatri Birliği'nin bir toplantısında yaptığı konuşmada kendinden yola çıkarak annesinin ölümünde payı olan uygulamalar hakkında bir iki söz söylüyor. Tabii yine Dresden'e dokundurarak ama öncelikle şunu almam lazım: "Dr. Nancy Andreassen'in çalışmalarından haberdar olanlarınız vardır. Ben de dahil olmak üzere pek çoğumuzun depresif ailelerden gelen depresifler olduğumuz kanıtlandı. Yaptığı çalışmadan aşağı yukarı şu kuralı çıkarıyorum: Depresif değilsen iyi romancı olamazsın." (s. 29) Aileden gelen depresif mirasın yanında Dresden bir şey değil diyeceğim, olmayacak, çok önemli olsa da Vonnegut'a göre Dresden, romancılığı ve kişiliği hakkında hemen hiçbir şey açıklamaz. Açıklayan şeyler kültür, toplum ve tarihtir, bunlar da lityum, Prozac ve benzerleriyle iyileştirilemiyor, iyileştirilebilenler bu öğütme makinesinin içine düşmek istemeyen son insanlar ve çabalarına saygı duymak, onları desteklemek gerekiyor. Aile hem bir çukur, hem bir zirve olarak ortaya çıkıyor, 1944'te ölen annesinin hiçbir kötülüğü hak etmeyen babasına nasıl davrandığını görmesi kendi başına gelen yıkımlara katlanması açısından bir örnek oluşturmuştur diye düşünüyorum. Baba, eşi öldükten sonra kızı Alice'i sevgisinin kaynağı yapıyor ve diğer çocukları anlıyor bunu. Alice yetenekli bir ressam ve heykeltıraş ama hemen hiçbir şey üretmiyor, yeteneğini kullanması gibi bir zorunluluğu yok, özgür. Kanserden ölene kadar üç çocuğuyla mutlu bir yaşam sürüyor, ölümünden sonra çocuklarını evlatlık olarak alıyor Kurt, altı çocuğu oluyor böylece. Bazen yeteneği kullanmak zorunlu hale geliyor, bu kadar zor bir yaşamı olmasaydı yazar mıydı Vonnegut, bunu düşünüyor insan. Pollock veya, Pollock'a bağlanıyoruz ve savaşların hiçleştirdiği dünyada Freud'un sırrını verdiği harikalar/kabuslar diyarının izlerini süren ressamların acılarından doğanı anlıyoruz. Mavi Sakal'da gördük. Orada tabloydu da gördük, şu en sonda ortaya çıkan, kocamanından. Dresden bombalandıktan sonra Vonnegut ve arkadaşlarının bırakıldıkları açıklıkta görülen insan curcunasıymış o. Zihnin acıyı nasıl bastırdığını anlayamıyorum bazen. Vonnegut da anlamıyor bence, onca felaketi anlattıktan sonra hayatında iki kez uluya uluya ağladığını söylüyor ama öyle bir yabancılaşmış oluyoruz ki, nasıl yani, bu da mizahın bir parçası mı diye düşünüyoruz. Evet, öyle.


Evet, öyle, Vonnegut iki eşinden, Truman Capote ve sanatçı tayfasının komşuluğundan, Hristiyanlıktan, intihar teşebbüsünden -"Buradan çıkmak istemiştim."- yıkımlardan, Céline ve Céline'in kepazeliğinden, Yaşar Kemal ve Yaşar Kemal'in New York günlerinden ve diğer onca şeyden bahsederken acının nasıl üstesinden gelinebileceğini, yaşamla nasıl baş edileceğini de söylüyor. Kurt Vonnegut, eli birazcık kitap tutmuş herkes için muazzam bir edebi gelişim metni sunuyor, ben bir kez okuduğum şeyi -şiir hariç- ikinciye nadiren okurum ama bu öyle değil, Vonnegut iyi bir yazar olmanın ötesinde iyi bir insan, istikametin yitirilmemesi için arada rehberliğinden faydalanmak gerekiyor. Sanırım iki üç fenerimden biri kendisi, ışığı daim.

20 Aralık 2017 Çarşamba

Muhammed S. El-Azab - Kötü Geçmişler

Arka kapaktan yontuyorum, El-Azab Mısır'ın yeni kuşak edebiyatçıları arasında en parlak olanlarından biriymiş ve Arap edebiyatının yükselen yıldızıymış, toplumsal çürümeyi çok iyi işliyormuş ve bir sürü şey. İşliyor gerçekten, anlatısı yirmili yaşlardaki iki arkadaşın şehir merkezinde ev tutma çabalarının sebeplerini -bağımsızlık ihtiyacı, cinsellik ve erkekler için kendine ait bir oda- duygusal eğitimden geçen bir gencin bakış açısıyla biçimleniyor. Kronolojiden uzak, zamanda atlamalarla kurulan çatının altında çakal emlakçılardan hayat kadınlarına, toplumun farklı kesimlerinden farklı yozlaşma çeşitleri inceleniyor, uçarı bir ruhun dürbünü nereye dönükse orayı görüyoruz.

Dairede. Bekâr adamın nasıl yalnız oturacağını düşünen anne, baba ve esas oğlan Muhammed'i bir kadınla yakalayan müstakbel eş Hind aynı mekanda, anlatı zamanı boyunca ortaya çıkanların çoğu dairede toplanıyor, farklı zamanlardan bir ana akmışlar gibi. Hind aynı zamanda Mami'nin kuzeni, ailevi bir facia yaşanabilir ama bu sadakatsizliğin -ya da Mami'nin kendine sadakatinin- ötesinde çok daha büyük bir facia yaşanıyor. Sonda. En başta babayla eve bakmaya gidiliyor, kuzen de arkada. Baba mülayim, çocuğu uyarıyor ki ayrı yürüdüğü kuzen darılmasın, ileride eşi olacak ama Mami hiç oralı değil, ona birazcık özgürlük yeter. Münim'e de yeter, can dost. O da bir kaçışın kuyusuna bakıyor. Derin, belirsiz ve rahatlatıcı. Aile evi/odayı beğenmez, ev sahibi kadın cadalozun tekidir, emlakçı zaten her yerde emlakçı. Yine de bir parça gökyüzü camda, betonla sınırlanmış olsa da başkalarıyla sınırlanmamış boş bir uzam, bunlar ikisine yeter. Anlatıcı ikinci tekil, sen diyecek, durmadan. Sanırım anlatıcının gösterdiğinin içinde bir parçamızın bulunması olasılığı diğer anlatıcı çeşitlerine göre daha yüksek ihtimal, yani o sen denen Mami olduğu kadar metnin içine konumlu okur olduğu kadar dışarıdaki okurluğumuz/kişiliğimiz. Orta karar bir sınıf, orta karar bir eğitim ve orta karar bir ülke, şanssız çoğunluğun genel problemleri. Cinsellik yönünden ele alalım, arkadaşlarımız olmasa seks yapabileceğimiz bir mekan sıkıntısı hayatın orta yerine çökebilir, Mami'nin yirmilerinin başında olduğunu düşünürsek, özellikle de onlu yaşların ikinci yarısını düşünürsek, evet, o zamanların en büyük problemi buydu, Moda'daki apartmanların loş bodrum katlarında ve pencerelerin gözetleme kuleleri haline gelmediği bahçelerin kuytu köşelerinde ve dahi fast food restoranlarının tuvaletlerinde yaşananlar belki yoksulluktandır ama karşı cinsi tanımanın en heyecanlı halidir, bence en başarılı hali de budur, her şey kristal berraklığında yaşanır, en küçük detaylar bile zihne kazınır, her an yakalanma korkusu duymak adrenalin pompalatır ve adrenalin -yine bence- anıların yüksek çözünürlüklü, uzun ömürlü olmasını sağlayan en iyi şeydir. Bunun yanında kendine ait bir alana sahip olamamak anı üretiminde fayda sağlasa da insanın temel ihtiyaçları bakımından tam bir yıkımdır. Kendine ait bir mekan, insanın yaratıcılık ihtiyacını karşılaması için mutlak bir öneme sahiptir, işin cinsellik ve benzeri boyutları kadar önemli bir mevzu. Vahşi kapitalizmin biçimlediği mekanlar ihtiyaçlara göre değil, güce göre dağılır, bu nedenle ayvayı yedik kısacası. Neyse, bu ve benzeri açılardan Mami olabiliriz, bir şikayetim yok. İşin rahatsız edici kısmı, böyle bir toplumun kadınlara bakış açısı. El-Azab deşmiş bu mevzuyu ama sonra.

Mami geçmişli gelecekli, çok çeşitli zamanlardan atlayıp zıplamalar yoluyla yaşamının üzerinden şöyle bir geçiyor. İlkokul yıllarında babası cam fabrikasında çalışan Yasin'le geçirdiği günler, aşık olduğu kız ve taşınmaları bir göçebelik duygusu yaratıyor, sanki insanın geçmesi gereken aşamalar Mami için hep yarım kalmış gibi. Ayrılık, sevgi ve benzeri duygular yarım. Babasının çektiği maddi sıkıntılar ve bir türlü temin edemedikleri bir alacağın yerine verilen eve yerleşmeleri, yaşamın sürüklenmelerden ibaret olduğunu anlatıyor. Mami'nin aradığı bir şey var ve onu bulmaya çalışıyor, en başta aile bağlarını gevşetmesi gerek. Annesinin hiç sevmediği komşuları Um Reda'nın yıllar sonra karşısına çıkması bu bağları hatırlattığı için sıkıcı ama anıların ne olursa olsun rahatlatan bir yanı da var. Mami çocukken kavga ettiği elemandan dayak yediği zaman yaralarını saran, poposuna şaplak atan ve çok tatlı olduğunu söylediği halde yine de çocuğu dövemediği için eziklik duygusu yaratan Um Reda'nın Mami'nin babasıyla da bir işler çevirdiğini, en azından adama şöyle bir göz süzdüğünü annenin nefretinden anlıyoruz. Alımlı bir kadın Um Reda, yıllar sonra bile bacakları hala çok güzel. Mami için. Bizim için de öyle, Fahriye Abla'nın güzelliğini hatırlayalım. Um Reda'nın öptüğü yerleri annenin de öpeceğini bilmek Mami'de bir suçluluk yaratıyor, böyle çentikler taşıyan ruhun sonrasını anlayabilmek çok daha kolay.

Münim'le tanışmaları ve giriştikleri işler de güzel. Kız lisesi karşısına açtıkları kafede aşna fişneye dalıyorlar, para da kazanıyorlar ki mekanı açmalarını sağlayan para da yasal yollarla edinilmiş değil. Mahallelinin şikayetleri gecikmiyor ve askerler dükkanı kapatıyor. Bu bir başarısızlık. Diğeri üniversitedir sanırım, Mami iki üç bölüm değiştiriyor ve Arap edebiyatı eğitimi alıyor. "Coğrafya serserilere özgü bir derstir." Bu cümleyi Delifişek'te okur okumaz çarpılmıştım, bir benzerini edebiyat için kullanabilirim. Daha da, kadınlar. Randa ve Yasemin. Yol kenarından alıyorlar, arabanın içinde oynaşıyorlar ve çöp muamelesi yapıyorlar kadınlara. Arada ezan okunuyor, duruyorlar. Mami, telefonla konuştukları zaman ağızlarına bir tane vurmak istiyor. Kadınlar, ağızlarının çöp gibi koktuğunu söylüyorlar. Karşı cinslerin böylesi yırtıcı ilişkilerine ilk kez rastladım ve işlerin ne kadar zorlaşabileceğini düşününce korktum açıkçası. Neyse ki benzeri bir toplumda yaşıyoruz ve hemcinslerimden, hemcinslerimden olduğu kadar karşı cinsten de nefret edebiliyorum. Erkekler kadınları aşağılıyor, kadınlar kadınları aşağılıyor -ki buna yakın bir zamanda şahit oldum ve kanım dondu, bence kadının kadına uyguladığı şiddet karşı cinsin şiddetinden çok daha korkunç çünkü erkek çocukların çarpık bir düşünce yapısına sahip anneler tarafından yetiştirildiklerini veya yetiştirileceklerini görünce insan tam bir umutsuzluğa kapılıyor, kendisi için ve toplum için- ve bundan rahatsızlık duymuyorlar. Bir başkasının canını yakmaktan rahatsızlık duymuyorlar. Size altı cümlelik, dünyanın en kısa distopyasını yazdım.

Mami'nin evli bir kadını ayartıp eve atması ve kuzeni tarafından basılması bir faciaya yol açabilirdi, Mami'nin babası tam o sırada ölmeseydi. Bir şeyler değişir mi? Okur düşünsün: "Üzerine nedensiz bir dinginlik çöktü. Sigarayı bırakmaya ve namaza başlamaya karar verdin. Ama bir türlü, o güzel hemşirenin görüntüsünü aklından atamıyordun." (s. 92)

Dürüst ve trajikomik. El-Azab sıkı bir anlatı kurmuş. Bir göz atın.

19 Aralık 2017 Salı

Georges Perec - Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı ve Biçimi

Bernard Magné güzel bir sondeyiş yazmış, buradan giriyorum çünkü mevzunun ne olduğu bilinmeli.

İkinci tekil şahıs anlatımıyla yazılan bu metne bir saygı duruşu, Magné ilk paragraf aynı biçimde yazmış. İyice düşünüp taşınması, cesaretini toplaması ne kadar sürdü bilemiyorum ama Perec'in zorlanmayacağı kadar zorlanmıştır, neyse, 1968'de yazılan bu metnin bir Oulipo toplantısı sonrasında ortaya çıktığını söylüyor. Perec hesap uzmanı bir dostundan istediği şema üzerinde çalışıyor, şemayı anlatıya dönüştürecek. Queneau ve diğer katılımcılar "ağaç" gibi dallanan bir anlatı tasarlamaya çalışıyorlar, Queneau son dalın ucuna kadar gidiyor ama Perec'in daha büyük bir planı var; bütün uçların birbirine eklenmesiyle oluşacak bir hiperağaç. Olası bütün olaylar birbirini biçimleyerek sıralanacak, tekrarlar her seferinde farklı bir anlatıya yol açacak, kendilerinden yola çıkarak kendilerine dönüş, farklı bir kimlikle. Magné bunu "parodik bir şemayı tüketme girişimi" olarak görür, tıpkı bir Paris semtini tüketme girişimi gibi. Perec, Perriaud'ya yazdığı mektupta "okunması kesinlikle mümkün olmayan bir metne ulaşmak" için çabaladığını söylüyor. Edebiyatın sınırlarının zorlanması çoğu okuru kaçırır ve sadece en ucu görmek isteyenleri çeker, en cesurları. Sınır ihlali gerçekleştiği an okur ortadan kalkar, metin kendi kendini üretir ve okuru kaybettiği yerde doğar. E'siz bir romanın niyeti daha farklı olsa da bu zorlayış ortadadır, Perec'in bazı metinlerinde hiç yoktur mesela, Perec Bey ne yapmak istiyor? Kurmacanın ötesinde ne olduğunu arıyor sanırım, gerçeği yani.

Solda görmüş olduğunuz şema, bir ücret artışı talebinin aşamalarını içermektedir. Servis şefine ulaşana kadar arada birçok aşama vardır, mesela meslektaş hanımla konuşmalara göre biçimlenenler, konuşmalardan sonra sekretere ulaşılınca biçimlenenler, sonrasında mr x'e ulaşılınca biçimlenenler, önceki günün yenen yiyeceklerin yaratacağı potansiyel rahatsızlıklara, yaratmayacağı mutluluğa, havanın bozuk olup olmamasına göre biçimlenenler vardır ki bu sonuncuyu uydurdum ama olabilirmiş, bazı insanlar hava kapalı olunca mutsuz olurlar ve istenen hiçbir şeyi vermeyecek hale gelirler, bunlar havayı umursamaz hale gelip hiçbir şey vermeyecek hale de gelebilirler, kendilerine dönük bir yaşam sürdürebilirler, öncelikleri ne hale gelir, kimse bilmez, kimseye bir şey anlatmazlar ve bunu neden yaparlar, bunu da kimse bilmez, belki önceki gün bir şey yitirmişlerdir veya birini görmüşlerdir, tanıdık biri, gördükleri kişinin saati bozulmuştur ve kişi suratını asmaktadır, bu surat asıklığı yüzünden mutsuz olurlar, o kişinin her zaman mutlu olmasını isterler ama böyle bir şey mümkün değildir, bazen her şeyin olduğu gibi olması gerekir ama bunun farkında değildirler, o zaman neydirler? Bir sürü, sayıya gelmeyecek olasılık.

İyice düşünüp taşındıktan ve cesareti iyice topladıktan sonra karar verdiniz, zam isteyeceksiniz ama bu iyice düşünüp taşınmanın ve cesareti toplamanın bile ayrı, upuzun bir metin olarak karşımıza çıkması olasıdır, günün birinde, belki biri yazacaktır da iki metni birleştirecektir, Perec çoktan öldüğüne göre bu mirası birinin omuzlaması gerekmektedir, bunun öyküsü yazılabilir ama konu öykünün tek kurşunuyla yaralanmayacaktır bile. Buna koca koca fikirler de tıkıştırılamaz, hiç kimse hiçbir şeyden o kadar emin olamaz, olduğu yerde alayla anılacak, kuyruğuna teneke bağlanıp kıçına tekme atılacaktır. Günümüzde kimse Tolstoy gibi yazmamalıdır, yazanlar vardır, onlar da bir anlatı geleneğini günümüze uyarlamaktan fazlasını yapmazlar, yaparlar ama büyük düşünceler yetmiş yıl önce bir iki nükleer bombayla, daha da önemlisi minicik devrelerle paramparça edilmiştir, artık kırıntılarla beslenmemiz gerekmektedir, kırıntılar için ücret artışı talebinde bulunmamız gerekmektedir. Bulunmanız.

Perec herhangi bir noktalama işareti kullanmaz ve bir anı dallara ayırır, aslında karar anında beliren olasılıkların dökümüdür ve söylediğim gibi besinlerden, Ionesco'dan ve daha pek çok şeyden etkilenilir, zam istemenin içine amma da çok şey sığmaktadır öyle, örneğin konuşulan saat ve saatin çalması ve Vonnegut'un anlattığı bir fıkradaki guguk kuşu pisliği temizleyiciliği gibi işler bunlardan bazılarıdır, aslında bu temizleyicilik iyi para getirir gibi gözükse de birkaç kuruş fazla kazanmanın derdi her zaman aklın bir köşesindedir, servis şefine bu köşelerden bahsedilmez de torunlardan bahsedilir, birinin tedaviye ihtiyacı vardır veya yeni bir ayakkabıya, yahut bir şeye işte, her neyse, onun için zam istenmektedir. Zam değil, ücret artışı istenmektedir, Zam sözcüğündeki a'nın tınlaması oldukça kabadır, korkutucudur, asla gerçekleşmeyecek bir vaattir. Gerçekleşmeyecek bir vaat neden ısrarla izlenir? Gerçekleşeceği söylendiği için. Söze değil, söyleyene bakılmasının gerekliliği boşuna değildir, sözün değerini belirleyen budur ama bir hatadır, yapılır, insan neye inanmak isterse ona inanır ve söyleyenin boşa çıkardığı güven itinayla buruşturulur, çöpe atılır. Olur böyle şeyler, yaşamın içinde bunlar da var denir ve yaşamın içi dışına çıkarılır, temizinden bir denizaltının içine konur ve denizaltı uzaya yollanırsa her şeyi baştan başlatacak bir saat tiklemeye ve dahi taklamaya başlar. Böylesi hiç görülmemiştir ama bir kez yapıldığını şahsen bir arkadaşımda, servis şefinde belki, gördüm, iyi bir teşebbüstü. Tekrarlanacak olması kötü.

Perhizler, balıklar, vahşi kapitalizm ve insan. Oyunlarda ve rüyalarda buluşurlar. Ben bu metni tekinsiz bir rüya olarak gördüm, uyanınca elimin boğazıma sarıldığını fark ettim. Bir ihtimal, hastalığımdan doğan öksürüğümü durdurabilirdi ama başka ihtimaller arasında ne önemi vardı ki, ölüm sadece bir tanesi.

18 Aralık 2017 Pazartesi

Barış Bıçakçı - Baharda Yine Geliriz

Bıçakçı'nın anlardan çekip çıkardığı taneleri bir inci gibi imliyorum. Değil, kıvılcım gibi. Her an belirip kaybolabilirler, bakılmazlarsa görülürler, görmek için incelikli olmak gerekir, gerekmezse lanettir, bir insan bütün bunların farkında olarak nasıl yaşar? İyi ki kurmaca, gerçeğe çok yakın olmasına rağmen gerçekten gerçek olsa yük dünyaya yaklaşır. Ağırlığı. Korkunç bir sızı. Ankara'nın yürünecek sokakları aradan kendini gösteriyor ki Ankara'yı hemen hiç bilmem, önceden de söyledim, acemiliği Ankara'da yaptım ve Ankara'yla ilişkim orada kaldı, kalsın, daha fazlasını istemem ama o birkaç gün için görebildiğim caddeler ve sokaklar ve şehrin geri kalanını düşününce Ankara taşınması gereken bir yükmüş gibi hissediliyor. Bilmem.

Öyküler on Şehir Rehberi'yle bağlanmıştır, bu rehberler mekanları derinleştirir, açar, karakterlerin adım attıkları zemini aydınlatır, nasıl yaşadıklarını ve nasıl düşündüklerini de. Mesela şehirde görüp görülebilecek en güzel şeyin terk edilmiş bir fabrikanın kara yıkıntısı olduğu söylenir rehberlerden birinde. Katılırım. İnsana özgülüğü hatırlatırmış, bizim burada inşaatı yarım kalmış ve yıkılmasına beş kalan AVM için korkulacak bir yer olduğu söyleniyor. Facebook'ta mahallemin -Altıntepe- sayfası var, konuşmalar dönüyor, ben de mahallenin öcülü, ecinnili mekan ihtiyacını karşıladığı için bu metruk yapıyı sevdiğimi açıkladım. Yani tama ihtiyaç duyduğumuz kadar yıkılı da lazım sanırım. Yarım ya da. Belki de saatlerin geriye akmasını isteyen, bütün ecinnileri ortadan kaldıracak bir akışın özlemini duyan insanlara ihtiyaç. En derin mutluluğun özlemini duyuyorum, en derin acıya duyduğum özlem kadar.

Rehberlerden devam ediyorum, bunlar kısa parçalar. Tren yolları ve dolu otobüslerden biri kavuşmaları ve yeşillikleri çağrıştırır, diğeri sayılı nefesleri ve sayısız hüzünleri. Sanırım işin içine çürümüş bitkilerin, hayvanların geride kalan dumanı karışıyor, şehri karartıyor. Kapkara bir şehir görmek ister misiniz? Zonguldak'a gidin. Zonguldak'a dair birkaç öykü yazıyorum ve masadan kalktığımda tişörtümün yakasını kararmış halde buluyorum. Ankaralılar yakalarını nasıl buluyorlar? Yoksul. Leylek yuvalı, kadim bir sütunun üstünde. İnsanın sert yapıları arasında bir tüy, salınır halde görülebilir. Bıçakçı bu tüyü yakaladı sanki, bir zaman, belki her an.

Bir diğer rehberde açılışlar ve şaraplar. Ressam birkaç arkadaşım var, bir zaman Emre'yle peşlerine takılıp açılışlara katıldık, eserleri beşer dakika inceleyerek ikişer kadeh aldık, altmış dakikada bayağı bir şarap eder ama ucuz şarap, de ki Cumartesi. Beyoğlu'nun aşırı sanatlı ortamında bir önemi yok, malzemelere harcanan onca para şaraba mı dökülecekti? Bir damlasını dahi dökmedim, Emre'nin duvarlara bakışını ve yürüyüşünü aklıma kazıdım. Dünyada hiçbir şey yapmamak denen bir şey varsa Emre'nin o halini görmelisiniz. Bitiremiyorum, bir başka rehberde bayramlarda ortaya çıkan yoksullar. Yedi metrolu kentimde dağlardan deniz kıyısına akınları bir görmelisiniz, çocuklar gibi şenler ve yaşlılar, "Bunlar da doldurdular buraları canım, ne diye geliyorlarsa artık!" diye söyleniyorlar. Bakınız, bir tarafta gettoların kötü çocukları ve diğer tarafta kentin asıl sahipleri olduklarını düşünenler. Aralarındaki mesafe üç saatten yarım saate indi, bu bir kıyamettir bazıları için. İnsanlardan birkaçı mutluluk vazifesi görürler, aynı sınıftan olanlar için, bazıları huzursuzluk vazifesi görürler, muhtelif vazifelere sahip, nesne tabiatına bürünmüş zatlar bulunmaktadır. Bıçakçı birini saat olarak kullanmış. Çöpçüler Kralı'ndaki yere tüküren adamı hatırlayın. Yok mu böyleleri? Ütü vazifesi göreni, pencere işlevinde var olanı, neleri var insanların yahu, bu insanlar nasıl da başlı başına kocaman bir dünya oluyorlar, akıl alır gibi değil. Bazen o sonsuzluğu hissediyorum da ağlayasım geliyor, gözlerim doluyor, kaldırım taşlarına sıkışmış ağaçlardan veya kilim desenli apartmanlardan bir anlam kopartmaya çalışıyorum. Ne olur, bir parçacık. Öleceğim, ölüyorum, biraz anlam verir miydiniz, hay hay, hemen getiriyorum ama beklediğiniz, umduğunuz şey çıkmayacak, neyi umarsanız onu bulamayacaksınız, beni bir yaşamı bölüşecek, paylaşacak biri olarak gördünüz mesela ama bunu size sunmayacağım, sunamam, bunu ben de istedim ve sizi buldum, artık siz değilsiniz aradığım.

Öleceğim, ölüyorum, biraz anlam verir miydiniz?

Yaz Gecesi Gökyüzü: İçilmiş, arkadaş, caddede yürüyüş. Otostop, bir kamyonun kasası, kasadaki baba ve oğluyla baş selamlaşması, çocuğun kağıttan dürbünü merakla Ay'a doğrultması, içlerinden birinin söylediği şey, taşların yerine oturması. Umulmadık şeylerin zaten olana mükemmel uyumu.

Öğleyin Gelenler: Kız, mezun, annesiyle yaşıyor ve başvurduğu bankalardan gelecek telefonları bekliyor, bir de bahçede öğlenleri ortaya çıkan kadınla adamın konuşmalarını. En heyecanlı yerinde daha iyi dinleyebilmek için koştururken telefon çalıyor ve olduğu yerde kalıyor kız. Çay demleyip yanlarına inmek, sohbet etmek istediği insanlara mı, telefona mı?

İncelikli öyküler soluğumu kesti, bu kadar. Şeffafsanız, görebilirseniz şehrin içinizden geçip gittiğine şahit olacaksınız.

17 Aralık 2017 Pazar

Hanif Kureishi - Yakınlık

"Tutku istiyorum, uçarılık, çocuksu hazlar! Evet, ergence bir haykırış bu. Daha fazlasını istiyorum. Neyin? Sende ne var?" (s. 66)

Son soruyu önemli bir soru olarak görüyorum, sorulduğu zaman büyüyü ortadan tamamen kaldıran bir açıklık. Sende ne var, bana ne verebilirsin, talebim x ama y de ekmek aslında gibi örnekler seçenekleri artırmaktan başka bir işe yaramıyor ki esas oğlanımız kesin kararını verdiği zaman bunların hepsinden kurtuluyor ve yepyeni bir enerjiyle doluyor, sezgiyle tercih edilen aşk geride kalan her şeyi katlanılabilir anılar olarak muhafaza etmeyi sağlıyor. Kenzabure Oe'nin Kişisel Bir Sorun'unun daha bir tutku odaklı olanı diyebiliriz bu roman için, bir de Locke'ın yüzleşimciliğini görüyorum, o kadar sert olmasa da yıkmak diyor adam, iki çocuk ve bir eş, hizmetçilerle dolu bir ev, beyaz yakalılarla dolu toplantılar, yemekler, başka kadınlar, her şey arkada kaldı. Geride bırakabilmenin anlatısı. Pişmanlığın olanca karalığıyla çöküp çökmeyeceği görüş alanı dışında.

Başka kadınların tadına bakmadan Susan'ın yanında o kadar uzun zaman kalamayacaktı. Arzuyu tatmin etmenin kaybettirdiği bir şey olmayınca sabit ve çakılı halinden bıkmaya başlıyor. Bilinen son. Konfor alanı bırakılabilir mi, bırakılır. Ne pahasına? Yaşamak! Daha iyi/kötü olacağının bir önemi yok. Gidebilmek. "Çok üzücü bir gece, çünkü gidiyorum ve bir daha dönmeyeceğim. (...) Bu hayata geri dönmeyeceğim. Dönemem." (s. 1) Olmayan nokta. Birden fazla, yıllar içinde yığılmış kağıt kesikleri -bunu söyleyen Ekin, kilitlendiğim noktayı çözdü- canı daha fazla yakamayacağı yerde. Susan'ı on senedir tanıyor, daha da tanımak istiyor ama gidecek, tanıyacağı kişi, potansiyel Susan olmasını istediği kişi olmayacak çünkü kendisi değişecek.

Kendi değişimine uygun birini arıyor, kendiyle değişecek birini değil.

Sadakatsizlik, ihanet, bunlardan her gün bir tanesinin yaşanmasını istiyor. İnsanın kendine, başkalarına mutsuzluğu sürekli olduğu zaman katlanılabilir. Birilerini terk etmek o kadar da kötü bir şey değil, bu zaten sıklıkla gerçekleşiyorsa. Yenilere yer kalmazmış eskiler kaybolmasa. Eskiler özlenmese yeniler kaybolmazmış. Hatırlamak için önce unutmak lazım, bunu Karin Karakaş söylüyor, bir öyküsünde, birini iyi bir şekilde hatırlamak için onu terk edip unutmak gerekir, sonra hatırlamak gelir. Bu bir döngü, olası döngülerden biri.

Susan'la olan problemler. Adam gitmeyecek, Susan'dan beklediği davranışı görürse ama davranışlarımız sokakların kesinliği kadar. Farklı bir şey çıkmıyor ortaya, Susan farklı davranmıyor, konuşmuyor, adamdan ne beklediği çok açık ve bu açıklık adamı itiyor, adamı Nina'ya itiyor. Mutlak özgürlüğün seçili yükümlülükler olduğu söyleniyor, sanırım doğru. Zorunlu ayrılıkların zincirlerinden gelen şakırtılar pişmanlık şarkısı söyleyebilir ama seçilebilen bağ ve seçilebilen kopuş, yani her şeyin yolunda gideceği duygusunun kapadığı, çok derinlerdeki huzursuzluğun sesini duyabilmek. Kötü bir tercih yapmanın korkusu ve bunun bilinçli olarak yapılmasından gelen rahatlık. "Merak etmeyin, bu gece her şeyi berbat edeceğim." (s. 9) Yalnızlık korkusu pusuda ama tek kurşun; gidilecek.

Victor'un çöple dolu evinde bir koridor, yatak, her şeyi geride bırakmak isteyen adama o yatak o kadar çekici geliyor ki. Victor yıllardır yalnız, eşinden kavga gürültü ayrılmış ve hayatına giren kadınlar girdikleri gibi çıkıyorlar, Victor akıntıda, sırtüstü uzanmış, yüzü güneşe dönük. İşlerinde başarılı insanlar, sosyal yaşamlarında bir o kadar belirsizlik, ne yapacaklarını bilmeyen çocuklar. Seçeneklerin varlığını sürdürmesi lazım, önemli olan bu. Her zaman daha iyisinin ve daha kötüsünün olduğunu, onlara ulaşılabileceğini bilmek. Dünyanın kaldırmak istediği bir etek olduğunu söylüyor adam, dünya bir etek, kaldırılabilir. Obsesif bir ruh, hazların çeşitliliği baş döndürücü, akıntının kaynağı.

Düzgün bir aile yaşamı süren arkadaş, üniversite anarşizmi, vahşi kapitalizmin uşakları haline gelen eski tüfekler ve gidiş, merhametli olanın bıçak kullanması. Son bölüm yeni bir aşkın parıltısından oluşur, bölümlerce süren sorgulamalardan eser yoktur. Parıltılı bir mutluluk anı, son.

Eh, kafaya bir tekme indirecek metinlerden. Bazı şeyleri çözmek için. Karmaşıklaştırmak için de.

14 Aralık 2017 Perşembe

Thomas Bernhard - Çocuk

Başa dönüş. Çocukluğun daha soğuk geceleri. Bisiklet macerasıyla başlayan bir serüven, ancak çocukluğun cesaretiyle yaşanacak türden. Bernhard vasisinin bisikletiyle -vasisi Polonya'da, ordu Rusya'ya hareket edince bataklıkların ve soğuğun içinde geçmişini hatırlamaya çalışacak, hatırlayamayacak, orada ne aradığını düşünecek ama düşünemeyecek çünkü soğuk- otuz altı kilometre ötedeki Fanny Yengesini görmeye gidiyor, elit insanlar olarak gördüğü bisikletçilerin bir parçası olduğu için mutlu. Herhangi bir şeyin bir parçası olduğu için. Aitlik arayışı Bernhard'ın en büyük hayal kırıklıklarına yol açtı sanırım. Yolda zinciri koptu, ayağını yaraladı ve sığındığı evin çocukları tarafından sabaha karşı kendi evine getirildi. Çekilecek derdi var, ailesinin dünyasına bu dert yoluyla girilir, çıkılmaz. Annesi için dünyanın en kötü çocuğu, en yaramazı, babasının kopyası olduğu için annesinin öfkesini boşalttığı kırık bir küp. Adam ortadan kaybolduktan sonra annenin öfkesi çocuğa yöneliyor ve Bernhard için korkunç bir çocukluğa yol açıyor bu. Büyükbabanın yakınlığı ve entelektüel birikimi olmasa intihar ederdi. İntiharı çok düşündü, büyükbabasını üzmek istemediği için intihar etmedi. Kendisini asabilirdi, asmadı. Büyükbabanın kendi intiharı için sakladığı silahla mirası devralabilirdi, bunu da yapmadı. İntihar tehditleriyle aileyi sürekli bir bunalıma sokan büyükbabanın sıkıntılarını miras almıştır Bernhard, uzun vadeli bir ölüm. İnsanlar, devletler, şehirler ve benzeri sıkıntılar hayatını borçlu olduğu büyükbabasından mirastır ve daha kötü bir sonuca yol açar, beliren katıksız nefret bütün paradigmayı değiştirir, etkisi altına alır, yaşama açılan bir zihni tahammülsüz, çıkışsız bir hale getirir. Anneye duyulan öfke de bunun bir parçasıdır. Anne zamanında bale eğitimi aldığında büyük bir balerin olacağı düşünülmüş ama baleyi bırakıp çalışmak zorunda kalmış, ailevi meseleler. Babasının -büyükbabanın- gölgesinde var olmaya çalışmış. Parlak bir zihin ve aynı ölçüde parlak problemleri kadının hayatında aşılamaz bir dağ olmuş, babaya karşı duyulan sevgi ve nefretin orta yerinde sabit, kımıltısız bir yaşama dönüşmüş. Sevdiği adam da ortadan kaybolunca bir Bernhard kalmış ortada, kardeşleri hakkında çok az şey biliyoruz ama onları da sevmiyor Bernhard, beşlemenin ilk kitaplarında şöyle böyle görmüştük onları ve haklarında pek de iyi şeyler söylenmiyordu. Tiyatronun figüranlarıydı onlar, Bernhard kendisini eve götürecek insanları beklediği meyhanede diğer insanlara bakarken de benzer duygular taşıyordu. Gerçek insanlar, yapay olanlar, uyum sağlayanlar ve dışlanıp sürgün edilenler, kendileri olup buna pişman edilenler, kendileri olamayan ve ne istediğini bilemeyenler, ne istediğini bilemeyip ne istediğini bilen insanlara acı çektirenler, bu acılar için karşısındakini suçlayanlar, kendi sorumluluklarını başkalarına yıkmaya çalışanlar, başkaları onları severken aslında içten içe onlar için tarifsiz bir öfkeyi içlerinde büyütenler, yıkımı getirdikleri zaman kendilerinin nasılsa öyle olduklarını söyleyenler, sevgileri katledenler, umutları yıkanlar, ölüme doğru amaçsızca yürüyenler, hepsi o meyhanede, sokakta, işte, evde, Bernhard için her yerde ve onlardan kaçış yok, en iyileri bile ne istediklerini bilmiyorlar, en iyileri bile kendi yükleriyle geliyorlar ve yüklerini başkalarının omuzlarına bırakıyorlar, geri çekilip izliyorlar, sadece izliyorlar. Yardım çağrılarına kulak vermiyorlar, kendilerine gömülmüş durumdalar ve çıkamıyorlar, We are here to help each other get through this thing, whatever it is, diyen Mark Vonnegut'ı açıkça aşağılıyorlar, konfor alanlarını başkalarını yıkmak adına korumaya çalışıyorlar ve daha çok şey yapıyorlar, Bernhard bunların hepsini, hepsini anlatıyor ve kendini gizlemiyor, kendini açık ediyor, kendini açık ettiği ölçüde gerçekliğinden şüphe duyuyor, hiçbir düşüncenin sözcüklerle tartılamayacağını biliyor, yazdıklarının gerçeği yansıtmadığını da, kendi gerçeğinden kurtulmak için anlatıyor, kendi yaşamını kesip biçerken acılarını da parçalamak için anlatıyor, öfkesinden kurtul(ma)mak için anlatıyor. Bernhard anlatıyor. "Önemli olan tek şey, her daim etkin olmaktır, hiçbir zaman pasif olmamaktır." (s. 17) Mücadele. Yoksullukla boğuşuyor aile, kurtulmak için oradan oraya taşınıyorlar, büyükbabanın yazdığı kitaplardan gelen parayla ayakta durmaya çalışıyorlar ama beceremiyorlar, annenin vasiyle tanışması da büyükbabanın yazar çevresiyle kaynaşmasından sonra gerçekleşiyor ve evleniyorlar, Bernhard için büyük problem, annenin öfkesi vasiye geçiyor ve çocuğun yok edilme süreci hızlanıyor, hızlandıkça büyükbaba yavaşlatıyor ama Yok Etme'nin amcasının söylediğinin doğru olabileceğini düşünüyorum, Hakkari'de Bir Mevsim'de de aynı şey söyleniyordu, belki de o dağ başında/o duygusal çoraklıkta dünyanın döndüğünü bilmemek/insanların yıkıcılığını bilmemek daha iyidir, çok daha iyidir, en iyisi odur çünkü dünya ağrısı içte bir yerlere çöker ve gitmek bilmez, daha fazla bilmek dünyayı arkada bırakmak demektir, giderek yalnızlaşmak demektir ve bunun kişisel yaşam için hiçbir faydası yoktur, zararı büyüktür, her bir metin, film, her ne varsa, kişiyi çürük toplumsallıktan ayırır. Faciadır. Arkadaşlar ortadan kaybolur, insanlarla iletişim kanalları kalite farkından ötürü işe yaramaz hale gelir, Bernhard çocukluk arkadaşlarının ve uzunca anlattığı ailesinin kendisiyle olan farklılığını böyle anlar. Yakınlık kurduğu insanlar bir süre sonra yaşamından çıkar, ancak yıllar sonra, kırk beş yaşına geldiği zaman görür bazılarını Bernhard, mezar taşları soluktur, akılları kaçıktır veya yıkımın sayısız yüzünden birini taşırlar. Avusturya onları mahvetmiştir, sanatçılarını, çocuklarını ve içtenliği mahvettiği gibi. Alman işgali sırasında Nazi tayfayla gönülsüz olarak takılan, altına işeyen ve annesinin işenmiş bezi herkes görsün diye caddelere bakan pencerelere astığı zaman utancından ne yapacağını bilemeyen Bernhard için kurtuluş sadece yaşamaktan ibarettir. İntiharsız, kurmacasız bir yaşam. Olabildiğince kurmacasız ya da kendi iddiasıyla tamamen kurmaca. Ticaret okuluna kaydı yapılır ve çember tamamlanır, başa dönülür, beş parçalık otobiyografi sona erer, Bernhard'ın diğer metinlerinin leitmotiflerini kendi yaşamında bulmak şaşırtmaz, o sadece ne yaşanmışsa onu yazmıştır, kendisi ne yaşayabilmişse.