30 Temmuz 2012 Pazartesi

Jean-Paul Sartre - Bulantı

Demir Özlü'nün Bunaltı olarak oldukça etkilendiği varoluşçuluk güzellemesi. Töz>öz>varoluş? Felsefem pek iyi değildi lisede, bilemedim.

Antoine Requentin, yıllar süren yolculuklarının ardından Bouville adlı bir şehirde tarihten mühim bir zatın, Adhémar de Rollebon'un hayatını yazmaktadır, o arada Anna isimli sevgilisini beklemektedir. Anna'yla dünyayı dolaştıktan sonra yıllar süren bir görüşmeme evresinin ardından ilk defa görüşecektir Requentin, sekiz günlük bir bekleyiş sürecinde biz de neler yaptığını adım adım izleriz, tam anlamıyla. Şehrin sokaklarını adımlar, insanları, eşyaları inceler, kütüphanede zaman geçirir ve bolca düşünür. Çok düşünür, sonra düşüncelerini kayıt almaya karar verir. Günlük tutmaya bu sırada başlar. Kitap bir günlük.

"En iyisi olayları günü gününe yazmak. Onları daha belirgin kavrayabilmek için günlük tutmak. Pek önemsiz görünseler bile, en ince ayrıntıları, en küçük olayları bile atlamamak ve özellikle iyi bir sınıflandırma yapmak. Bu masayı, yolu, insanları, pipo tütününü nasıl gördüğümü yazmalıyım, çünkü onunla başladı değişiklik." (s. 5)

Girişe gel, kalite tütüyor. Bu arada bendeki baskı Amaç Temel Yayınlar diye bir şey, 87 basımı ve Erdoğan Alkan çevirmiş. Onun resmini bulamadım. Kitap benden bir yaş büyük, muhtemelen babam almış bir yerlerden. Babamla annem ben çok küçükken boşandı, babadan kalan kitaplardan biri bu.

Neyse, yabancılaşmanın ilk izlerine geçelim. Requentin'in algıladıklarıyla ilgili büyük problemleri var. Kütüphaneye gittiğinde Kitap Kurdu'nu görüyor. Kitap Kurdu gün boyu orada oturup bir şeyler okuyan adamın teki. Kütüphane öncesinde şöyle bir söz: "(...) Örneğin ellerimde bir şeyler var, pipomu, çatalımı tutuşumda bir başkalık var. Bilmem, belki de çatal artık bir başka biçimde tutturuyor kendini." (s. 9)

Kitap Kurdu'yla karşılaşınca da şunlar:

"Sanki tanımadığım, bilmediğim bir yüzle, hatta belli belirsiz bir yüzle karşılaşmıştım. Ya eli, elimin içindeki bir insan eli değil de kocaman bir solucandı. (...) Kısacası bu son haftalarda değişen bir şeyler oldu. Ama neredeydi bu değişme? Temelsiz, soyut bir değişme. Acep ben miydim değişen? [Çok affedersiniz, acep ne lan dsfd.] Ya ben değilsem? O zaman bu oda, bu kent, bu doğa değişti; arayıp bulmak gerek." (s. 10)

Şimdi eşyalar mı yabancılaşıyor, Roquentin mi? Eşyalar özleriyle değerlendirilmiyor, varlıklarıyla değerlendiriliyor. Fenomenoloji söz konusu değil. Tamamen dışarıdan bir bakışla çatalın değiştiği, çatalın farklı davrandığı, çatalın varoluşunun özden önce geldiği söylenebilir. Zaten bu büyük değişmenin sonuçlarından biri bu sanıyorum; Roquentin'in değişen doğaya karşı farkındalığının da değişmesi, bu kitabın özü. Derken temeli anlamında özü. Roquentin için nesneler mesela:

"Nesneler dokunmamalı insana, canlı değiller çünkü. Yararlanırız onlardan ve yerlerine koruz, nesnelerin arasında yaşarız: yararlıdırlar, hepsi bu. Oysa benim durumum? Dokunuyorlar bu nesneler bana, duyuyorum, dayanamıyorum. Canlı hayvanlarmış gibi, onlara dokunmaktan korkuyorum." (s. 19)

Burada düşünmüştüm; canları olmadığı için mi dokunmamalılar, yoksa keşke canlı olsalar da dokunabilseler anlamında bir şey mi? Sonradan görüyoruz ki canlı hayvanlarmış gibi olunca korkulacak şeyler oluyorlar. Belki de töz etkiliyor Roquentin'i bu kadar; algılamanın yanında onların bir ruha, bir devingenliğe sahip olması. Bu devingenliğin bir özneye dayalı olmadan ortaya çıkmayacak olması da adamcağızın problemi. Kendi yarattığı canavarlardan korkan bir çocuk gibi Roquentin.

Roquentin'in sürekli gittiği bar gibi bir yer var, Fransa'da olduğu için kibar kafe diyelim. Kibar kafe. Şimdi uydurdum. Bu kibar kafenin sahibi olan kadınla ara ara sevişiyor. Burada müzik dinliyor, yemek yiyor. Gözlem tabii bir yandan:

"Şu delikanlılar çok hoşuma gidiyor: kahvelerini içerlerken, olmuş ya da olması mümkün öyküler anlatıyorlar birbirlerine. Dün ne yaptıklarını sorun, şaşırmıyorlar: iki sözcükle her şeyi söyleyiveriyorlar size. Oysa aynı şey bana sorulsa şaşırıp kalırım. Şu bir gerçektir ki, uzun zamandan beri ne yapıp ne ettiğimi, zamanımı nasıl geçirdiğimi kimseler sormuyor." (s. 14)

Eh, yalnızken ne yaptığımızın bizim için ne önemi var ki? Daha doğrusu başkalarıyla beraber yaptıklarımız kadar önemli miyiz kendimiz için? Yalnızken bilincin bizi nereye sürükleyeceğini bilemeyiz, bilmek için öncelikle bunu düşünmemiz gerekir, ancak bunu düşünmek sıkıcıdır. Bulantı getirir beraberinde. Oldu mu? Kaldı ki Roquentin, çokça düşündüğünü sandığı bir insandan ölümüne korkabiliyorsa, adamın yalnız ve düşünen biri olduğunu, hem de 8 yaşındayken düşünüyorsa bize oha demek ve bu farkındalığın yine kendine kapanarak aşılamayacak, nereye adımlanırsa adımlansın sürekli takip edecek bir yalnızlığa yol açacağını düşünmek kalır. Adam 8 yaşından beri varoluş acısı çekiyor ulan.

Bulantı için varoluş acısı diyebiliriz. Kibar kafede içki içerken bir anda bulantı gelir, Roquentin nerede olduğunu, ne yaptığını unutacaktır neredeyse. Sonra müziği dinlemeye başlar:

"Some of these days
You'll miss me honey"

Bulantı geçer, çünkü düşünceleri kaybolur.

Şimdi bir sürü şey yazdım, yazacağım da kitap bunlardan ibaret değil, tamamen felsefi bir şeyler yok yani. Şehri dolanıyor Roquentin, sokakları ayrı ayrı gözlemliyor, insanları izliyor. Böyle şeyler.

Bir aynaya bakma hadisesi: "Kendimi pencereden kurtarıp yalpa vura vura odayı adımlıyorum; aynanın tuzağına düşüyorum bu kez, kendime bakıp iğreniyorum: bu da bir sonsuzluk işte." (s. 49) Varlıklar birbirini yansıttığında ne olur? Aynadaki yansımamızı görürüz, yansımamız gözümüzden yansıyan kendi varlığını görür ve böylece sonsuza uzarız. En iyisi hiçbir varlığın farkında olmamak, Roquentin de aynanın önünden çekilecek gücü bulunca yatağına atıyor kendini.

Bir serüven izleği var kitapta. Serüven, planlı bir yolculuk değil. İnsanın başına gelen bir iş serüven. "Bir şeyler başlıyor şimdi dersiniz," der Roquentin serüveni anlatırken. Bir içtepidir bu; insan ne olacağını bilmeden serüveni yaşar sadece. Belki ölümüyle sonuçlanacak bir serüven yaşadığını varsayar Roquentin. Yıllar önce yaptığı yolculuklar da bir serüvendir, bu yüzden  zamanları belki biraz da özlemle anımsar ama bir yeniden yaşama özlemi değildir bu. O yolculuklar son bulmuştur artık, 1924, 1925, 1926, yazıldıkları süre kadar çabuk geçmişlerdir. Yaşamak böyle bir şeydir Roquentin için. Biri başından geçen bir olayı anlatacağı zaman olayın sonucuna göre anlatır, bir serüvenmiş gibi anlatmaz, bu da zamanın bir bütün olarak ele alınmayışının sıkıntısını doğurur. Proust'un Borges'nin zaman anlayışı Roquentin'de de mevcuttur. Tek bir "an" yaşanmaktadır. Tanpınar'ın bir şiiri var ya, öyle. Şöyle der dayı: "Hayatımdaki anların birbiri ardınca gelmesini, hatırlanan bir yaşamın anları gibi bir düzen içinde birbirini izlemesini istedim işte ben. Zamanı işte bunun için kuyruğundan yakalamaya çalıştım." (s. 63)

Ya aslında asıl paragraf ne, biliyor musunuz? Aha şu:

"Değişen hiçbir şey yok, ama yine de her şey başka bir biçimde varlığını sürdürüyor. Nasıl anlatsam bunu; bulantı gibi bir şey, bulantı gibi diyorum ama, tam tersi de olabilir: Kısaca bir serüvendir başlıyor bende, nasıl bir serüven olduğunu kendi kendime sorduğumda görüyorum ki ben kendimim, ben buradayım, geceyi bölen benim, tüm bunları duyan benim, bir roman kahramanı gibi mutluyum." (s. 82)

Serüven de değişti artık, her şeyle birlikte. Serüven, özü insana göre değişip algılanışı aynı kalan nesnelere bir yolculuktur. Değişimi flu olarak görelim; her adımımızla farklılaşacak olan sokakların, insanların, kuşların, her şeyin bulanık görünüşü insanda neye yol açar? Bildiniz, on puan on puan on puan.

Bunun on katını daha yazabilirdim, yazmıyorum, tatilden dönünce belki. Çok küçük bir kısmını anlattım, okuduğunuzda koca denizden bir damla aldığımı göreceksiniz. Dönüşte kesin anlatacağım, Kitap Kurdu'nu falan anlatmamışım çünkü.

29 Temmuz 2012 Pazar

Erhan Bener - Arabalarım

ÇEKİLİŞ!

Ellinci takipçimizin şerefine bir çekiliş düzenliyoruz! Sosyal paylaşım ortamlarında "Çikolombo" yazın, size hıyar gönderelim. Cacığa doğrarsınız. Soğuk soğuk cacık ne güzel gider. Etin ete değdiği yer terliyor lan, böyle sıcak mı olur?

Ben Erhan Bener'in anılarını romanlarından daha başarılı bulmaya başladım dsfd. Şaka.

Erhan Bener'in sahip olduğu arabalar üzerinden ailesi, görev icabı gittiği Avrupa ülkeleri, görev icabı beraber yolculuk ettiği, yaşadığı insanlar. Bunlar var kitapta. Ben araba meraklısı değilim, araba da pek sevmem. Çünkü para kazanmaya başlayan herkes araba alınca İstanbul trafiği ne oldu? Bildiniz. İnsanlar rahat rahat gitmek istiyor, tamam. Gayet makul. Neden rahat rahat gitmek istiyorlar, çünkü otobüsler falan, o ne lan. Yazın 500T'ye binen var mı? Saat 16:00 gibi? Oğlum binmeyin lan. Constantine'in cehennemini bildiniz mi, onu sıkıştırın bir otobüse. Ortam bu. Yeni yeni  toplu taşıma olayları geliyor, sene olmuş 2012. Ne diyordum, ben araba pek sevmem, dolayısıyla o yönden çekici gelmedi ama araba hastaları için de ayrıyetten bir zevk verecek bu kitap.

Her araba için ayrı bir bölüm ve bu bölümler içinde de yaşanmış önemli olaylara göre alt başlıklar var. Plan bu. Giriş gibi bir bölüm var, orada at arabalarından kaptıkaçtılara, ilk araç deneyimlerini anlatıyor Bener. Çocukluğa özlem biraz. Sonra uzun geziler başlıyor. Bener Mülkiyeli bir bürokrat, sık sık yurtdışına görev icabı gidiyor demiştik. Araba lazım tabii. Belçika'da araba kullanmayı öğreniyor Bener ve aldığı ilk arabayla macerayı başlatıyor. Eşi Neşecan ve oğlu Yiğit'le bir sürü ülkeye gidiyor. Hollanda, İspanya, Almanya, İsviçre, Viyana. Türkiye'den Fransa'ya iki üç defa gidip geliyor, Orta Avrupa'nın havası çok sert olduğu için karda kıyamette çekilen eziyetler, neler neler. Her bir gezi ayrı serüven, otomotiv sektörünün de şimdiki kadar gelişmediğini düşününce onca arızaya, onca yolda kalma hikâyesine ve sıkıntıya sanki fantastik olaylarmış gibi yaklaşıyor okuyucu. Kısa bir süre öncesinde Bener'in konuştuğu üç gazetecinin bir fırtınada donarak ölmesi mesela. Bener adamlarla konuşuyor, sonra bakıyor ki ardından fırtına geliyor, basıyor gaza. O gençler kaçamıyorlar ama.

Bener'in bazı ilginç görüşleri var. Almanca pek konuşamadığı için postane gibi bir yerde çalışan Alman bir kıza uçak taklidi yapıyor, kız anlamıyor bir türlü. Amaç uçak postası için özel bir pul almak. En sonunda Lufthansa diyor Bener, kız da havayolu acentesini gösteriyor eliyle. Dsfd. Görüş demiştik.

"Sonradan düşünüyorum, Avrupalıların, özellikle de Almanların zekâ yoksulu oldukları gerçek mi acaba? Biz olsak çabucak anlardık diyorum. Ama, galiba sorun, pratik düşünme ile metodik düşünme farkından kaynaklanıyor.. Bu gibi olaylarla sık sık karşılaştık Avrupa'daki gezilerimiz sırasında. Birisine yol sormayagörün; yakanızı bırakmaz, belki on kez tekrar tekrar tarif eder." (s. 53)

Zekâ yoksulu kısmı koparmıştı okurken dsfd. Bener'i çok okumuş, yabancı dil bilen fakat çabuk sinirlenen bir amca olarak canlandırıyorum böyle paragrafları okuyunca.

Randevuevi gibi bir otelde gecelemek zorunda kalıyorlar ailecek, fena.

Bir ilginç nokta da dönemin sosyal ve siyasi olayları. Darbelere tanıklık ederken bir yandan da görevini en iyi şekilde sürdürmeye çalışan Bener için zor günler; adı solcuya çıktığı için MC döneminde, DP döneminde mesela, hak ettiği mevkiler kendisine verilmiyor. Borç alıp üstüne yatan bürokratlar, katakulli çeviren devlet büyükleri... Neler neler. Olaya gel: Bir darbe sonrasında önemli bir toplantıya katılıyor Bener, çok gizli belgeleri kendisine veriyorlar saklasın diye. Kilidi bozuk bir de kasa veriyorlar. Nasıl kilitleneceği sorusuna da kilidin bozuk olup olmadığını kim nereden bilecek gibi bir cevap veriyorlar. Dfdsf, bu nasıl bir anlayış oğlum. Bener de en sonunda lan başımı yakacağnız, alın şunları diyerek ertesi gün geri veriyor belgeleri. Arabada saklamış bir de. Nasıl yönetiliyoruz arkadaş ya.

Bir de bir türlü gelmeyen yolluklar, maaşlar var. Adamları yolluyorlar Avrupa'ya, sonra ekonomik sıkıntı olunca ödemeleri geciktiriyorlar. SSCB çökünce parasız ve sahipsiz kalan ajanların mafya olması gibi de olmaz, büyükelçilikte uçak parası dilenirler. Ne sıkıntılı işler ya. Tek çekici kılan yan ithalat izni mi ne. O yıllarda Türkiye'ye dışarıdan araba gelmiyor, bir tek bir yıl yurtdışında yaşayan bürokratlar falan araba getirebiliyor. Onu da muazzam paralara satıyorlar zaten.

Bunlar bir yana, bir yazarın eserleri hakkında derin bir araştırma yapmak istiyorsak öncelikle o yazarın anılarını okumalıyız. İnceleme 101. Yazarın Oyuncu adlı romanında esas oğlanın üç beş fakülte arkadaşı vardı, solcu oldukları için sıkıntı çekenler, davayı satanlar, ötenler falan. Zannediyorum Erhan Bener'in Mülkiye'den arkadaşı, Arabalarım'daki Oğuz Ermumcu, oradaki bir karakterle bire bir. Şimdi gidip bakmaya üşendim ama hatırlıyorum o karakteri. Yine Oyuncu'da dergi çıkaran, edebiyatla uğraşan bir avukat vardı. Erhan Bener de zamanında aynı işi yapmış Oran'daki evinde. Zaten Oyuncu'yu orada yazdığını kendi de belirtiyor. Dönüşüm'de Kuşadası'na giden bir esas oğlanımız vardı. Bener de Kuşadası'nda Emekli Sandığı'nın bir kooperatifine girip ev sahibi olmuş mesela. Oyuncu'da ağır solcu gençle babasının çatışması vardı, şimdi ne kadar doğru olur bilmiyorum ama Yiğit Bener'le Erhan Bener arasında zamanında tartışmalar olmuş, o karakter Yiğit Bener olabilir. Bu arada en başta Yiğit dedik de Yiğit Bener o, gayet kral bir çevirmen ve yazar. Yiğit Bener'in çocukluğuna dair çok güzel detaylar var.

Bunlar dışında bir dolu arıza hikâyesi, tamirci hikâyesi, yardımcı olan bir sürü insan, kazıkçı bir sürü insan... Keyifle okunuyor. Erhan Bener güzel.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Marquis de Sade - Erdemle Kırbaçlanan Kadın

Bierce bir öyküsünde, "Yazarın okuyucu üzerinde bazı hakları vardır. Mesela kitabının yolculukta okunmasını istemez, sahilde okunmasını istemez. Bu onun en doğal hakkıdır. Her kelimenin didiklenmesini isteyebilir, bütün zamanın ve bütün dikkatin yazdıklarına verilmesini ister," diye söyletir bir karakterine. Yazar hakkından öte harbiden otobüslük vs. kitaplar vardır, bir de ev kitapları vardır. Mesela Poe'nun bütün hikâyelerini otobüste okuyamazsın, çünkü nasıl taşıyacaksın lan kocaman cildi.

Erdemle Kırbaçlanan Kadın da pek yolluk kitap değil. Bendeki Oğlak'tan çıkan. Bu versiyonu Sade'ın asıl yazdığı değilmiş. Önce bunu yazmış, sonra toplatılmış bu, ardından daha hacimlisini yazmış. Bu biraz özet gibiymiş. Valla özet mözet, gayet kafa emici bir kitap.

Sade'ın söyledikleri şöyle özetlenebilir:

* Dünyanıza sıçayım, adaletinize sıçayım, aile kavramınıza sıçayım.
* Tanrınız güçsüz, bunca kötülüğe sessiz kalan bir tanrıya tapmak zavallılıktır.
* İkiyüzlü kıçlar, yalancı götler ve gıllolar.
* Kötülük yoktur, güç vardır.

Evet, aşağı yukarı böyle. Kitapta göreceğiz zaten.

Öncelikle şunu söyleyeyim; Minyeli Abdullah ne kadar "romansa" bu da o kadar roman. Hatta Ziya Gökalp ne kadar şairse bu da o kadar şair. Hatta Necip Fazıl... Öyle yani. Sade'ın en azından bu romanda kurgusal kaygısı pek olmamış. Konuya gel: Anası babası ölen iki kız kardeşten küçük olanı çeşitli cinsel işlerden ve katakullilerden sonra süper bir eşe, büyük bir paraya sahip olur. Eşe sahip olur, evet. Büyük olansa erdemlidir, Şener Şen'in Namuslu'su gibi. Aslında şu kitabı okumak yerine Namuslu'yu izlemek daha iyi bir tercih olacaktır dsfd. Şaka şaka, kurgucu bir yazarın romanı olmasa da çağına göre oldukça sarsıcı fikirler içeren bir roman. Neyse, büyük olan. Büyük olanın başından geçenler kitabın sonunda mevcut, listelenmiş. Ben girmiyorum onlara. Şu yeter: Justine -adalet göndermesini çaktınız- ayvayı yiyor, katakullicilerse yaşıyor. Yaşıyor derken para, şöhret. Böyle şeyler.

Juliette -küçük kardeş- kocasıyla gezerken tozarken karşısına idam edilmek üzere olan bir kadın çıkar, han gibi bir yerde galiba. Kadın hikâyesini anlatmaya başlamadan önce Juliette şöyle diyor:

 "Belki de aslında suçsuz olan bu yaratığa tam bir katil gibi davranılıyor, oysa benim -kuşkusuz ondan çok daha suçlu olan benim çevremde her şey ne kadar yolunda gidiyor." (s. 23)

Juliette'in seçtiği yolu gayet bilinçli bir şekilde seçtiği açık. Aile öldükten sonra ya açlıktan sürünecekti, ya da kolay yoldan zengin olacaktı. İkincisini seçti fakat içinde erdem kırıntıları var. Cinsellik, ahlâki olarak erdemden ayrılıp standartları yüksek bir hayat sürmek için araç haline geliyor.

Kronolojik olarak gitmeyeceğim. Justine, Mösyö de Bressac isimli bir markinin vasıtasıyla iş bulur. Marki, annesini öldürüp büyük bir mirasa konmak ister, Justine'i de maşa yapmak ister. Justine karşı çıkar, tanrı manrı bir şeyler der. Markinin cevabı:

"Bütün dinler yanlış bir ilkeden yola çıkar, Sophie. Hepsi üstün bir yaratana tapınmayı gerekli sayar." (s. 56)

Din eleştirisi daha var. Justine bir kiliseye sığınır. Kilisede bulunan dört papaz, Justine'le birlikte sayıları dörde çıkan kızlarla alem yaparlar. Öyle böyle değil; kırbaçlar, anal seks, bilmem ne. O devirde tabii büyük olaylar bunlar. Dinin insan doğasını değiştiremeyeceğini, insanoğlunun güce taptığını ve dini de bu gücü elde etmek adına kullandıklarını söylerler.

Kiliseden kurtulan Justine bu sefer öldürülmek üzere olan bir adamı kurtarır, adam Justine'i evine götürür ve orada kızcağızı köle yapar. Adama göre Justine, kurtarma işine kendi iyilik hazzını doyurmak için girişmiştir. Kant felsefesinin tersten okuması gibi bir şey zannediyorum. Şurada iki güzel makale var:

http://www.sanatlog.com/sanat/marquis-de-sade-ve-kant/
http://www.egs.edu/faculty/slavoj-zizek/articles/kant-and-sade-the-ideal-couple/

Böyle. Alexandrian'ın Erotik Edebiyat Tarihi diye bir kitabı var, demin baktım, unutmadan yazayım. Diyor ki işte bir Jekyll-Sade var, bir Hyde-Sade. Jekyll olan daha kurgucu, daha romancı Sade. Düşüncelerini bu ve diğer bir iki kitapta sapkınlığın sınırlarında gezinerek verebiliyor. Hyde olansa Sodom'un 120 Günü gibi eserlerinde öeeh diyor.

Gayet klasik.

26 Temmuz 2012 Perşembe

Truman Capote - Başka Sesler Başka Odalar

Çocuk.

Annen ölü, seni babanın yanına yolladılar. Allah'ın unuttuğu bir yere gittin tek başına, bataklıkların arasından geçtin, Innsmouth Üzerindeki Gölge'nin otobüsünü kıskandıracak korkunç bir kamyonete atladın ve babanın yanına vardın. Bir çiftlikti orası; çalışanlarıyla, hayalet hanımıyla ve acayip insanlarıyla acayip bir çiftlik. Üvey annen Amy'le tanıştın, babanın nerede olduğunu söylemedi. Üvey annenin kuzeni Randolph'la tanıştın, efemine bir beydi. Zoo'yla tanıştın, Jesus Fever'la tanıştın, ailenin yardımcıları. Zoo genç bir kız, Bengal kızlarının uzun boyunlarından biri Zoo'da. Boynunda derin bir yara izi var, psikopat kocası yapmış zamanında. Kasabada karşılaştığın hancı hanım bir cüce. Randolph zaten Randolph. Amy seni kırar, yılan dillidir.

Babanı göremiyorsun, görmek istiyorsun. Göstermiyorlar. Sanki yokmuş gibi, çağıran baban değilmiş gibi. Denk geliyorsun en sonunda, sadece gözleri hareket eden bir adam. Bir odada öylece yatıyor, gözleri de ölecek, oysa bir kedi olmamasının yanında meraklı da değil hiç. Ölecek lan, neyin merakı. Randolph vurmuş onu, merdivenlerin önünde tak tak, baban aşağı yuvarlanıyor. Ölmüyor.

Kaçıyorsun, gidiyorsun. İlk gelişinde yolda karşılaştığın kardeşlerden küçüğü, baş belası Idabel'le. Idabel seni seviyor mu ne, ama ona erkek gibi davranmanı istiyor ya, bir şey demiyorsun. Sen bir şey demezsin, izlersin sadece. Etrafında o kadar farklı insanlar var ki... Söyleyecek pek bir sözün yok. Kaçmadan önce seni seven Jesus ölür, kaç yaşında adam, Allah rahmet eylesin. Zoo New York'a gitmek üzere evden ayrılır. Olanların acısını söylemezsin, Idabel'le yürürsün. Little Sunshine'ın The Cloud Hotel'ine yürürsün, muska yazar sana. Sana muska yazar ve o muska üzerinde durduğu sürece hiçbir şey sana zarar veremez. Yılanlarla karşılaşırsın, otel lanet üstüne lanetlidir; ölenler, bataklıklar... Little Sunshine kalır orada bir tek, tatlı bir zenci bay. Başka sesler, başka odalar düşlerinin tellerini tıngırdatır. Tam olarak böyle anılmıştır bu. Sadece otel de değil, kediler insan öldürebilir. Evinde bir hayalet yaşıyor olabilir. Bulunduğun yerde her şey mümkün, çünkü o kadar sıkıcı bir yerde doğanın garip oyunlar oynaması ihtimali yüksektir. Her şeyin yalnız olduğu bir yerde garip şeyler olurken insanlar da yalnızlıklarının bilincine tam olarak varmaz mı?

"Ama hepimiz yalnızız yavrucuğum, korkunç yalnız, birbirimizden yalıtılmış; dünya öylesine azgınca alaya alır ki sevecenlikten söz edemez, onu gösteremeyiz; bizim için ölüm hayattan daha güçlüdür, karanlıkta esen bir rüzgâr gibi güçlü bir çekimi vardır ölümün, bütün haykırışlarımız sevinçsiz kahkahalarla kabaca yansılanır; öylesine yalnızlığın çöpüyle tıkabasa doluyuz ki patlayan ve yeşil yeşil kanayan bağırsaklarımızla çığlıklar atarak dünyada dolaşıyor, kalıcı olmayan yüreğin değişmez yuvası olan kiralık odalarımızda, kâbusumsu otellerimizde ölüyoruz." (s. 135)

Kaçtın ve hastalanıp geri getirildin, sana iyi baktılar ve bir ay boyunca yattın. İyileştiğinde Zoo'yu yanında buldun, yolda kendisine tecavüz etmişlerdi. Randolph'la gittin bu kez Little Sunshine'ın yanına, iyileşmiştin ve yürüyüşün bitmemişti. Döndüğünde kadını gördün yine, penceredeki hayaleti. Davetkârdı. Yanına yürüdün, ardında bıraktığın çocuğu son bir kez baktın. Bir şeyler değişecekti, neyin değişeceğini bilmemen hiç önemli değildi.

Sen Truman Capote'nin çocukluğundan izler taşıyordun genç; yalnız, kâşif. Evet. Holden Caufield'ın yanında bir yerdesin de, seni nereye koyacağıma bir türlü karar veremedim. Senin nerede olduğunu bilmiyorum, bir yerde bir zaman yaşadığını bilmek yeter.

Heinrich Böll - Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru

Medya çok etkili bir şey. Mesela paran var, reklamını yapacaksın. Gazeteye para ver, yap. Politikacısın, yakın olduğun medya patronlarından birine para ver, kolaylık sağla, rakiplerini izin gözüne sok. Yaa. Medya böyle bir şey. Pek İngilizvari Bir Darbe diye bir roman var, Agora bastı. Medya-iktidar ilişkisini on numara yansıtıyor. Tabii şimdi konu bu değil, konu Katharina Blum.

Bu gazeteler, dergiler falan büyük, çok büyük dedikoducu teyzeler gibi geliyor bana. Şu şöyle demiş, bu böyle demiş, tabii arada söylenmeyenler söylenmiş gibi yapılıyor. "İddia edildi, öne sürüldü, aklından geçtiği hipnoz yoluyla araştırıldı." Oha. Televizyon desen aynı şey. Hepsi birbirinden leş. Diziler iğrenç, haberlerde sörf yapan köpekler... Bu ne lan.

Katharina Blum, küçük şehirden gelip iyi insanlarla karşılaşarak bir şekilde düzenini oturtmuş, iyi kötü bir geliri ve daha da önemlisi kimsenin karışmayacağı ve istediği gibi yönlendirebileceği bir hayatı olan hoş bir genç kadındır. 24 yaşında falandı galiba. 18'inde mi ne, evleniyor ve çok geçmeden boşanıyor, çünkü kocası çok gıllo bir insan. Evlerde hizmetçi olarak çalışıyor Katharina. Temizlikçi deyip geçmemek lazım, iyi de kazanıyor. Yanında çalıştığı ailenin desteğiyle ekonomiyle alakalı bir kursu bitiriyor, diploma sahibi oluyor. Ek işler de yapıyor; otellere motellere, davetlere gidip içki falan dağıtıyor işte. O filmlerde şampanya taşıyan hanımlar beyler görürüz ya, öyle. Kazancıyla kendine ev alıyor, araba alıyor. Böyle güzel bir hayatı var. Evine erkekler geliyor arada bir, çünkü güzel kadın demiştik. Herkesin seks hayatı kendine.

Neyse, çalıştığı bu davetlerden birinde Ludwig Götten'le tanışıyor. Götten'in nasıl bir terörist olduğunu öğrenemiyoruz, kitapta yok. Lakin gayet kibar, nazik bir insan. Çok tehlikeli, polisler falan herkes adamın peşinde. O geceyi beraber geçiriyorlar, sabah Ludwig uzuyor. Polisler geliyor, Katharina'yı sorgulamak üzere götürüyorlar falan. Kabaca böyle.

Basın eleştirisi şu: GAZETE adlı bir gazete var işte, ne kadar da simgesel. Bu gazetenin bir muhabiri var, tam sansasyoncu. Katharina'nın eski sevgilisiyle konuşuyor, adam da kıza gıcık. "Zaten gomonik olacağı belliydi, beni beğenmedi de gitti teröristlerle fingirdeşti," tarzı konuşuyor. Adam Katharina'nın hasta annesiyle konuşmaya çalışıyor, kadının ölümüne yol açıyordu galiba. Yani felâket biri, zaten gazete de çöp gazete ama şişirme haberler sayesinde çok satıyor. Bağlantıları da kuvvetli haliyle. Bu arkadaşımız onunla röportaj yapıyor, bununla röportaj yapıyor, oradan giriyor, buradan çıkıyor derken öldürülüyor. Katharina Blum en sonunda kafayı yiyor çünkü, kadının ne hayat kadınlığı kalıyor, ne gomonistliği.Yanlarında çalıştığı ve kendisinin avukatlığını yapan çiftin de işleri zamanla bozuluyor, onlar da sansasyondan paylarını alıyorlar çünkü.

Marquez'in Kırmızı Pazartesi diye bir romanı var, oradaki anlatım tekniğine çok yakın bir teknikle yazılmış. Tamamen objektif, olaylara dışarıdan bakan bir anlatıcı var. En ince detaylara kadar veriyor ayrıntıları ve kronolojik olarak, bazen zamanda atlamalar yaparak ne olduysa, ne yaşandıysa görüyoruz, izliyoruz. Katharina, Ludwig'le nasıl tanıştı, yanlarında çalıştığı Blorna ailesiyle ilişkileri nasıldı, hapiste olan kardeşi GAZETE'de nasıl kullanıldı, polisler, dostlar, gazeteciler...

Böyle, ağır bir medya eleştirisi. Baader-Meinhof çete olayı var Almanya'da, oradan esinlenmiş Böll. İşte Baader eylemciymiş, hapse girmiş, Ulrike Meinhof da kendi halinde bir yazarken aktiviste dönüşmüş bir hanımmış, Baader'i hapisten mi ne kaçırmış, Baader evliymiş de karısı Meinhof'u kaçırma konusunda ikna mı ne etmişmiş. Böyle böyle garip olaylar olunca fırsatçı gazeteciler de sütunları acayip acayip çarpıtmalarlar dolduruyorlar. Tiraj güzel şey.

Böyle. Güzel.

24 Temmuz 2012 Salı

Truman Capote - Gece Ağacı

Gece Ağacı, A Tree of Night'ın içerdiği bütün öyküleri içermiyor, orada bir sıkıntı var. Çünkü her kitap, öykülerden dolayı ayrı ayrı, belirgin mizaçlara sahip olsa da kitabı bitirip kapağı kapadığımızda okuduklarımızın bize gösterdiğinden daha farklı bir ruha sahip olduğunu sezeriz. Gestalt gibi düşünelim. Bendeki YAZKO baskısında iki üç öykü eksik. Mümkünse Sel'den alın, orada tamdır. Gümüş Damacana adı altında bütün öyküleri toplanmış.

Gece Ağacı, Capote'nin belli izleklerinin toplandığı bir kitap. Sosyetenin parlak dünyası, saf çocukluk ve pek dile getirilmese de fantazya.

Bay Kötülük: Büyük şehre gelip sıkıntılı arkadaşlarıyla birlikte aynı evde yaşamaya çalışan genç bir kız var, kız bir gün düş satın alan bir adamın varlığından haberdar oluyor ve götürüp düşlerini satıyor. Bir ayyaşla tanışıyor; Oreilly. Adam düşlerini satmış, satacak pek bir şey kalmayınca da düştüğü sokaklar evi olmuş artık. Bay Kötülük'ün ne fena bir adam olduğunu söylüyor kıza ve düşler hakkındaki şuraya gel:

"Herhangi bir ses bir düşün başlamasına yol açabilir; gece bir otomobilin gürültüsü yüzlerce uyuyan insanı kendi varlıklarının derinliklerine doğru sürükleyebilir. Ne tuhaf bir şey, karanlığı yarıp geçen bir otomobil bir sürü düş getiriyor arkası sıra. Sex, ışığın birdenbire değişmesi, yatışın rahatsızlığı, bütün bunlar içimizi kolayca açabilen birer küçük anahtardır. Ama düşlerin çoğu kendimizden gelen zorlamalarla başlar. İsa'ya inanmam ben, buna karşın ruha inanırım; şimdi söyleyeceğimi iyi dinle, bebeğim: düşler ruhun düşünceleridir, yani bizim iç gerçeklerimiz. Bay Kötülük'e gelince, belki de onun kendi ruhu yok, başkalarının ruhlarını kullanıyor; senin ruhunu da, tıpkı oyuncaklarını, ya da tabağındaki bir piliç budunu aşırır gibi, aşırıyor, çalıyor. Yüzlerce ruh onun boş vücudundan geçerek dosyalara giriyor, sıra sıra." (s. 25)

Burayı okuduğumuzda düşünüyoruz ki bu olduğu gibi fantastik bir öykü. Lakin ki öyle değil, Capote'nin karakterleri ne kadar mucizevi olsa da -bu karakterlere doğaüstü özellikler barındıranları da dahil edelim- Capote onlara hep insani bir gözle bakmış, onların da insana özgü yönlerini ortaya koymuştur. Bay Kötülük hakkında pek bir bilgimiz yok; bir dairesi var, sekreteriyle birlikte çalışıyor ve her rüya başına, rüyanın kalitesine göre ödeme yapıyor. Bakkal gibi bir şey.

Bizim kız Sylvia daha fazla dayanamaz, zira bok gibi hissetmeye başlar. Yaşamı emiliyordur sanki. Düşlerini geri istemeye gider, Oreilly de fiştikler bir yandan. Kız geri gelir ve düşlerini geri alamayacağını, çünkü hepsini kullandığını söylüyor. Oreilly de uzun bir yolculuğa çıkıyor, ayrılıyorlar. Böyle.

Para Dolu Damacana: Anlatıcı küçük bir çocuk. Küçük bir kasabada amca Ed Marshall her türlü yiyeceğin, içeceğin satıldığı ve tüketilebildiği kafe gibi bir şey işletmektedir. Buraya rakip bir dükkan açılır, müşteriler oraya uzar. Sonra Marshall Amca bir elinde dört litrelik bir şarap damacanasıyla çıkar, döndüğünde damacanın içi beşliklerle, onluklarla doludur. Bir sürü bozuk para. Müdavim Hamurabi ve anlatıcı, plandan ilk kez orada haberdar olur: Amca bir yarışma başlatacaktır ve her 25 sentlik alışverişe damacanada toplamda ne kadar para bulunduğuna dair bir tahmin hakkı verecektir.

Capote'nin ana karakterlerinin yanında yan karakterlerini de gayet zengin detaylarla vermesi, hikâyenin çatısını güçlendirmekten ziyade güzelleştiren bir unsur. Hamurabi çok iş yapamayan bir dişçi, Mısırlı. Kısa öyküler yazıyor ve dergilere yolluyor, bütün öyküleri geri geliyor. Geyik bir adam.

Bu yarışma olayının duyurulmasından sonra dükkan dolup dolup taşıyor, herkes aşağı yukarı bir şey söylüyor ve bu tahminler bir deftere kaydediliyor. O sırada Appleseed ve ablası Middy çıkıyor ortaya. Appleseed ufacık çocuk, her gün gelip damacanadaki paraları bakarak "sayıyor" ve en sonunda kaç para olduğunu söylüyor. Doğru olup olmadığını söylemiyorum, Capote gayet ters köşeye de yatırabilir. Okuyan öğrensin hehe.

Benim Anlatışım: Oğlum çok fena ya; 16 yaşında bir genç, yaşıtı bir kızı hamile bırakır ve kızla evlenmeye karar verip kızın halalarının yanına taşınır. Halalar iğrenç insanlar, çocuğu itip kakıyorlar. Çocuk da en sonunda deliriyor falan. Trajikomik, süper bir öykü.

Miriam: Capote'yi edebiyat ortamlarına tanıtan öykü bu. Bildiğin klasik korku öyküsü denebilir. Dul bir kadın sinemaya gidiyor, bembeyaz ve upuzun saçlı bir kız var Miriam diye. Tek başına sinemaya giremiyor, dul kadından yardım istiyor. Kadın sokuyor bunu, sonra evine gidiyor. Ertesi gün Miriam kapıya geliyor, içeri giriyor, yemek falan istiyor. Kadının kocasından kalan yüzüğü alıp gidiyor. Kadın da korkuyor, bir şey diyemiyor. Çekingen bir insan bir de. Böyle olaylar, sonu tahmin edilebilir olsa da yine insan hayretle okuyor lan. Süper.

Son Kapıyı Kapa: İnsanları kullanarak, yalan dolanla daha iyi bir hayata kavuşmak isteyen genç bir adamın öyküsü. Sosyete ortamlarına girer, film yıldızıyla sevgili gibi bir şey olur. Ne kadar güzel. Fakat insanları kullana kullana hiç dostu kalmaz, gazeteye verdiği sahte evlilik ilanından sonra film yıldızı sevgilisi de terk eder bunu. Kendisini işe sokan arkadaşı da selamı sabahı keser, işinden de kovulur bir güzel.

Yaşadığı her şeyin sahte olduğunun farkında olmayan bir kendisi vardır, kendisini süper bir hayat yaşayacağına öyle bir inandırmıştır ki yaptığı kötülüklerden haberi bile yoktur. Sevgilisi Anne şöyle diyor bir yerde:

"Hiçbir şeyin içi dışına benzemez Walter. Kağıttan Noel ağacı, sabun parçalarından kar yapılıyor. İçimizde Ruh denen bir şey var; ölüyoruz ama aslında ölmüyoruz; evet, yaşarken de yaşayan biz değiliz. Seni sevip sevmediğimi öğrenmek istiyorsun, değil mi? Saçmalama, Walter, bize arkadaş bile denmez..." (s. 95)

İşte böyle. Walter yatacak yer bile bulamadığı bir gün otele gider, orada bir ayağı deforme olmuş garip bir kadınla tanışır, onun odasına gider. Bu sırada odaya bir telefon gelir, bu telefon aslında Walter'a uzun zamandır gelmektedir. Walter telefonu açar, karşıdaki Walter'ın kendisini çok iyi tanıdığını söyler ve kapar. Walter ağlamaya başlar, en sonunda bir kez daha çalar ve Walter'ı orada öylece bırakıveririz. Yani edepsiz bir insan olmamak lazım. Evet.

Gece Ağacı: Gencecik bir kız, hipnozcu bir adamla çok konuşan bir kadının yanında seyahat ediyor. Adam hiç konuşmuyor, kadınsa sürekli konuşuyor ve kızcağızı etkisi altına alıyor. Clive Barker'ın öyküleri gibi lan, köşeye sıkışmış gibi hissediyorsun kendini, için daralıyor. Psikolojik baskıdan kalbin sıkışıyor. Kız delirecek gibi olup iyice etki altına girdiğinde çantası elinden alınır, pardesüsü başına geçirilir. Böyle.

Çok güzel, Capote'nin insanları süper. Gıllo gıllo bestseller almayın da şunu alın he. Haydiyin.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Ambrose Bierce - Yaşamın Ortasından

Ambrose Bierce'ın öyküleri. Kendisi iç savaş sırasında cepheden cepheye koşmuş, dört beş yıl boyunca savaşmış ve kıçı hariç her yerinden yaralanmıştır. Haritacı olarak cephe gerisinde bulunmuş ama kafasından ciddi olarak yaralanmış Wikipedia'da yazılanlara göre. Orayı kaynak alacağım.

Savaştan sonra eleştirmenlik, gazetecilik. 1913'te Meksika'da devrime niyetlenen Pancho Villa'nın yanına gitmek üzere yola çıkıyor, çıkış o çıkış. Sonra bir sürü şehir efsanesi. Yok intihar etti, yok Meksikalılar bunu kurşuna dizdi. Ne olduğu hâlâ bilinmiyor. Huysuz herif, bir haltlar yiyip birilerini kızdırmıştır sanıyorum ama günahını da almamak lazım. Lakin alıyorum. Huysuz herif.

Kitap iki bölüm, orijinal ad aslında Tales of Soldiers and Civilians. Buna göre düşünelim; ilk bölümde askerlerin, ikinci bölümde sivillerin hikâyeleri var. Her iki bölümde de tipik Bierce şaşırtmacaları, katakullileri mevcut. Konsept bir kitap olmasına rağmen bütünlüğün dışında çok farklı hikâyeleri ve insanları da tanıyabiliyoruz; Bierce bir sınırlama getirmemiş öykülerine.

Askerler bölümünde iç savaşın dörtnala gittiği zamanların askerleri var. Üç dört hikâyeyi alacağım:

Owl Creek Köprüsü'nde Bir Olay: Beleş odun bulmak için yasak bir bölgeye giren adam, askerlerce asılmak üzeredir. Son düşündüğü şey, asılmak üzere olduğu köprüden bir şekilde atlayıp azgın sularda izini kaybettirmektir. Şans eseri ip kopar, kendini kurtarır ve derinliklere dalarak kurşunlardan da kurtulur. Yüzmeye başlar, arkasından toplar atılır. Mesela bu hikâyede ölümden kaçan bir adamın yanından vızır vızır geçen kurşunlar, ıslık çalarak düşen toplar öyle bir anlatılmış ki ikide bir arkasına bakıp koşmak istiyor okuyucu. Kaçan adamımız Peyton Farquhar, ailesine kavuşuyor ve sevinçten ağlayarak karısına kavuşuyor... derken görüyoruz ki meğerse boynu kırık, iki yana sallanıyor köprüde. The Life Before Her Eyes diye bir film vardı, oradaki hikâye. Eğer ölmemiş olsak neler neler olurdu. Falan. Aralarda Bierce'ın o güzel saptamalarına da denk geliyoruz:

"Ölüm öyle itibarlı bir şahsiyettir ki, gelişi bilindiği zaman onu en yakından tanıyanlar tarafından bile resmi bir saygı gösterisiyle karşılanır. Orduda sessizlik ve hareketsizlik saygı gösterisidir." (s. 18)

Tanrıların Oğlu - Şimdiki Zamanda Yazılmış Bir Çalışma: Band of Brothers'ta geçiyordu galiba; paraşüt birliğinde %10'luk bir kayıp makulmüş. Geç atlanır, yanlış yere inilir, havada kurşun yenir. Bu %10'un içinde olduğunu bilen asker ne yapardı acaba, veya tehlikeli bir göreve yollanan bir askerin daha sonra görüleceği üzere boşu boşuna ölmesi, askere ne hissettirir? Bu öyküde asker hissetmiyor, okuyucu görüyor.

"Bir asker asla düşmanını tam anlamıyla kendisi gibi insan olarak düşünemez; onların dünya dışında bir ortamda farklı koşullandırılmış, farklı türden yaratıklar oldukları hissinden kurtulamaz." (s. 37)

Kaybolanlardan Biri: Bir asker keşif için ordusunun önünde ilerliyor, düşman orduyu görünce tüfeğiyle üç beş düşmanı indirmek istiyor. O sırada karşıdan öylesine atılan bir top, bizim askerin gizlendiği yarı yıkık evi iyice haşat ediyor, asker yıkıntıların altında kalıyor. Ciddi bir yara almamış olmasına rağmen kurtulamıyor bir türlü. İşin kötüsü onu aramaya da gelemezler, keşifçi olduğu için zaten başına her şey gelebilir. Sonuçta bir türlü kurtulamıyor, öldükten 22 dakika sonra mensubu olduğu ordunun adamlarınca görülüyor ve ölümünün üzerinden 1 hafta geçmiş olduğu söyleniyor. Oysa 22 dakika lan. İşte böyle, Bierce'ın mizah duygusu trajikomik olaylarda belirgin.

Bunun dışında kendi ailesini bilmeden veya görev icabı öldürenler, sadakatsiz sevgilisi yüzünden orduya katılıp kahraman olanlar, hafiften delirip intihar edenler... Bak bu süper; askerin biri öküz gibi bir salıncağa biniyor. Salınca gerçekten öküz gibi ama, uçtun mu uçuyorsun yani. Adamın yaptığı aynen şu:

http://www.youtube.com/watch?v=kOMP58-DILA&feature=player_detailpage#t=444s

Havalanıp güm. Beyni başı patlıyor. Asker hikâyeleri böyle, sivillere gelelim.

Brownville'de Bir Macera: İki kız, bir adam ve bir izleyici/anlatıcı. Kızlardan biri ölür, adam şüphelidir ama diğer kızla arası çok iyidir. İzleyici de kafayı yer ulan nasıl oluyor bu diye. Diğer kız da ölür ama adamda ne bir pişmanlık vardır, ne bir şey. Adi piç, kızlar senin yüzünden öldü!

Adamla Yılan: Yılanlarla uğraşan bir bilimcinin yanında kalan arkadaşımız, yılanların gözüne bakıldığında hipnotize olunduğu fikrini saçma bulur. Bir gün odasında bir yılan görür. Giderek kafayı yer, çünkü inanmadığı şeyleri kendisi yapmaktadır. En sonunda kriz geçirerek ölür ama yılan aslında bir şeymiş de falan. Kara mizah yine.

Yine böyle öyküler var. Valla Saki, Bierce, bu tarz adamların öykülerini okumak bir yazar adayı için ufuk açıcıdır. Kurgu, öykü sonlandırma, olay, zaman kullanımı, bir sürü şey. İronik, iğneleyici, giderli bir üslup. Süper. Bir de Bierce'ın aynı yayınevinden çıkmış iki kitabı yok Türkiye'de, hepsi ayrı ayrı. O da ilginç bir şey.
Garanti okunmalı.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Heinrich Böll - İlk Yılların Ekmeği

Böll, Hitler'in gençlik birliğine katılmayıp Wehrmacht'a zorla alınınca Romanya senin, Fransa benim, savaşmak zorunda kalır ve dört kez yaralanır, ardından Amerikalılarca 1945'te esir alınır ve esir kampına götürülür, serbest bırakılır. Savaştan önce işi kitap satmaktır, ardından Universitat zu Köln'de Almanca falan bir şeyler okur. Savaşın bok ettiği psikolojisiyle 30 yaşından itibaren ilk öykülerini kaleme alır. Haliyle savaş vardır yazılarında. Tutunmak, yaşayabilmek, acıları bir şekilde geride bırakmaya çalışmak.

İlk Yılların Ekmeği'nde doğrulmaya çalışan 23 yaşında bir genç var. Çamaşır makinesi tamircisi, iyi kötü kazanıyor ama çalışma şartları ağır. Evinden ayrılmış, ailesiyle -daha doğrusu babasıyla- irtibatı koparmamış, yaşamaya çalışan genç bir adam. İşleri yolunda, arabası da var ama yaşam şartları zor. Çıraklar yurdunda eğitim görüp teknisyen gibi bir şey oluyor işte. İnce, zayıf.

Üç bölümden oluşuyor roman, ilk bölümde babadan bir telgraf geliyor. Bir zamanlar gencin öğretmeni olan Muller, Pedagoji Akademisi'nde okuması için kızı Hedwig'i gencin yaşadığı yere gönderiyor. Gencin adının geçtiğini hatırlamıyorum, genç diyeceğim. Genç ev tutmak üzere görevlendiriliyor. Babası da öğretmen, dolayısıyla babayla Muller arkadaş. Yapmam dese olmaz yani. Telgrafın ardından makineleri tamir etmek üzere evlere gidiyor genç, bu sırada geçmişi, ailesiyle yaşadığı yıllara flashback'ler yoluyla göz atıyoruz.

Romanın ana izleği yoksulluktan ziyade açlık. Alttan alta, derin bir açlık mücadelesi var.

"Orada, aynadaki yüzüme bakıp yüksek sesle: 'Hayvanlar gibi yiyebileceğim bir şey istiyorum...' diyordum." (s. 25)

Şu daha vahim. Genç, babasına yaptığı seyrek ziyaretlerden birinde:

"Ona açlığımdan söz açınca -sık sık sözünü etmezdim bunun ama, bazan ağzımdan kaçardı-, bir koşu mutfağa gider, yenecek ne bulursa kapıp getirirdi: Elma, ekmek, margarin, bazan da mutfakta dikilir, bana kızarmış patates yapmak için tavaya patates dilerdi. Bir seferinde elinde bir baş kırmızı lâhana ile mutfaktan çaresiz çıkıp gelmiş: 'Bula bula bunu buldum,' demişti, 'galiba salata yapılır bundan...'" (s. 25)

Anne ölmek üzere, gençle babası hastane odasında. Yandaki yatakta bir kadın yatıyor, annenin oğlu için sakladığı yiyeceklere göz dikmiş, kapsa yiyecek. Neyse, kadın ölüyor ve eşi gelip eşyaları topluyor. Bir gece önce et konservesi getirmiş ama bulamıyor onu, kadın da konserve geldikten kısa bir süre sonra öldüğü için adam kadının yediğini sanmıyor. Çıngar çıkarıyor, "Getirin ulan benim konservemi hırsızlar, hayvan herifler," diye ortalığı yıkıyor. Ortam böyle. Remarque'ın Siyah Anıt'ına bakarsak açlığın, enflasyonun ve ekmeğin değerini aynı ölçüde anlayabiliriz. Hatta olayı genel olarak ekonomi üzerine kurar Remarque, orada daha keskin saptamalar var. Bu romanın da güzelliği bu: Okuyucuya bazı şeyleri sürekli empoze ettirmek yok. Gencimiz savaşa da gitmiş ama savaştan sadece bir paragrafta, örtülü olarak bahsediliyor. Açlık hayatla bütünleşmiş bir olgu, her adımda karşımıza çıkmıyor, biz onun varlığını satır aralarında algılayabiliyoruz. Savaş sonrası bir genç nasıl yaşarsa onun romanı işte.

İkinci bölüm. Hedwig gelir, tanışırlar, gencimiz aşık olur kıza. Bankaya gider, bütün parasını çeker. Sahip olduğu bütün para her şeyidir aslında, o yüzden paraya bir insanmış gibi yaklaşır, banknotlara saygı duyar. Sonra itiraf eder kendine:

"Daima bilmiş olduğum, ama altı yıldır kendime hiç itiraf edememiş olduğum şeyi şimdi biliyordum: Bu meslekten nefret ettiğimi, şimdiye kadar denemiş olduğum bütün mesleklerden nefret ettiğimi... Bu çamaşır makinelerinden nefret ediyordum, kükürtlü sabun kokusuna karşı içimde bir tiksinti vardı, somut bir tiksintiden daha öte bir şey. Bu meslekte sevdiğim şey bana getirdiği paraydı ve bu para cebimdeydi; parayı tutup yokluyordum; hâlâ oradaydı." (s. 60)

Wickweber gencin patronu, kızı Ulla da gencin müstakbel eşi. Öyle bakıyorlar en azından. Romanda ekonomik durumun bir gencin psikolojisindeki tahribatını görebileceğimiz belli başlı iki nokta var. Birincisi, Muller'in Hedwig için tutulacak olan oda hakkında "ödenecek her kuruşuna değmeli" demesi. Bu söz, gencin en nefret ettiği söz, çünkü her kuruşa değecek şeyleri kendinden daha çok acı çekerek öğrenen bir başkasının olabileceğini düşünmüyor. Her şeyin fiyatını bilmek, küçük hesaplara göre yaşamak, insanı zaten her şeyin değerini bilecek bir hale getiriyor. İkincisi de patronun sattığı malzemelerin fiyatları. Burada anladığım kadarıyla enflasyona rağmen fiyatlarda düzenlemeye gidilmemesi gibi bir şey var, veya krizi fırsat bilerek parayı kırıyor Wickweber. Ekonomi ve dürüstlükle alakalı gencin fotoğraflarla ve negatiflerle ilgili kurduğu bir bağlantı var, nefis.

İşte Hedwig'i yemeğe götürüyor genç ve belli bir saatte tekrar buluşmak üzere kızdan ayrılıyor. Ulla'nın yanına gidiyor, yapamayacaklarını söylüyor. İlk yılların ekmeği olayı burada geçiyor; gencimiz Ulla'yı diyor ki lan bilader kız, bir ekmek fazla verebilirdiniz. İlk yılların ekmeği hesap birimidir, para birimidir. Bize çorba verirdiniz, midemiz ekşiye ekşiye çalışırdık. Baban leş gibi patrondu, sen de öylesin. Buna benzer şeyler diyor.

Hedwig'in yanına dönüyor genç ve bir gün içinde gerçekleşen onca olaya şaşırıp kalıyor. Açlığı, ölen sayısız çocuğun çığlığını, az daha yabancı bir erkekle gitmek üzere olan Hedwig'i ve geleceği düşünüyor.

"Artık ilerlemek istemediğimi biliyordum, dönmek istiyordum, amma nereye bilmiyordum; gerilere mi?..." (s. 142)

Böyle. Gayet güzel roman, helal.

20 Temmuz 2012 Cuma

Hekimoğlu İsmail - Minyeli Abdullah

İlk defa bir kitaba gerçekten kafa attım, böyle gıllo bir kitap olamaz çünkü.

Olayı nedir diye almıştım, şimdiye kısmet oldu. Onca baskı, film, yasaklanma derken merak ediyor insan. İslami kesim de hastası. Okuduk. Minye, Mısır'da bir yer. Dönemin Mısır'ı, Kral Faruk falan. Bunlar var.

Birincisi, kitap bir misyon kitabı. Özellikle bu yön üzerinde durulmuş ve kurgu, diyalog, zaman, bunları hiç sallamadan okumak zorundayız. Bunların bir olayı yok çünkü, zaten bunun bir roman olduğunu söylemek de cüretkarca olur. Tiyatro diyelim. Bundan süper tiyatro olurmuş aslında. Tiyatroda karakterler hakkında fikrimiz de olur hatta. 200 küsur sayfalık bu kitaptaysa karakterler kağıt parçası. Derinlikleri sıfır. İkincisi, nefret kitabı. Nefretle dini birleştiremeyen biri olmam bir yana, dinleri de hiç sevmem. Hepsi birbirinden gıllodur. Yansız yazacağım, dalga malzemesi olacak çok şey var ama olayı basitleştirmeyeceğim. Neyse, nefret kitabı. Komünistlerden, Batı'dan, İslamiyet haricindeki her şeyden nefret ediliyor ama bir yandan da feyz alınıyor. Garip bir şey, olaylarla görelim.

Abdullah isimli bir gencimiz var, okula gidiyor ama şöyle:

"Lâkin ortamektep, ona göre, bitmek bilmiyordu. Bir yanda futbol, ping-pong, öte yanda kız ve erkek arkadaşları onu -istediği halde- ders çalışmaktan alıkoyuyorlardı." (s. 7)

Kafaya gel adhsjk. Neyse, dalga geçmeyecektik. Gerçi buradan şu çıkarılabilir: Abdullah isimli kardeşimiz beceremeyeceği veya kendi dışında gelişecek işlerin olumsuz sonuçlanacağı düşüncesi konusunda sürekli başkalarını suçlayan çirkef bir kardeşimizdir. Örneklerine geleceğiz.

Evet, annesi sürekli okumasını söylemektedir Abdullah'a ama Abdullah okuyamaz, çünkü derste tarih hocası nasıl oluyorsa oturduğu masanın arkasında müstehcen bir vaziyette durur, çocuğumuzun da beyni yanar ve sorulara cevap veremez, düşük not alır. Dışarıda arkadaşına durumu anlatır, onlar da bir şekilde hocaya yetiştirirler. Hoca da kafayı yer, Abdullah'ı tokatlamaya başlar. Lan geçiyorum burayı, yazarken benim beynim yanacak.

Kahire'ye gidiyor Abdullah, çeşitli pilavlılara, feyzli abilere karışıyor. Dergilere abone oluyor. Lan dergi deyince aklıma ortaokulda abilerde test çözerken abone olduğum Sızıntı geldi. Böyle boş beleş bir dergi olamaz. Objektiflik mobjektiflik de kalmadı, devam ediyorum. İşte Kahire'de kitap okuyor fakat öyle şeyler okuyor ki diğer dinlerden, komünistlerden falan nefret ediyor, çünkü kitap boyunca göreceğiz ki komünistler karılarını satan, dinsiz ve imansız deyyuslardır.. Boynuzları kırılası iblislerdir, zira onlarda din, ibadet, maneviyat yoktur. Her şey maddiyat, karı emmek ve gömüşmektir. Komünistler kıç gibi insanlardır, hepsi ahlaksız ve sefil kepaze götlerdir. Onlara insan demek bile hayvanlıktır. Komünistleri gebertmek lazımdır, çünkü İslam falan değillerdir.

Evet, kitap boyunca süren komünizm düşmanlığını şu birkaç satırda toptan verip bir daha karşılaşmamanızı sağlayacağım. Zaten aşağı yukarı böyle şeyler yazıyor.

Apo liseyi bitiriyor, memur oluyor ve evleniyor. Çocuk falan oluyor arada. Sonra bir gün evladıyla yemekte konuşurken evladı din hususunda bir çocukla tartıştığını, çocuğa bir tane ekleyip burun kanattığını ve kaçtığını söylüyor. Apo'nun tepki şu:

"-Yavrum!
Abdullah; oğlunun kumral ve saçsız başını okşadı, bağırına bastı." (s. 20)

Vay anasını beyler bayanlar. İyi baba Apo.

Kısa kesiyorum; Apo'nun Kral Faruk/rejim hakkında kötü bir şey söylemesi jurnallenince hapishaneye tıkıyorlar genci. İşte çeşitli zalimlikler, hayvanlıklar. Apo'nun eşi Sevval galiba, boşanıyor ve ailesinin yanına dönüyor. Apo hapiste kalıyor, etrafına topladığı suçlularla pilavsız yapıyor. Bu pilavsız sohbetlerde hırsızlığın cezasının kol kesme olmasının süper olacağından, eskiden öyle olduğundan bahsediyor. Hapisteyken boşanma kağıdı geliyor kendisine. Oğlunu düşünüp okulda bir öğretmenin çocuğa babasının katil olup olmadığını falan sorduğunu hayal ediyor. İçi fesat adamın, böyle bir şeyi düşünen adama başka diyecek bir şey bulamıyorum.

Kurgusuz gideceğim, esas bölümleri verelim:

"Abdullah sahile oturmuş, gelecek yolcu gemisini bekliyordu. 'Kıbrıs burnumun doğrultusunda' dedi. Ve düşündü: 'Kıbrıslılar İslâmi bir hayat yaşasalardı iki paralık Rumlara, yâni gayrimüslimlere, yâni dört yüz sene İslâm idaresinde kalmış kölelere mağlup olurlar mıydı? Onların ayakları altında çiğnenirler miydi?" (s. 71)

"7.4 yetmedimi" mantığına ne kadar da benziyor, helal.

İslami kişilerin yediği naneleri görünce bunlar münferit işler diyor Apo'cuğum, aynı şeyi Batılılar için yapmıyor ama. Batı onun için tamamen leş, ahlaksız, pis bir şey. Genel çerçeveden görüşü böyle. Sonra bak olaya gel; ABD'ye gidiyor Apo, oraları inceliyor falan, rapor tutuyor gayet. Memleketi bu Avrupa devletleri tarafından cortlatılmış bir adamdan bahsediyoruz. Demek ki salt siyah, salt beyaz yokmuş. Bu açıdan romanla çelişen bir kahraman var ortada. İlginç.

Daha çok şey var, bitsin. Bu kitap böyle. Feyzlenmek isteyen okuyabilir, sonra gayrimüslim bir gence, "Sen kafirsin lan piç," deyip burnuna bir tane çakıp babasından eferim len alabilir.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Dino Buzzati - Tatar Çölü

Özeti şöyle: Taşrada bir memurluğa gittik. Giderken ne kadar çılgın işler yapacağımızı, vatana millete faydalı olacağımızı ve gönlümüzü hoş eyleyip geçecek günlerin mükemmelliğini düşündük. Vardık, küçücük bir yer, çalışmaya başladık. En başta gitme fırsatımız var ama gitmedik, çünkü sürekli güzel şeylerin olmasını bekledik. O güzel şeyler hiç gelmedi, biz de bir ömrü orada çürüttük. Tatillerde eve döndük ama ev bıraktığımız ev değildi, insanlar ve şehir değişmişti. Kendi evimizin yabancısı olduk ve elimizde kalan tek yere, taşraya döndük, hâlâ bir gün oradan çekip gitme umuduyla birlikte ama artık gidecek bir yer de kalmamıştı.

Giovanni Drogo, harbiyeden yeni mezun, 20'li yaşlarının te en başında bir genç. Görev yeri olan Bastiani'ye iki günlük bir yolculuğu var, şehirdeki dostlarıyla son kez görüşüyor, hoşlandığı kızla öpüşüyor falan ve yollara düşüyor.

Derelerden tepelerden geçerken uzaklarda bir yüzbaşı görüyor, heyecanla bağırıyor yüzbaşıya. "Ne var?" diye bağırıyor yüzbaşı. Tanışıyorlar, kaleye ulaşıyorlar.

Bastiani Kalesi. Çıkılan yolculuğun başında kurulan hayaller tazeyken kolay kolay yıkılamaz. Kalenin surları yıkık, çölün bir ucunda, terk edilmiş gibi gözüküyor. Dönmek istiyor Drogo, sağlık raporu alıp dönebilir. Doktor çeliyor aklını, veya kale çeliyor, veya gelecek planları çeliyor; dönmüyor Drogo. Dört ay sonunda daha rahat bir şekilde dönebileceğini öğreniyor, beklemeye karar veriyor. İlk gecesinde durmadan damlayan, uyutmayan bir sarnıç yüzünden uyuyamıyor. Düzeltilemeyen bir problem, kaleye tek bir çivi çakılmamış, çakılmayacak olmasının kanıtı. Kalenin bulunduğu bir yer, bir zaman yoktur. Kale orada bir anda belirmiş, bir daha da kaybolmamıştır. Kale insanlar için bir umuttur, hapishanedir de. Bu sarnıç kaynaklı şapırtıyı kitabın sonunda da duyarız, eriyen umudun sesidir.

Dört ayda çölü iyi tanır Drogo. Çöl, kalenin önünde bir başka hayattır. Zamanında Tatarlar varmış orada, sonradan kaybolmuşlar. Yine ortaya çıkmalarını bekliyor askerler, böylece savaşıp şan, ün, her neyse, ona kavuşacaklar. Bu sebeple de bu yarı viran kalede çok sayıda asker var, hayatlarından memnun olup olmadıklarını düşünemeyecek kadar uyuşmuşlar ve duvarlar haricinde zamanın nasıl geçtiğini anlayabilen yok.

Askerlik mevzusuna geliyorum. Kimi için Godot'dur beklenen, kimi için vebanın kökünün kurutulması. Müthiş bir hayat için eşşeğin öldüğü yerdeki kalede beklemek, yıllarca beklemek nedir peki? Bu ne demek oluyor seni kıçım? Diğerlerinde bir kurtuluş umudu yok, beklenen bir türlü gelmez, en azından bu düşünceyle garip bir teslimiyete kavuşur bekleyen; geçen onca zamandan sonra bekleyiş hayatın ta kendisine dönüşür ve gelişin de bir anlamı kalmaz artık. İşte bu kitapla diğerleri arasında bence en büyük fark bu. Burada birey kendi tercihiyle beklentiden sıyrılabilir, hayatına farklı bir yön verebilir. Drogo çok sayıda fırsat geçiriyor eline, fakat bir türlü o son adımı atamıyor, atsa da çok geç kalmış oluyor ve kös kös dönüyor kalesine. Birkaç yıldan sonra şehre iniyor mesela, general gibi bir adamla görüşüyor. Adam önce evladı gibi karşılıyor Drogo'yu, çünkü Drogo torpilli. Sonradan çirkefleşiyor general ve kaledeki askerlerin yarısının başka yere kaydırılacağından bahsediyor. Şimdi burası da ilginç; Drogo'yu orada tutmaya çalışıyorlar ama çaktırmadan, sanki kalmak Drogo'nun kendi isteğiymiş gibi. Bakıyoruz ki adamlar kendilerini sağlama almışlar zaten gitmek konusunda. Alegorik bir roman olduğu için bu göt adamları umut kırıcı olaylar olarak görürüz. Kitabın yazılışında II. Dünya Savaşı'nın etkilerini düşünürsek "hayatınızı yaşayın mallar" mesajının yanında militarizm eleştirileri de olur tabii. Prosedürlere körü körüne bağlı, hiçlikte yaşamayı kanıksamış insanlar arasında Kemal Sunal'la Şener Şen arasındaki "şafak-başak" geyiğinin tıpkısı dönüyor ve bir asker ölüyor. Başka bir asker, bir üstüne ne kadar güçlü olduğunu göstermek için soğuğa meydan okuyor ve donarak ölüyor. Kardak olayı gibi bir olayda bir tepenin ele geçirilmesi için askerlerin sürüklenmesi de cabası. İki temanın birleştiği nokta yine parolalarda gizlidir, ya da kabak gibi ortadadır, bilemiyorum:

"Giovanni makine gibi parolayı verdi: 'Mucize.' Nöbetçi de 'Sefalet' diye karşılık vererek silâhını indirdi. (s. 83)

Hayvan Çiftliği'ndeki gibi öküz alegori yok, yine de ortada olan şeyler yeterince göze çarpıcı. Bir de bendeki Varlık 1968 baskısı, muhtemelen ilk baskı.

Şehre dönünce sevdiği kızı da görüyor Drogo ama artık yabancı işte o insanlar, yaşadığı yerler. Aynnı günleri, aynı mutlulukları yaşamak mümkün değil. Eh, kalesine dönüyor Drogo, başka gidecek bir yeri yok.

Böyle bir ortamda büyülü olaylar elbet olacak; arkadaşı Augustina'nın ölümünü önceden görüyor Drogo. Bir gece beyaz atlı askerleri ve çekilen beyaz bir arabayı görüyor pencereden dışarı baktığında. Arabada şu bahsettiğim soğuktan donan asker Augustina var. Uzaklaşıyorlar işte, uçuyorlar. Savaşlarda ölmüş askerlerin ruhları muhtemelen. Augustina da ölürken görüyor bu atlıları. Aklın o dengeleyici, delirmekten uzak tutan etkisinden ne kadar uzaklaşırsak bilinmeyene o kadar yakın oluyoruz. Buradaki büyülü gerçekçiliği on yıl süren yağmurlarla falan bir tutmamak lazım zannediyorum. İnsanla özdeştir bu olaylar, insanın haberi olmasa da.

"Tahtırevan onu alıp götürürken gözlerini arkadaşından ayırıp başını eğlenir ve meydan okur gibi öne, alayın gittiği yöne çevirdi. Böylelikle neredeyse insanüstü bir soylulukla gecenin içinde uzaklaştı. Sihirli alay gökyüzünde kıvrıla kıvrıla, ağır ağır yükseldi, yükseldi; önce belli belirsiz bir iz, sonra küçücük bir bulut kümesi oldu, sonra hiç." (s. 148)

Çölden düşmanların gelmesi yıllar boyunca bekleniyor demiştim, bir gün ufukta bazı karaltılar göze çarpıyor. Yol yapıldığını düşünüyor bir asker, sonradan kalenin komutanı olacak. Neyse, düşmanların yol yaptığını düşünüyor fakat kış geldiği için aylarca beklenmesi gerekiyor, çalışmalar duruyor ve hiçbir hareket görülmüyor çünkü uzunca bir süre. Sonra gerçekten de savaşın patlak vereceği ortaya çıkıyor. 40 yıldır orada olan asker de var ve hayattan tek beklentisi şöyle sağlam bir savaş. Genelkurmaydan haber geliyor, iki birlik yola çıkmış kaleyi desteklemek için. Drogo kardeşimizin şanssızlığı; ağır hastalanıyor ve kale komutanı Drogo'yu şehre yollamak istiyor, çünkü yeni gelenlere yatacak yer lazım ve Drogo savaşta faydalı olamaz. Drogo da ellisine geliyor bu arada, o kadar zaman geçiyor yani, düşün. Bir iki gitmem çekiyor Drogo fakat yapacak bir şey yok, kendisi için getirilen bir arabaya bindirilip götürülüyor, savaş ve hayatı arkasında kalıyor, artık hiç hatırlayamadığı ve sevmediği dünyaya doğru yola çıkıyor.

"O zaman kalenin surları üzerindeki o soluğa soluğa bekleyiş, kuzeyin ıssız düzlüğünü o gece gündüz gözleyiş, meslek uğruna giriştiği zahmetler, o uzun bekleyiş yılları ona pek zavallı gibi göründü." (s. 245)

Böyle. Bir şeyleri beklerken hayat geçiyor. Bir şeyleri beklerken neyi beklediğimizi unutuyoruz. Bir şeyler gelmiyor, geliyor ve değersizleşiyor. Bir şeyler, beklemek. Bu. Kafka havası falan. Öyle.

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Jerzy Kosinski - Boyalı Kuş

Kosinski'nin çocukluğundan pek çok şey taşıyor olsa da Kosinski otobiyografik olmadığını söylüyor. Zaten değil, o kaygının güdülmediği daha ilk sayfalardan belli. Her şey savaşın, korkunun, dehşetin içinde gizli, hiçbir şey ortada yok. Bir çocuk ve şahit oldukları, bu kadar. Otobiyografik mi şimdi bu. Değil. O zaman loloya gerek de yok.

Kosinski çocukken annesinden babasından ayrılıyor, çünkü II. Dünya Savaşı'nda çocuğun bir başına daha kolay kaçabileceğini düşünüyorlar. Saklıyorlar en başta, tanıdıkların yanına veriyorlar. Sonra olaylar oluyor, bizimki kaçıyor. O sırada işte şahit olduğu dehşetler ve küçük bir çocuğun gözünden savaş, ölüm, seks, vahşet, of.

Çok kabaca, kısa kısa anlatıyorum çünkü savaş sırasında insanlar aynı. Köylüler daha doğrusu. Köylüler hayvanlık yapıyor, eğitimli kesim hayvanlık yapıyor. Savaş la işte.

En başta bu bizim çocuğumuz 6-7 yaşlarında. Kara gözlü, kara saçlı bir çocuk, bu yüzden sarışın ve mavi gözlü insanlar bu çocuğa çingene diyor ve çingenelerden ölümüne korkuluyor. Çingenelikten ziyade çocuğumuz Yahudi. Neden korktukları da belli oluyor böylece. Çocuğu vampir yerine koydukları bile oluyor. Bu kafada olan insanların neler yaptıklarını var sen düşün.

Çocuk 1939'da kaçmaya başlıyor, 1944'e kadar falan. Bu süreçte köylü çocuklardan bayağı bir sopa yiyor, yetişkenlerden sopa yiyor, bok çukuruna atılıyor. Bunu bazı çiftçiler yanına alıyor ama savaş ortamında olaysız bir yer yok, Almanların yaklaştığı duyulduğunda kıçına tekmeyi yiyor arkadaşımız. Bol kaçmalı, maceralı olaylar.

Sonlara doğru Kalmuk askerleri basıyorlar bir köyü, neler yapıldığını anlatamam. Çocuğun şahit olduğu barbarlıkları düşünün. Tecavüzler, sapık sapık olaylar, katliamlar, bilmem ne. Çocuk burada yakalanacak gibi oluyor, kaçmayı başarıyor. Bir süre sonra Rus askerleri basıyor zaten köyü. Bu noktadan sonra iki Rus, çocuğun en yakın arkadaşı oluyor. Biri Gorki'den bir şeyler okutuyor, diğeri de komünizm hakkında bilgi veriyor çocuğa. Çocuk aklı, düşünüyor ki lan harbiden Tanrı olsa bunlar olur muydu. Bir süre beraber takılıyorlar, sonra çocuğu veriyorlar bir böyle kayıp çocukların olduğu yere. He, bu arada çocuk o Kalmuk baskını sırasında galiba, konuşma becerisini kaybediyor, konuşamıyor hiç. Neyse, başka bir konuşamayan çocukla arkadaş oluyor, beraber kavga ediyorlar, beraber geziyorlar. Bir gün tren yolundaki bir makasla oynuyorlar ve oradan geçen bir trenin devrilmesini izliyorlar. Onlarca insan ölüyor. Sonra bu komünizm öğreten adamın arkadaşları bir köyde katlediliyor. Adamımız çocuğa diyor ki bak evlat, biri senin yanağına tokat attı mı onun eline işe. Böyle diyor. Sonra beraber gidiyorlar, adam keskin nişancı. Çat çat dört köylüyü gebertiyor, bir şey olmamış gibi geri dönüyorlar.

Sonda anne-baba çocuğu buluyor işte, ailesine kavuşuyor çocuk ama onlarla birlikte gidip gitmemeyi de düşünüyor. Onca dehşetin içinde hiçbir şeyin anlamı yok artık.

Gidiyor, yine çeşitli yaramazlıklar, uyuşturucu kuryeliği falan. Tutuklanıyor velet, sonra serbest bırakılıyor. Annesiyle babası garip garip bakıyorlar buna. En sonunda da konuşmaya başlıyor yine ve bitiyor.

Böyle. Savaşta bir çocuk işte, olayı bu. Bir de Kosinski'nin son söz olarak yazdığı bir yazı var, orada anlattığına göre bu kitap basıldıktan sonra deli tehditler almış. İşte komünizm övücüsü, yok kıç yiyicisi diye eleştiriyorlar bunu, ad hominem. Kosinski diyor ki lan bir kişi de çıkıp adam bunları yaşamış beyler, siz neyin paparasındasınız demiyor. Komik bir detay olarak da iki tane izbandut adam Kosinski'nin Manhattan'daki evine geliyor, içeri girip bunu pataklamaya başlıyor. Kosinski diyor ki baba ben o piçin kuzeniyim, vurmayın. Adamlar onu geberteceğiz diyorlar. Kosinski de düşünüyor ki lan bunlar benim kitabımdan fırlayan köylüler sanki. Olaya bakar mısın. Sonra bir şekilde silah çekiyor, kaçırıyor bunları Kosinski. Böyle.

Bizim Yaban'ın aşksızını, köylere yayılmışını düşünün. Daha doğrusu Ahmet Celal miydi, onun yerine küçük bir çocuğu ve gaddar insanları koyun. İşte budur. Ha şey vardı, Yahudi tutsakların sadece bir numaradan ibaret oldukları toplama kamplarından bahsediliyordu. Remarque'ın Hayat Kıvılcımı diye bir romanı var, bu numara insanlardan birini çok güzel anlatıyor. Savaşın korkunç yanını, cepheleri ve sonrasını çok genç bir Alman arkadaşın gözünden görmek isterseniz. Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok ve Dönüş Yolu. Remarque'ın bütün kitapları aslında.

Çok güzel anlatılmış diyorum, suçluluk duyuyorum, insanlığımdan utanıyorum.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Yaşar Kemal - Hüyükteki Nar Ağacı

Toplumcu gerçekçiliğin bir yanı büyük şehrin tutunmaya çalışan insanlarını anlatırken bir yanı da taşrayı anlatır. İkincisi, birincisinin köküdür aslında. Köylerinden çıkıp mevsimlik işçi olarak çalışmak üzere göç eden insanlar, bir süre sonra işsizlikten ve hastalıklardan kırılacak, ardından şanslarını büyük şehirlerde deneyeceklerdir. Orhan Kemal'in Gurbet Kuşları romanı bunun böyle lök diye oturan en somut örneğidir. "Suvazun köylüğünden" gelen kahramanımız, Anadolu'dan gelen diğer "kardeşleriyle" mücadele etmek zorunda kalır, yengilerinin ölçüsünde gecekondu olaylarına girer ve İstanbul'un pek dile getirilmeyen zorlu yanının sayfalardan çıkıp ete kemiğe bürünmüş binlerce şahidinden biri olur. Burada mücadele edilen yerini tutmuş, ekmeğini sağlama almış insandır, kendi insanı. Bir adım öncesinde yine böyle insanlar var, fakat bu insanların büyük şehirlerdekinden farkı teknolojiyi kullanıp cebini dolduracak ölçüde ekonomik refaha kavuşmuş olması. Bu açıdan baktığımızda daha ciddi, daha büyük bir problem var. Büyük şehir bir fırsat kapısı, ucundan tutabilen için yaşanabilir bir cennet adeta. Anadolu'da ise tek bir fırsat var, işçilik. İşte bu işçiliğin artık makinelerce yapıldığını düşünelim. Traktörler, biçerdöverler, bilmem ne. Marshall Planı'nı ele almayacağım; neye yarayıp yaramadığı, karşılığında ne ödünlerin verildiği bu yazının konusu değil. Daha doğrusu sadece bir yönü konuyla alakalı; tarım işçilerinin kapitalizme geçiş aşamasında yaşadıkları. Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Yaşar Kemal, Orhan Kemal bu insanları anlattı, bu insanların içinden çıkarak. Şunu paylaşıyorum ve bu bahsi kapayıp romana geçiyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=aiAWmexF8ZA


Yaşar Kemal'in yazdığı ilk romanmış Hüyükteki Nar Ağacı. 1951'de yazılmış, Yaşar Kemal'in vefat eden annesinin sandığında bulunmuş. Yaşar Kemal, hemen hemen hiçbir değişiklik yapmadan 1982'de okuyucuya sunduğu bu kitabı tekrar yazsa aynı şekilde yazmayacağını, fakat o yalınlığa, tazeliğe de ulaşamayacağını söyler, doğa-insan ilişkilerini en iyi anlamda verdiği yapıtlarından biri olduğunu da ekler. Mühim kitap yani, ona göre.

Bereketli Topraklar Üzerinde'yle paralel olarak okumak lazım aslında. İki romanda da köyden çıkıp iş arayan, ezilen insanlar var. Birinde fabrikalar var, birinde tarlalar. Ezenler aynı, değişen bir şey yok. Neyse. Memet, Hösük ve Aşık Ali, Çukurova'ya gitmeye niyetlenirler, çünkü toprak cansızdır ve onca insanı besleyemeyecektir. Tohumlar çürümüştür, yapılacak başka bir şey yoktur. Yola çıkarlarken Yusuf gelir. Yusuf, önceden Çukurova'ya gitmiş, sıtmayı kapıp dönmüş biri olarak bu üçünü uyarır, gitmemelerini söyler. Giderler,  çoban Memet çocuk da peşlerine takılır. Bir zaman sonra Yusuf da onlarla birlikte gelmeye karar verir. Öylesine bir açlık tehlikesi var işte.

Memet'in bir ablası vardır, hanım ağa. Yanına giderler, hanım bunları sallamaz. Traktörler, makineler gelmiştir ve işçilerin hemen hepsi kovulmuştur. Memet'i tanıyan bir çocuk anlatır bunları, çocuk şoför yapılmak üzere çiftlikte bırakılmıştır. İşçilikten şoförlüğe. Geleceğin mesleği.

Yolda kendileri gibi iş arayan köylülere rastlarlar, selamlaşırlar ve geçip giderler. Herkes dönüp dolanıp iş arıyor, sonra tekrar tekrar karşılaşıyor. Durum bu. Bir iki yerde iş tutmuş insanlara yardım ederler, su ve ayran içerler.

Bir ağayla karşılaşırlar, ağa bunlara tepeden bakar ve açlıktan kemiklerinin çıktığını söyler. Aşık Ali'yi aşağılar, aşıkların karın tokluğuna çalgıcılık yaptığını falan söyler.Aşık Ali'nin Dadaloğlu'nun soyundan geldiğini duyunca öyle de dalga geçer. Adamdan temiz bir sopa yemeden kurtulurlar. He, bir de adam bunlara iyi ki traktörlerin falan geldiğini, yoksa bu ağzı kokuşanlarla bir iş becerilemediğini söyler. Böyle ayı bir adam. Ağa işte.

Dönmeye karar verirler, dönüş yolunda Memet her gördüğü köye iş çıkar umuduyla gitmeleri gerektiğini söyler ama her seferinde elleri boş dönerler. Bol ağaçlı bir köy görürler, Hösük iyice fenalaşmış olan Yusuf'u taşırken Memet'e gider yapar. Çünkü her seferinde hayal kırıklığıyla ayrılırlar köylerden. Memet ısrar eder, giderler köye. Bu köy cennet gibi bir yer aslında, Çukurova'da gizli bir cennet köşesi. Gerçi yine iş yoktur ama köy ahalisi bunlara yemekler çıkarırlar, sıtma için Yusuf'a ilaç verirler. İhtiyar bir kadın, yaşlı bir nar ağacından bahseder. Ağacın altında bir gece geçirenler iyileşir, dilekleri yerine gelirmiş. Bu ikinciyi sallamış olabilirim dsfd, böyle bir şeydi. Sıtmaya tutulan köy ahalisi de zamanında bu ağaca gitmişmiş, iyileşmiş olarak dönmüşler. Bu bilgiyi veren ihtiyarın adı da Cennet. Sembole gel. Şu da var:

"Pembe hatminin üstünde çok kocaman bir mavi kelebek, öyle dondurulmuşçasına duruyordu.
Memet boynunu kıvırarak, ulan, diye düşündü, şu Allahın yangınında, şu bir damla suyun olmadığı yerde, şu kelebeğin işi ne..." (s. 45)

Böyle değil mi oğlum bu işler zaten. Savaş alanında bir tanecik çiçek vardır mesela. Hemen pes etmeyin gebeşler, her şey daha güzel olacak ve güzel olurken de siz ayvayı hamuduyla yiyeceksiniz anlamına geliyor bu. Saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar.

Yüzük Kardeşliği yolculuğa çıkar, amaç bu nar ağacını bulmaktır. Yolda Memet çocuk bir acayipleşir, aldırmazlar. Bir bostana gelirler, bostancı bunları pek sever ve ikramda şey etmez. Yani deli ikram yapar. Kavunlar, karpuzlar, bilmem neler. Ağacı buna sorarlar, bu da bilmediğini, fakat Lokman Hekim gibi bitkilerin dilinden anlayan bir adam olan Hasan Ağa'nın garanti bildiğini söyler. Hasan Ağa'yı beklerler, tarlalardan birinde açan çok nadide bir çiçeği almak için geleceğini söyler bostancı. Ağa gelir, hoşbeşten sonra öyle bir ağacın olmadığını söyler. Bizimkiler ısrar eder, öylesine inanmışlar çünkü. Adam yok der. Bizimkiler var der. Adam yok der ve kafasına odunu yer. Dsfd, yok lan, kandırdım. Bizimkiler eyvallahı çekip ağacı aramayı sürdürürler. Bostancıyla ağanın şu konuşması:

"'Kim bilir,' dedi. 'Belki de bulurlar. İnsanoğlu bu, çok keramet var insanda.'
'Çok keramet,' dedi bostancı." (s. 81)

Ağacı buluyorlar en sonunda, fakat kurumuş. Bir kökü kalmış. Yine de umutla uyuyorlar. Rüzgar sert estiği için sivrisinek tutmuyor orası. En büyük sıkıntı sivrisinekler, uyunmuyor bir türlü. Neyse, sabah uyanıyorlar. Memet çocuk yok, kaçmış. Giderken de Hösük'ün baba yadigarı hançerini yürütmüş.

Köye dönüş başladıkları gibi oluyor, umutla. Umut etmekten başka güç veren bir şey yok orada.

Böyle. Yaşar Kemal'in yeni bir dil, bir mitos yarattığından bahsediliyor bu kitap konusunda. Eserlerinin geneline yayarsak belki, fakat ben o coğrafyanın olaylarının olduğu gibi verilmesinden başka bir gaye düşünülmediğini sanıyorum. Dilin yalınlığı, bölge insanının kelimelerinin kullanılması oradaki hayatın, acıların yalınlığıyla bir. Yaşar Kemal'in bahsettiği sadelik bu işte; insanların teknoloji karşısındaki çırpınışlarını yalınlıktan başka ne verebilir? Bunun mitosla, dille bir alakası olduğunu sanmıyorum. Bu tamamen gerçeklerin olduğu gibi aktarılmasının sebebi. Sonucu da.

Bir de Anadolu'nun mucizeler diyarı olması. Hz. Ali'nin kondurduğu söylenen nar ağacı, cennet gibi köy, melek gibi insanlar... Belki de çirkinlikler içinde parıldayan bir iki nokta oldukları için mucize gibi geliyor insana.

Böyle. Dinleyin ulan develer, okuyun.

13 Temmuz 2012 Cuma

Dean R. Koontz - Tik~Tak

Koontz'un otomatiğe bağlayıp yazdığı kitaplardan biri sanırım. Tırt, okumayın. Ben üstüme düşeni yaptım, şimdi anlatayım.

Tuong Phan, annesi ve kardeşleriyle beraber savaşın yakıp yıktığı Vietnam'dan kaçan bir arkadaşımız. Fırsatlar ülkesi Amerika'ya geliyorlar, Tuong sekiz yaşında. Aile bir fırın kuruyor, kardeşler o fırında çalışıyor ama Amerikalı gibi hissettiğini vurgulamak için adını Tommy olarak değiştiren Tuong kardeşimiz bu fırında çalışmak istemiyor. Annesine karşı gelip tıp da okumuyor. Gazetecilik okuyor, bir de dedektifli romanlar yazıyor. Annesi bu duruma kıl oluyor, tam gelenek kadını. Memleketinden koparıldığı için adetlerini, örflerine falan sıkı sıkıya bağlı.

Neyse, bir Corvette alıyor Tommy ve evine dönüyor, yolda annesiyle konuşuyor ve yine annesine gider çekiyor. Ha, Corvette'i alırken üstünden bir gölge geçiyor ama ne bulut var, ne bir şey. Üşüyor falan. Eve dönerken radyodan ıhsı tıhsı sesler geliyor, hayalet sesi gibi. Corvette'i alma amacı yine Amerikalı gibi hissetmek ama bu sesler hoş olmuyor tabii. Eve dönüyor, geceleyin kapı çalıyor. Açıyor kapıyı, rüzgar vuuf diye esip yaprakları maprakları hep savuruyor. Sonra Tommy yere bakıyor, bir bebek.

Şimdi bakın. İnsanoğlu çok meraklı ve bu merakı yüzünden küsküyü yediği çoktur. Full Metal Jacket. Savaş alanında yerdeki bebeği eline alan askerin havaya uçması. Lovecraft'ın yazdığı bir öykü vardı, kapatılmaması gereken bir kutuyu kapatan mal çocuk. Mesela. Acayip bir ortamda acayip bir nesne varsa lan Allah aşkına, dokunmayın.

Mal Tommy bebeği alıyor, bebeğin eline batırılmış iğneyi de çekiyor. Bravo, zannedersem tek eksiğin o iğneyi de çekmekti. Sonrası fiks; bebek canlanıyor, yaratığa dönüşüyor, Tommy yeni arabasıyla evden kaçıyor ama meğersem bebek motora gizlenmiş, arabaya taklalar attırıyor. O sırada kaçarken bir kızla tanışıyor Tommy, gün içinde yemek yediği bir restorandaki garson. Kız bunu dinliyor ve anında inanıyor, çünkü kızın arabasının camına yapışıyor yaratık. Giderek büyüyor bir de. Lakin kız çok sakin, böyle bir şey olamaz. Meğersem kız uzaylıların bir deneğiymiş, doğumu uzaylılar sayesinde olmuş, bu yüzden psişik güçleri var biraz falan. Scootie isimli bir köpeği var, o da köpek kılığında bir uzaylı mıymış neymiş. Lan anlatırken bile patladım, saçma sapan bir roman dsfd. Sonunda yine sevişen bir çiftin olmasının yanında bu çift evleniyor bir de. Bir romanın da kötü ve sekssiz bitsin arkadaş ya.

6-7 saatimi heba ettim ama Koontz'un kredisi bende sonsuz, 3 TL'ye falan bulunursa alınabilir.

12 Temmuz 2012 Perşembe

Erhan Bener - Sonbahar Yaprakları

Erhan Bener'in denemelerinden oluşuyor. Dört bölüm. İnsan Çeşitlemeleri, Küçük Şeyler, Yaşasın Edebiyat! ve Eleştiri.

İnsan Çeşitlemeleri'nde dalkavukları, hırsızları, bürokratları vs. inceliyor Bener. Parsadan da var, Menderes de var, Napolyon da var. Çeşitli olaylar üstünden insanlar anlatılıyor, bu. Güzel, gayet okunuyor fakat araya fıkra sıkıştırmacalar, meşhur insanlara ait olduğu düşünülen şehir efsanesi tadında olaylara yer vermeler kahve ortamına döndürüyor güzelim denemeleri, sıkıntı burada. Bu bir yana, Bener'in bürokrat geçmişi sayesinde yaşadığı olayları aktarması gerçekten güzel bir tat katıyor. Bazı anıları var, oha diyor insan. Ülkeyi yönetenler bu kadar kafa yoksunu olamaz. Lakin ki olabilir, hâlâ öyle.

Bu bölümden bir iki örnek: Bener bir gün bir milletvekiline Hz. Muhammed'in deveyle seyahat ettiğinden bahsediyor, kendisinin niye süper bir araba kullandığını, deveyle seyahat etmediğini soruyor. Bu milletvekili mintan giyiyormuş ve Hz. Muhammed'in de böyle giyindiğini söylüyormuş. "Tabii yanıt bulamadı," diyor Bener, biraz cevab veremedi tadında. Ddsf. Said Nursi'nin eserlerinin Kültür Bakanlığı'nca kütüphanelerde bulundurulmasını da eleştiriyor. Kahve falı yardımıyla kötü biteceği baştan belli olan bir evliliği engellemesi de pek ilginç.

Küçük Şeyler bölümü de böyle. Şans oyunları, savaş oyunları, tesadüfler. Falan. Bunlar hakkında yine kişisel veya tarihsel örnekler. Zevkle okunuyor bu bölüm.

Edebiyatlı bölümde Türkçe, sansür, roman-teknoloji ilişkisi. Güzel.

Eleştiri bölümünde de eleştirmen-edebiyat ilişkisi, yanlış anlaşılmak. Böyle şeyler var.

Yani okunabilir gayet, deneme işte.

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Dean R. Koontz - Gecenin Ayazında

Öncelikle yardımlarını esirgemeyen Bostancı Oto Sanayi Sitesi insanlarına çok teşekkürler.

Çok uzun zaman oldu Dean R. Koontz okumayalı lan, yıllar oldu. İlk Onlar Yoktu'yu okumuştum, zoto zoto altıma gidiyordum. Nöbet, Kükreyen Mağara, Fanatikler pek güzel romanlardı. Gökdelenin tekinde bir katil tarafından kovalanan çiftin hikâyesi ne heyecanlıydı mesela. Bir de sanıyorum Koontz'undu; şirin bir sahil kasabasında The Good Son tarzı olaylar gerçekleşiyordu, küçük bir çocuk ve en yakın arkadaşı. Hani Macaulay Culkin'in psikopat çocuk olduğu, Elijah Wood'un masum çocuk olup altına sıçtığı film gibi. Deli gerer Koontz, deli gerer ve dönüp arkasına bakmaz bile. O kadar konuştuk, bir Stephen King demedik. King bana göre bir tık üstte olsa da Koontz'un germesi bambaşka bir şey.

Gecenin Ayazında'nın olayı subliminal mesaj. Pentagon'da çalışan bir adamımız bu yolla insanları kontrol edebileceğini keşfediyor ve üniversiteden pampası olan bir iş adamına bu durumu açıyor, o da Pentagon'dan bir generale açıyor. Üçü bir olunca formül rahatlıkla gelişiyor ve denek bir kasaba belirliyorlar, kasabanın suyuna formül dökülüyor, televizyondan da veriyorlar mesajı, veriyorlar mesajı. Sonra kasabaya gelen insanlar var, ilacın etkisinden bir şekilde kurtulan iki kasabalı var derken curcuna.

Bilince çaktırmadan bilinçaltını ele geçirmek, kafası mermere vurularak pekmezi akıtılan çocuk. Kısaca insanların sevişmesiyle ve mutlu olmasıyla biten bir diğer Koontz romanı. Benden geçtiğini düşünmüyorum, dolayısıyla pek beğenmememin sebebi 280 sayfaya tonla insanın boca edilmesi ve gereksiz ayrıntılar. Okunur tabii lan yine, Koontz çünkü.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Erhan Bener - Işığın Gölgesi

Erhan Bener'in biyografik romanı. Anlatılan kişi Cemil Eren, ressam.

Anlatım yöntemi acayip; ne olduğunu bilmediğimiz bir varlık var. Ajan gibi, hafiye gibi bir şey. Yukarıdan görev veriyorlar, bu da görevi yerine getiriyor. Son verilen görev de Cemil Eren adlı bir çocuğu izlemek. İnsan önce melek olduğunu düşünüyor, zira duvarlardan geçebiliyor bu anlatıcı, sonra insanların zihninden kolaylıkla silinebiliyor. Neverwhere okudunuz muydu, orada hani alt taraftan olanlar üst taraftakilerce rüya alemindelermiş gibi algılanıyorlardı. Burada da aynı şey var. Anlatıcının yaşlanıp yaşlanmadığını bilmiyoruz, kitabın bir yerinde Cemil Eren'in ya farkına varmadığı, ya da ses etmediği yazıyordu ki Eren bence ses etmiyor. Çocukluğundan beri kendisiyle birlikte olan, kendisini gölge gibi takip eden ve yaşlılığında da aynı yüzle, aynı vücutla yanında olan bir varlık var. Bir süre sonra kanıksıyor sanıyorum. Neyse, melek olmadığını anlıyoruz, çünkü uzay gemisi kullanabiliyormuş anlatıcı. Ya bu teknik bence olmamış, zira ressam olan Cemil Eren'in hayatı kendi sadeliği içinde gayet karmaşık ve daha da önemlisi bütünlüklü. Bir Bilim Adamının Romanı'nda Mustafa İnan ne kadar güzel anlatılmıştı, Oğuz Atay anlatıcı olarak iki üç yerde kendini gösteriyordu sanırım, o da kritik bölümlerde. Burada öyle bir şey yok, daima bu varlığın gözlerinden görmek zorundayız her şeyi. Doğallığı bozuyor bence, uzaylı ne la.

Öncelikle Cemil Eren'in çocukluğu. Cemil, Merzifon'da doğmuş. Baba dediği adam aslında amcası. Bir bankada odacı olan amcayla eşinin çocuğu olmaz, amcanın kardeşinin de çok çocuğu olur. Bir çocuğu veriyorlar, o çocuk da Cemil. Asıl annesiyle babasından kopmuyor Cemil, onlarla da görüşüyor. Böyle garip bir durum var.

Alevî olduğu için, dönem şartları gereğince biraz içine kapanık, suskun bir çocuk Cemil. Bener böyle yansıtıyor. Annesinin üstüne kuma getirilmiş bir çocuk Cemil, bu yüzden asıl babasını hiç sevmiyor, yine de babasının sanatçı yanından oldukça faydalanacak ileride.

Memlekette Tatar çocuklarla oynuyorlar, kavga çıktığı zaman Tatarlar bunlara, "Kızılbaşlar!" diyorlar, bunlar da Tatarlara, "Tatar balası, Allah belâsı!" diyorlar. Ne güzel bir çocukluk. Yaa.

Hikâye şu: Merzifon'dan Erzincan'a askeri okulda okumaya gelen bir çocuk. Para pul olmadığı için parasız bir yerde okumak zorunda Cemil. Abisi var, Kadir, onun da gazı oluyor biraz. Geliyor, deprem olana kadar gayet güzel okuyor.

Deprem çok fena; okul mokul ayakta kalmıyor, birçok arkadaşı ölüyor Cemil'in. Kendi de yıkıntıların içinden zorla kurtarılıyor. Konya'ya yollanıyorlar. Orada bir arkadaşından mandolin çalmayı öğreniyor, sonra kemana geçiyor. Bir yandan şiir yazıyor, bir yandan resme meraklı. Müziği bırakmasının sebebi komutanlar. Bir komutan, kemanı "kadınca bir merak" olarak değerlendirip aşağılıyor. Cemil için müzik orada bitiyor.

Resim askeri liseyle birlikte başlıyor. Resim hocası sadece hoca değil, resimle ciddi ciddi uğraşan bir adam. O başka bir hocayı tavsiye ediyor, o bir sergiye yönlendiriyor derken Eren için -Eren diyorum, çocuk büyüdü- askerliğin sonu geliyor. Bu arada köyde ilk cinsellik deneyimini yaşayıp kurda kuşa yem olmaması için tez elden evlendirilince bir de eş çıkıyor ortaya. Çocuklar, Harp Okulu'ndan ayrılış derken bir sanatçı olarak toslayarak başlıyor hayata.

Muhasebe kursu alıp muhasebecilik yapıyor, tabela boyacılığı yapıyor. Büyük sıkıntı çekiyorlar, iki de çocuk oluyor iyi mi. Yaşamı düzensiz, sürekli iş arıyor, günlük masrafları karşılayacak işler yapıyor, eşi rahatsız bu durumdan. Boşanıyorlar, çocuklar Eren'de kalıyor. Barış ve Zeynep. Biri tiyatrocu oluyor, diğeri heykeltraş. Bunlarla sınırlamak hatalı olur, sanatın her türüyle ilgileniyorlar. Daha buraya gelmedik tabii.

Bir de DP dönemi tutuklamaları başlıyor, Eren'i trene atıp doğruca Haydarpaşa'ya götürüyorlar. Aylarca yargılanmayı bekliyor felaket şartlarda. Aklanıyor, Ankara'ya geri dönüyor fakat bir arkadaşının ayarladığı işine devam edemiyor.

Böyle böyle ilk sergi geliyor, ikinci sergi, üçüncü, dördüncü derken alıyor yürüyor Eren. Seramik çalışmalarına başlıyor, kolaj çalışmalarına başlıyor. Figüratif, non-figüratif çalışmalarına devam ediyor. Ben resimden pek anlamadığım için burada Cemil Eren'in resim anlayışını anlatamayacağım, çok saçma olur. Ya adam beyazın tonlarının ağırlıklı olduğu çerçevelerde yapıyor resimlerini. Beyazdan renkler çıkartıyor denebilir. Dedim gitti. Seramik işinden de artan siparişler yoluyla para kazanmaya başlıyor ciddi anlamda. Yurtdışı bağlantıları, İstanbul'daki sanat camiasına giriş, resim eleştirileri, şu bu. Adını duyuruyor Eren, Almanya'da, ABD'de sergileniyor resimleri. Bodrum'da, Torba'da ev kiralıyor ve orada çalışmalarını sürdürüyor, altı ay da Ankara'daki evinde çalışıyor.

Kadınlarla ilişkileri ilginç, oraya girmiyorum. Eserlerini öven ilk kişinin Bilge Karasu olması sevindiriyor.

Kadınlar, Eren'in sanat-resim hakkındaki görüşleri, dönemin politik olayları ve sanat çevreleri, her şey. Bener Biraderler'le çekilmiş bir fotoğraftan oldukça yakın oldukları anlaşılıyor, Erhan Bener'in olayların çoğuna şahit olduğu, Cemil Eren'in hayatında önemli bir yerde bulunduğu söylenebilir.

Biraz kısa oldu ama böyle. Güzel.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Louis-Ferdinand Céline - Gecenin Sonuna Yolculuk

Öncelikle Ekşi Sözlük'ten diazepam'e çok teşekkür ederim, bu kitabı o yolladı bana. Kargo masrafını da karşılamış. Bari kargoyu ben verseydim. Niye veriyon.

Herkesin bir yazarı vardır. Gıllo gıllo şeyler okuyanlar olsun, güzel şeyler okuyanlar olsun, vardır bu. Mesela şöyle:

"Ben Robert Ludlum çok seviyorum, çünkü casus ve komplo ve savaş ve hölö."
"Öyle mi canım, öyle mi seni kıç? Ben Harry Potter'ı çok seviyorum, çünkü yazarından bana ne. ^^"

Var, değil mi? İyi okuyucularda bence kesinlikle vardır. Bu yazarı her yönüyle tanımaktan bahsedeceğim. Tanpınar'ı çok sevdiğini söyleyen bir adamdan beklediğimiz nedir? Benim beklentim şu: Öncelikle romanlar, şiirler, hikâyeler okunacak. En aşağı bir defa daha okunacak sonra. Mektuplar, ders notları, günlükler... Adam hakkındaki makaleler, kitaplar, ne varsa okunacak. Her yönüyle, her düşüncesiyle bileceğiz adamı. Olay bu olmalı. Benim yazarım Lovecraft, 14 yaşındayken bir abimiz tutuşturmuştu elime Cthulhu'nun Çağrısı'nı, gerisi geldi. Adamın hayatı boyunca yazdığı mektup sayısı aklımda. Duacısıyım.

Hakan Günday için de Céline'miş, lâkin ki Céline'in başka bir kitabını okumamış Günday. Sadece bu. Saplantı halinde, tekrar tekrar. Kinyas ve Kayra'yı okurken bir yabancılık hissetmiştim, nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama deneyeyim. Yabancı bir ses vardı ve Günday'ın sesini bastırıyordu. Hatta Günday'ın sesi ne kadar kendisine aitti, onu bile belirsizleştiriyordu. Gecenin Ucuna Yolculuk'u okuduktan sonra görülüyor ki olaylar haricinde deyişlerde, çatıda bir fark yok, yabancı sesin kaynağı bu. Aslında deyişlerde fark var, Günday'ın tespitlerinin pek başarılı olmadığını söyleyebilirim.

"6 milyar insanın yanından geçtim ve birini bile ellemedim?"

Mesela.

Evet, Gecenin Sonuna Yolculuk. Voyaj ö boğu dö la nuğa. Fransızca bilmiyorum, yapacak bir şey yok.

Şimdi öncelikle romanda yolculuk var zaten, yolculuk sırasında yaşanan olaylar ve düşündürdükleri. En ayıca haliyle romanın olayı bu. Ferdinand Bardamu adlı arkadaşımız romanın başında asker. Yaralanıyor, ordudan ayrılıyor. Bir iş buluyor, Afrika'ya gidiyor. Fransız sömürgelerinden birine, adı aklıma gelince yazarım. Gana mana bir şeydir. Afrika'dan ABD'ye geçiyor, ABD'den Fransa'ya dönüyor. Burada illerde, ilçelerde takılıyor. Bu arada doktor oluyor kendisi Fransa'ya dönünce, eğitimini tamamlıyor. Kitabı doktorluktan önce ve doktorluktan sonra diye ayırmak mümkün. Doktorluktan önce Bardamu'nün kadınlarla olan ilişkileri daha yoğun. Gezici bir kardeşimiz, her mekanda bir kadın bulabiliyor. Doktorluktan sonra insanlarla çeşitli olaylar. İlk bölümün içerdiği dünya çok daha geniş, zira yeni insanların, yeni yerlerin haddi hesabı yok. İkincide de insan bolluğu olsa da artık daha bir derinlikli mi diyeyim, veya yolculuğun yavaşlamasının dinginliğiyle  mi diyeyim yaklaşıyoruz. Böyle bir şey. Alıntılar yapacağım, o alıntıların birbirinden ayrı olduğu düşünülmesin. Kitap 15-20 yıllık bir dönemi anlatıyor. Söylenen her sözün, atılan her adımın birbiriyle bağlantısı var.

Sayfa sayfa incelemeyeceğim, temalardan gidelim. Bardamu asker, I: Dünya Savaşı sırasında Alman asker kardeşlerine sürekli kurşun sıkıyor. Ha pardon, sıkmadan önce şu var:

"O, yani albayımız, o ikisinin (Alman askerleri) neden ateş ettiklerini belki de biliyordu, Almanlar da belki biliyorlardı, ama ben, gerçekten, bilmiyordum." (s. 26)

Askerlik, vatan, millet, bok püsür. Bardamu'nün problemi bu: Çok affedersiniz, insanoğlu için pek bir sike yaramayan, ya da kolaylıkla manipüle malzemesi haline getirilebilen ve insanları öldürmek için silah gibi kullanılan bu kavramlar. Evini, aileni vs. savunmak başka bir şey, bazı götler daha da büyütülecek diye elinde bazukayla gülümseyerek poz vermek, tanımadığın insanlara doğru füze, el bombası sallamak çok başka bir şey. Donovan'ın Universal Soldier'ını dinleyebilirsiniz bu konuda. Full Metal Jacket'ı zaten izlediğinizi düşünüyorum. Bardamu için savaşta en iyi yön tayin aracı bok kokusu. Tezeklerle birlikte ölüm korkusuyla altına sıçan genç askerlerin bokları da kokuyor olabilir mi?

Robinson adlı bir de kardeşle arkadaş oluyor Bardamu, Robinson'ı unutmayalım. İleride sıklıkla karşılaşacağız.

Bardamu savaşın gerisine, şehre çekildiği zaman bu kez insanları inceler. Önceleri mahzenlerde edilen dansları gizlemenin manası kalmamıştır. Kadınlar iyice kızışmıştır, ihtiyarların çeneleri düşmüştür. Savaş gerisinde her şey yolundadır; yüzler güler, eğlencelerin haddi hesabı yoktur.

"(...) Aslına bakılırsa biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek." (s. 67)

Askerliğin özeti bu.

Lola'yla tanışıyor Paris'te Bardamu. Lola ABD'li, Fransızlara yardım etmek için geliyor ve hastanelere dağıtılmak üzere pişirilen lokmaları tadıyor. Bir de ağır vatanperver.

"Lolacığın Fransızca bilgisi birkaç cümleyle sınırlıydı, ama hepsi de vatanperver nitelikliydi: 'Onları haklayacağız!...', 'Vatan, Millet!...' Hazin bir durumdu bu." (s. 73)

Bir geçit töreninde Bardamu kafayı yer, resmen. İnsanlara, "Kaçın! Ateş edecekler! Defolun laan!" diye bağırır, çünkü merasim olduğu için çat pat ateş ederler, barut falan patlatırlar sanıyorum. Kelepçeleri takarlar, doğruca hastaneye. Savaş zamanı delirmek dünyanın en normal şeyi değil midir?

Lola arada ziyarete gelir, Bardamu Lola'ya korktuğunu, savaştan ve saçmalıklardan çok korktuğunu söyler. Cevaba gel:


"-Aaa! Siz demek gerçekten de korkağın tekisiniz, Ferdinand! Bir lağım faresi kadar tiksindiricisiniz...
 -Öyle, büsbütün korkağım, Lola, savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum..." (s. 84)


Savaşı gayet normal bir şeymiş gibi gören ilk insan ne zaman ortaya çıktı acaba. "İşgal/fetih var ve saldırın/savunun!" Her şeyin bu kadar basit olduğunu düşünmek hangi katliamlardan, hangi katliamların normalleştirilmesinden sonra başladı. Ölümden, savaştan korkmak ne zaman korkaklık oldu, ne zaman aşağı görülecek bir şey oldu ki? Bunu gerçekten soruyorum, soru işareti o yüzden. Bardamu'nün Lola'ya muazzam bir cevabı var, onu buraya almıyorum.

Bardamu, Bayan Herote adında birinin mekanına takılmaya başlar. Burası ticarethane, iki anlamda da. Musyne adlı kızımız burada beliriyor. Bardamu aşık oluyor biraz, lakin Arjantinli arkadaşlar kızı yiyorlar çok affedersiniz. Bu bölümde bir psikiyatrist üstünden ironik giydirmeler mevcut. Adam Sokrates'i kıskançlıktan ağlatacak ölçüde retoriksel. Bardamu'ye vatanseverliği, şuyu buyu bir güzel süsleyip yedirmeye çalışıyor. Fena.

Yaşadığı yere döner Bardamu, bir arkadaşıyla önceden çalıştığı kuyumcuya gider, iş bulamaz ve kibarca şutlanır. Atlar bir gemiye, doğruca Afrika. Gemi kısmı çok komik; Bardamu'yu sapık, ahlaksız bir adam olarak görüyorlar. Önce pis pis bakışlar başlıyor, ardından omuzlar momuzlar, sonra güvertede kıstırmaya çalışmalar, bilmem ne. Hayatının kurtarmaya çalışıyor Bardamu, en sonunda vatanseverlik, milliyetçilik vs. safsatalarıyla kendisini pataklamak isteyenlerin kafasını beynini iyice bir yakıyor ve kurtuluyor. Bardamu şöyle anlatıyor kendini:

"İstemeyerek de olsa, tüm yüzyıllar boyunca her yerde adı geçen, herkesin varlığından Tanrı ya da Şeytan'ın varlığı kadar haberdar olduğu, ancak yeryüzüne indiğinde ve yaşamda daima değişken, belirsiz biçimler içinde kalan, asla ele gelmeyen, o insanlığın yüzkarası vazgeçilmez 'aşağılık ve tiksindirici pislik' rolünü oynuyordum. Bu 'pisliği' nihayet kıstırma, nitelemek, ele geçirmek için ancak bu daracık gemide oluşabilen olağanüstü koşulların bir araya gelmesi gerekmişti." (s. 138)

Kıstırılmışlığa bakar mısın, kıç kadar bir yerde kalıyorsun ve etrafındaki herkes senin denize atılıp atılmadığını merak ediyor ya da kolundan tutup denize fırlatmak için fırsat kolluyor. Bardamu'nün hayatı bu şekilde özetleyen cümleleri var, fakat böyle, kendiliğinden ortaya çıkan minyatür dünyalarda söyleniyor onlar.

Koloni hayatının bu kadar sıkıntılı olabilme ihtimali bir yana, Bardamu'nün gemiden inince anlattığı kolonyal yaşam çok daha fena.

"Yansıttıkları renkler nedeniyle tropikal bölgenin insanlarını ve nesnelerini adilce değerlendirmek zordur. Renkler ve nesneler fokurdarlar. Tam öğle üzeri sokağın ortasına açılan küçük bir kutu sardalye bile o kadar çeşitli ışıklar saçar ki, göz ona bir kaza önemi atfeder. Dikkat etmek gerek. Orada isterik olan yalnızca insan değildir, nesneler de bu işe bulaşır. Yaşam ancak günbatımından sonra katlanılabilir bir hal alır, ne var ki karanlığa da derhal sürüler halinde sivrisinekler el koyarlar. Bir, iki ya da yüz değil, trilyonlarcası. Bu koşullarda paçayı sıyırmak, tam bir hayatta kalma başyapıtına dönüşür. Gündüz karnaval, gece kevgir, usulca da savaş." (s. 151)

Nesnelerin, yerin ve zamanın iç içe geçmesiyle birlikte ortaya çıkan sonu gelmez bir bunaltı. Bardamu'nün çalıştığı iş de iş değildir pek, zaten dert çekmekten pek uzun bir süre kalamayacaktır orada. Yerlilerin vaziyeti zaten fena, adamlara fena eziyet ediliyor. Ekonomik faaliyetler var, kimin ne yaptığı belli değil. O sıcakta normal tabii, adamlar buharlaşmamak için inat ediyorlar lan. Neyse, Robinson burada da karşımıza çıkıyor, işi bilen adam olarak. Çalıp çırpmış. Helal. Bu arada yer Gana değil, Togo'ymuş. Neresiyse neresi, New York'a geçiyorum, zira içim daraldı. Sefalet hikâyeleri var Afrika'da, okuyan öğrensin. Ööf.

New York. "Ayakta duran kent" imajıyla dalga geçmek, koca binalardan ürkmek, Amerikan ahalisinin Avrupa'dan gelen kürek mahkumlarını anarşist olarak görmesi, karantina. Arkadaşları, "İyice hastalanıp ölecen, gemiye dön," diyorlar, Bardamu dönmüyor ve pire-sayıcı olarak işe giriyor bir de! Sayısız pireyi çatır çatır eziyor parmaklarıyla. Bir insan bu konumda kendini ne kadar değerli hissedebilir? Bardamu'nün hiçbir hırtlığı için kendisine kızılamaz sanıyorum.

Terfi edilir ve şehre hesapları götürmek üzere yollanır. Koca şehir Bardamu'ye karşı, veya tam tersi. Lola'nın anısı canlanıyor bu sırada, Bardamu Lola'yı görmek istiyor. Amaç birazcık para koparmak. Koparmayı denemek. Lola bulunuyor, yanında dört arkadaşı var. Bardamu biraz soytarılık ediyor ve Lola'ya gidiliyor. Kız rahatsız, çünkü yeni bir düzeni var ve Bardamu geçmişte kalmış, rahatsız edici bir anı. Sinek daha doğrusu.

Burası komik. Lola "dostları" sayesinde parayı bulmuş, keyfi yerinde. Annesi kanser ve en iyi doktorlara tedavi ettiriyor, iyileşip iyileşmeyeceğine dair Bardamu'den fikir istiyor. Pkmfp, Bardamu karaciğer kanserinin asla iyileştirilemeyeceğini söylüyor. Bardamu'nün insan sevgisine sahip olmadığı söylenemez aslında, sadece kendisi için araç konumundaki insanları sallamıyor pek. İstediğini alıp uzaklaşmak istiyor, öbür türlüsü zaman kaybı. Lola ağlıyor, parayı verip kovuyor Bardamu'yü. Olacağı da buydu.

Ford'un fabrikasında işe giriyor Bardamu, burası Bukowski'nin eserlerine, hatta yaşamına da ilham veren bir bölüm. Factotum benzeri. Molly adlı hoş bir kızla da tanışıyor Bardamu, geziniyorlar bir süre ve üç hafta işe uğramadığı için şutlanıyor. Robinson yine burada, işler peşinde.

Molly'den ayrılmak zor oluyor, zira Bardamu eğer bir kadını, hatta bir insanı gerçekten sevmişse o Molly'dir. Fransa'ya dönüp eğitimini tamamlamak niyetinde Bardamu, bu yüzden bir gemiye atlayıp dönüyor ama Molly'den ayrılmak oldukça zor. Üzülüyor ve özlüyor Molly'yi.

İlk bölüm bu, ikinci bölümü çok kısa geçiyorum. Doktor oluyor Bardamu, üç beş paraya evden eve gidip doktorluk yapıyor. Bazen parasını alamıyor, bu yüzden kılıksız. Bir evden çağrılıyor, gittiği zaman karı-kocanın büyükanneyi akıl hastanesine yatırma planlarına uşak olmuyor, zira kendisinin hâlâ tiksindiği bir şeyler var. Robinson bu noktadan sonra önemli, bir kaybolup bir belirmiyor; hep var artık. Karı-kocayla anlaşıyor ve büyükanneyi öldürmek için bir gece yardırıyor ama büyükanne vuruyor Robinson'ı, adamın gözleri mahvoluyor. Sonra iyileşiyor, sevgili falan yapıyor ama sevgilisi de sıkıntılı bir kız. Robinson bir gün patlıyor, kız da bunu silahla vuruyor, ölüyor Robinson.

Bir tımarhanede çalışmaya başlıyor Bardamu, sonra oranın müdürü gibi bir şey oluyor. Bu noktadan sonra kumar alemleri var, çok şey var. Ben sıkıldığım için yazmayacağım artık, bu yazı da bir makale olmadığı için doğru düzgün bitirmememden dolayı çok da füfü.

Bir iki noktayı belirtip "kapatalım bu meseleyi".

Yiğit Bener'in sonsözünü pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim, Céline üslubuyla yoğurt yemek neden. En güzeli zaten yenmiş. Emeğe saygı, kendisine çok teşekkür.

Beat Kuşağı için süper kaynak olmuştur bu kitap, daha da bir şey demiyorum. Bu kadar.