21 Temmuz 2012 Cumartesi

Heinrich Böll - İlk Yılların Ekmeği

Böll, Hitler'in gençlik birliğine katılmayıp Wehrmacht'a zorla alınınca Romanya senin, Fransa benim, savaşmak zorunda kalır ve dört kez yaralanır, ardından Amerikalılarca 1945'te esir alınır ve esir kampına götürülür, serbest bırakılır. Savaştan önce işi kitap satmaktır, ardından Universitat zu Köln'de Almanca falan bir şeyler okur. Savaşın bok ettiği psikolojisiyle 30 yaşından itibaren ilk öykülerini kaleme alır. Haliyle savaş vardır yazılarında. Tutunmak, yaşayabilmek, acıları bir şekilde geride bırakmaya çalışmak.

İlk Yılların Ekmeği'nde doğrulmaya çalışan 23 yaşında bir genç var. Çamaşır makinesi tamircisi, iyi kötü kazanıyor ama çalışma şartları ağır. Evinden ayrılmış, ailesiyle -daha doğrusu babasıyla- irtibatı koparmamış, yaşamaya çalışan genç bir adam. İşleri yolunda, arabası da var ama yaşam şartları zor. Çıraklar yurdunda eğitim görüp teknisyen gibi bir şey oluyor işte. İnce, zayıf.

Üç bölümden oluşuyor roman, ilk bölümde babadan bir telgraf geliyor. Bir zamanlar gencin öğretmeni olan Muller, Pedagoji Akademisi'nde okuması için kızı Hedwig'i gencin yaşadığı yere gönderiyor. Gencin adının geçtiğini hatırlamıyorum, genç diyeceğim. Genç ev tutmak üzere görevlendiriliyor. Babası da öğretmen, dolayısıyla babayla Muller arkadaş. Yapmam dese olmaz yani. Telgrafın ardından makineleri tamir etmek üzere evlere gidiyor genç, bu sırada geçmişi, ailesiyle yaşadığı yıllara flashback'ler yoluyla göz atıyoruz.

Romanın ana izleği yoksulluktan ziyade açlık. Alttan alta, derin bir açlık mücadelesi var.

"Orada, aynadaki yüzüme bakıp yüksek sesle: 'Hayvanlar gibi yiyebileceğim bir şey istiyorum...' diyordum." (s. 25)

Şu daha vahim. Genç, babasına yaptığı seyrek ziyaretlerden birinde:

"Ona açlığımdan söz açınca -sık sık sözünü etmezdim bunun ama, bazan ağzımdan kaçardı-, bir koşu mutfağa gider, yenecek ne bulursa kapıp getirirdi: Elma, ekmek, margarin, bazan da mutfakta dikilir, bana kızarmış patates yapmak için tavaya patates dilerdi. Bir seferinde elinde bir baş kırmızı lâhana ile mutfaktan çaresiz çıkıp gelmiş: 'Bula bula bunu buldum,' demişti, 'galiba salata yapılır bundan...'" (s. 25)

Anne ölmek üzere, gençle babası hastane odasında. Yandaki yatakta bir kadın yatıyor, annenin oğlu için sakladığı yiyeceklere göz dikmiş, kapsa yiyecek. Neyse, kadın ölüyor ve eşi gelip eşyaları topluyor. Bir gece önce et konservesi getirmiş ama bulamıyor onu, kadın da konserve geldikten kısa bir süre sonra öldüğü için adam kadının yediğini sanmıyor. Çıngar çıkarıyor, "Getirin ulan benim konservemi hırsızlar, hayvan herifler," diye ortalığı yıkıyor. Ortam böyle. Remarque'ın Siyah Anıt'ına bakarsak açlığın, enflasyonun ve ekmeğin değerini aynı ölçüde anlayabiliriz. Hatta olayı genel olarak ekonomi üzerine kurar Remarque, orada daha keskin saptamalar var. Bu romanın da güzelliği bu: Okuyucuya bazı şeyleri sürekli empoze ettirmek yok. Gencimiz savaşa da gitmiş ama savaştan sadece bir paragrafta, örtülü olarak bahsediliyor. Açlık hayatla bütünleşmiş bir olgu, her adımda karşımıza çıkmıyor, biz onun varlığını satır aralarında algılayabiliyoruz. Savaş sonrası bir genç nasıl yaşarsa onun romanı işte.

İkinci bölüm. Hedwig gelir, tanışırlar, gencimiz aşık olur kıza. Bankaya gider, bütün parasını çeker. Sahip olduğu bütün para her şeyidir aslında, o yüzden paraya bir insanmış gibi yaklaşır, banknotlara saygı duyar. Sonra itiraf eder kendine:

"Daima bilmiş olduğum, ama altı yıldır kendime hiç itiraf edememiş olduğum şeyi şimdi biliyordum: Bu meslekten nefret ettiğimi, şimdiye kadar denemiş olduğum bütün mesleklerden nefret ettiğimi... Bu çamaşır makinelerinden nefret ediyordum, kükürtlü sabun kokusuna karşı içimde bir tiksinti vardı, somut bir tiksintiden daha öte bir şey. Bu meslekte sevdiğim şey bana getirdiği paraydı ve bu para cebimdeydi; parayı tutup yokluyordum; hâlâ oradaydı." (s. 60)

Wickweber gencin patronu, kızı Ulla da gencin müstakbel eşi. Öyle bakıyorlar en azından. Romanda ekonomik durumun bir gencin psikolojisindeki tahribatını görebileceğimiz belli başlı iki nokta var. Birincisi, Muller'in Hedwig için tutulacak olan oda hakkında "ödenecek her kuruşuna değmeli" demesi. Bu söz, gencin en nefret ettiği söz, çünkü her kuruşa değecek şeyleri kendinden daha çok acı çekerek öğrenen bir başkasının olabileceğini düşünmüyor. Her şeyin fiyatını bilmek, küçük hesaplara göre yaşamak, insanı zaten her şeyin değerini bilecek bir hale getiriyor. İkincisi de patronun sattığı malzemelerin fiyatları. Burada anladığım kadarıyla enflasyona rağmen fiyatlarda düzenlemeye gidilmemesi gibi bir şey var, veya krizi fırsat bilerek parayı kırıyor Wickweber. Ekonomi ve dürüstlükle alakalı gencin fotoğraflarla ve negatiflerle ilgili kurduğu bir bağlantı var, nefis.

İşte Hedwig'i yemeğe götürüyor genç ve belli bir saatte tekrar buluşmak üzere kızdan ayrılıyor. Ulla'nın yanına gidiyor, yapamayacaklarını söylüyor. İlk yılların ekmeği olayı burada geçiyor; gencimiz Ulla'yı diyor ki lan bilader kız, bir ekmek fazla verebilirdiniz. İlk yılların ekmeği hesap birimidir, para birimidir. Bize çorba verirdiniz, midemiz ekşiye ekşiye çalışırdık. Baban leş gibi patrondu, sen de öylesin. Buna benzer şeyler diyor.

Hedwig'in yanına dönüyor genç ve bir gün içinde gerçekleşen onca olaya şaşırıp kalıyor. Açlığı, ölen sayısız çocuğun çığlığını, az daha yabancı bir erkekle gitmek üzere olan Hedwig'i ve geleceği düşünüyor.

"Artık ilerlemek istemediğimi biliyordum, dönmek istiyordum, amma nereye bilmiyordum; gerilere mi?..." (s. 142)

Böyle. Gayet güzel roman, helal.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder