7 Temmuz 2012 Cumartesi

Louis-Ferdinand Céline - Gecenin Sonuna Yolculuk

Öncelikle Ekşi Sözlük'ten diazepam'e çok teşekkür ederim, bu kitabı o yolladı bana. Kargo masrafını da karşılamış. Bari kargoyu ben verseydim. Niye veriyon.

Herkesin bir yazarı vardır. Gıllo gıllo şeyler okuyanlar olsun, güzel şeyler okuyanlar olsun, vardır bu. Mesela şöyle:

"Ben Robert Ludlum çok seviyorum, çünkü casus ve komplo ve savaş ve hölö."
"Öyle mi canım, öyle mi seni kıç? Ben Harry Potter'ı çok seviyorum, çünkü yazarından bana ne. ^^"

Var, değil mi? İyi okuyucularda bence kesinlikle vardır. Bu yazarı her yönüyle tanımaktan bahsedeceğim. Tanpınar'ı çok sevdiğini söyleyen bir adamdan beklediğimiz nedir? Benim beklentim şu: Öncelikle romanlar, şiirler, hikâyeler okunacak. En aşağı bir defa daha okunacak sonra. Mektuplar, ders notları, günlükler... Adam hakkındaki makaleler, kitaplar, ne varsa okunacak. Her yönüyle, her düşüncesiyle bileceğiz adamı. Olay bu olmalı. Benim yazarım Lovecraft, 14 yaşındayken bir abimiz tutuşturmuştu elime Cthulhu'nun Çağrısı'nı, gerisi geldi. Adamın hayatı boyunca yazdığı mektup sayısı aklımda. Duacısıyım.

Hakan Günday için de Céline'miş, lâkin ki Céline'in başka bir kitabını okumamış Günday. Sadece bu. Saplantı halinde, tekrar tekrar. Kinyas ve Kayra'yı okurken bir yabancılık hissetmiştim, nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama deneyeyim. Yabancı bir ses vardı ve Günday'ın sesini bastırıyordu. Hatta Günday'ın sesi ne kadar kendisine aitti, onu bile belirsizleştiriyordu. Gecenin Ucuna Yolculuk'u okuduktan sonra görülüyor ki olaylar haricinde deyişlerde, çatıda bir fark yok, yabancı sesin kaynağı bu. Aslında deyişlerde fark var, Günday'ın tespitlerinin pek başarılı olmadığını söyleyebilirim.

"6 milyar insanın yanından geçtim ve birini bile ellemedim?"

Mesela.

Evet, Gecenin Sonuna Yolculuk. Voyaj ö boğu dö la nuğa. Fransızca bilmiyorum, yapacak bir şey yok.

Şimdi öncelikle romanda yolculuk var zaten, yolculuk sırasında yaşanan olaylar ve düşündürdükleri. En ayıca haliyle romanın olayı bu. Ferdinand Bardamu adlı arkadaşımız romanın başında asker. Yaralanıyor, ordudan ayrılıyor. Bir iş buluyor, Afrika'ya gidiyor. Fransız sömürgelerinden birine, adı aklıma gelince yazarım. Gana mana bir şeydir. Afrika'dan ABD'ye geçiyor, ABD'den Fransa'ya dönüyor. Burada illerde, ilçelerde takılıyor. Bu arada doktor oluyor kendisi Fransa'ya dönünce, eğitimini tamamlıyor. Kitabı doktorluktan önce ve doktorluktan sonra diye ayırmak mümkün. Doktorluktan önce Bardamu'nün kadınlarla olan ilişkileri daha yoğun. Gezici bir kardeşimiz, her mekanda bir kadın bulabiliyor. Doktorluktan sonra insanlarla çeşitli olaylar. İlk bölümün içerdiği dünya çok daha geniş, zira yeni insanların, yeni yerlerin haddi hesabı yok. İkincide de insan bolluğu olsa da artık daha bir derinlikli mi diyeyim, veya yolculuğun yavaşlamasının dinginliğiyle  mi diyeyim yaklaşıyoruz. Böyle bir şey. Alıntılar yapacağım, o alıntıların birbirinden ayrı olduğu düşünülmesin. Kitap 15-20 yıllık bir dönemi anlatıyor. Söylenen her sözün, atılan her adımın birbiriyle bağlantısı var.

Sayfa sayfa incelemeyeceğim, temalardan gidelim. Bardamu asker, I: Dünya Savaşı sırasında Alman asker kardeşlerine sürekli kurşun sıkıyor. Ha pardon, sıkmadan önce şu var:

"O, yani albayımız, o ikisinin (Alman askerleri) neden ateş ettiklerini belki de biliyordu, Almanlar da belki biliyorlardı, ama ben, gerçekten, bilmiyordum." (s. 26)

Askerlik, vatan, millet, bok püsür. Bardamu'nün problemi bu: Çok affedersiniz, insanoğlu için pek bir sike yaramayan, ya da kolaylıkla manipüle malzemesi haline getirilebilen ve insanları öldürmek için silah gibi kullanılan bu kavramlar. Evini, aileni vs. savunmak başka bir şey, bazı götler daha da büyütülecek diye elinde bazukayla gülümseyerek poz vermek, tanımadığın insanlara doğru füze, el bombası sallamak çok başka bir şey. Donovan'ın Universal Soldier'ını dinleyebilirsiniz bu konuda. Full Metal Jacket'ı zaten izlediğinizi düşünüyorum. Bardamu için savaşta en iyi yön tayin aracı bok kokusu. Tezeklerle birlikte ölüm korkusuyla altına sıçan genç askerlerin bokları da kokuyor olabilir mi?

Robinson adlı bir de kardeşle arkadaş oluyor Bardamu, Robinson'ı unutmayalım. İleride sıklıkla karşılaşacağız.

Bardamu savaşın gerisine, şehre çekildiği zaman bu kez insanları inceler. Önceleri mahzenlerde edilen dansları gizlemenin manası kalmamıştır. Kadınlar iyice kızışmıştır, ihtiyarların çeneleri düşmüştür. Savaş gerisinde her şey yolundadır; yüzler güler, eğlencelerin haddi hesabı yoktur.

"(...) Aslına bakılırsa biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek." (s. 67)

Askerliğin özeti bu.

Lola'yla tanışıyor Paris'te Bardamu. Lola ABD'li, Fransızlara yardım etmek için geliyor ve hastanelere dağıtılmak üzere pişirilen lokmaları tadıyor. Bir de ağır vatanperver.

"Lolacığın Fransızca bilgisi birkaç cümleyle sınırlıydı, ama hepsi de vatanperver nitelikliydi: 'Onları haklayacağız!...', 'Vatan, Millet!...' Hazin bir durumdu bu." (s. 73)

Bir geçit töreninde Bardamu kafayı yer, resmen. İnsanlara, "Kaçın! Ateş edecekler! Defolun laan!" diye bağırır, çünkü merasim olduğu için çat pat ateş ederler, barut falan patlatırlar sanıyorum. Kelepçeleri takarlar, doğruca hastaneye. Savaş zamanı delirmek dünyanın en normal şeyi değil midir?

Lola arada ziyarete gelir, Bardamu Lola'ya korktuğunu, savaştan ve saçmalıklardan çok korktuğunu söyler. Cevaba gel:


"-Aaa! Siz demek gerçekten de korkağın tekisiniz, Ferdinand! Bir lağım faresi kadar tiksindiricisiniz...
 -Öyle, büsbütün korkağım, Lola, savaşı ve içinde ne varsa hepsini reddediyorum..." (s. 84)


Savaşı gayet normal bir şeymiş gibi gören ilk insan ne zaman ortaya çıktı acaba. "İşgal/fetih var ve saldırın/savunun!" Her şeyin bu kadar basit olduğunu düşünmek hangi katliamlardan, hangi katliamların normalleştirilmesinden sonra başladı. Ölümden, savaştan korkmak ne zaman korkaklık oldu, ne zaman aşağı görülecek bir şey oldu ki? Bunu gerçekten soruyorum, soru işareti o yüzden. Bardamu'nün Lola'ya muazzam bir cevabı var, onu buraya almıyorum.

Bardamu, Bayan Herote adında birinin mekanına takılmaya başlar. Burası ticarethane, iki anlamda da. Musyne adlı kızımız burada beliriyor. Bardamu aşık oluyor biraz, lakin Arjantinli arkadaşlar kızı yiyorlar çok affedersiniz. Bu bölümde bir psikiyatrist üstünden ironik giydirmeler mevcut. Adam Sokrates'i kıskançlıktan ağlatacak ölçüde retoriksel. Bardamu'ye vatanseverliği, şuyu buyu bir güzel süsleyip yedirmeye çalışıyor. Fena.

Yaşadığı yere döner Bardamu, bir arkadaşıyla önceden çalıştığı kuyumcuya gider, iş bulamaz ve kibarca şutlanır. Atlar bir gemiye, doğruca Afrika. Gemi kısmı çok komik; Bardamu'yu sapık, ahlaksız bir adam olarak görüyorlar. Önce pis pis bakışlar başlıyor, ardından omuzlar momuzlar, sonra güvertede kıstırmaya çalışmalar, bilmem ne. Hayatının kurtarmaya çalışıyor Bardamu, en sonunda vatanseverlik, milliyetçilik vs. safsatalarıyla kendisini pataklamak isteyenlerin kafasını beynini iyice bir yakıyor ve kurtuluyor. Bardamu şöyle anlatıyor kendini:

"İstemeyerek de olsa, tüm yüzyıllar boyunca her yerde adı geçen, herkesin varlığından Tanrı ya da Şeytan'ın varlığı kadar haberdar olduğu, ancak yeryüzüne indiğinde ve yaşamda daima değişken, belirsiz biçimler içinde kalan, asla ele gelmeyen, o insanlığın yüzkarası vazgeçilmez 'aşağılık ve tiksindirici pislik' rolünü oynuyordum. Bu 'pisliği' nihayet kıstırma, nitelemek, ele geçirmek için ancak bu daracık gemide oluşabilen olağanüstü koşulların bir araya gelmesi gerekmişti." (s. 138)

Kıstırılmışlığa bakar mısın, kıç kadar bir yerde kalıyorsun ve etrafındaki herkes senin denize atılıp atılmadığını merak ediyor ya da kolundan tutup denize fırlatmak için fırsat kolluyor. Bardamu'nün hayatı bu şekilde özetleyen cümleleri var, fakat böyle, kendiliğinden ortaya çıkan minyatür dünyalarda söyleniyor onlar.

Koloni hayatının bu kadar sıkıntılı olabilme ihtimali bir yana, Bardamu'nün gemiden inince anlattığı kolonyal yaşam çok daha fena.

"Yansıttıkları renkler nedeniyle tropikal bölgenin insanlarını ve nesnelerini adilce değerlendirmek zordur. Renkler ve nesneler fokurdarlar. Tam öğle üzeri sokağın ortasına açılan küçük bir kutu sardalye bile o kadar çeşitli ışıklar saçar ki, göz ona bir kaza önemi atfeder. Dikkat etmek gerek. Orada isterik olan yalnızca insan değildir, nesneler de bu işe bulaşır. Yaşam ancak günbatımından sonra katlanılabilir bir hal alır, ne var ki karanlığa da derhal sürüler halinde sivrisinekler el koyarlar. Bir, iki ya da yüz değil, trilyonlarcası. Bu koşullarda paçayı sıyırmak, tam bir hayatta kalma başyapıtına dönüşür. Gündüz karnaval, gece kevgir, usulca da savaş." (s. 151)

Nesnelerin, yerin ve zamanın iç içe geçmesiyle birlikte ortaya çıkan sonu gelmez bir bunaltı. Bardamu'nün çalıştığı iş de iş değildir pek, zaten dert çekmekten pek uzun bir süre kalamayacaktır orada. Yerlilerin vaziyeti zaten fena, adamlara fena eziyet ediliyor. Ekonomik faaliyetler var, kimin ne yaptığı belli değil. O sıcakta normal tabii, adamlar buharlaşmamak için inat ediyorlar lan. Neyse, Robinson burada da karşımıza çıkıyor, işi bilen adam olarak. Çalıp çırpmış. Helal. Bu arada yer Gana değil, Togo'ymuş. Neresiyse neresi, New York'a geçiyorum, zira içim daraldı. Sefalet hikâyeleri var Afrika'da, okuyan öğrensin. Ööf.

New York. "Ayakta duran kent" imajıyla dalga geçmek, koca binalardan ürkmek, Amerikan ahalisinin Avrupa'dan gelen kürek mahkumlarını anarşist olarak görmesi, karantina. Arkadaşları, "İyice hastalanıp ölecen, gemiye dön," diyorlar, Bardamu dönmüyor ve pire-sayıcı olarak işe giriyor bir de! Sayısız pireyi çatır çatır eziyor parmaklarıyla. Bir insan bu konumda kendini ne kadar değerli hissedebilir? Bardamu'nün hiçbir hırtlığı için kendisine kızılamaz sanıyorum.

Terfi edilir ve şehre hesapları götürmek üzere yollanır. Koca şehir Bardamu'ye karşı, veya tam tersi. Lola'nın anısı canlanıyor bu sırada, Bardamu Lola'yı görmek istiyor. Amaç birazcık para koparmak. Koparmayı denemek. Lola bulunuyor, yanında dört arkadaşı var. Bardamu biraz soytarılık ediyor ve Lola'ya gidiliyor. Kız rahatsız, çünkü yeni bir düzeni var ve Bardamu geçmişte kalmış, rahatsız edici bir anı. Sinek daha doğrusu.

Burası komik. Lola "dostları" sayesinde parayı bulmuş, keyfi yerinde. Annesi kanser ve en iyi doktorlara tedavi ettiriyor, iyileşip iyileşmeyeceğine dair Bardamu'den fikir istiyor. Pkmfp, Bardamu karaciğer kanserinin asla iyileştirilemeyeceğini söylüyor. Bardamu'nün insan sevgisine sahip olmadığı söylenemez aslında, sadece kendisi için araç konumundaki insanları sallamıyor pek. İstediğini alıp uzaklaşmak istiyor, öbür türlüsü zaman kaybı. Lola ağlıyor, parayı verip kovuyor Bardamu'yü. Olacağı da buydu.

Ford'un fabrikasında işe giriyor Bardamu, burası Bukowski'nin eserlerine, hatta yaşamına da ilham veren bir bölüm. Factotum benzeri. Molly adlı hoş bir kızla da tanışıyor Bardamu, geziniyorlar bir süre ve üç hafta işe uğramadığı için şutlanıyor. Robinson yine burada, işler peşinde.

Molly'den ayrılmak zor oluyor, zira Bardamu eğer bir kadını, hatta bir insanı gerçekten sevmişse o Molly'dir. Fransa'ya dönüp eğitimini tamamlamak niyetinde Bardamu, bu yüzden bir gemiye atlayıp dönüyor ama Molly'den ayrılmak oldukça zor. Üzülüyor ve özlüyor Molly'yi.

İlk bölüm bu, ikinci bölümü çok kısa geçiyorum. Doktor oluyor Bardamu, üç beş paraya evden eve gidip doktorluk yapıyor. Bazen parasını alamıyor, bu yüzden kılıksız. Bir evden çağrılıyor, gittiği zaman karı-kocanın büyükanneyi akıl hastanesine yatırma planlarına uşak olmuyor, zira kendisinin hâlâ tiksindiği bir şeyler var. Robinson bu noktadan sonra önemli, bir kaybolup bir belirmiyor; hep var artık. Karı-kocayla anlaşıyor ve büyükanneyi öldürmek için bir gece yardırıyor ama büyükanne vuruyor Robinson'ı, adamın gözleri mahvoluyor. Sonra iyileşiyor, sevgili falan yapıyor ama sevgilisi de sıkıntılı bir kız. Robinson bir gün patlıyor, kız da bunu silahla vuruyor, ölüyor Robinson.

Bir tımarhanede çalışmaya başlıyor Bardamu, sonra oranın müdürü gibi bir şey oluyor. Bu noktadan sonra kumar alemleri var, çok şey var. Ben sıkıldığım için yazmayacağım artık, bu yazı da bir makale olmadığı için doğru düzgün bitirmememden dolayı çok da füfü.

Bir iki noktayı belirtip "kapatalım bu meseleyi".

Yiğit Bener'in sonsözünü pek beğendiğimi söyleyemeyeceğim, Céline üslubuyla yoğurt yemek neden. En güzeli zaten yenmiş. Emeğe saygı, kendisine çok teşekkür.

Beat Kuşağı için süper kaynak olmuştur bu kitap, daha da bir şey demiyorum. Bu kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder