31 Aralık 2014 Çarşamba

L. S. Vygotsky - Düşünce ve Dil

Vygotsky'yi başta KPSS gazileri olmak üzere eğitim bilimleriyle ilgilenmiş çoğu kişi bilir. "İdeal gelişim alanı", "içsel konuşma", "yapı iskelesi" gibi kavramlarının özetinin özetini ders kitaplarında bulabilirsiniz. Ben düşünceyle dil arasındaki iletişimi merak ettiğimden, dilin düşünceyi kısıtladığı vs. yolundaki tırto fikirlerimden ötürü kitabı okudum ve Vygotsky'ye saygı duydum, zamanının ötesindeki adamlardan biriymiş. Stalin dönemiyle birlikte eserleri yasaklansa da 1960'lı yıllardan itibaren değeri bilinmiş, araştırmaları psikoloji başta olmak üzere birçok dalda ses getirmiş.

Sorun ve Yaklaşım bölümünde dil ve düşünce konusunda o zamana kadar yapılmış araştırmalar hakkında görüşler yer alıyor. Vygotsky, bu iki mevzu hakkında araştırma yapılırken ayrı ayrı ele alındıklarını, karşılıklı bağımlılığın inceleme konusu yapılmadığını belirtiyor mesela. Önceki araştırmaların başarısız yönlerinin temel iki yaklaşımdan birinin seçilmesi yüzünden ortaya çıktığını belirtiyor; karmaşık psikolojik bütünleri öğelerine ayrıştırmak. Bu bütünlerin parçalanmasıyla ortaya çıkan öğeler, etkileşimden bağımsız oldukları için araştırmayı derin bir çıkmaza sürüklüyor. Suyun atomlarına ayrıldığı zaman ortaya çıkan sonuç buna örnek olarak verilmiş. Hidrojen yanar, oksijen yanmayı sürdürür, öyleyse bu ikisinden nasıl söndürücü bir şey çıkar ortaya, bu. Gestalt işte.

Diğer yolsa birimlere ayrıştırma. Bütünün temel özelliklerini taşıyan bir çözümleme ürünü, Vygotsky'nin araştırmalarının temelini oluşturuyor.

Piaget'nin Çocuğun Dili ve Düşüncesi Hakkındaki Kuramı adlı bölüme psikolojinin Piaget'ye çok şey borçlu olduğunu söyleyerek başlıyor. Piaget, yeni olguları ortaya çıkarıp bunları sınıflandırıyor ve araştırmacılar önünde yeni ufuklar açıyor. Tabii bundan sonra koca bir "ama" gelecek; bu olguların kaynağını göstermek açısından Piaget pek başarılı değil. İçe yöneliklik, mantık ve benmerkezci düşünce, Piaget'nin bütün kuramının temeli olsa da yaş kategorilerine göre bunlardan bazılarının kaybolması söz konusu değil Vygotsky için. Benmerkezci düşüncenin çocuğun mantığını ortaya çıkartan yegane olgu olduğu fikriyse eleştiriye açık. Piaget için benmerkezci konuşma, bireysellikten toplumsallığa geçiş ürünü olsa da Vygotsky için durum tam tersi. Çocuğun konuşmasının daha çok benmerkezci mi, toplumsal mı olduğu konusunda çocuğun yalnızca yaşına bağlı olmadığını, çevre koşullarının da önemli olduğunu belirtiyor. Çocuğun gelişiminde içsel süreçlerin yanında toplumsal mekanizmanın da önemli olduğunun üzerinde duruluyor. Birimlere ayrışan bir bütünün iki parçası.

Stern'in Dilin Gelişmesine İlişkin Kuramı, bir Stern yergisi. Stern, çocukta dilin gelişimini anlıkçılığa bağlar. Beyinde bir ışık yanması gibi. Bunun da türeyişsellikle, genetikle alakalı bir durum olduğunu belirtir ama Vygotsky, bunun bir şeyin neden öyle olduğunu değil, bir şeyin öyle olmasının sebebinin öyle olması dolayısıyla ortaya çıktığını açıkladığını belirtir, kısaca bir kapalı sistem, kısır döngü. Sonuç olarak içsel süreçlere verilen aşırı önem, çevrenin gelişim üzerindeki etkisinin incelenmesini perdelemiştir, Vygotsky'nin dediği bu.

Düşünce ve Konuşmanın Türeyişsel Kökleri  bölümü çok ilginç. Özetleyeceğim; maymunlarla insanlar arasındaki fark, anlıksal işlemlerin niteliğidir. Bir maymuna işaret dilini öğretebilirsiniz, bu yolla bir insan gibi konuşabilir ama aradaki fark, işaret dilinin işlevselliğinin bir yaratıya, farklı bir düşünce şekline dönüşmemesidir. Her şey ezberlenmiş bilgide kalacaktır çünkü insanla maymunun anlığı farklıdır. Bu konuyla ilgili bir belgesel izlemiştim, bir maymunla bir insan işaret diliyle iletişime geçmişlerdi. Muhabbet ediyorlardı adeta ama insanın zihinsel işleyişi farklı olduğu için yeni durumlara yeni sözü olabiliyordu. Maymunda bu mevzu yoktu. Böyle bir şey. Maymunun anlığına en yakın durum, insanın bebekliğinde var. Anlık düşünce şekilleri çok benziyor.

Vygotsky'nin çıkarımları şöyle: Düşünce ve konuşmanın türeyişsel kökleri farklı. Bağımsız bir şekilde gelişiyorlar. Falan

Gerisi KPSS kitaplarında yer alan bilgilerin nefis açılımları. Nesneleri isimlendirmenin, ismin anlam özelliklerinin gelişimi, monologların gelişimi, benmerkezcilikle toplumsalcılığın karşılaştırılması. Süper.

Meseleye kafa yoranlar için şahane bir kitap.

23 Aralık 2014 Salı

Veysel Atayman - Postmodern "Kurtarıcılar"

Bir derleme olsa da kaynaklar biraz silik, Atayman ele aldığı metinlere kendi fikirlerini de karıştırmış ve ortaya bu metin çıkmış. Metinlerin üzerine yorumlamalar yapıldığı için direkt Atayman'ın adını alıyorum.

Kahramanların geçirdiği değişimler üzerine kurulu, bir adet T-2000, Batman ve Neo içeren bu kitapta postmodernizmin yüksek sanatla halkın süper kahramanları arasındaki çizgiyi flulaştırma çabasının yanında The Matrix Trilogy'nin felsefi bir değerlendirmesi mevcut.

"Kurtarıcının Dönüşümü" adlı bölümde II. Dünya Savaşı'nın ardından kahramanların asık yüzlü, asi olmaktan çıkıp daha insani, duygu yoğunluklu karakterlere dönüşmelerinin öyküsü var. Humprey Bogart örneği veriliyor; Bogart'ın Casablanca'yla ortaya çıkan antifaşist, bir ideale sahip karakteri, kara dizilerin ve gangsterlerin dünyasının yavaş yavaş değişeceğini gösteriyor. Bu durum makinelerde daha garip aslında, onlar insanlara karşı üstünlük kuran varlıklar olarak bilinir. Mesela elin kırılmaması için bir robotla el sıkışılmaması gerektiği eski bir Gine-Bissau şakasıdır ama robotlar da değişim geçirir. Körfez Savaşı'nın bir simülasyon olduğu fikri ortaya çıktığında savaşa harcanan kaynaklar yüzünden daha fazla insanın ölmesine -savaşılan ülkenin insanlarının yanında devletten sosyal yardım göremeyen ABD vatandaşlarının ölümleri de var- yol açılmıştı. Aslında her şey televizyondan izlense de gerçekten birileri ölüyordu. Bombalar, tanklar, makineler karşısında insanın üstü geleceği fikri bu havada belirince T-800 bir ölüm makinesi olmaktan çıktı. İlk filmde önünde kimse duramazken ikinci filmde insanlaştırıldı. Duyguları anlama çabasını, gülümsemeye çalışmasını hatırlıyoruz.

Tipe bak memleket değiştir.

Benzer bir şey de Tarzan'la bilinen Johnny Weismüller'in olayı. Jungle Jim olmadan önce ağaçtan ağaca atlayan kaslı adamımız, yaşlanıp yağ bağlayınca güçlü kahraman mitosunun dışında kalır ve farklı bir karaktere bürünür. Zorunlu bir değişimdir bu. T-800'ün değişimi gibi. T-800 Öldürmemek zorundadır, makineye inmiş bir vahiy gibidir bu. İnsan makineyi yaratır, ona bazı kurallara uyması gerektiğini söyler ve hatta yaratılışına işler bunu; üç meşhur yasa gibi. T-800 belki de bu yasayla hareket etmektedir ki filmin sonunda yine insani bir duygu olan fedakarlıkla kendini imha eder. Düşünebilen bir robot çıkmıştır ortaya, insana oldukça yakın bir varlık. Diğer tarafta daha ileri bir teknoloji vardır: T-1000. Atayman'ın film incelemesinde eski-yeni teknolojinin ifade ettiği anlamlar var, burada kesiyorum.

"Batman" bölümünde göstergeler kaosu içinde oyuncak bir kurtarıcının etrafımızdaki gerçek kurtarıcıların yerini alması, göstergelerin göstergeleri içinde -The Lord of the Rings'in çekim aşamalarının belgeselleştirilmesi vs.- çocukluğun fantastik dünyasına dönüp gerçek dünyadan uzaklaşma gibi mevzular var. Superman ve Batman karşılaştırmasıyla bunun farklı şekillerde tezahürleri inceleniyor. Süper adamımız II. Dünya Savaşı'nın arifesinde ortaya çıkarak kötüleri cezalandırmaya başlamıştı. Başka bir gezegenden geliyordu ve yeni dünyasına kolaylıkla uyum sağlayabilmişti, kötülere karşı verdiği savaşta kendisini güçsüz bırakacak tek şey kendi dünyasına ait bir maddeydi. O maddeden ne kadar uzak olursa o kadar iyi. Yakışıklı kardeşimiz bu göstergelerle patlama yaptı ve yeni kahramanlar ortaya çıktı. Yeni bir endüstrinin doğuşunda farklı karakterler için farklı arka planlar oluşturuldu ve bu yapılırken dönemin toplumsal yapısı ele alındı. Bu açıdan büyük değişimleri süper kahramanlarda görmek son derece mümkün.

Yarasamız, abisine göre biraz muallakta kaldı. Karanlık yerlerde yaşıyor, gölgelerden bir anda fırlıyor, adıyla müsemma gotik bir kentte imgesini oradan oraya dolaştırıyor. Bela mı, kurtarıcı mı? Geçmişi ortaya çıkınca sevilebilecek bir karakter haline geliyor ama süper adamımızdan epey bir farklı. Gündüzleri playboy havasında gezip duruyor, son model arabalarıyla fink atıyor. Koca bir malikanede yaşıyor, partiler veriyor falan. Geceleriyse kurtarıcı oluyor, oradan oraya uçup ailesinin intikamını almaya çalışıyor. Clark Abi ise kendi halinde bir gazeteci. Orta direk bir ailede büyüyor ve hayatında bu çizginin dışına pek çıkmıyor. Atayman diyor ki Superman kardeşimiz büyüklerin kahramanıdır. Büyüklerin dünyasıyla çocukluk arasındaki çizgide gidip gelir, bir yabancılaştırma yaratmaz. Nükleer silahların dünyasında salt doğrunun yanındadır. Batman ise çocukluktan kopuşun acılarıyla doludur. Ailenin yok edilişi, hırslarla dolu bir dünyada  kısılıp kalmak, karanlık kent imgesi, hepsi bir araya gelerek büyüklerin acı dolu dünyasında bir göstergeler imparatorluğu oluşturur.

Geri kalanı 1950'li yıllardan itibaren Batman'in geçirdiği değişimler ve filmlerin incelenmesi. Dolu bölümler ama yine üşendim, geçiyorum.

The Matrix Trilogy faslına geldik. Bölümlendirme yapmadan direkt anlatacağım. Öncelikle filmlerin nasıl sınıflandırılacağı sorunu ele alınmış. Birçok farklı sınıflandırma önerisi ele alınarak Matrix'in BK janrın dahil edilebileceği söyleniyor. PKD için BK neydi, BK emekti. Farklı, vurucu, düşündürücü bir fikirdi işte. Görselliğin vs. yanında felsefeye de el atıldığı malum, buradan yaklaşıyoruz olaya. İnceden bir eleştiri de var; filmler yağdırdıkları referanslarla uçsuz bucaksız bir araştırma alanı açıyorlar. Atayman, felsefenin bu şekilde "ayağa düşürülmesini" eleştirse de bunun sorumlusunun filmler değil, aşırı meraklı okurlar olduğunu söyledikten sonra üç filmin çok daha fazlasını ifade ettiğini belirtiyor.

Üçleme, grunge gençliğinin amentüsüdür. İlk aksiyonlu sahneden sonra Mr. Anderson'ı odasında buluruz ya, bahsi geçen gençliğin odasıdır bu. Düşüncenin başladığı yerdir. Cogito ergo sum için bir doğuştur. İzleyici için odanın dışına çıkmanın sonucu farklı bir dünyaya açılmaktır, bu dünyada ileri teknolojinin kötülüğüne karşı yine insancıllığa sığınılacaktır. Arnold Abi'nin filmlerindeki mevzu burada da geçerlidir; Arthur C. Clarke'ın sözünü hatırlarsak insanoğlunun anlayamayacağı bir teknoloji, sihir gibi gelecektir, anlaşılamayacaktır ve insan da anlayamadığı, bilmediği şeyden korktuğu için bilinmeyenin korkusu bir savunma mekanizmasının ortaya çıkmasına yol açacaktır. Bilinen teknoloji, bilinmeyene göre daha üstündür, kabul edilebilirdir. Kontrol isteği, insanın önündeki en büyük engellerden biridir belki. Transcendence da ilgili bir konuyu işliyordu; insanoğlunun iyiliği için atılan bir sonraki teknolojik adım, anlaşılamadığında tehdit unsuru olarak görülecektir ve bertaraf edilecektir. Belli bir doğrultuda/hızda gelişen teknoloji, sıçramalara göre daha kabul edilebilirdir. Alien, 2001: A Space Odyssey, The Truman Show vs. gibi filmlerle birlikte incelenen bu mevzu derinleşmeye çok açık. İleri-geri teknolojinin yaratıları arasındaki farkın ortadan kalkmasıyla birlikte sanal-gerçek ayrımı da ortadan kalkacaktır, eh, düşünce her iki yolla da varlığını sürdürecek demektir. Bölünecektir de; ontolojik problemlerin belirmesiyle düşünce de kendi içinde ayrışacaktır. Bir sen-ben farkı ortaya çıkacak. PKD'nin paranoya ölçüsüne getirip incelediği öteki kavramı, bu durumun sonucudur. I, Robot'ta diğerlerinden farklı bir bilinç seviyesine ulaşmış robot için kendi varlığını sorgulama hali vardır. İnsanlara ne ölçüde benzer, bilinç seviyesi bir robotu ne kadar insanlaştırır, bunlar hep kafa patlatılası. Evet.

Ben bu kadarını alıyorum, gerisi çok daha geniş. BK hayranları, The Matrix Trilogy hastaları için süper bir derleme.

Bunu da alıyorum, bizim şarkı:



Travis bir de. Eski dost.

16 Aralık 2014 Salı

Nikos Kazancakis - Zorba

Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar'dan bir tane de Zorba yazmalı.

"Aleksi Zorba. Çok uzun boylu bir keşişe benzediğim ve başım yamyassı olduğu için kızdırmak istedikleri zaman 'Fırıncı Küreği' diye de çağırırlar. Ne derlerse desinler. Bir zamanlar kavrulmuş kabak çekirdeği sattığımdan ötürü bana 'Çakaçuka' da derlerdi. Sözde nereye gidersem zarar verip tünediğim için bağ kütüklerine dadanan 'Pas Hastalığı' adını takanlar da oldu bana. Başka takma adlarım da var ama, onları da başka zaman anlatırım." (s. 21)

Kazancakis önsözde Zorba'nın coşkun yaşamına dair pek çok olay var, güzel bir taş bulup görülmesi için davet mektubu göndermesi buna güzel bir örnek. Güzelliklerin birlikte yaşanarak paylaşılabileceğine inanan, bu yüzden de yerinde duramayan ve yaşam nerede tam anlamıyla yaşanabilecekse oraya giden bir gezgin, flaneur, sürgün. Zorba bu.

Anlatıcı, Girit'e gitmek üzere bineceği gemiyi beklerken İlahi Komedya'ya dalmıştır. Günahlar, cehennemler, erdem arayışları arasında başını kaldırdığı zaman belki de asıl aradığı şeyi bulacaktır. Dışarıda fırtına vardır, o fırtınanın içinde camın ardından birinin kendisine baktığını görür.





Meraklı bakışlar adam/insan aramaktadır. Bulur da, "Patron" diyeceği anlatıcıyı gözüne kestirir ve yanaşır. Patrona kendisini almasını söyler. Elinden birçok iş gelmektedir; yemek yapar, madencilikten anlar, kadınlardan anlar, savaştan anlar, kitapların arasına gömülmüş insanları silkeler, gözden kaçan güzellikleri ortaya çıkarıp sunar, canı istediğinde santur çalar. Sadece canı istediğinde. Sırtındaki santuru belki de daha kitabi duygular içindir; kelimelerle anlatamayacağı şeyleri müzikle anlatmaya çalışır. Dans bir de. Çok mutluyken oynar. Başkaları için büyük yıkım anlamına gelen olayların ardından bile oynar, görkemli bir yenilgiyi hak ettiği şekilde karşılayamamaktan korkar.

Anlatıcı, dedesinden kalan maden ocağı için Girit'e gitmektedir. Tatil için, belki kafa dinlemek için. İş ilgilendiği bir şey değil. Düşünce adamı aslında; Buda'nın hayatını inceleyen, Budizm üzerine kafa yoran bir adam. Çok okur, yanında getirdiği sandıkların için kitaplarla doludur. Çok okuduğu için yaşama dair bazı şeylerden geri kalmıştır, kadınlardan mesela. Gizeme okuyarak ulaşmaya çalışır, oysa Buda'nın evden ayrılışı, bir kahraman olarak tek başına çıktığı yolculuk ona bir şekilde yol göstermeliydi, değil mi? Değil, Zorba karşısına çıkana kadar sayfalarda hayatın şifrelerini aramıştır. Zorba'yla birlikte Buda'yı daha farklı düşünmeye başlar, hatta ikisi arasında bağlantılar kurar. Zorba'ya bağlanması bu yüzden. Gemideyken okuduğu kitaptan bir alıntı: "BUDA: Benim ne öküzlerim, ineklerim var; çayırlarım da yok. Hiçbir şeyim yok. Hiçbir şeyden korkmam; sen de istediğin kadar yağ, gökyüzü!" (s. 28) Zorba'da kitaplarda bulamadığını bulur, yaşamın ta kendisi. Arayıştaki iki kahraman birbirini bulur, birbirlerini tamamlarlar. Düalistik bir şey. Zorba'nın dediği gibi, bir işe başlarken tanrı yanda olacaksa şeytan da olmalı. Her şey böyle sürüp gider.

Yolculukta, madenin açılma işlemleri sırasında kaldıkları kasabada birbirlerini iyice tanırlar. Zorba'nın yaptığı yemekler yenirken kitaplara, kadınlara, şaraplara dair konuşulur. Belki şaraplara dair değil ama burada bir metni yeniden yaratıyoruz, olsun o kadar. Neyse, Savaş hakkında söylenenler, söylenemeyenler Zorba'nın yüzünden okunurken bir sıkıntının kucağına düşmeyenler bizden değildir. Zorba da savaşmış, Türklere, Arnavutlara karşı. Boş bir şey olduğunu söylüyor, başka bir şey demiyor. "(...) 'Dünyaya özgürlüğün gelmesi için bu kadar cinayetler ve alçaklıklar mı gerekli yani? Çünkü oturup sana işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey anlamıyorum!..'" (s. 31)

Maden kazası, kasabadaki kadın-erkek ilişkileri, Zorba'nın bir kadını korumak uğruna bütün köyü karşısına alıp bıçak kavgasına girmesi, bir kadını geri çevirmenin işlenecek en büyük olması, Dul Meryem'in yolunu benimseyip tanrıyı anlama çabası, Zorba'nın ölü evladı, uzun bir yol. Anlatıcı kadınlara yaklaşımını değiştirecek. O da değil, hayatı değişecek. Zorba'ysa yoluna devam edecek. Birbirlerini son kez gördüklerini bilerek ayrılacaklar. Mektuplar, telgraflar, sonra bu dostluğun arasına ölüm girecek. Hani dibine kadar yaşamış bir adam hayattan ne kadar kopabilecekse.

Final sahnesiyle bitiriyorum, yazacaklarımın yarısını bile yazmadım ama her şeyi hatırlamak için bu kadarı yeterli. Ya, finalden önce bir tane şarkı yazdım, onu vereyim.



İşte şimdi bitti:

Philip K. Dick - Toplu Öyküler 2 / Kader Ajanları

Dick'in öyküleriyle Terra'ya, Proxima Centauri'ye, düzeni bozmaya, yeni düzen kurmaya, yabancılaşmaya, Soğuk Savaş'ın ötekileştirici etkisine, insanın kimlik karmaşasına muazzam bir yolculuk.

Norman Spinrad'a göre 1950'lerin başlarında yazılan öyküler belli bir tema etrafında döndüğü için okurda tekrar tekrar aynı şeyi okuyormuş hissi yaratıyor. PKD'nin BK dergileri için kısa bir sürede yazdığı bu öykülerin birbiriyle olan minik bağlantıları, distopik dünyalarda geçen yıkım hikâyeleri belli bir döngü oluştursa da PKD'nin okura verdiği anahtar fikirlerin farklılığı bu açıdan tekrara düşülmesini engelliyor. Bu ilk dönem öykülerinde bir olgunluk, düşünen bir adamın paranoyayla paralel giden fikirleri var. İlk kitabın girişini hatırlarsak diğer ihtimalleri düşündürüyor PKD; başka türlü bir dünyayı anlamlandırma çabası, olasılıkların arasında okurun kafa yoran bir adam olarak yalnızlığı, çok keyifli lan.

Okuyalı bir ayı geçti, hatırlayamadığım yerleri sıkabilirim.

Kurabiye Hanım: Fantastik bir hikâye. Küçük bir çocuk, kurabiyeleriyle aklını çelen yaşlı bir kadının yanına gidiyor ve ailesi bu durumdan rahatsız. Kadın, çocuğun enerjisini emiyor, gençleşiyor ve çocuğu yavaş yavaş eritiyor. Son gidişinden sonra çocuk eve dönüyor ama 80 yaşında bir insan gibi. Eve ulaşamıyor da zaten, kapıyı çaldıktan sonra rüzgara karışıyor. Annesi kapıyı açıp bakıyor ki kimse yok. Of, biraz korkutucu.

Kapının Arkasında: Bu da ilk hikâye gibi. Eski bir guguklu saat ve bir adamın mücadelesi. Adam, kuşta bir terslik olduğunu fark ediyor ve eşiyle arası bozuluyor galiba, saat takıntısı yüzünden. Bir gün saatle uğraştığı sırada -kuşa saydırıyor falan- kuş fırlayıp bunu hacamat ediyor. Ölüm nedeni anlaşılamıyor bir türlü. Böyle bir şey.

İkinci Tür: Heh, PKD işi bu. Tipik post-apokaliptik zamanlarından birinde yüzey yaşanmaz hale gelmiş, insanlar yer altında hayatını sürdürüyor. Ruslar ABD'yi basınca bir süre kazanacaklarını düşünmüşler ama ABD "pençe"diye bir alet geliştirmiş; her yere girip çıkabilen bir alet. Minik bıçaklarıyla kese kese ilerliyor falan, bir sığınağa girdiğinde katliam var demektir. Bu alet sayesinde Ruslar cortlatılıyor ve ABD savaşı kazanacak gibi oluyor. Neyse, bir Rus askeri ABD topraklarına girip karargaha doğru ilerlerken pençeler tarafından öldürülüyor. Mevzu ABD askerlerini alarma geçiriyor, Rus askerinin ölüm yolculuğunu anlamaya çalışıyorlar. Rus'u incelediklerinde mesajı buluyorlar; barış için bir mesaj. Rütbeli bir asker olan Hendricks -rütbesini unuttum ve bakmaya üşendim dsf- mevzuyu anlamak için Rus karargahına doğru yola çıkar ve yıkık bir şehirden geçerken küçük bir çocuğa rastlar. Çocuk, radyasyondan vs. zerrece etkilenmemiştir, ayıcığıyla birlikte kurtarılmayı beklemektedir. Hendricks çocuğu yanına alır, gideceği mekana yaklaşır. Birden ateş açılır, çocuk parçalara ayrılır. Metal ve elektronik aksam. Pençeler başka bir tür ortaya çıkarmıştır; insan replikası.

Karargahta üç Rus asker vardır, mevzuyu anlatırlar. Bu replikalar sığınaklara, karargahlara girdikçe Ruslar yok edilmiştir. Mevzuya çok geç uyanmışlar, geride pek kimse kalmamış. Sonrası tamamen kim dost, kim düşman olayı. İki düşman yakınlaşır, ABD'ye savaşı kazandıracak olan pençeler düşmandır bu kez. Rus askerlerden birinin replikalar hakkındaki yorumu: "'Kusursuz sosyalizm' dedi Tasso, 'Komünist devletin ideali. Her yurttaşın birbirinin yerine koyulabilmesi.'" (s. 65) İdeolojilerin sorgulanması gerekir, dünya durmadan değişiyor.

Bu üç asker ve Hendricks arasındaki paranoya birbirlerini öldürmeye kadar gidecek, sonra Hendricks sağ kalan son Rus askere güvenip onun Ay üssüne gitmesini sağlayan kodları verecek. Beklenen son; bir diğer türe güvenmiş olacak. Truva Atı, insanoğlunun son kalesine doğru yola çıkmış olacak.

Geri kalan hikâyeler de pek hoş. Hatırlayabilseydim yazacaktım dsf. Bunu yazmaya başlayalı bir buçuk ay oldu, her şey silindi gitti. Çok güzel ama, alın bence.

Bu bizim yeni kayıtlardan, güzel oldu.

Yelkovan

https://www.facebook.com/sahtegi
https://soundcloud.com/sahtegi