30 Nisan 2016 Cumartesi

Anthony Burgess - Piyanoçalanlar

Burgess'ın orta sınıfla olan meselesi metinler boyunca sürüyor. En sütlü olanında şiddet dozu yüksekken diğer metinlerde giderek azalıyor, kara mizah orta sınıfın çıkmazlarından kaynaklanan absürt olaylarda tavan yapıyor. 30 gün boyunca piyano çalmaya çalışmak bunlardan biri. Dini bir filmin müziğini çalarken nihil şarkıları kullanmak da öyle. Üç kuşağın macerasında oldurulamayan işler babadan kıza, kızdan oğula geçiyor. Talihsizlikler işçinin işçi kalması gerektiğini söyler, piyanoçalanın ölmesini söyler, o zaman bir ölümün peşindeyiz. Piyanoçalan öldükten çok uzun bir zaman sonra anlatıcının hikâyesine göz atacağız. Ellen Henshaw'ın dumura uğratacak bir serüveni var.

Kitap öyle bir bulunamıyor ki doğru düzgün kapak fotoğrafı bile yok. Nadirkitap'tan alacaksınız ya da sahaflarda denk gelmeyi bekleyeceksiniz. Benim için ikincisi oldu. Reklamını da yapayım buradan, Ayça Kitabevi. Çalıştığım okul Sahaflar Çarşısı'na on dakika uzakta, çarşambaları sabahtan gidip bir saat kadar bakınıyorum. Abinin adı İsmail galiba, çay ısmarlıyor sağ olsun. Kitaplara bakarken rahat bırakıyor, başınızda bekleyen biri yok. Bir bakın, güzel yer.

Ellen Henshaw, ellili yaşlarının sefasını sürerken aklındaki bir projeyi hayata geçiriyor nihayet; Avrupa'nın çok egzotik şehirlerinden birinde rastladığı bir yazara babasının hikâyesini yazdırmaya başlıyor. Baştan kokmuş bir hikâye, piyanoçalan Billy Henshaw, I. Dünya Savaşı'nda müzisyen olarak görev yaparken bir gece rüya görüyor ve hemen İngiltere'ye dönüyor, asker kaçağı olarak. Karısını ve çocuğunu ölü olarak buluyor, minik Ellen ölmek üzereyken kurtarıyor çocuğu. Bu aileye sözde bakacak olan kadın da yan dairede ölü olarak yatsa da kocasının rüyalarına girmiyor bu kadın, kocası da cephede ölmüş çünkü. Yorumu kes: "Ne boktan yer şu dünya. Ne leş kokulu berbat boktan bir dünya bu. Bir de hayat güzel derler. İşin komiği güzel de aslında, Tanrı yardımcımız olsun." (s. 15)

Tanrı yardımcımız olsun.

Babayla kız yalnız, baba bir barda çalışmak zorunda. Bir çocuğun büyümesi için ideal bir yer değil. Savaş sonrasının yıkımı olabildiğince toplumsal, yaşamak için olmayacak işler peşinde koşuyor insanlar, sınırlar zorlanıyor. Geçim derdi yüzünden çıtayı bir tık daha yükseltmek zorunda kalan Billy'nin sonunu bu yaşaması zor dünya getirecek ama henüz değil. Şimdilik sevgililerle ve kızıyla uğraşırken piyano çalıp kazandığı üç beş kuruşla idare etmek zorunda. Yaşam standardı birazcık yüksek olsa, yaşadığı mahalleyi değiştirebilse bile çok şey fark ederdi, olmadı. Kendinin ve kızının kaderi çizilmiş bir halde önünde duruyor. Repertuvarı geniş, her türlü başarısızlık için zamanı ve enerjisi var.

Sessiz sinemalarda çalmaya başlamadan önce kızına piyano öğretiyor ve film süresince arka fonu oluşturuyor. Filmlerde veya kitaplarda denk gelmiş olabilirsiniz; filmlerin sadece görüntüden ibaret olduğu zamanlarda perdenin yanında bir de piyano bulunurmuş, filmin müziğini bu piyanoyu çalan adam yaparmış. Billy bu işte son derece iyi, dini bir filmin şarkılarını çalana kadar. Çok komik bir bölüm, anlatılamayacak cinsten. Ekmeğinin peşinde, dediği dedik ve sarhoş bir adama hiç hoşlanmadığı bir iş yaptırılırsa trajikomik hadiselerin doğması doğal. İşsiz kalan Billy, bir gösteri ekibinin piyanisti olmadan önce çok zor günler geçiriyor, ev sahibiyle yaşadığı problemler oldukça sıkıntılı. Adamın Ellen'a tecavüz etmesi de ayrı bir vaka. Toplumun en alt katmanındaki insanların ayrı bir ahlak sistemleri var, bir üst sınıfa çıkabilmek veya sadece kendilerini tatmin edebilmek için en yapılmayacak işleri yapabiliyorlar. Ellen'ın yaşlı bir adamla para karşılığı kurduğu ilişki, Billy'nin gösteri grubundaki ilişkileri Burgess'ın absürt penceresinden bakıldığında son derece gerçekçi. Piyanoçalanımızın gruptan kopmasına yol açan büyük kavga, cinsellik tabanlı ilişkilerin bir parodisi niteliğinde.

Billy'nin sonunu getiren yarışma adamın ne kadar çaresiz olduğunu göstermesi açısından mühim, benzerlerine günümüzde de rastlanabilir. Televizyon toplumunda şovlardan şov beğenebilirsiniz ama hepsinin temeli insanların birbirini aşağılaması üzerinedir. Gösteri toplumu yarın unutulacak saçmalıklar üzerinde biçimlenir ve bunun sonu gelmeyecek gibidir, yarın da başka bir şov peydah olur, sonraki gün bir başkası, karton sevdalar dizilere milyonlarca izleyici çeker, üfürükten yarışmalar toplumun konuşacağı en büyük problemi oluşturur, programlarda hunharca dans eden, oynayan insanlar carpe diem'i iliklerimize kadar işlerler. Günün bir dakikasını yaşayıp geri kalanını heba etmek, muhteşem bir yaşam şekli. İyi oynamalar.

Adam otuz gün boyunca piyano çalacaktır ve kazanılan paradan pay alacaktır. Çalmaya başlar, iki saatlik uykularla hayatta kalmaya çalışır. Bu sırada işçi sınıfının yenilmez cengaverleri gelip adamı eleştirir, göklere çıkarır. Gizli servis gelir, adamın ajan olup olmadığını araştırır. Eski kırıklar gelir, adamın kendileri yüzünden böyle bir işe giriştiğini söyleyip ağlarlar, dövünürler. Saçmaya gülün, biraz ağladıktan sonra. Enerjisinin son damlasını harcarken ilk ve son kez çaldığı şarkı, müzik tarihinin başyapıtlarından biri olarak değerlendirilse de kayıt altına alınmadığı için kaybolur. Göğe saçılan notalar.

Billy ölür, kızına pek bir şey bırakmaz. Kız Fransa'daki bir rahibe okuluna yazılır ama bu okul, elit insanlar için eskort yetiştirmektedir. II. Dünya Savaşı'na kadar bu işi yapar, bu esnada çok iyi bir piyanist olamaz belki ama vücudunu bir piyanoya dönüştürür ve erkeklere sevişmeyi -piyano çalmayı, bir anlamda- öğretmeye başlar. Evlenir, evliliğinden bir oğlu -Robert- olur ve kocası savaş sırasında eve döndüğü zaman yatakta başka bir adamla yakalanır. Kocası Albert, oğlunu da alıp uzar, Ellen bir aşk okulu açar ama çarpıklıkların üzerini bir güzel örten toplum, alenen yapılan bir olayı hazmedemez. Klasik riyakârlık. Neyse, Ellen bir süre sonra oğlunun peşine düşer. Robert'ın hikâyesi ayrı bir ilginç, kaynanasının cesediyle birlikte saatlerce araba kullandığını söyleyip bitiriyorum.

İki savaş ve bir kadın. Aydınlanma Çağı'nın geldiği son noktada sıkı bir eleştiri, sağlam bir mizah. Burgess yine ne yaptığını biliyor ama okurun ne yapacağını o da söyleyemez sanırım. Bulursanız okuyun.

Ben de lise zamanlarımın kahramanlarını tekrar dinleyeyim, bu albümü dinlemeyeli belki on yıl olmuştur, of.

29 Nisan 2016 Cuma

Brian Herbert & Kevin J. Anderson - Dune: Butleryan Cihadı

Frank Herbert'ın Dune kaçlamasını okuyalı altı yıl oldu, pek bir şey hatırlamıyordum terra-kurma hadiseleri dışında. Oğul Herbert'ın kitapları da yıllardır yüzüme bakıyordu, askerde yerim ben bunları diyerek yanıma almıştım. Binlerce sayfayı yedim. Revirciydim, sabahın köründe revire gidip listeye bölüğünüzün adını yazarsınız, sıra size gelince askerleri içeri sokarsınız, doktorun azarlamalarından vakit kalırsa revir defterini doldurursunuz, aynı zamanda sevk kağıdı hazırlarsınız falan, deli işi. Ben hep en sona yazardım, sıra öğleye doğru gelirdi. Sabah sporundan yırtardım, üstüne kuytu bir yer bulup kitap okurdum. Eh, askerlik çakallığı süper öğretir. İşim bittikten sonra öğle içtiması, yemek, karargahta kendimi unutturup yine okurdum. Nöbetlerde omuzda silah, elde fener, devriye veya okutma gelecek mi diye ara ara telaşlı bakışlar, yine okurdum. Böyle böyle seriyi yedim yemesine ama askerliği unutmak isterken Dune'u da unuttuğumu gördüm. Daha fazla unutmadan yazayım gitsin.

Dune çok gezegenli, çok ırklı dev bir saga. Klasik seride gördüğümüz yapay zekanın yasaklanması, tüm bu sistemi bir arada tutan İmparator Şaddam'ın düşüşü gibi olayların 10000 yıl öncesine gidiyoruz, her şeyin başladığı zamanlara. Lonca'nın, Bene Gesserit dalgasının, mentatların temellerini göreceğiz.

Birbirinden farklı hikâyeler var, birbiriyle bağlantılı hikâyeler var, Game of Thrones'un bölümleme sistemiyle yazılmış. Karakterlerin üzerinde tek tek duracağım, öbür türlü anlatmak çok zor.

Terra uygarlığı evrenin ulaşılabilen kısımlarına yayıldı ve durağanlaştı, enerji yitirilmişti. Uzak yıldız sistemlerinin birinden gelen Tlalok, İmparatorluk'un miadını doldurduğunu anlattı. İnsanların çoğu anlamadı, birkaçı dışında. Agamemnon, sevgilisi Juno, Barbarossa, Kserkses ve diğer on altı öncü, Titanlar, büyük bir mücadele başlattı ve İmparatorluk'u devirdi. Tlalok'un ölümünden sonra Agamemnon, çok riskli işlemler sonucu beyinlerini makinelere yerleştirdiler, böylece ölümden olabildiğince uzak duracaklardı. Simekler -Titanlar- böyle ortaya çıktı, elektronik mevzulardan anlayan Barbarossa'nın yarattığı ölüm makinelerini yönetebilen bu arkadaşlar, direniş gruplarına uzunca bir süre kök söktürdüler. Sonrasında Soylular Birliği denen oluşum bu arkadaşların yayılımını zor da olsa durdurmayı başarsa da adamlar pek duracağa benzemiyor, bir de Kserkses sığırının hatasıyla ortaya çıkan Omnius nam lanet bir yapay zeka var. Bu Kserkses kardeşimiz üstüne düşen vazifeyi yapması için yapay zekaya çok fazla erişim izni verdi ve Ebedizihin Omnius, gezegenden gezegene konrolü ele geçirip Titanlar'ı kontrol altına aldı. Savaşın üç boyutu: Titanlar, Omnius ve Soylular Birliği. Orijinal seride yer alan Harkonnen ve Atreides ailelerini en başta  farklı cephelerde görüyoruz, sonrasında aynı saflarda savaşacaklar ve çok üfürükten bir sebep yüzünden iki aile arasına kan davası girecek.

Üç cephe dedik, çatışmaları yazmak lazım. Omnius, psikoloji hakkında hiçbir bilgisi olmayan, insanların öngörülebilir davranışlar sergileyeceğini düşünen bir yapay zeka. Sibernetik harikası Agamemnon, Omnius'un bu zayıflığını kullanmak istese de eline henüz bir fırsat geçmemiş, açık arıyor ve insanlarla savaşmaya devam ediyor, asıl amaç unutulmamış. İnsanlar simeklerden kurtulmak istiyor, daha büyük bir dert olan Omnius'tan da. Sanıyorum Omnius'u yarattıkları için simeklerden daha çok nefret ediyorlar. Bunun altında onların kendilerini yarı-makinelere dönüştürmelerinin de payı var bence. Bilinen formların dışına çıkıldığı zaman ötekilik devreye giriyor, kan davasına dönüşebilmesi çok kolay ki Orange Katolik İncili bu konuda noktayı koymuştur: "İnsan aklına benzer makine yapmayacaksın." Yaratıldığın şekli kopyalamak yok, kendini başka bir forma dönüştürmek yok, orijinal yapını koruyacaksın. Öyle, yoksa savaş çıkar. Simekler de bu ötekiliğe müthiş bir şekilde uyum sağlayıp insanlara hrethgir diyor, insan böcek. Haspam sanki makine doğdu. Özünü unutmayacaksın dostum, yeni form yeni öz getirmez ve olduğun şeyden kurtulamazsın, yapını ne kadar değiştirirsen değiştir. Heidegger esintili bir fikir; teknoloji insanı tektipleştirir, deterministik bir yapı ortaya çıkartır. Makinelerin, kısmen de makineleşmiş insanların dezavantajı buradadır. Omnius'un önceliği de önemli; başarısız bir saldırının hesabını sorarken insanların yok olması uğruna simeklerin kendilerini feda etmesini bekliyor. Bilinçli bir yaratı olmasa da Omnius'u simekler yaratıyor, oysa Omnius için feda edilebilir bir seviyedeler. Oğul, yaşamını sürdürmek uğruna babasını feda ediyor. Kronos'tan intikam alınabilir.

Dune efsanesi tam bu alengirli olayların ortasında başlıyor. Simekler, Soylular Birliği'nin ana gezegeni Salusa Secundus'a saldırıyor, başlarında Agamemnon var. Soylular Birliği'nin sürpriziyse Xavier Harkonnen, pilot -tersero- yüzbaşı. Rütbeyi salladım, rütbe sistemi İspanyolca kökenli. Tersero, primero, bilmem ne. Neyse, Omnius saldırıdan önce onlarca savaş simülasyonu yaptırır ve hepsinde galip gelir ama Agamemnon bilir ki insan her türlü sürprizi yapabilir. Yapar da, Xavier bir katakulliyle düşmanı püskürtür, büyük kayıplar vermek uğruna. Savaş sırasında meclis toplanmıştır, Vali Manion Butler'ın kızı, seri için çok önemli bir karakter olan Serena Butler, gezegenlerdeki kölelik sisteminin kaldırılması için uğraş vermektedir. Kendisi aynı zamanda Xavier Harkonnen'ın yavuklusudur.

Dune'un temel, çok temel kaygısının insanı anlamak olduğunu düşünüyorum, hatta tahakküm kurma noktasında yoğunlaşan bir sorgulama var. İbn Haldun'a göre tahakküm etme tutkusu insanların ruhlarında doğuştan mevcut, böyle bir tutkunun milyonlarca, Dune'da milyarlarca insanın ölümüne yol açması anlaşılabilir. Doğa-insan ilişkisi, öteki nefreti alt kümelerin çoğunu oluşturuyor. Bu yok edici hırsın karşısında bir avuç insan var, Serena Butler da bu insanlardan biri. Soylular Birliği'nin görmezden gelinen sağduyusu, öz eleştirisi gibi ele alınabilir. Vazifesini yerine getirdiğinde ortadan kaldırılması doğal, ruhunu sağaltmadığı sürece insan hazımsızdır.

Erasmus'u da incelemek gerekiyor, Corrin'de varlığını sürdüren önemli bir karakter. Omnius'un insani parçası denebilir Erasmus için. Olabildiğince insani. Makine olsa da insanları anlamak için onları her yönden taklit ediyor.

"Bilinçli biyolojikleri insan yapan şeyin ne olduğunu çok merak ediyordu. Erasmus da zeki ve kendinin farkında olan biriydi, ama aynı zamanda duyguları, insani duyarlılıkları ve harekete geçirici güdüleri de anlamak istiyordu - bunlar, makinelerin taklit etmeyi hiçbir zaman çok iyi beceremediği temel ayrıntılardı." (s. 38)


Yaratıcıya/babaya karşı geliştirilen öfkeden bayağı bir ekmek yenmiştir herhalde. Karamazov Kardeşler tek başına yeterli bir örnek. Yaratıcıyı aşmak için yapılanlar kötü bir taklitten ibaret olunca öfke büyüyor, yaratı olmayınca yok etmek giriyor devreye, bir de bu açıdan yaklaşmak lazım. Daha da ilginç bir nokta olarak Omnius'un sistemli bir katliama girişmemesi söylenebilir. Agamemnon bu böceklerin ortadan tamamen kaldırılmasını istiyor ama Omnius'un böyle bir amacı yok, sadece boyun eğdirmek istiyor. İşin ehli olanlar için dağ gibi malzeme var koca seride.

Arrakis'e gelelim. Zensünniler için Soylular Birliği ve makinelerin birbirinden farkı yok, çöl insanları bunlardan kurtulmak için çekildikleri inzivada güç bela yaşıyorlar. Fremenlerin ortaya çıkmasına daha çok var, dağınık kabilelerden başka bir şey yok koca gezegende. Dune, dev solucanlarıyla birlikte başına gelecekleri bekliyor ama Selim'in hikâyesi bir şeyleri çoktan başlatmıştır belki. Selim, bağlı bulunduğu topluluktan bir haksızlık sonucu atılır ve çöle yollanır. Solucan süren ilk insan Selim olur, şans eseri keşfeder bu dev, kutsal hayvanları nasıl süreceğini.

Tio Holtzman, serinin ilerleyen kitaplarında da sık sık karşımıza çıkacak, özellikle kalkanlarıyla. Kendisi bir bilim adamı, birliğin saldırı ve savunma silahlarını geliştiriyor. Yardımcısı olarak yanına aldığı Norma Cenva'yla artık tanıdık olduğumuz bir iktidar savaşına girecek, genç kızın yapabildikleriyle başa çıkamayıp kıskanç bir herife dönüşecek. Bundan önce Norma'yı incelemek lazım, Soylular Birliği'nin içinde dönen oyunların ortasında yer alıyor. Norma'nın annesi Zufa Cenva, Bene Gesserit'in tayfası daha ortaya çıkmadan yıllar, yıllar evvel oluşan büyücüler tayfasından çok mühim bir kadın. Missionaria Protectiva'nın çok ilkel bir halini kendi için uyguluyor ve Aurelius Venport'u iyi bir dölleyici olarak seçiyor. Anaerkil bir düzende yaşayan Aurelius, Ixli bir bilim adamıdır ve Zufa'yla olmasa da Norma'yla arası çok iyi. Panteist bir tanrı inançları var, evrenin matematikle açıklanabileceğini düşünüyorlar. Zufa'nın Norma'dan beklediği çok şey var ancak Norma'nın deforme vücut yapısı ve psişik mevzulardaki başarısızlığı, Dişibüyücü Zufa'yı hayal kırıklığına uğratıyor. Zufa için Norma başarısız bir deneme, bir yenilgi. Norma bunu her zaman hissetse de Aurelius'un yardımıyla Tio Holtzman'ın yanına gidiyor ve birlikte çalışmaya başlıyorlar. Geliştirecekleri çok şey var, Holtzman kıskançlıktan delirene kadar. İlerleyen bölümlerde Norma'nın matematikteki başarısıyla uzayı bükebileceği fikrine ulaşması, uzaydaki iki nokta arasında sıçrayarak yol alma konseptinin de temelini oluşturuyor. Ortada melanj yok, melanjı kullanacak beyin yapısına sahip pilotlar yok, bu olaylar diğer kitaplarda oraya çıkacak.

Atreides tarafında neler olduğu da ilginç, Vorian Atreides, Agamemnon'un makine gibi yetiştirilen insan oğlu. Ebedizihnin gezegenler arası güncelleştirme gemisinde görevli, yanında dost bir makine var. Bu makineye ihanet etmesi, unutamadığı insanlığı sayesinde gerçekleşiyor. Vücudu büyük oranda makine olsa da beyni makineleşmiyor, geçmişi araştırıp yaratıcılarına öfke duymaya başlıyor. Aşık olması da isyanında oldukça etkili, Serena'ya abayı yakıyor. Bu nasıl oluyor, Serena'nın Omnius tarafından kaçırılmasıyla.

Xavier Harkonnen, Serena'ya bir an önce kavuşmak için Giedi Prime'daki kontrolleri savsaklıyor ve Agamemnon, güvenlik açığını keşfedip gezegeni ele geçiriyor, Serena bu işgali bir şekilde engellemek için yola çıkıyor ve yolda saldırıya uğrayıp Erasmus'un yanına yollanıyor. Xavier'dan olma çocuğu, meraklı Erasmus'un ellerinde doğduktan sonra anne-oğul ilişkisi Erasmus'un dikkatini çekse de bir süre sonra ikisinden de sıkılıyor ve çocuğu köle insan topluluğunun gözleri önünde boşluğa bırakıyor. Butleryan Cihadı'nın temeli bu olay. Köle topluluğunun liderlerinden biri olan İblis Ginjo ve Vorian Atreides'in yardımlarıyla isyan başlıyor ve Serena'yı da aralarına alan iki isyancı, Serena'nın memleketi Salusa Secundus'a kaçıyor. Köle isyanı kanlı bir şekilde bastırılsa da Soylular Birliği'nin çok büyük bir intikam planı var; atomikler. Atomik silahların kullanımı yasak, ortaya çıkardıkları büyük yıkımın enkazını kaldırmak çok uzun bir zaman gerektiriyor, yine de makinelerin ana gezegeni olan Yerküre'ye bomba üzerine bomba yağdırılıyor, Xavier Harkonnen'ın askeri dehasıyla uydurduğu bir katakulli sonucu. Gaia'nın, Doğa Ana'nın katli. İnsanların ilk gezegeni böylece ortadan kaldırıldı. Xavier ve Vorian Serena'ya aşık ama Serena oğlunu kaybettikten sonra gönül işlerine ara verip kendini tamamen makineleri yok etmeye adıyor. Serena kayıp olduğu sıralarda Xavier'ın Serena'nın kardeşiyle evlenmesi de başka bir çıkmaza yol açıyor. Butleryan Cihadı'nın sonunda kazanan yok, savaş yeni başlıyor.

Saganın muhteşemliğini anlatmaya gerek yok, kült zaten. Oğul Herbert babasını yiyemese de kulağı geçmesine ramak kalmış denebilir.

27 Nisan 2016 Çarşamba

Nick Hornby - 1 Erkek Hakkında

Romanda birden çok erkek olsa da genel olarak erkek, erillik hakkında. Dünyasından ayrılamayan erkek, kabuğundan çıkamayan erkek, kabuğundan çok uzaklaşan erkek. Çeşitli eril problemler; bağlanma, kaygı, kaçış, arayış, unutuş. Orta sınıf İngiliz ailelerde ilişkiler nasıl yürür, daha da önemlisi günümüzün çocukları deli bir dünyada nasıl hayatta kalır, onun hikâyesi biraz. Çocukların yaşam becerilerini geliştirmesi oldukça zor, aile gibi korkunç bir engel var. Ergen acımasızlığı var, büyüklerin anlaşılmaz dünyası var derken o çocuk murdar oldu. Bir de memur falan olması için okuturlar bunu. Böyle bir israfa galaksinin bir şey yapması lazım artık, karadeliğe falan çekilirsek belki bu telaş biter, yaşamaya dair daha ciddi işler yapılır derken kitabı da murdar ettik. Döneyim.

Hornby'nin hafif dağınık anlatımında okuru elinden tutup hikâyeye sürükleyen bir berraklık var, mevzuya nerede dahil olup nerede durmanız gerektiğini bilemeyebilirsiniz. Kan emici bir aileniz, kısaca kötü bir sevgiliniz falan varsa yine bilemezsiniz. Hepimizi ilgilendiren olaylar var, yarın karşınıza kimin çıkacağını bilemezsiniz sonuçta. Yapmayacağım dediğiniz ne varsa yapabilirsiniz, değişirsiniz. İnsansa mevzu, her şey mümkün. Her şey olur. Mesela burada ne olmuş, bakalım.

Will, 36 yaşında bekar bir adam. Babasının yazdığı bir Noel şarkısının telif geliriyle geçiniyor. Çalışmasına gerek yok, canı çok sıkıldığı zaman Roma'ya gidip gelebilecek rahatlıkta. İlişkileri uçucu, yarın her şey bitmiş ve bir başkasının peşine düşmüş olabilir. Çocuk biraz, her erkekten biraz daha fazla çocuk. Sevgilisi onu terk ettiği zaman bu çocukluktan çıkar gibi oluyor ve nedeni sorgulamaya başlıyor. Ters bir şey yapmadı, duyarlı bir sevgili oldu, olabildiğince. Farkına varıyor ki çocuklu kadınların evlenmek, çocuk yapmak gibi bir derdi yok, o yüzden boşanmış kader mahkumlarının destek gruplarından birine katılıyor. Bekar, çocuklu anneler. Cennet. Hemen kendine boşandığı bir eş ve bu eşin gazabından ötürü sıklıkla göremediği bir çocuk yaratır, bu yarattıklarını da sık sık unutur ve garip diyaloglara girer. "Çocuk? Hangi çocuk? Haa, benimki." Biraz da şapşallık var ama çocukluğuna verilebilir.

Mark, şu kapaktaki çocuk devreye giriyor ve hikâye bambaşka bir boyutta ilerlemeye başlıyor. Mark'ın annesi hippi, babası da. Baba başka bir kadınla birlikte, kadının annesi de onlarla yaşıyor ve bu iki aile bir araya geliyor sık sık. Anne ve babayı görmekle ilgili bir sıkıntı yok ama bunların bireysel olarak büyük, devasa problemleri var. Baba sorumsuz, anne depresyonda. Tam bu noktada Will ve Mark, grubun piknik etkinliğinde tanışıyor ve Mark, şanssız çocuk, attığı bir francalayla göldeki kuşlardan birini öldürüyor. Burada sapanla pat pat indirebilirsiniz belki ama oralarda büyük bir suç bu, ucunda hapis var. Will yalan söyleyerek çocuğu kurtarıyor ama araları hâlâ iyi değil, birbirlerini sevmiyorlar. Ne zaman sevmeye başlıyorlar, Mark'ın annesi intihar teşebbüsünde bulunana dek.

Kadın hastaneye kaldırılıyor ve o sırada Mark'la Will ilgileniyor. Will kardeşimiz, o zamanların -1993 civarı- ve bana göre her zamanın kral grubu Nirvana hayranı bir adam, tırıvırı şeyler dinleyen ve bu dinlediği şeyleri sınıfta söylediği için ergen tayfadan eziyet gören Mark'a Nirvana'yı öğretiyor. Artı puan. Mark, okulun belalı kızlarından birinin dikkatini çekiyor ve onunla arkadaşlık etmeye başlıyor, böylece eziyetçi tayfadan da yakayı sıyırmış oluyor ama öncesinde bir ayakkabı mevzusu var, Mark'ın ayakkabıları rezalet ve Will çocuğa bir çift ayakkabı alıyor, gıcır gıcır. Ertesi günün akşamında çocuk çıplak ayaklarla dayanıyor Will'in kapısına. Çalmışlar ayakkabıları. Sonra Mark'ın annesi ayakkabı olayını öğreniyor, Will'le Mark'ın ilişkisini öğreniyor ve aralarındaki mevzuyu bitirmeye çalışıyor.

Temelde olay şu ki Mark'a bir baba lazım, çocukluğundan bir türlü kurtulamayan bir çocuk Mark. Büyüyor ama büyümüyor bir yandan, çocukken neyi öğrendiyse orada kalıyor. Travma geçirdiği zamana hapis. Will bir baba figürü, Mark'ın annesinden pek hoşlanmasa da çocuğa nasıl büyüneceğini öğretmek istiyor, bu aşamaya gelmesi kendisi için de kolay olmayan bir yolculuk. İkisinin de çocukluktan kalan yanları var, kartlaşmış yanları var. Değiş tokuşla sıkıntılarından sıyrılacaklar zamanla, bazı facialar yaşanmadan bunlardan kurtulamayacaklar. Beraber yaşıyorlar ve hayatlarındaki eksiklikler bir bir kapanıyor. Will aşık oluyor ve aşık olduğu kadını kaybetmemesinde Mark'ta yaşadığı duygular çok önemli bir hale geliyor. Mark'sa büyüyor; kıyafetler, müzik, okul... Sevilesi bir çocuk, sadece ergenlik bunalımları yerine daha ağır şeyler yaşıyordu. Will sayesinde bunlardan kurtuldu ve aylaklık eden, yaşının bunalımlarını yaşayan bir genç oldu. İki taraf da sağaltıldı. Son. Mutlu olup olmaması önemli değil.

Nick Hornby'nin deşmediği yara yok. Tüketim toplumuna bir tekme, çocuklu çocuklara da bir tekme, aylaklığa övgüyle birlikte kafa ve okullara sıkı bir giydirme. Keyifle okursunuz sanıyorum, elinize geçerse bir bakın.

25 Nisan 2016 Pazartesi

Dave Eggers - Kral İçin Hologram

Kral Alan Clay olabilir, Amerikan Rüyası hologram olabilir, rüya için ABD'nin el attığı memleketlerde girişimlerde bulunulabilir ki hologramın adresi İngiltere'den yetkili bir abidir, Suudi Arabistan'da belirip teknolojisini, medeniyetini pazarlayacaktır. Pazarlayamaz, Çinliler çok daha ucuza benzer bir teknolojiyi geliştirmişlerdir, Alan'ın hayali hayal olarak kalır, çölün ortasında. Her şey bittiği zaman memleketine dönmek istemez bile, orada kalmanın yolunu arar. Kralın düşüşü oldukça ihtişamsız, satılık parlak rüyaların arkasındaki gerçek.

Alan Clay'in mütevazı serüvenlerinin gerisinde başarısız bir evlilik, başarısız iş girişimleri ve okul taksidinin ödenmesini bekleyen kızı var. Babayı unutmamak lazım; Çinlilerin oyunun kurallarını bozmasıyla birlikte ABD'nin ekonomik açıdan sendelemeye başlamasının sembolü haline gelen yaşlı dostumuz, oğlunun hayallerindeki girişimlerin çuvallayacağını daha en başından bilir. Rüyadan erken uyanan bir adam bu, onca savaş gördükten sonra işlerin nasıl yürüdüğünü iyi çözüyor ve baby boomer Alan'ı uyandırmak için dobra dobra konuşuyor, yine de denemek istiyor Alan ve tepetaklak yuvarlanıyor. Büyük şirketlerden çarkı zar zor döndüren daha küçüklerine... Zamanında bisiklet sektöründe çalışan Alan, ucuz üretim için fabrikayı başka ülkeye taşıyor ama babasının dediği gibi, alanda artık başka oyuncular da var. Alan'ın şirketinin sattığı patenti kullanarak daha ucuza üretim yapıyorlar ve zamanının dev şirketleri tökezlemeye başlıyor. Eskiden işe yarayan taktikler artık işlemez oluyor. Adım adım gerçekleşen büyük bir yıkım, Alan da bu yıkımın ortasında.

Kral Abdullah'ın çölün ortasına kuracağı dev bir kent, şirketinin bilişim teknolojileri alanındaki ürünlerini satmak için Arabistan'da yalnız bir adam. Arapların dünyası da Batı kültürünün bombardımanından nasibini almış; kendi yaşam biçimleri "modern" yaşama son derece güzel bir şekilde uydurulmuş. Kral'ın adamları isim yapmış üniversitelerden mezun, işte mesela MIT, mesela Cambridge, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi? Yetkili bir abinin sorgulaması çok şey anlatıyor aslında; Alan'ın batırdığı bisiklet işi üzerine bir muhabbet açılıyor ve adam başarısızlığın sebebini analiz ederken bizim ellilik ihtiyar adama bir tane patlatmamak için zor tutuyor kendini. Analiz, bir önceki kuşağın rüya yüzünden unuttuğu en önemli gerçek. Rüya satışı sona erdi, Çinliler çok daha ucuzunu üretiyor artık.

Tatar Çölü'nü bildiniz, adamlar bir türlü gelmez. Godot gelmez ki zaten sahnede olduğunu söyler Selçuk Altun, o başka bir şey. Kral Abdullah'ın bir türlü gelmemesi de Alan ve satış ekibini durağan bir sıkıntının içine sokar. Bugün, yarın, sonraki gün... Yeni kentin parlak binalarından biri değil, koca bir çadır tahsis edilir ekibe, içerisi yaklaşık 100 derecedir, internet bağlantısı oldukça zayıftır, yiyecek bir şey yoktur. Günümüzün Kafkavari sıkıntıları. Alan'ın böyle bir ortamda, Danimarkalı bir kadınla kurduğu dostluk oldukça temelsizdir, yorgunluklarından ve sıkıntılarından ne yapacaklarını bilemezler, Alan'ın ur sandığı bir yağ bezesinin alınması için Dr. Zehra Hakem'le kurduğu ilişki daha derindir, yine beceriksizliklerle dolu olsa da o yaşta ve o coğrafyada bulunmak bunun hafifletici bir sebebidir sanki. Köksüzlüğün o topraklara yerleştirdiği insanlar, hiçbir şeyin ortasında birbirlerine tutunur. Dr. Zehra'nın birkaç hafta sürecek yolculuğu tipik bir bilinmeze yol açar, dönüşte Alan orada olmayabilir ya da Zehra dönmeyebilir, ikinci ihtimal dillendirilmese de bunu sadece bir dönüşsüzlük olarak değerlendirmemek gerek, belki başka bir sıkıntı bu ikisinin ayrılmasına yol açacaktır. Hakkında hiçbir şeyin bilinmediği, sezilmediği yabancı bir gelecek.

Alan'ın sorumluluğu oldukça ağır bir yük; zamanında pazarlama işini temelden kapıp hızlı bir yükseliş yaşasa da değişen şartların acımasız rekabetiyle başa çıkamadığından hızlı bir düşüş yaşadığını söylemiştim. Bu düşüşün etkileyeceği en önemli insan, Alan'ın kızı Kit. Kendisi tahminimce Harvard gibi bir Ivy Leauge üniversitesinde okuyor. Burssuz, yine bir tahmin. Alan sıfırı tüketmeye çok yakın olduğu için evini satılığa çıkarıyor ve kızına bir türlü yazamadığı mektupta okula ara verebileceğinden bahsediyor. Bu mektup hiçbir zaman yazılmaz, o da başka bir tamamlanmamış tasarı.

Arabistan. Petrolden akan paranın nereye harcanacağı bilinmezdi, oysa ekonomik sıkıntılar Arapları da etkiliyor. ABD yerine Çin tercih ediliyor. Siyasi ilişkilerin ekonomik çıkarlara karşı koyamadığı zamanlarda Alan'ın Kral'ın yeğeniyle yirmi yıl önce kurduğu samimiyete güvenmesi de incelenebilir, komik bir olay. Bu tür ilişkilerin bir önemi kalmadı, dünya Alan'ın eskiden bildiği dünya değil, adamın trajedisi bunu bir türlü kabullenmemesinden kaynaklanıyor. En sonunda kabulleniyor tabii; Kral'ın -nihayet- gelmesiyle birlikte çadırda yapılan sunumun ardından Çinli beyefendilerin aydınlatma, havalandırma vs. şaheseri muhteşem bir binada sunum yapması ve Alan'ın buna şahit olması, işi kaptırdıktan sonra her şeyi kabullenip Kral'ın adamlarından birine bir iş bulup bulamayacağını sormasıyla son buluyor. Rüya bitti, bilinen dünya değişti ve yeni dünyaya ayak uyduramayanlar sahneden yavaş yavaş çekiliyor.

Araplarla ilişkiler pek başarılı olmayan bir günah çıkarma olarak okunabilir. Alan'ın otelden çadıra gitmek için ulaştığı taksi şoförü Yusuf'la ilişkisi ayrı bir başlıkta incelenebilir. Bunaltının tavan yaptığı zamanlardan birinde Alan, Yusuf'u tehdit eden bir grup adamla savaşmak için arkadaşıyla birlikte bir dağ köyüne gider ve orada atış talimi yapar, Yusuf'un arkadaşlarıyla tanışır, Araplarla yakınlık kurar. Özellikle Yusuf'un demokrasi için yapılabilecek bir savaş ve ABD'nin mücadeleye katkı yapıp yapmayacağı hakkındaki soruları ilginç. Alan, bireysel olarak Yusuf'un yanında olacağını söylüyor, aynı şeyin ABD için de geçerli olduğunu söylüyor ama aradaki ince nokta unutulmamalı; ABD'nin ve Alan'ın yardımı tamamen farklı niyetler için aynı sonuca ulaşacak. Sonuç olarak Alan kendi teknolojisini Araplara satmak için orada, büyük çerçevede ABD'nin yapacağı bundan farklı bir şey değil. Aynı noktaya ulaşıldığını görmek Alan için oldukça şaşırtıcı, bizim için değil. Bir de domuz avına çıkıldığı zaman Alan'ın bir Arap çocuğunu vurayazması var, iki dünya arasındaki mücadelenin görmezden gelinen yanını anlatmak için güzel bir fikirdi. İyi niyet taşlarını döşememek lazımdır belki, o zaman da yol oluşmayacaktır. İyi veya kötü, yolun olması lazım. Öyle mi?

Filmi de varmış ya bunun? Çok başarılı değil diyorlar, yine de izlemek lazım.

Siren bu modern yazarları edebiyatımıza kazandırıyor, çok güzel bir olay. Dedalus başka bir yönden güzel işler yapıyor, Pinhan, Doruk derken maaşın yarısını kitaplara gömüyoruz. Bence bu yayınevlerini takip edin, çok önemli işler yapıyorlar ve desteklenmeleri gerek. Büyükler zaten çarkı döndürüyor, küçükleri sevin, koruyun ve kollayın.

Alan'dan yav he he inceliğinde bir alıntıyla bitiriyorum. Okumak için güzel bir gün, hele bu kitabı.

"(...) Bazı günler bütün dünyayı kucaklayabiliyordu. Bazı günler ufuklara uzanabiliyordu. Bazı günler umarsızlık dağlarını tırmanıp hayatını önüne seriyor, geleceğini tasarlayabiliyordu: her noktayı görebilirmiş, her açıyı hesaplayabilirmiş ve her şeyi başarabilirmiş gibi hissediyordu. Daha önce yapmak istediği her şeyi yapmıştı, öyleyse neden tekrar yapmasındı ki? Yapabilirdi. Devamlılık arz edecek bir şekilde uğraşsaydı yapabilirdi. Bir plan yapıp uygulayabilseydi yapabilirdi. Yapabileceğine inanması lazımdı. Tabii ki yapabilirdi." (s. 22)

Yapamadı.

Ek: Şarkıyı unutmuşum. Bu yazıyı Beyoğlu MEM'in görevlendirmeyle yolladığı bir ofiste yazdım, Mozaik çalarken. Ne şahane gruplar var, hiç bilinmiyor. Mozaik, 657, Asia Minor, daha yenilerden Nem. Bilinsin isterim.

17 Nisan 2016 Pazar

Clive Bell - Uygarlık

Ulan kimdi o, hemen bakıyorum, John Keegan, Savaş Sanatı Tarihi adlı böyle bayağı kafam kadar hacimli süper eserinde meşhur general Clausewitz'in savaşı sırf politik bağlamda ele almasını yerer ve aslında mevzunun tamamen kültürel olduğunu anlatır, dünyanın hemen her yerinde gerçekleşmiş savaşları, savaşan tarafları ele alarak bu değerlendirmeyi yapar. Kültürlerin çarpışması topyekün bir katliama yol açmıyor, genelde. Ekonomik hadiselerin ötesinde mevzular varsa Cengiz Han gibi adamlar çıkıp ortalığı toz duman edebiliyor ne yazık ki. Uygarlıkla alakalı bunlar, Avrupa uygarlığını meydana getiren arkadaşlar kendi aralarında ne kadar savaştılarsa da birbirlerini yok etmeye yönelik hareketlerde bulunmadılar, Hitler gibi yine başka işler peşinde koşan adamlar istisna oluyor. Karşılıklı baskı kurma çabaları yüzünden milyonlarca insan öldü ve bu savaşlar, akıl çağının zirvesinde olduğunu düşünen insanı dehşete düşürdü. Madem süper bir medeni haldeyiz, öyleyse bombalar niye? Bell, biraz da bu ikiliğin izini sürüyor ve Nietzsche'ye karşı başlatılan savaşla giriyor metne. Dinsel bir altyapı kurulamayınca kültürel zıtlıklar devreye sokuluyor ve savaş sebebi olarak sunuluyor. Nietzsche, özünde terso uygarlığı göme göme bitiremediğinden koca koca ülkelere kafa tutar hale getiriliyor ve gelsin bombalar, gitsin mermiler. Bravo, çok iyi düşünmüşsünüz.

Bell, uygarlığı tam olarak tanımlamak için göstereceği çabanın boşa olduğunu belirttikten sonra uygarlıkla iyiyi denkler ve iyiye giden yolları incelemeye başlar. Metnin bu kısmı oldukça ironik, gülümseyerek okursunuz. Uygarlığın, özellikle bombalar patlatarak ulaşılmaya çalışılan uygarlığın "herhalde" iyi bir şey olduğunu ama bu iyi şeye ulaşmanın tek bir yolunun olmadığını belirtir Bell, özellikle devletlerin tek bir iyilik yolunu benimsemelerini eleştirir. "Halkın çıkarı için, İngiltere'nin hayrına" gibi ifadeleri son derece muğlak bulur ama bombaları atan ellerin amacı da tam olarak budur; tek bir ses, tek bir amaç. Kaçarı yok. Uygar toplum, uygar insan gibi bulanık ifadelerden kaçınarak önce neyin uygarlık olduğundan ziyade neyin uygarlık olmadığını ele alır. Giriş bölümü bitti.

Uygarlık Ne Değildir: Batı'nın değerler sistemi ve bu sistemin korunması için üfürükten bir üstünlük duygusuyla daha "alt" toplumlara savaş açan gebeşçe fikirler, adamlar bir temiz darmaduman edilir. Lévi-Strauss'un öncülüdür bu açıdan, tabii Bell bir denemeci ve sanat eleştirmenidir, olayın sağlam temellere oturması için bir elli yıl daha geçmesi gerekecektir. Neyse, mal mülk hakkı, kadınlara karşı tutum, milliyetçilik gibi birçok olayın uygarlıkla alakalı olmadığını söyler ve ekler: "Uygarlığın daha çok bilinçlenme ve eleştiri kafası gibi insanlığın kazandığı son erdemlere bağlı olduğunu kabul etmeliyiz. Uygarlığı eğitimin bir sonucu sayabiliriz. Uygarlık insan yapısı bir şeydir." (s. 24)

Sonraki bölümlerde üç eşsiz örnekten, uygarlığın zirvede olduğu zamanlar ele alınır: Büyük Devrim'e kadarki Fransa, Rönesans İtalya'sı ve Atina'nın en bomba zamanları. İran, Çin ve diğer toprakların medeniyeti hakkında çekimserdir, yeterli ve doğru bilgi olmadığı için bunları ele almaz. Aklın egemenliği, Bell'in izini sürdüğü olay bu. Atina'nın tiyatrolarını ve felsefesini, İtalya'nın sanatta zirveye ulaştığı yılları ve Fransa'nın edebi yükselişini, içinde bulundukları tarihsel konum bağlamında inceler.

Sonrasında uygar insan nasıl ortaya çıkar, onu inceliyor Bell ve zannımca kayışı koparıyor. Kafası çalışan, geçim sıkıntısı çekmeyen insanlardan oluşan bir sınıf oluşturulacak, bu sınıf insanlığı bir tık ileri taşıyacak. Günümüzde bu sınıf var ama zamanı boşa harcıyormuş Bell'e göre. Bir proje sınıfı bizi kurtarabilecekse eyvallah, pek sanmıyorum ya.

Uygarlık ve uygar insan nedir, ne değildir, onun düşüncesi. Hoş.

Tom Robbins - B, Bira

Uçuk kaçıklardan bir ulu, Tom Robbins'in büyükler için çocuk kitabı, çocuklar için büyük kitabı, bira severlere çapça küçük ama çakırca büyük bir hediyesi.

Bira bir içecektir. Patatesin ve muhabbetin üzerine iyi gider. Kalp kırıklığına iyi gitmez, ona şarap gerekir ama geri kalan her şeyde biranın egemenliği tartışılmazdır. Mesela vapurdayken, cesaret gerektiren anlarda, susamışken. İnsanlar bu içecekten yılda milyarlarca litre tüketiyor ve hayatları daha iyiye gitmiyor, suçu diğer pek çok şeye -çivi, kötü bir kitap, kevgir, silikon tabancası- atamadığımız gibi biraya da atamıyoruz. Bağımlılıkla ve yol açtığı zararla ilgilenmiyoruz, o başka bir boyut. Biz aklı başında, psikolojisi cortlamamış insanlarla ilgileniyoruz, bir de bol köpüklü biralarla. Bomonti filtresiz. O yoksa Carlsberg. O da yoksa en başta yapmam gereken şeyi yapıyorum, şaraba geçiyorum. Olay biraydı gerçi.

Gracie, altı yaşlarında bir kız ve bir gün biranın ne olduğunu merak ettikten sonra önünde bambaşka bir dünya buluyor, merak sonucu başka dünyalara yolculuğa çıkanlar gibi. Bu kızın dünyayı algılayış biçimi metnin mizah boyutunun bir bölümünü oluşturuyor. Salinger'ın, Ajar'ın çocuğu gibi düşünebilirsiniz. İşin Robbins boyutu zaten aşırı komik. Ekşi Sözlük'te adamın benzetmeleriyle ilgili müstakil bir başlık var, oradan bakabilirsiniz. Ben bir tanecik vereceğim. Mekan Seattle, melankolinin başkenti.

"Çisenti dediniz mi, Seattle dünyanın merkez üssüdür. Güz mevsiminde nemli, gri bir isilik gibi her şeyin üzerine öyle bir yapışır ki kent adeta ıslak bezi uzun zamandır değiştirilmeden bırakılmış ve sonra gazete kağıdına sarılıp yuvarlanmış bir bebeği andırır." (s. 12)

Mevzu bira. Amca filozof, Moe. Biranın ne olduğunu anlatırken o arada anneyi ve babayı es geçmeyeyim; baba ilgisiz. Anne fedakar. Birayı Mısırlılar buluyor, fermente işlemini falan da onlar buluyor. Moe kıza anlatıyor, hafiften değişik bir insan olduğu için kızı bira fabrikasına götüreceğini söylüyor ama bunu söylemeden önceki bir şeyi yazmalıyım, amca biranın, çakırlığın, sarhoşluğun bombastik dünyası için söylüyor: "Orada, Baudelaire'in deyişiyle, tüm insan dürtüleri havada uçuşup birbirine karışır." (s. 14) Böyle pır pır, gözlerin önünde, tutabilirsiniz bile. Neyse, amcanın fabrikaya götürme planı patlar ve Bira Perisi ortaya çıkana kadar kızcağız üzgün üzgün dolanır. Periyle birlikte hikâye hızlanır, bu uçan küçük varlığın anlattıkları başlı başına bir kitaba dönüşebilir, bu hali de iyidir. Örneğin sarhoş olup etrafa zarar vermeye başlayan adamları Gracie'nin yardımıyla hacamat eder ve sarhoşluğun aşırılığının iyi bir şey olmadığını söyler. Sonra biranın oluşumundaki bakterilerin uzaydan gelmiş olabileceğini söyler, böylece biranın sadece toprakla değil, yıldızlarla da alakalı olduğunu düşünürüz. Bir de cesaret elbette, bir pub ortamında biranın verdiği cesaretle cepheye gitmeyen ve böylece ölmeyen bir adamın kaçışını, korkaklığı yüzünden sevdiği kızla konuşamayan bir adamın nihayet konuşabildiğini ve bir süre sonra evlendiğini görürüz. Faydalı bir uğraştır bira içmek, bu açılardan çok işe yarar.

Aşk ve yaşam, bu konuda Peri'nin de yapabileceği pek bir şey yok. Gracie 26 yaşına da, 36 yaşına da gelse aşkı anlatamayacağını, aşkın yaşanabilir bir şey olduğunu ve bunu yaşamadan ölen insanlara çok üzüldüğünü söyler. Mantıksızdır, belki de bu yüzden insanlara çekici geliyordur falan. Bira dışında yaşam şöyle ilerliyor ki amca aşık oluyor ve tropik bir adaya gidiyor aşık olduğu kadınla, hah, hatırladım, kızı bu yüzden fabrikaya götüremiyordu! Sonrasında anneyle baba ayrılır, Gracie maddi açıdan zor günler geçirirken amcasından adaya gelmeleri teklifi alırlar. Üçüncü teklifte uçak biletleri de gelir, giderler. Amca, kadından ayrılmıştır ve Gracie'nin annesine aşık olur, evlenirler falan. Çok garip bir hikâye bu, -istediğim yere virgül koyarım, isteyen TDK'ye şikayet edebilir- ama -bomba söz geliyor, siper alın- hayatın kendisi de garip değil midir zaten? Vurmayın lan, tamam.

Çok güzel çok, kafam kadar büyük olan diğer kitaplarını da okuyabilsem keşke. İki tanesini okudum da yazamadım, tekrar okumam lazım. Siz de okuyun bence.

14 Nisan 2016 Perşembe

Oya Baydar - Çöplüğün Generali

Oya Baydar'a başlamak için yanlış bir tercih sanırım. Bir yazarı okumaya başlamadan önce bütün kitaplarını toplamaya çalışıyorum, çok seversem diğer kitapları da elimde olsun. Çöplüğün Generali'ni edinince eksik kalmadı ama dediğim gibi, yanlış bir tercih. Pek başarılı bulamadım. Dönem romanı olduğu her sayfasında hissediliyor ve anlatıyı açan, açmaya çalışan da diyebiliriz, yöntemler başarısız. Şu haliyle haber derlemesi gibi bir özelliği var. Anlattığı mevzu gerçekten önemli tabii, her gün attığımız çığlıkların duyulması gerekiyor, orası tamam ama benzer bir yarayı ele alan, yazarlığını pek sevmediğim Emrah Serbes'in Üst Kattaki Terörist nam, bu romanın otuzda biri hacmindeki öyküsünde çok daha derin bir dünya yaratılıyor, dört dörtlük. Bunun anlatım biçimine bir tık daha özen gösterilseymiş keşke.

Zannediyorum ki bu gömdüğüm ikinci kitap olacak, zira edebiyatımıza değer katacak pek bir şey bulamadım.

Roman içinde roman; ilk bölümde birbiriyle bağlantılı birçok insanın yaşadığı facialara hiçbirimiz yabancı değiliz. Ergenekon olaylarına benzeyen hadiseler büyük çaplı bir distopya yaratıyor; topraktan çıkan silahlar, bombalar, mermiler birçok insanın hayatını altüst ediyor. Alt sınıfın bin bir çile çeken insanı, devletin çarklarıyla da boğuşuyor bu yüzden. Bir anda ortadan kaybolan oğlunu arayan annenin yaşadıkları çok acı mesela, oğlan fabrikada işe giriyor ve ne yaşadıysa psikolojisi bozulunca çıkıyor oradan, sonra fabrikadan arkadaşları dediği tipler gelip alıyorlar bunu. Gerisi bilinmiyor. Anne fabrikanın arkasında bir çukurun başında soğuktan donuyor, çöp kamyonuna atıyorlar. Ağır bir gerçekçilik. ASELSAN'da çalışan mühendislerin intiharı birçok soru işareti taşıyor hâlâ, buna paralel.

Bombalar... Çöp toplayan çocukların kopan uzuvları, kodaman ailelerde yetişen çocukların ölümü, hepsi bir. Terör sınıf ayrımı yapmadan herkesi vuruyor, bu mesaj da güzel. Depolar silahlarla doluyor, devletin üst kademelerinde dönen katakulliler sivillerin başına bela oluyor ister istemez.

Bütün bunlar o dönemde yaşayan bir yazar tarafından kaleme alınıyor, bölüm bölüm. Her bölümde ayrı bir trajedi var, yazar her bölümden sonra öz eleştiri yapıyor ve yazdıklarını inceliyor. Bu fikir enteresan olsa da yeni değil, yine de yaratım sürecini irdelediğinden dikkat çekici.

İkinci ana bölümde bir psikolog, bir gazeteci ve bir jeolog var. Tabii bu anlatılan trajedilerin üzerinden yıllar geçmiş, yaklaşık 70 yıl kadar. Her şey unutulmuş, o döneme dair pek bir belge yok, insanlar bu silahların çiçek gibi açtığı bölgedeki deprem süslü patlamayı -kanıt bırakmama operasyonu- unutmuş. Psikolog kardeşimiz katılacağı bir konferansa gitmek üzere hava alanına doğru yol alırken kayboluyor ve etrafı tellerle çevrili bir bölgeye geliyor. Bir şeylerden işkillenip arkadaşlarına mevzuyu anlatıyor ve oranın haritalarda dahi yer almadığı anlaşılıyor. Her yerden, hafızalardan bile silinmiş bir alan. O bölgeye gidiyorlar, psikolog bir siluet görüyor uzaklardan. Oraya tek başına gittiğinde siluetin general üniformalı yaşlı bir adam olduğu ortaya çıkıyor, ilk bölümde kolunu kaybeden çöp toplayıcısı. Parçalı roman bu çöpçü amcada, metnin psikoloğa ulaşmasını sağladıktan sonra adamı alanın ortasına dek götürüyor. Unutmamış, unutmayacak bir topluluk yaşıyor o bölgede, toplumsal hafıza kaybına uğramamış insanlar. Üfürükten bir son: Psikologta vertigo var, adam uçurumun kenarında başı döndüğünden düşüyor gibi oluyor, orada bitiyor metin. Düşüyordur herhalde.

Kabaca böyle. Benim mantığıma uymayan bir iki şey var, onları anlatıp bitireceğim. İkinci bölümde teknoloji çok ilerlemiş tabii, 70 yıllık bir aradan bahsediyoruz. Psikologun ele geçirdiği ilk metindeki kelimelerin artık pek kullanılmadığından, dilin eskidiğinden bahsediliyor. 70 yıl böyle bir şey için az bir süre ki bizim üç kafadarın konuşurken kullandıkları kelimeler açıkçası 70 yıl öncesinin kelimelerinden pek farklı değil. Toplumsal hafıza kaybı dedik, tamam. Çatısı pek iyi kurulmadığı halde -Üç Maymun Virüsü diye bir nane üretilmiş, H2M3 virüsü, bu unutturmuş olayları ama virüsün hangi şartlar altında nasıl yaratıldığı tam bir muamma, alegorik bir hadise olarak görsek de metnin gerçekçiliğinin yanında sırıtıyor bu alegori- olabilir dedik, geçtik. Dili de unuttursa o zaman diyaloglar neden sırıtmıyor? Buradan açık verildi. İkincisini zaten anlatmış oldum, virüs muhabbeti. Çok havada.

Distopik roman olarak edebiyatımız açısından önemli, denenmiş en azından. Konusu da mühim, unutursak yüreğimiz kurusun. Onun dışında çok bir beklentiyle yaklaşmamak lazım. Okuduğunuza pişman olmazsınız ama daha iyi bir kitap olduğunu düşünüyorsanız elinizde, onu değerlendirin derim.

Bu da protestlerden bir protest şarkı olsun.

12 Nisan 2016 Salı

Peter Handke - Yorgunluk Üzerine Deneme

Peter Handke, yorgunluk fragmanlarını kullanarak algılanan dünyanın yorgunluğundan ruhun yorgunluğuna doğru uzanıyor. Uzunca bir yürüyüş demektir bu. Çocukluğunun uzaklardan gelen sesini duyabilse de genç zihnin yorgunluğa yüklediği anlam birkaç kareden fazlası değil. Çocukluğun suçlu yorgunluğu, "dışarıya" çıkıldığında diğer insanların zorla kucaklattığı -anlatıcı bunun tersini söylese de insanların devinimsizliğinden doğan bir kendiliğindenlik hissediliyor, - bir acı, "şakaklarda bir cendere" sıkılığında. Üniversitedeki yorgunluk, belki de çoğumuzda ortaya çıkan bir kaygı halinde. Bir an olsun gelecekten umudunuzu kestiğiniz olmadı mı? Ben çok hissettim, Handke'nin o zamanki kaygılarına benzer şeyler duyumsamışımdır. Uzmanlaştıkları alanların anlatımında dahi enerjisi düşük doçentler, profesörler, kayırmacalar, yanlış bölümü tercih etmiş olma korkusu, neler.

"Ama şimdi üniversite yıllarında, orada, o kiralık odada farklı, aile evinden tanınmayan yeni bir tür yorgunluktan korkulurdu: kentin kıyısında, yalnız bir odada yorgunluk; 'yalnız-yorgunluğu'." (s. 8)

Uyuyan Adam mı çıktı oralardan bir yerlerden?

Uyku bir kaçış değil, uykusuzluğun neden olduğu yorgunluk da değil olay, farklı yorgunlukların farklı dünyaları, bu. Birbirinden uzağa düşen kadınla erkeğin yorgunluğu, konuşma yetisini yakıp kül edeni. Farklı biçimlerde dışa vururdu kendini; çiçekler yolunurdu, adımlar sayılırdı, adlar unutulurdu. Cenk Taner'in dediği: "Öylesine yorgunum ki adım neydi unuttum." Handke için bu yorgunluk aşıldığında yahut bölündüğünde, gündelik ıvır zıvırlar tarafından, kadınla erkek mutlu olabilir, bir ihtimal. Nasıl bir sıkıntı içinde olduklarını fark etmeleri gerekecek en başta, ardından bu sıkıntının ne koşulda yok olduğunu anlayacaklar ve sürdürecekler, sürünecekler belki. Sıkıntının, yorgunluğun yoğunluğu bir çifti çöle sürükleyebilir ve dışa vurum yoluyla birini öldürüp diğerini kumlara karabilir. Kitabı ve filmi son derece başarılıdır bunun. Tek bir darbede aşktan savruluş. Tek bir yorgunluk, küçük bir çatlak. Onarmak zordur. Dostlukların yorgunluğuna benzemez bu, dostlar bu yorgunluğu kendileri olarak paylaşırlar. Aşıkların yorgunluğu tekmiş gibi hissedilir, bölündüğünde diğerinin bir parçası da gelir. Fazladan yorgunluk, taşınamayacak bir yük. Don Juan, yorunluğunu başka kadınlarınkiyle birleştiriyordu. İki insanın bir araya gelebilmesi bu birleşimin atlatılmasına bağlıdır, iki yorgundan bir dinç çıkabilir.

Bütün bunların anlatımında amaç: "Olabildiğince kalpsiz bir biçimde, sorunuma ilişkin sahip olduğum resimlerin peşisıra gitmek, ardından her seferinde kendimi kelimenin tam anlamıyla resme yerleştirmek ve bu resmi, tüm titreşim ve kıvrımlarıyla birlikte, dil yardımıyla kuşatmak bana yetmeli." (s. 18) Çizilen resimlerde fiziksel yorgunluğun Avusturya'ya, işçi sınıfına ait bir parçası da var, yalanlardan ibaret bir devrimin, rüyanın inançlı işçileri için bir manzara. Makinelerin başındakiler değil, toprağın başındakiler için. Yorulmaz sanılan insanların fikren dermansızlaşması bir parçalama mekanizması haline geliyor ve işçi sınıfı yalnızlaşıyor, herkes kendi yorgunluğunu kendi yaşıyor. Handke için yorgunluk burjuvalara yakışmaz, resmedilebilir bir yorgunluk değildir onlarınki.

Korkuyu silen, kaygıyı yok eden, bütün iyiyi ve kötüyü birbirine karıştıran yorgunluk, bütün resimleri birbirine ekler, çok parçalı bir yaşamı kayıt altına alır. Kendiliğinden vardır, olmadığı durumlarda bir nesne olarak yaratılır. Bir başlangıçtır, sondan sonraki. Zaman-uzamın yaratılışındadır, tarihtir. Daha az Ben'in daha çokluğu olarak yorgunluk.

"Yorgunluk: Bütün krallar düş görmeden uyurlarken düş gören tek kralın parmağına dokunan melek." (s. 58)

2 Nisan 2016 Cumartesi

Thomas Bernhard - Odun Kesmek

Berjer koltukta ikinci kez yaşanan otuz yılın öfkesinden bir arkadaşımın aracılığıyla haberdar oldum. Selçuk Altun da sıklıkla Bernhard der ama bu patlayıcı adamın sesi, Altun'un andığı birçok kitabın, müzisyenin, heykelin, resmin ve insanın arasında kaynar. Büyük ayıp. Öfke diyoruz, insanın denetimi en zor duygusu, en özgür duygusu olduğunu da söyleyebiliriz, ketlemeye gelecek bir şey değil. Nevrotik davranışlarımızdan düşlerimize kadar her yere sızar, özgürlük arayışı çatlak arar. Her seferinde bulur. Tutacak gibi değil, yamalara teyelli mutluluğu kendi rengine boyar. Bastırılırsa bir süre sessiz kalır, sonra belki böyle bir kitap olarak çıkar ortaya. Bu kitabı öfkesini bastırmakta zorlanan bir adam alır, okur. Kendi ateşinden başkalarına da uzatır. Arkadaşım uzattı. Aldım, ben de öfkeliydim. Bazı şeyler kahrolmalıydı. "Odun Kesmek," dedi, "okuyacağın en şiddetli metinlerden biri olabilir." Başka şeyler de söyledi. "Yarın iş var, uyumam lazım, uyuyamıyorum. Aradığım öfkeyi geç, çok geç buldum, yazmam lazım. Sanatın ahbap tayfasından tiksinirim, çıkarcı insanlardan tiksinirim, hayırsız insanlardan tiksinirim, sosyal bir varlık olduğumuz için de bunlarla iç içe olmaktan tiksinirim, genelde kendimden de tiksinirim. Boku yemişliği açıkta olan insanlarla yakınlık kurmayı severim, olayları ortada çünkü. Yalan dolanları yok, neyse o. Çok laf söylerler arkadaşlarıma, bana da söylerler. Acısını çektikten sonra çoğu şey gibi bunları da unutuyorum. Yutuyorum. Göğsümde bir hedef tahtası var. Gönlünüzce sıkabilirsiniz, sonra kendinizden nefret edersiniz. Kendimi hep bir ayna olarak görmüşümdür. İstediğinizi yapın, sonra yaptığınıza bakın. Ben unuttum, Gülten Akın unutanları affetmiyor, onlar çoktan devam ediyor oysa, önünde sonunda. Siz hatırlamaya lanetlisiniz. Kendinize hapissiniz. Yırtıp çıkacağınız bir göğünüz yok. Daima gülen yüzleriniz var, kibarlığınız eşsiz. Yalnızlığınızla yapacağınız hiçbir şey yok, sadece acısını çekiyorsunuz ve kurtulmak için kendinizden birçoğunu etrafınıza topluyorsunuz. Rezilsiniz. Tatilleriniz rezil, gününüz rezil, ilişkileriniz rezil. Gülen yüzler, birbirinizden bir şeyler çalmak için. Sevgi, zaman, çocuk." Bu adamla ara ara buluşurum, Kadıköy'den Kalamış'a yürürüz. O evine gider, ben Yat Limanı'ndan otobüse binerim ve sokağıma yürüdüğüm 15 dakika boyunca dünyanın normal renklerine dönmek için kırmızıdan kurtulmaya çalışmasını izlerim. Uykuya dalmadan önce yine aklıma gelir, öfkesini düşünürüm. Nasıl yaşanır böyle? Otuzlarını ortalamaya yakın, iyi bir üniversitede doktora, iyi bir iş, yalnızlık. Roman karakteri gibi adam ya da adam gibi roman karakteri, yine de modası geçmiş. Trajedisinin modası ne zaman geçer? Öfkeninki geçmeyeceğinden mümkün değil. Her öfke orijinaldir, bir diğerinden farklıdır. Bernhard'ın çeviri kitaplarını kabullenmeyişinde benzer bir duyarlık var. Bu son derece kişisel, çevrilemez, yorumlanamaz, benzetilemez -arkadaş, onca tartıştık ama sen haksızsın- bir isyan. O berjer koltuğun otuz yıla yayılmış ansımaları rüya avcısı gibi yakalayıp pekleyerek hapsetmesi bir lanet, bir işkence, bir rahatlama. Spiral anlatının sonsuza ıraksayan ucu berjer koltuk. Diğer ucu, nirengi noktası aynı olan çemberlerin büyüttüğü anılarda Viyana'nın karanlık havası, Auersbergerler, müntehire Joanna, Burg Tiyatrosu ve kötü anıların, anlatının 4x büyüttüğü birkaç sevimsizlik abidesi. Her birine ayrı ayrı odaklanıp berjer koltukta kendi anına dönen bir hafıza, güncelde gördüğü manzarayı her anıyla yeniden çirkinleştirip her seferinde yeni bir hatırlayışın fırtınasına kapılacak, gündüz feneri berjer koltuk. Otuz yıl içinde koltuk yeniden döşetilmiş, ilk zamanlarından oldukça farklı. Hatırlananlar da öyle. Onları öyle bir değiştireceğiz ki hatırlanmayacaklar, sonunda. Öfkesiz, durgun bir yaşantıda yolun buraya çıkacağını sanıyorum. Anlatıcının yaşantısı böyle değil, neleri hatırladığına bakalım. Yetenekli bir öğrenci, aldığı müzik eğitiminin yanında iyi bir yazar, benzerleri arasında parlıyor. Yaşamaya aç, öğrenmeye de. Auersbergerler'in aşırı, vay anasını harikulade sanat ortamında geçirdiği zamanı kahırla ansa da gençken, hiçbir şeyin farkında olmadığı zamanlarda orada sömürüldüğünü çok iyi hatırlıyor, Joanna'nın da. Derin bir ilişkileri vardı, zaman içinde yollar ayrıldı ve Joanna'nın cenaze törenine kadar belki de hiçbir şey gelmedi aklına, hiçbir kötü anı kendini hatırlatmadı. Auersberger çifti cenazeden sonra onu evlerine davet etmeseydi belki yine yırtabilirdi, olmadı. Kader değil, kadersizlik değil, geleceğini söyledi sadece ve işte, berjer koltuk. İnsanlar çok önemli konular hakkında konuşuyor, Viyana'yı bırakıp gitmeyenlerin bir halt olamadığı sanat dünyasının çok haltlı insanları. Ev sahibi çift de onlardan; zamanında potansiyel vadedip sonrasında hiçbir ilerleme gösterememiş insanlar. Harcanmış yetenekler. Kaybolmuş incelikler. "İnsanlarla en içten biçimde arkadaş oluyor ve bunun gerçekten ömür boyu süreceğine inanıyor ve günün birinde bu her şeyden çok takdir ettiğimiz, hayranlık duyduğumuz, hatta sevdiğimiz insanlar tarafından hayal kırıklığına uğratılıyor ve onlardan tiksiniyoruz ve onlardan nefret ediyoruz ve onlarla hiçbir ilişkimiz kalsın istemiyoruz, diye düşündüm, berjer koltukta, tıpkı eskiden duyduğumuz eğilim ve sevgi gibi, nefretimizle de onları ömür boyu istemediğimiz için onları kafamızdan tamamen siliyoruz." (s. 38) Daha derine bir bakış. Neşter ruhu kesiyor, ipeğin yırtılma sesini bilir misiniz? "Derin bir nefes aldım ve müzik odasındaki insanların duymak zorunda kaldıkları bir biçimde kendime şunları söyledim; sen edimsel olmayan, yalnız tasarlanmış bir yaşam yaşadın, yalnız tasarlanmış bir varlıksın, gerçek değilsin, seninle ilgili her şey ve sen olan her şey, her zaman tasarlanmış, edimsel ve gerçek olmayan bir varoluştu." (s. 51) Yıllar boyunca aklına gelmeyen bu düşüncenin belirmesine yıllar varken bir şeyler başarılmıştı, bir şeyler oluyordu, Viyana'dan uzakta. Şimdi Burg Tiyatrosu'ndan beklenen çok mühim bir oyuncunun gelmesi, yemeğin başlaması beklenirken diğer her şey gibi bu da omuzlarda taşınacak bir yük, insanın kendi yükü. İnsanın kendi kayası. İnsan kendini taşır, yuvarlanması için, tekrar taşımak için, yuvarlanması için. Joanna dayanamadı, bir gölge kadındı. Yaratmaya devam edebilirdi oysa, birazcık yardımla. Şimdi onun hakkında söylenen şeyler birkaç kelime, oyuncu masadaki yerini aldı, berjer koltuğa veda ettik, spotlar masaya çevrildi, oyuncuya ve anlatıcının eski kırığı olan, Virginia Woolf'u aştığını iddia eden yazara. Anlatıcı, kadını terk ettikten yıllar sonra yine karşısında. Oyuncunun devasa, musmuazzam yeteneği, kibirli ses tonunda gizli. Bir taraftan da anlatıcının adamı gömmesi gerekiyor ki inbreeding denen nanenin sanatı nasıl tektipleştirdiği lanetle anılsın ve dahi Woolf'u Aşan Kadın'la oyuncunun kavgası parodiye dönsün, iki cahilin, iki yetenek israfının horoz dövüşü, Viyana bu kadar, bu insanlar arasında senin ne işin var anlatıcı, en başta gelmemeliydin, sabah olduğunda iki ahmağın barıştığını görmemeliydin, Kendinle çelişkiye elbette düşmeliydin, önce onlardan tiksindiğini söyledin, onların seni kullandığını söyledin, sonra Woolf'u Aşan Kadın'ı kullandığını, ondan alman gerekeni alıp yoluna devam ettiğini söyledin, yoksa o seni terk edecekti ve yoluna devam eden o olacaktı. Bu öfken kendine de. Bu acı hepinizin. "Yeryüzü, her şey, haksızlığın ta kendisi, diye düşündüm. İnsanlar haksızlık ve haksızlık her şey, gerçek bu, diye düşündüm. Yalnız haksızlığa sahibiz, diye düşündüm. Bu insanlar her şeymiş görünümünü verdiler hep, gerçekte hiçbir şeydiler ve zaman zaman, eğitimli görünümü verdiler, oysa değildiler ve kimi zaman da insani görünümü verdiler, oysa öyle değildiler, diye düşündüm." (s. 78) Berjer koltukta.