31 Aralık 2016 Cumartesi

Hervé Le Tellier - Aşktan Bu Kadar

Eh, aşk üzerine düşeni yerine getirmede askeri bir disipline sahip olduğu için hemen her seferinde yıkar, doğurur, parçalar, birleştirir, çakı gibi birden çok işi yapar, hem de tek başına. Adonis, Sapho, Mascolo, Shakespeare, çağlardan beri sayısız sanatçı aşk için bir şeyler yaptı. Başka yazılarda da değindim, burada da değineyim, Barnes'ın 10½ Bölümde Dünya Tarihi adlı müstesna romanında yarım bölüm aşka ayrılmıştır, tamamlanmayan diğer yarımsa aşkın yokluğuna adanmıştır. Tufanla birdir aşkın varlığı/yokluğu, uygarlıklar için yıkımdır, insan için yaşamanın tek anlamı olabilir, yaşamı sona erdirmenin tek sebebi de olabilir. Şu bilinir ki aşk devrimcidir ve belirdiği andan itibaren kişinin kendisi de dahil olmak üzere bir daha hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktır. Aşktan Bu Kadar'da aşka rağmen dönüşüm geçirmeyen yaşamların yanında bütün hayatı değişen insanlar var, onlara aşk olsun! Alberoni'nin Aşık Olma ve Aşk'ını hatırlıyorum, ruhun sıkıntılarını gidermek için aşkın ortaya çıktığı söyleniyor. Özünüzde bir eksik, yaşamınızda özlemini çektiğiniz ve henüz tanımlayamadığınız bir gedik varsa bam! Aşk imdadınıza yetişir. Aşk, kitaptaki karakterlerin imdadına yetişmiştir, çatlaklar aşkla sıvanır, karakterlerin duygusal yaşamlarındaki eksikler yeni insanlarla kapatılır.

Biraz şey, Love Actually tarzı. Herkesin birbiriyle bir noktada bağı var. bu sayede farklı bir -veya iki- karaktere odaklanılan her bölümde meselenin karşı taraftaki boyutunu/etkisini görebiliyoruz. Yazar OULIPO'cu, metinle güzel güzel oynuyor. Bu anlatım şeklini karakterlerden birinin, Yves adlı yazarın kurguladığını görüyoruz. Abhaz Dominosu. Oyunun ilerleyen bölümlerinde, kullanılmış taşlar tekrar kullanılabiliyor ama sayıların tek veya çift olmasına göre belirleniyor bu. Aşktan Bu Kadar aynı teknikle yazılmış, bu güzel. Kitabın adı meselesi var, o da inceden sürprizli. İkincisi, anlatı sürerken sayfanın ikiye bölündüğünü düşünün, iki sütun. Sol sütunda Yves'in konferans sırasında yaptığı konuşma var, sağ sütundaysa Yves'in sevgilisinin kocası, Stan, bilincini sele çevirip barajları kaldırıyor. Eşinin o adamda ne bulduğu, kendisinin de okunan metni yazabilecek yeteneğe sahip olduğu, kullanılmayan yeteneğin köreldiği, sahip oldukları çocuklar, Yves'in kelliği, yaşlılığı, başka bir yerde olacağını söyleyen eşini Yves'in hemen önünde görmesi...  Orijinal bir fikir bence, iki konuşma eş zamanlı olarak sürüyor. Biri bütün salona, biri sadece kendine.

Karakterler, her biri keşfedilmeyi bekleyen bir ada gibi. İlişkilere değinsem daha iyi, nerede başlayıp nerede bittikleri, ne şartlarda başladıkları ve nasıl sürdükleri önemli.

Anna: Projektörler önünde bir kariyer hayalinden Stan'e. Yves'le tanışmasını Stan' anlatmak istiyor, böylesi etkileyici bir adamla uzun süredir tanışmamış olduğunu söyleyecek ama Stan oralı değil. Belki korkuyor. Belki böyle şeylerin zamanının geçtiğini düşünüyor, çocukların başarılarından daha önemli ne olabilir? Şu: Anne için Stan onu anne yaptı, Yves ise kadın. Tutkuyu sürdürmede Stan fena cortladı, oysa yazarın/şairin/sanatçının avantajı, bütün bu duyguları tekrar tekrar yaratmasında. Unutulmayan incelikler bunlar, yaşamın her yönünü her an kapsayabilmekle alakalı. Bunu başaramayan Stan için yapacak bir şey yok. Eskiden her şeyin ne kadar güzel olduğunu, eşinin onu hiç bırakmayacağını düşünüyor. Oysa Anna tarihin bir noktasında Stan'i güncellemeyi bırakmış. Yani şöyle; Stan hayatındaki yenilik fırsatlarına göz çevirmez olmuş, belli bir düzene bağlı kalarak yaşamaya başlamış ve Anna gibi rockstar ruhlu bir ablamız için yeterli değil bu. Anna 40 yaşında, tutku istiyor ve karşısına Yves çıkıyor. Deli dolu ilişkileri üç ay sürüyor, Anna Stan'i hiçbir zaman bırakamayacağını ve her tutkunun eskiyebileceğini fark edip Yves'den ayrılıyor. Yves'in hatırlamakla ilgili yazdığı metni, kitap içindeki kitap, bir aşkın hatıralarına yazılmış en güzel metinlerden biri olabilir.

Louise: Romain'i seçti. Bu kadar. Zekasına hayran olduğu bu adam onun kocası oldu, fazlası değil. Bu yüzden Thomas'a vuruldu. Thomas kendi acılarını taşıyabiliyordu, girdiği savaşlardan sağ çıkmıştı. Romain'se kekelediği zamanlardan beri Louise'in öğrencisi, belki çocuğu gibiydi. Sosyal deneyimlerini -topluluk önünde konuşmaktan kim bilir neye kadar- eşinden kapmıştı. Uzmanı olduğu bilim dalı, aşk bile olmayan bir aşkı yürütmeye yetmedi. Bundan çok daha fazlası gerekiyor, çabalamaktan çok başarmak gerekiyor. Aşkı sürekli yaratmak, beslemek, bunu yaparken yorulmamak...

Le Tellier'nin kurduğu dünyada küçük ayrıntılar var, hikâyenin başında Anna'nın Yahudilikle ilgili küçük bir davranışı, sonlara doğru yapılan bir tartışmaya ışık tutabilir. Bu adamın romanları dikkatle okunmalı, detaylarda gizlenmiş başka anlatıları kaçırmamak için.

Böyle. Yazarın daha çok kitabı çevrilsin, MonoKL göreve.

Robert Musil - Öğrenci Törless'in Bunalımları

Uygarlık, çarkının dönmesini sürdürecek parçaları üretmek için dış etkenlerden olabildiğince uzak, sadece yontma üzerine kurulmuş bir okulun mimarıdır. Beineberg'le Törless'in sohbetlerinden birinde Beineberg, eğitim hayatının belli kalıplara sahip olduğunu ve öğrencilerin yeterince işlendikten sonra bir diğer adıma geçebileceğinden bahseder. Bu adımların içinde kalburüstü bir bürokrat veya asker olmak vardır, küçüklerden büyüklere bir parça transferi. Çocukların ailelerinin çoğu zaten bu sistemin içinde zenginleşmiş, soylulaşmış, aristokrat ailelerdir, çocuklar bilinçli bir şekilde bu tür eğitim kurumlarına yollanır. Çatışma bu noktada doğar; yaşantı eksikliğinin ve biçim verilmemişliğin özgürlüğünü yaşayan çocuklar, medeniyetle kendi fikir dünyaları içinde çarpık ilişkiler kurar. Birbirleri haricinde kendilerine yol gösterecek kimse yoktur, Törless irrasyonalizm üzerine matematik öğretmeniyle konuşmak istediğinde öğretmen kısaca, "Bunları düşünme, bu sonsuzluğu anlayacak değilsin," der. İki kere ikinin dörtten başka bir şey etme ihtimali ve determinizm arasındaki ikilik Törless'te ortaya çıkar, adamımız Kant'ı okumaya çalışıp hiçbir şey anlayamaz ve özündeki eksikliği ruhunun bir parçası olarak duyumsar. Sanki kendisinden iki tane vardır, ikincisi derinlere gömülmüştür ve temel yaşantılarla karşılaşıldığında kendini şöyle bir gösterir. Cinsellik, arkadaşlık, ahlak vs. ufuğun ötesinde sezilebilen bayraklar gibidir, Törless için anlamlandırılamadıklarından iki kişiliğin birleşmesi mümkün değildir ve bu durum Törless'in bunalımlarına temel teşkil eder. İlk kimlik, medeniyete eklemlenen bir parçadır. Ortaya çıkması için gereken laboratuvar ortamı, sadece öğrencilerin bildiği, tavan arasındaki boş bir odada sağlanır. Törless ve arkadaşları, kimliklerini bu odada arayıp bulmaya çalışırlar.

Musil'in ilk romanı. Tezli romandır. Meseleli romandır; dünyanın algılanması ve anlamlandırılmasında karakterlerin psikolojileri incelenir, yaşadıkları dönüşümler adım adım takip edilir. Her şeyin matematiksel bir düzenle yaşandığı aile hayatından sürprizlere açık, nereye gideceği bilinmeyen yaşamın olasılıklarına yolculuk yapan Törless'in dünya algısıyla dış dünyanın gerçeklerinin bir türlü uyum sağlayamaması, gencimizi bunalımlardan bunalımlara sürükleyecektir. Bu roman aslında Törless'in yaşamla uyumsuzluğunun romanıdır denebilir; cinselliğin keşfi sırasında karşılaştığı kadınla kendi içinde kopan fırtınalar arasında hiçbir yakınlık yoktur. Bu ilişki, çocuğumuz her şey siyaha giderken okuldan ayrılıp annesinin kokusunu almasıyla kurulur. Hayat kadını, zamanında soyluların evinde çalışmıştır ve Törless'in annesinin biraz fingirdek olduğundan bahseder. Törless kadının anlattıkları karşısında hayrete düşer, aklındaki şablonlar içinde annesiyle cinsellik hiçbir koşulda bir araya gelmemektedir ama roman biterken Törless için taşların yerine oturmaya başladığını söyleyebiliriz, annesinin kokusunu içine çeker. İki kişilik nihayet bir araya gelir, iki dünya birleşmiştir.

Sanal sayılar, doğal sayılar, akılla bilimin kesiştirilme çabaları Törless'in bunaltılarına bir noktada ışık tutar. Büyük anlatıların, yazarların insanlığa dair büyük sözlerinin olduğu dönemde Musil, bilimin tuttuğu ışığın yaşamı muğlaklaştırmasını irdeler. Doğal sayıların birbiriyle olan ilişkisi mutlaktır, oysa sanal sayılar sezginin egemenliği altındadır. Yaşanan dünyayla sezgisel dünya arasındaki çatlak giderek büyür ve Törless'in içinden çıkamadığı bir dilemmaya dönüşür.

Hikâyeyi açıyorum: Törless'in okulda fazla arkadaşı yoktur, Reiting ve Beideberg'le takılır. Onların yaşamlarına dahil olduğu noktada yardımcı aktör gibi davranır, her şeyin gerisindeki büyük zeka odur ama olayların yönlenmesine pek az katkı sağlar. Bir gün Basini adlı bir öğrencinin hırsızlık yaptığını keşfederler ve bu arkadaşa işkence yapmaya başlarlar. Tavan arasındaki odada kemerle dövme, cinsel taciz gibi pek çok hadise gerçekleşir. Törless başlarda ses çıkarmaz, sadece şahitlik yapar. Üç arkadaşın da kendine göre sebepleri vardır; Reiting insanları manipüle eder, geleceğin faşistlerinden biridir. Kaos yaratmayı ve gözlemlemeyi pek sevdiğinden aralarındaki en acımasız çocuktur. Funny Games'i hatırlayın, bir de şu meşhur deneyi: ABD'de gardiyan-mahkum rollerine büründürülen insanların kullanıldığı deneyde rollere iyice bürünüldüğünde zalimlik ve mazlumluk tavan yapar. Tahakküm, insan doğasında pek yeni bir ek değildir, çok uzun zamandır varlığını sürdürmektedir ve Reiting kardeşimiz tam bir faşodur.

Beideberg. Bu arkadaşımız, insanın kırılma noktasını merak eder ve ne kadar ileri gidebileceğini müşahede eder. Törless'in bunalımlarını küçümser, olasılıklar dünyasında neyin doğru, neyin yanlış sayılabileceğinin sadece tarihsel bir mesele olduğunu düşünür.

Törless. Ruhundaki dalgalanmalara karşı koyamaz ve öğrencilerin evlerine dağıldığı bir tatil zamanında Basini'yle yakınlaşır. Basini feminen bir erkektir, Törless'in biçimlenmemiş cinselliği, ruhunun çift cinsiyetliliği Basini'yle yakınlaşmasını sağlar. Basini'nin mazoşist bir tarafı da vardır, Törless tarafından aşağılanmayı ister ve bundan keyif alır. Törless yaşananlara daha fazla dayanamaz, son işkence seansında Beideberg'in silah çekmesiyle birlikte Basini'ye bütün olanları müdüre anlatması için tavsiyede bulunur.

Her şey ortaya çıkar, Törless yaşananları kaldıramaz ve okuldan kaçar, civardaki bir evde bulunup disiplin duruşması için okula getirilir. Karşısında büyükler vardır, kendi dünyasını anlayamayacak insanlar. Bir anlık esinle bütün hikâye boyunca aklından geçenleri özetler, ardından salondan çıkıp gider. Anlaşılamaz tabii. Ailesi onu okuldan almaya gelir, annesinin kokusunu içine çeker. Son.

Kitap iyidir; kokuşmuş burjuvaziye, pozitivizmin egemenlik sunduğu akılcılığa çuvaldızları, iğneleri duhul eder. Büyük savaşların öncesinde var olmanın psikolojik çözümlemesini yapar. Sevdiklerinizi özenle saklar. Kâmuran Şipal çevirisi, kendine özgü gudikliklere haizdir ama iyidir.

30 Aralık 2016 Cuma

Joyce Carol Oates - Kapılarımı Kapatıyorum

Kurtlarla koşan kadınlardan birinin hikâyesi.

Yazarın kitap üzerine son deyişinde iki nokta mühim; sıradan görünen ailelerde dahi bilinmeyenin üzerine kurulabilecek gerçekler var ve novella şiire belki de en yakın tür. İkisi bir araya gelince enfes bir anlatı çıkmış ortaya. 20. yüzyılın başlarında, ırk ayrımının en alengirli günlerinde yaşayan özgür bir ruhun, erkek egemenliğinin çatlaklarında yaşamını istediği şekilde biçimlendirmeye çalışan Calla'nın hayatını, kadın kahramanın yolculuğunu, dönemin oldukça sıkıntılı ortamında olabildiğince şiirsel bir hikâye üzerinden okuyoruz.

Anlatıcının büyükannesi olan Calla, Oates'in aile bağları açısından kolaylıkla benimseyebileceği bir karakter, bu sebeple son deyişte kurgunun nerede bitip gerçeğin nerede başladığını söyleyen yazarın yönlendirmesi olmaksızın düşünüldüğünde doğanın yalın bir parçası olarak görülebilir. Sosyal engeller kendisi için pek bir şey ifade etmiyor, sadece yaşıyor. Chautauqua Nehri'nin kenarında gülümseyen bir kadın, vaftiz adı Edith Margaret ama Calla olarak bilinecek; cenaze çiçekleri... Zor bir çocuk, kendi kendisine yeten, aykırı. Kızıl saçlarıyla ailesinin bile en başta kabullenemediği. "Kişi kimdir?" sorusunu hayatının sonuna kadar düşünmesine yol açan bir kocası, ailesi ve tanıdıkları olacak, diğer yanda balta girmemiş ruhunu dinleyerek cevabı bulmaya çalışacak ve bu yolda lirik bir coşkuyu yaşamı boyunca boynunda taşıyacak. Ölüm, ayrılık, aşk, hepsi koşulsuz yaşanacak. Bu da hayatın bize sunduklarından fazla bir şey değil açıkçası, sadece Calla kadar saf, kristal berraklığında yaşamak için terazinin öbür kefesini düşünmemek gerekiyor. Mutluluk paradoksu: Ne ölçüde başkaları için, ne ölçüde kendimiz için yaşarız?

Annesi dışında hayatta kalan kimse olmayınca Calla yakın akrabalarının evine taşınır, orada da kirişi kırar ve George Freilicht'le evlendirilir. Bu biraz da baskı yoluyla olur, kocasına karşı -hayata karşı olduğu gibi- pek bir şey hissetmez. Yalnızlık gibi bir duygudur bu da, gelir ve etrafın şeklini alıp var olmayı sürdürür. George, Calla'nın gerçek adını bilmez, başlarda sevişemezler bile, Calla için bu çok kısa boylu, şişman ve kıllı adamın iticiliği kabul edilemez olsa da bir süre sonra çocuk yaparlar. Calla'da annelik güdüsü diğer birçok şeyde olduğu gibi dumura uğramıştır, çocuğuna bir anne gibi yaklaşamaz ve nihayetinde aşık olur; dev bir zenciye. Bu noktadan sonra toplumu karşısına alan Calla için yaşadığı tutku haricinde hiçbir şeyin önemi yoktur, sevgilisinin öldürülmesi hariç.

Elalem ne der mi kazandı? Sanmıyorum, Calla yıllar boyunca manastıra kapanmış bir rahibe gibi yaşayıp yaşlanmasına, ruhu törpülenmesine rağmen her şeyini yitirmiş gibi gelmiyor bana. On yıllar boyunca değişen kendisi değil, başkalarıydı ve etrafındakiler onun hayatına saygı duydu, her şey unutulması gereken bir aile sırrına dönüştü. Anlatıcı, büyükannesinin sırlarını bir ölçüde öğrenip geriye kalanı güzelce uydurdu. Tanıdığınız biri öldüğünde dünyanızın bir parçası da onunla birlikte ölür, anlatıcının bu bakışından yola çıkarak Calla ölmeden önce ona sorulacak tek bir soru var: Yaşadın mı?

Calla yaşadı.

28 Aralık 2016 Çarşamba

Otto Rank - Kahramanın Doğuş Miti

Hızlandırılmış kitap turuna hoş geldiniz. Kitap için Pinhan'a teşekkürler. Okuduğunuz için size teşekkürler. Yaşadığım için bana teşekkürler.

Alt başlık: Mitolojinin Psikolojik Yorumu. Rank, baba olarak gördüğü Freud'un yanından -ironik olarak- ödipal kompleksle alakalı çalışmasını bitirmeden ayrılıyor. Jung, Campbell gibi heriflerle birlikte arketipsel işlere bulaşan ilk araştırmacılardan biri.

Psikanaliz tabii, her türlü kaypaklığın başı ve bu kitaptaki kahramanları orta noktada birleştiren etken. Rank, giriş bölümünde farklı kültürlerdeki kahramanların söylencelerinde benzer temaların tekrarlanması hakkındaki üç görüşe değiniyor, sonrasında kahramanların yaşamlarını inceliyoruz, en sonda da psikanalitik bir çıkarım var. Evet.

İlk önce üç fikre bir bakalım, neler: Başta temel fikirler teorisi var. Kısacası aklın yolu bir, fikirler dünyanın her yerinde aynıdır ve tekrar ederler. Üstünde durulan bir teori. İkinci teori, Hindistan'da ortaya çıkan masalların temel özelliklerini koruyarak yayıldığını söylüyor. Özellikle yerli Almanlar, söylencelerin yayılmasında oldukça etkili olmuş. Üçüncüsü modern göç ve ödünç alma üzerine; en akla yatkın teori. Kulaktan kulağa diyoruz buna, tamamen dolaylı yollarla yayılan efsaneleri içeriyor. Üç teori de temelde birbirinden pek uzak değilse de iki eğilim ortaya çıkıyor, insanın yaratım sürecinde ortaya çıkan meyillerinde mi olay, yoksa dendiği gibi göçtür, harekettir, bu tür işlerle uzaklara götürülen kelamlar benzer şekillerde mi tınlıyor? Rank için birincisi daha makul, zira psikanaliz. Yaa. Rank'in inandığı bir diğer şey de mitlerin tamamen insan yapısı olarak ortaya çıktığı, sonrasında göklere ve göksel cisimlere yansıtıldığı.

Mitlerin Döngüsü nam bölümdeki şahıslar: Sargon, Musa, Karna, Oedipus, Paris, Telephus, Perseus, Gılgamış, Kiros, Tristan, Romulus, Herkül, İsa, Siegfried, Lohengrin.

Hızlandırılmış tur dedik, özeti geçtik: Suya bırakılan çocuk, çocuğu terk eden yüksek zümreden insanlar, çocuğu bulan alçak zümreden insanlar, çocuğun kim olduğunu keşfetmesi, ki bu keşif süreci ve daha fazlası Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı magnifik (nöy?) kitapta bulunabilir, ilk ailesine dönmesi, dönmemesi, temelde hep aynı, heep aynı olaylar.

Neden kahramanların başına benzer olaylar gelir? Bunların bir anlamı var mıdır? Rüya tabirlerine bakacaksınız, orada bulamazsanız psikanaliz ellerinizden öper.

Son bölüm yukarıda saydığım olaylara psikanaliz çapında açıklık getiriyor. Çocukluk yılları, diyor Rank, sahip olduğu engin hayal gücü ve nevrotiklerin uydurmaçlığına en yakın zamanlar olması sebebiyle mitlerin yorumlanmasında da büyük öneme sahiptir. Su, sudan çıkma, sepet, kuruluk, doğumun ve terk edilişin sembolik ifadesi olarak geçiyor. Tufan mitlerini düşünelim; Tanrı/Baba öfkeli, göklerin çeşmesini kökledi, Nuh veya kahramanlar da teknede/sepette yırtmaya çalıştılar. Ne kadar da bağlantılı bir hadise! İsa Baba'sına terk edişinin sebebini sordu, Baba'nın cevabı ilahi bir sessizlik oldu. Ebeveynlere duyulan nefret, canlı kalabilen kahramanda büyüdü ve sonunda intikam olarak ortaya çıktı. Evden ayrılan evlat bambaşka biri olarak döndü, hatalar yaptı ve babasının hataları bu kez kendi yükü oldu. Yine de devrimci, değiştirici, isyancı olarak üstüne düşeni yaptı, babasına karşı çıkabilmeyi başarabildi ve Prometheus gibi lanetlenmediyse Kronos tarafından yendi.

Güzel, mitlere açıklık getirebilecek hoş bir kitap.

25 Aralık 2016 Pazar

Helle Helle - Bu, Şimdiki Zaman Kipinde Yazılmalıydı

Sezin'imle kitap fuarında, Pinhan'ın standında Gecekuşu Kornelius nam über kitaptan 750 adedin depolarda çürüdüğünü öğrenip üzülüyoruz. Tam olarak şöyle oldu:

Utku: Dezö Kostalyani'nin -c/p yapmaya üşendim eheh- başka bir kitabını basmayı düşünür müsünüz? Bir tanesini bastınız, tadı damakta kaldı.

Pinhan: Depodaki 750 taneyi de satabilirsek neden olmasın?

Sonra bu kitabı alıyorum, vedalaşırken Pinhan'ın esas adamı kitabı aldığımız için teşekkür ediyor. Bir şey değiştirmeyecek belki ama bastıkları kitapları takip eden en az iki kişi olduğunu bilmelerini söylüyoruz. Sezin, üyesi olduğu kitap kulübünde sıra kendisine gelince Gecekuşu Kornelius'u seçiyor falan.

Pinhan gerçekten iyi, çok iyi bir yayınevi. Ağırlıklı olarak felsefe ve psikoloji türü kitaplar basıyorlar, ara ara böyle güzel metinleri bastıkları da oluyor. Keşke ağırlığı buraya verseler ama şikayetçi değilim, sundukları hizmet gerçekten kaliteli.

Yazarın Türkçeye çevrilen ilk kitabı. Helle Helle oldukça minimal bir anlatı sunuyor, gerçekleşen onca olayın içinde belli bir düzen, anlam arayan okuru zorluyor. Kitap, sıkı ve dikkatli. bir okuma gerektiriyor.

Fena halde Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi'ne benzetiyorum. Bu endişe anlatı boyunca sürüyor, sağa mı sola mı? Yoksa hiçbir şey yapmadan öylece durmak mı? Determinizm ve özgür irade paradoksu nanesi, iki kitabın da temelini oluşturuyor. Yaptığımız şeyleri ne ölçüde kendi isteklerimizle biçimlendiriyoruz, ne ölçüde gelişigüzel yaşıyoruz, mesele bu. Sadece kalecilerin endişesi değil bu, topun başındakilerin endişesi de. Bu kitabın esas kızı Dorte'yi topun başına koyabiliriz. KPAE'de adamımızın sürüklenişini Dorte sağlayabilir, özneler yer değiştirmiştir. Hepsi bir anın içindedir, kitabın şimdiki zamanda yazılması gerekliliği bunu imler. Tek bir an, yaşamın tek bir ana indirgenmesi, genele ışık tutacak ölçüde yoğunlaşmış bir kurguya kapı aralar.

Anlatı bir kapının eşiğinde başlar ve yine orada biter. Bir eşiğin iki farklı zamanda hiç değişmemiş, zaman hiç geçmemiş gibi algılanması, şimdiki zamanın geçmişten geleceğe sonsuza dek sürdüğünü sezdirmek ister. Aziz Augustinus, Hopiler, zaman hakkında kafa patlatırken aynı durağa uğrayıp devam etmişlerdir. Çocuklukta zamanın oldukça yavaş akıp yetişkinlikte dörtnala gitmesinin sebebini keşfedilecek bir dünyanın var oluşuna bağlayan görüşü beğenirim. Önünüzde sonsuz sayıda ihtimal var, üstüne keşfedilecek bir dünya sizi bekler. Çocukluğun bilişsel yapısı, yeni keşiflerin yaşandığı anları olabildiğince korur ve bu da zamanın daha ağır akmasına yol açar. Dünya keşfedildikçe kaydetmeye değer yeni şeyler bulamayan zihin, açlığının ürünü olarak zaman algısını çarpıtır ve hızlandırılmış bir gösteri sunar. Bu açıdan Truman'ı 30 yaşında gösteren 90'lık bir ihtiyar olarak görüyorum:

Young Truman: I like to be an explorer, like the great Magellan.
Teacher: [rolling down a map of the world] Oh, you're too late. There's really nothing left to explore.

Bundan daha büyük bir cinayet olamaz. Stephen King, internete yeni düşen radyo konuşmasında çocukluğun kendine has dünyasının zamanla yittiğini ve yazılarını iyi kılan şeylerden birinin bu duyguyu hatırlayabilmesi olduğunu söyler. Bu duyguyu unutabiliriz veya Truman'ın kötü olan çevresinin benzerine maruz kalarak kaybedebiliriz, ne kadar hatırlarsak da yaşadığımız anları o kadar canlı tutabiliriz. Konuyu çok dağıttım, toparlayayım; Dorte, ailesinin umduğu gibi Kopenhag'da değil, onun için tutulan evde yaşamıyor, üniversiteye devam etmiyor, dört erkekle yatıyor ki biri sevgilisinin kuzeni, diğeri komşusunun erkek arkadaşı, kendisinden beklenen hiçbir şeyi yapmıyor. Sadece yaşıyor. Kavun alıyor, kavunun çok hüzünlü olduğunu düşünüyor ve kavunun hüznüne ortak olmamak için meyveyi aylarca camın önünde bekletiyor, selam verdiği adam kendisini görmeyip yoluna devam ediyor. Kitap kulübünde tanıştığı bir kadının davetine icabet ediyor ve orada şöyle bir diyalog ortaya çıkıyor:

"'Ben bu konuda sizinle aynı fikirde değilim,' dedim, 'bazen olacak şeylerin önüne geçemezsiniz. Oluverir.'
'Evet,' dedi kız, 'gerçek hayatta öyledir. Ama biz burada kurmacadan bahsediyoruz.'" (s. 160)

Kurmaca yeniden kurulabilir, yaşam da öyle. Salman Rushdie'nin Midnight's Children nam kitabında bu kurmaca/gerçek ikiliğinin/birliğinin akla zarar bir irdelenişi var, gerçeğin ne olduğunu unutturacak nitelikte. Knausgaard da benzer bir şey söylüyor aslında; her şey hatırladığımız gibidir. Dorte içinse her şey yaşadığımız gibidir, her şey olur. Bu sadece bir ihtimal ve zaman meselesidir.

Pinhan'a çok teşekkürler, umarım bu kitap iyi satar da yazarın diğer kitapları da çevrilir.

23 Aralık 2016 Cuma

Pedro Antonio de Alarcón - Ölümün Dostu

Çok öznel bir hadiseyle başlıyorum. İntiharı rasyonelleştirmiş, her zaman aklının bir köşesinde tutmuş, tanıdığı insanlardan evinin eşyalarına kadar eklemlemiş insanlar için muhteşem bir bölüm var, şimdiye kadar hiç böylesi bir "Hah!" duygusu uyanmamıştı bende.

"Bu dünyanın saçmalıklarıyla tatmin olmayan yüce ruhların keder ve sıkıntısı, kuşku ve korkusu, başka bir yurdun, bilim ve kudretten daha yüksek bir görevin, nihayet, İnsanoğlu'nun gelip geçici büyüklenmesinden ve kadınların zayıf büyülerinden daha sonsuz bir şeylerin varlığını seziyor olmalarından başka bir şey değildir." (s. 95)

İki öykü var, ilki aşk ve ölüm/intihar üzerinedir. Alıntıladığım bölüm yaşamın aşkla bir olduğuna, devamında yaşam coşkusunun daha ötelere duyulan arzuyu tetiklediğine, melankoliye ve varoluş acısının bir çeşitlemesine dair.

Baştan başlamak daha iyi olacak.

Alarcón, İspanya'ya geç uğramış Romantizm'in neferlerinden biri. Söyleyecek büyük sözleri olan adamlardan. Gençliğinde hukuk ve teoloji eğitimi almış. Borges'ten: "Aldığı eğitim, tüm esaslı eğitimler gibi, kendi kendini eğiten birininki kadar tutkulu ve başına buyruktu; manastır kütüphanelerinin tasfiyesi, asla tatmin olmayan merak duygusunu gideriyordu." (s. 5) Borges, yazarı çocukluğunda okumuş ve kaybolup gitmesine gönlü razı olmamış. Zamanında hemen her yazdığı fırtınalar koparan Alarcón'un en sevdiği yazarlar Dumas, Hugo ve Balzac. Anlatımı bizim Ahmet Midhat Efendi'nin üslubuna yakın; yazarın anlatıcıdan bağımsız sözleri araya giriyor, zengin bir betimleme gücü var.

Ölümün Dostu adlı ilk öykü bir çiçek dürbünü gibi renkli, Borges'in dediği gibi kurguyu bozacak uyumsuzluğa müsait, ikinci bölümüyle toparlayan bir yaşam-ölüm-aşk öyküsü. Romantik yazarların sıfırdan yarattığı soylu karakterlerinki gibi, sahip olduklarına karşı ödemesi gereken bedelin ölçüsüyle alakalı.

İlk bölümde Gil Gil'in ayakkabı imalatçısı bir ailenin çocuğuyken dibi görmesi, ailesinin ve koruyucusunun ölümü, çektiği sıkıntılar ve Ölüm'le dost olması sayesinde nasıl zirveye çıktığı anlatılıyor. Gil her şeyini yitirmişken cebinde bir zehir buluyor ve ağzına atmaya hazırlanıyor, o sırada omzuna soğuk bir el dokunuyor ve Ölüm ortaya çıkıyor. Gil Ölüm'ün dostu olarak özel güçlere kavuşuyor ve doktor olarak kraliyet ailesine yardım eli uzatıyor. Dumas'nın romanlarındaki gibi bir yükseliş. Ölüm'ün eğitiminden geçerken bütün bilimlerin, duyguların, arzuların doğasını keşfediyor, bir tek Tanrı'nın gizemi gözlerinden uzakta duruyor. Adamımız Tanrı'nın erişilmezliğine, anlaşılmazlığına ve sonsuzluğuna büyük bir hayranlıkla bakıyor.

Bunu Neil Gaiman Sandman'de anlatsa muhteşem bir şey ortaya çıkardı.

Soylularla olan ilişkiler, Ölüm'ün katakullileri derken Gil, çocukluğunda aşık olduğu kızla bir araya geliyor. Ölüm, kızı ya Gil'in, ya kendisinin kolları tarafından sarılacağını söylüyor, Gil duruma isyan ediyor ve ölümle bir daha karşılaşmamak için ölümden muaf olduğunu, Tanrı isteyene kadar ölmeyeceğini düşünüyor. İşte bunu Gaiman da düşünüp Sandman'in ilk cildine koymuştu. Neyse, Gil ve Elena Ölüm'ün bilmediğini düşündüklere bir yere gidiyorlar ve orada yaşıyorlar. Ne ki Ölüm Tanrı'ya bağlı ve farklı amaçları var, tekrar ortaya çıktığında gizem de çözülüyor.

Anlatmayayım, What Dreams May Come misali bir sonu var öykünün. Bazen kazandığımızı düşündüğümüzde kaybederiz, bazen de tam tersi. Ölüm ve hayatı anlamak için bütün yeryüzünü anlamak, bunun için kendimizi anlamak ve berrak, kristal parlaklığında bir bakışa sahip olmamız lazım. Öykünün anlattığı kısaca bu.

Uzun Boylu Kadın: Stephen King'in bu kitaptan esinlenme olasılığı nedir?

Kabuslar Pazarı adlı kitapta King'in küçük bir çocukla alakalı sinir bozan bir öyküsü vardır. Anlatıcı bu çocuğu öldürmüştür çünkü bu çocuk anlatıcının çocukluğundan beri her felakette ortaya çıkmakta, anlatıcıyla dalga geçmektedir. Sonrasında anlatıcının avukatına da musallat olacaktır, bir açıdan lanet kişiden kişiye geçer.

Uzun Boylu Kadın da böyle, bir miktar daha korkutucu tabii. Ölümlerin ardından ortaya çıkan bir ucubedir aslında, her seferinde adamımızın arkasından gelir, yelpazesini sallar ve çarpık ağzıyla kahkaha atar. İlk seferde adam kadının kendisini takip edip etmediğinden emin olamaz, arkasını dönüp bakmaya korkar ve döndüğü anda kadının hemen arkasında olduğunu görür falan, bu arkaya bakıp bakmama olayı çok korkunç. Mitolojide ne yiğitler, ne hanımlar heba olmuştur bu yüzden.

Bir de hikâye içinde hikâyenin de içindeki hikâyedir bu, üç katmanlıdır. Bunu anlatan adam, gece vakti bir ateşin etrafında toplanmış beş kişiye hitap eder. Pozitivist, bilimin yolundan şaşmayan bir adamdır ve anlattığı hikâyeyi dinleyicilerinin yorumlamasını ister. Alarcón'un halk söylencelerinden faydalandığı söylenir, belki de hikâye anlatıcısı olarak öyküye kendini koymuştur, kim bilir.

Babil Kitaplığı'ndan nefis bir kitap bu, deli tavsiye ediyorum.

22 Aralık 2016 Perşembe

John Kennedy Toole - Alıklar Birliği

* Coen Biraderler için biçilmiş kaftan. Fargo izler gibi okunur. Karakterler bu ikilinin filmlerinden fırlamış gibidir, tabii kronolojiye bakarsak tam tersi.

* John Kennedy Toole, güzel bir akademik kariyeri sürdürürken yazdığı iki roman pek sallanmayınca 32 yaşında intihar ediyor. Annesi, Alıklar Birliği'ni edebiyat dersleri veren Walker Percy'ye götürüyor. Adamın niyeti kadını def etmekken kitaba tutuluyor ve basılmasını sağlıyor. Pulitzer falan derken kitap kopup gidiyor. İlk kez ölü bir yazar kazanıyor bu ödülü, büyük olay. Biraz da ironik, zira Ignatius J. Reilly'nin ıstırap annesi aslında Toole'un annesinden aparma. Sonlara doğru Ignatius kirişi kırarken yazdığı kitabı da yanına alıyor ki annesi o kitaptan servet kazanmasın. Kurguda her şey iyi işlese de gerçekte öyle olmuyor. Elde bir adet intihar varken hiçbir şey iyi gitmez.

* Ignatius, Percy'ye göre şişko bir Don Kişot, gaz dolu bir Bakunin, yaşama uyduramayacağı katı mantığıyla devrimci, uyumsuz, lanet, her ideolojiye düşman bir arkadaş. Zamanında üniversitede okumuş, çıkıntılıkları yüzünden orada barınamamış ve annesinin evine dönüş yapmış. Babadan kalan az buçuk maaş Ignatius'ın ıvır zıvırlarına gidiyor, çalışma hayatına son derece uzak olduğu için adamımızın böyle bir problemi yok, ta ki annesiyle birlikte kaza yapana kadar.

* Hikâye kapalı bir sistemdeki birkaç karakterin üzerinden şekilleniyor ama başat olan Ignatius tabii. Bu karakterler üzerinden sıkı giydirmelere denk gelebilirsiniz; kolluk kuvvetleri, sosyal yaşam, Amerikan Rüyası, tüketim toplumu, eşcinseller, eşcinsel olmayanlar, tahakküm kurmak isteyenler, tahakküme karşı koyamayan işçiler, protesto yöntemleri, nasibini almayan pek az şey vardır.

* Ignatius ve annesinin yarattığı kaostan bir polis memuru, yaşlı bir adam, bir bar sahibi ve çalışanlar etkilenir, hikâyenin içine çekilirler. İlk bölümde anneyle oğulun özgün ilişkisine yakında göz atma şansı buluruz. Anne, oğlunun odasından çıkmamasına çözüm bulamadığı gibi bu modern çağ filozofuyla nasıl baş edeceğini de bilmemektedir. Ignatius'ın neyle uğraştığı hakkında hiçbir fikri yoktur, birbirine çok uzak iki yaşam kısaca. Neyse, bardan çıkıp evlerine döneceklerken kaza yaparlar, tazmin etmeleri gereken bir miktar parayı bulmak için annesi oğlunu iyice sıkıştırır ve Ignatius işe girer, işçileri patronu hacamat etmek için örgütler falan. Domino etkisi; birçok olay diğer birçok olayı tetikleyecektir.

* Myrna Minkoff, Ignatius'ın üniversiteden aktivist arkadaşı. Cinselliğin Ignatius'ı özgür kılacağını söyler ama Ignatius için tabudur bu. Mastürbasyon yaptığı kısım üstü oldukça kapalı anlatılır, yine de adamın aklına hayvanları getirdiğini -at mıydı, domuz muydu neydi- öğreniriz. Minkoff'u birçok kez reddetmesinin altında kendine has cinselliği yatmaktadır. Aralarındaki ilişki, Percy'nin dediği gibi son derece orijinal, zira mektuplarında birbirlerinin fikir hayatını etkiledikleri gibi hakaretler, aşağılamalar eksik olmaz. En sonunda Ignatius'ı kurtaran da Minkoff olur gerçi.

* Diyaloglar, karakterler... Tartışmalarda söylenen tehdit cümleleri, hak arayışının günümüzde nasıl tehdit haline girebildiğini gösterir. Tutuklanmak üzere olan bir adamın haykırışı: "'Ben New Orleans Eğlence Müdürü'nün desteklediği Altın Çağ Kulübü'nün üyesiyim.'" (s. 17) Güldüm, iyiydi. Ignatius da en ufak bir olumsuzlukta avukat ordusunu harekete geçirdiğini, muhatabının büyük miktarlarda tazminat ödemeye mahkum olacağını söyler falan. Aşırı tepkilerinde de güldüm bayağı; mesela fabrikada çalışırken yere düşüyor ve şöyle bir şey söylüyor: "Zannediyorum bacaklarımı kırdım, hemen mahkemeye gidip tazminat davası açacağım!" Diyaloglarda Hüseyin Rahmi tadı var, çok hoş.

* Kısa tutuyorum, özü bırakıp gidiyorum: "Piers'i bekleyen şeyler ölüm, yıkım, anarşi, ilerleme ve özgelişmeydi artık. Kötü bir gelişmeydi bu: Şimdi İŞE GİTMEK gibi bir sapkınlıkla karşı karşıyaydı." (s. 42)

20 Aralık 2016 Salı

Franz Kafka - Akbaba

Önsözde Borges'in odaklandığı iki nokta var; Kafka'nın piromanik düşü ve öykülerinin izlekleri.

Vergilius ve Kafka eserlerinin yakılmasını istedi, dostları bu işi yerine getirmediler çünkü eserlerin sorumluluğunu almak istemediler. Turgut Uyar'ın Çocuklarıyız nam kitapta, Uyar'ın şimdi adını hatırlayamadığım çocuklarından biri, Turgut ve Tomris Uyar'ın birbirlerine yazdıkları mektupları Turgut Uyar'ın vasiyeti doğrultusunda, elleri titreye titreye yaktığını anlatıyor. Ölümle kaybolan bir dünyadan parçalar... Özeldir, merak uyandırır ama anıların sahiplerinin tasarrufundadır. Yaşananlar sadece yaşayanın zihninde kalır, anlaşılabilir bir tercih. O çocuğun yüklendiği sorumluluk çok büyük.

Yakma mevzusunda yazarların istediklerinin belki de bu sorumluluktan kurtulmak olduğunu söyler Borges, Kafka için öykülerinin bir inanç eylemi olduğunu ve Kafka'nın, okurların inançlarının kırılmamasını istediğini belirtir. Tanrının kaotik evreniyle insan arasındaki ahlaki ilişki bu öykülerin merkezindedir, buradan iki izleğe ulaşılır: İtaat ve sonsuzluk. Bildiğim kadarıyla Kafka'nın dilimize çevrilmiş iki biyografisi var, ikisinde de çalıştığı kurumların ve baba-oğul ilişkisinin Kafka'nın dünyasının büyük bir kısmını oluşturduğu anlaşılıyor. Bürokrasi, öykülerde sonsuza kadar sürmeye mahkum çabalar, sonu gelmez davalar ve ulaşılamayan şatolar olarak görülür. İtaat ise bu sonsuz çabanın katalizörüdür; yapılacak iş için gereken enerji, yaratılan dayanılmaz durumlardan çıkmaya çalışmak için kullanılır ve itaat, koşulsuz itaat, Prometheus gibi tekrar tekrar deneten, yenilgilere, daha iyi yenilgilere yol açan itaat, yaşamın diğer bütün parçalarını emerek insanı sadece çabalayan bir makineye dönüştürür. Kafka'nın anlattığı insan kabaca budur.

Akbaba: Ayaklarını yiyen akbabaya karşı savunmasız duran adamımız, kendisine yardım etmek için tüfeğini almaya giden adamla konuştuktan sonra akbabanın havalanıp boğazına saldırmasını izler. Akbaba ölümcül bir yara açar ama adamın yarık boğazından çıkamaz. Adam bunu bildiği için mutludur, kendisine saldıran varlığın da öleceğini bilir. İntikam için can vermek, ressentiment türü bir duygunun ürünüdür.

Açlık Sanatçısı: Yer değiştiren izleyici ve yoksunlukların insanlarda yarattığı tahribat/etki üzerinedir. Açlık sanatçısı, aç kalarak sanatını sergiler ve insanların bu performans karşısındaki tutumları inceler. Açlığın ne olduğunu belki hiç bilmeyecek olan insanların karşısında kendisi izleyici olur, kanal iki yönlü çalışır.

Adamımız açlığının, performansının zirvesindeyken izleyicilerin müdahalesiyle sanatını sona erdirmek zorunda kalır. Bu, Kafka'nın çıkmaz sokaklarından biridir; performansın zirve noktası olan ölüm, performansın sunulduğu insanlarca engellenir ve gösteri hiçbir zaman tepe noktasına varamaz.

Açlık sanatına duyulan ilgi azaldığı zaman sanatçı bir sirkte çalışmaya başlar, ölmeden önce müdürle yaptığı konuşmada sanatına hayranlık duyulması gerektiğini söyler, ardından tam tersini. Açlık yaşamının bir parçasıdır ve yaşamın parçaları sanat niteliği taşımaz, iddiası bu yöndedir. Ölür, yerine bir panter konur ve pantere her türlü yiyecek verilir. Açlık sanatının zıddını sergiler panter, daha çok ilgi çeker. Ölüme dair olan sanat yerine yaşamı içeren sanat ilgi çeker. Oysa ikisi de bir noktada çakışır; panter ölümün kendisi demektir, besinlerini sağlamak için onlarca canlı öldürülür ama insanların gözünün önünde yaşanmadığı sürece ölüm göz ardı edilebilir.

İlk Dert: Sonsuz olasılıklardan en kötülerinin gerçekleşmemesine rağmen farkına varılması üzerine bir öyküdür. Trapezci, tek trapez yerine iki trapez kullanmak ister, şimdiye kadar sergilediği performansların aslında ne kadar tehlikeli olduğunu anlar, patronu da bu tehlikenin farkına varır ve trapezcinin gözyaşlarını paylaşır. Sanatçının yüzünde beliren ilk çizgiler, farkına kolaylıkla varılmayan potansiyel faciaların ürünüdür.

Bir Melez: Hamam Böceği Adam'ın sahibi, hayvanını bütün garipliğine rağmen öldürmez, beslemeye devam eder. Bir yaşamı yok etme sorumluluğuna sahip olmak istemediğinden hayvanını yaşamaya mahkum eder. Gündelik yaşamda hangi kimliklere bürünürsek bürünelim, hangi ucubeye dönüşürsek dönüşelim, sonumuz başkalarının elinden gelmeyecek.

Şehrin Amblemi: Babil Kulesi'nin inşaatında çeşitli etnik kökenlere sahip insanlar çalışıyor. İş bir nesilde bitirilecek gibi değil; teknoloji sürekli ilerliyor ve kuleyi daha iyi yapmak için birçok yöntem ortaya çıkıyor. Hep daha iyinin, etnik grupların arasındaki savaşın biteceği günün özlemi, Babil'i bir işçi kentine dönüştürüyor. Kent büyüyor, kule bitirilemiyor ve amblemdeki yumruk, bu saçmalığın son bulacağı zamanı simgeliyor.

Gündelik Bir Kafa Karışıklığı: Tam Kafka'nın kalemi, bir buçuk sayfalık nefis bir öykü. Calvino'nun -yanlış hatırlamıyorsam- Zor Sevdalar kitabında mevzuyu derinleştiren bir öyküsü var. Kısaca Şu: A'nın B'yi bulması gerekiyor. B bir devlet dairesinde memur. A, B'yi görmeye gittiğinde B'nin aynı amaçla A'nın evine gittiğini söylüyorlar. A eve dönmek için acele ediyor, eve geliyor, daireye dönüyor ve birçok kez karşılaşabileceklerken bu hiç gerçekleşmiyor. Öncelikler hakkında bir öykü diyebiliriz, öncelik iyi belirlenmediği müddetçe boş yere çabalanacak.

Bir bu kadar öykü daha var, hepsi şahane ama Çin Seddi Yapılırken özel bir dikkati hak edecek nitelikte. Babil'deki duruma benzer bir hadise; düşmanın sonsuz ordusu, sonsuz bir duvarın yapımıyla sınırlandırılmaya çalışılıyor ama bu çaba sonsuz nesiller, sonsuz uzaklıklar boyunca sürecek. Baudrillard bu meseleyi çok iyi ele alabilirdi, simülasyon evreninde gerçek çabaların değersizliği ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Gerçi kendisi Borges'in döngülerine atıf yaparken iş Kafka'ya da dokunur sanıyorum.

En son Şato'yu okumuştum, lise bitmek üzereydi. 10 yıl önce. 10 yıldan sonra okuduğum ilk Kafka oldu, devamını getireceğim. Kafka'ya başlamak için iyi tercih. Kitaplığı basmaya başlayan Kırmızı Kedi'ye de sonsuz teşekkür.

18 Aralık 2016 Pazar

Yalçın Tosun - Dokunma Dersleri

Dokunma Dersleri insanlarda bırakılan izleri tertipliyor. Ten konuşur, söz söylenir, gözler ayrılır ve hikâyeler belirir, hatta geriye kalanlar sadece bu hikâyelerdir. İnsanların gizlemek istediği yaralara dair, ulu orta kanayarak yaşayanlara dair öyküleriyle Yalçın Tosun'un anlattıkları queer'i, toplumun dışladığı insanları da içeriyor. Yazarın bir gediği doldurduğu söylenebilir; cinselliğin kolaylıkla etiketlenip rafa kaldırıldığı bir kültürde yaftalardan kurtulmanın gerekliliği, Carver'ınkilere benzer bir griliğe sahip karakterlerin bilinmeyen, dışarıdan görülmeyen, durmadan ağrıyan ötekiliklerinde kendini gösteriyor. Öykülerdekiler tanımlanmadan muaf, incelikleriyle bağlantılı bir kırılganlığı taşıyan insanlar. Her şey bir yana, Tosun'u özellikle bu açıdan, büyük yaraları belli belirsiz sezdiren anlatısı bakımından oldukça başarılı buluyorum.

Tosun, derslerini kendine has anlatım tekniği olarak gruplara ayırmış. Dört grup altında beşer öykü.

Arzuyu Örtüsünden başlıklı bölümden:

Damdaki: Damda birlikte uyunan arkadaşa güzellemedir. Bir umutla davet edilen arkadaş atlayıp gelir, gökte yıldızlar sayılır, ayran aşı dolapta beklemektedir. Annenin şahit olduğu uykudan hışımla uzaklaşması, karakterlerin cinsiyetsizliği -yahut sevdanın ayrımsız, her şeyi kapsayıcı özelliği- öykünün çatısıdır.

Yaralı Bir Kaplan: İki ötekinin birbirini bulmasıdır, açılan ve kapatılan yaralardır. Albinoyla kız-erkeğin yakın arkadaşlığı, kişiliklerini oluşturan ayrıntılarla biçimlendirilir ve çocukluğun yalın sevgisi kadar öfkesi de kendini ortaya koyar. Orasının gerçekten beyaz olup olmadığını soran çocukların ardından kız-erkek de aynı soruyu sorar. Kırılma anıdır bu; albinonun tek dostuyla arasına bir duvar örüp örmeyeceği belli olur. Albino kalbini soğutmaz, kendini tamamen açabileceği tek insana güvenir ve pantolonunu indiriverir. Gözyaşları kırılganlığıdır, ruhunun bir parçası kırılmıştır ve arkadaşından da geçemediği için kırığının arasından görülenleri gösterir. Özüdür bu.

Bir Kocanın Gizli Defterinden: Tosun'un en Carver öyküsü bu olabilir. Eşinin aldatmasını bekleyen bir adamın kendini tanıyamaması üzerinedir. Televizyonda o sarı oğlanın çıktığı her gece kadının tırnakları adamın sırtında gezinir. Adam kendini sarı oğlanın yerine konmuş olarak duyumsayınca seviştikleri sırada aynada devinimlerini izlediği adamın kendisi olduğunu da anlayamaz bir süre. Varlığını duyumsayamayandır o artık, sevginin eş öznesi olarak göremez kendini. Aynada kendini tokatlaması için şarkı hazır:


Bir iki şey daha yazacağım, not almışım. Eve gelen telefonlar adamı işkillendirir ve Calvino'nun pek sevdiği aşırı yorumlamalara kapı aralar; adam kadının nihayet aldattığını düşünür ve kadına kimin telefon ettiğini sormak ister ama kadının da bunu beklediğini düşündüğünden böyle bir şey yapmaz. Kadın öylesi başkasıdır ki adam bir replikasını kadının yerine geçirmiştir. Nihayet kadın eski sevgilisinin aradığını, ona evlendiğini söylediğini anlatır. Küçük bir zaferdir bu, hiçbir yere götürmeyen ama ilişkinin devamını sağlayan zaferlerden biri.

Kendini yitirmeyi Will Self'in kitaplarından birindeki bir öyküyle benzeştirdim. Adamın saplantısı kandır, marketten aldığı etlerin kanlarını emmeye ve canlılara kan bankası gözüyle bakmaya başlar. Bu sırada karısına yalan üstüne yalan söyler, ta ki bir gün yakalanana kadar. Sonrasını bilmiyoruz, yakalanma anında kadının özdeşim kurma yeteneği her şeyi belirlemiştir sanırım. Böylesi bir şeyle özdeşim kurabilmek yaşama dahil, her şey mümkün. Bir de Kundera'nın muhteşem öyküsü Otostop Oyunu'nu anmamak olmaz.

Homoeroticus: İki anlatıcı; genç ve yaşlı adam üzerinedir. Karşılaşmalar, erotizm ve birinin bıraktığı sıcaklığın diğerinde sürmesi üzerine güzel bir öykü.

Sıcak Sandalye: Tiyatro kursundaki hayalet öğrencilerden birinin yaşamının en güzel anını ortaya koyması ve yitirdiğinin acısıyla ağlayarak mekanı terk etmesi üzerinedir. Mekan her hafta düzenli olarak görülür, kişiler her hafta sadece o mekanda var olur ve ilgiyle izlenen sessiz bir yaşamın sahneye çıkıp kolaylıkla yok olabileceği, acılarının bir insanı ortadan kaldırabileceği anlatılır.

Bu kadar, geri kalan üç gruptan okur sorumludur. Drama Queen'i okurken Sylvia Plath'i hatırlarsanız bir yorum bırakırsınız.


The Black Heart Procession'ın gelmesi şerefine. Biletinizi alın, kara adamlar geliyor.

16 Aralık 2016 Cuma

Susan Archer Weiss - Edgar Allan Poe'nun Ev Yaşamı

Poe hakkında yazılan kitaplardan biraz farklı bu. Weiss, akraba ilişkileri sayesinde Poe'nun yaşamını olabildiğince yakından izleyebilmiş ve yazarı tanıdığı kadarıyla anlatmış. Objektiflikten pek nasibini almamış ne yazık ki. Spekülasyonlar, aşırı yorumlar almış başını gitmiş ama kitabı ilginç kılan da bu; büyük yazarın etrafına örülmüş mitsel perdeyi gördüğümüz gibi perdeyi aralayabildiğimiz anlarda gerçek Poe'yu da sezebiliyoruz.

Arka kapakta yazarın Poe'yu bir komşu sıcaklığıyla anlattığı yazıyor. Poe'nun etkileyiciliği yazarı da etkilemiş diyebiliriz, okura notunda olabildiğince tarafsız bir yaklaşımı benimsediğini söylese de gerçek tam olarak böyle değil, yorumu okura kalsın. Evler üzerinden gidiyor Weiss, Poe'nun yaşadığı evleri, mahalleyi anlatıyor ve taşınma/yerleşme vasıtasıyla kurulan ilişkilerle anlatıyı derinleştiriyor.

Bildiğimiz kısımları hızlı geçeceğim, yazarın annesi ve babası tiyatro oyuncusu. Avrupa'yı da kapsayan turnelere çıkıyorlar, hızlı bir hayatları var. Baba veremden ölüyor, anne de oldukça hasta, bu yüzden çoğu oyuna çıkamıyor. Çocukların kaldıkları yerler son derece sağlıksız, anneyi ölüme götüren bataklık hummasına, sıtmaya bu odalarda yakalanıyor.

Annenin üyesi olduğu tiyatro topluluğu, aileye yardım amacıyla bir oyun düzenliyor ve oyunun reklamını yapıyor. John Allan ve Bay Mackenzie, ikisi de Poe ailesinin geleceğinde mühim işler yapacaktır, oyunlar oynandığı sırada Edgar'a ve kardeşlerine bakma görevini üstleniyor. Kaderin oyunu; Edgar, Allan ailesine düşüyor, kız kardeşi Mackenzie'ye. Mackenzie ailesi bu durumdan ötürü sonradan çok hayıflanıyor, keşke Edgar'ı da alsaydık diyorlar ama artık çok geç, Edgar Allan familyasının bir üyesi haline çoktan gelmiştir.

Kıyısından dönülen bir facia da var; annenin ölümünden altı hafta sonra Richmond Tiyatrosu yüksek sosyeteden seksen kişiyle birlikte yanıyor. Bayan Allan o gün oyunu izlemek için çok ısrar etmiş ama Bay Allan itiraz edip aileyi yılbaşı ziyareti için şehir dışına çıkarmış. Küçük Poe'nun hayatı kurtuluyor, eserlerinin de.

Bay Allan o zamanlar otuzlarının başında, maddi durumu oldukça iyi bir iş adamı, İskoç. Evleri gayet güzel. Yardımsever insanlar. Her şey güzel görünüyor ama aşırı duygusal, sevgi açlığı çeken bir çocuk, ruhundaki boşlukları korkularıyla dolduruyor. O yıllarda edindiği mezarlık, umacı, hayalet korkusu hayatı boyunca peşini bırakmayacak. Sevdiği kadınların -başta annesinin- ölümünün ardından duyduğu özlem, ölüm korkusu, çürüme fikri yazarı zıt kutuplara ayırıyor. Sevdiği ve nefret ettiği şeylerin bir noktada birleşmesinin üstesinden gelmesi ancak yazdığı müddetçe mümkün oluyor. Alkolle tanışmasının da çocukluğuna denk gelmesi etkiyi artırıyor, anne ölmeden önce çocuğa tatlandırılmış cinli suya batırdığı ekmekleri yediriyormuş. Bravo, süper taktik.

Edgar gençliğinde iyi bir eğitim alıyor, yazarın takip edemediği beş yıllık kayıp zamanı Ackroyd'un kitabından izlediğimiz kadarıyla İngiltere ve İskoçya'da Poe çok iyi bir öğrenci, derslerinin çok iyi olmasının yanında sporla ilgileniyor. Çok iyi bir yüzücü, iyi bir atlet. Bunun yanında ABD'ye döndükten sonra özel ders de alıyor. Bay Allan'ın her hatasında çocuğu yalnız bırakmakla tehdit etmesi bütün bu çabayı yerle bir ediyor; Weiss'a göre bu tehditlerden sonra Poe babasından bağımsız bir yaşam düşünemedi ve bu yüzden çok acı çekti. Sonraki dönemlerde eve yolladığı mektuplar son derece kasvetli. Babanın koruyuculuğu olmadan Poe'nun işi çok zor ve babanın yardım etmeye pek niyeti yok. Çocuk kendi ayakları üzerinde dursun istiyor ama gereken özgüven çocuğa kazandırılmamış. Bir örnek: Poe iyi bir tiyatro oyuncusu ve gittiği okulda oynadığı oyunlarda son derece başarılı ama Bay Allan, mevzudan haberdar olunca Poe'ya tiyatroyu yasaklıyor. Neden böyle bir şey yaptığını düşününce çocuğun anne ve babasının makus talihini düşünebiliriz, bir de Bay Allan'ın otoriter karakterini. Edgar'ı yönlendirmeye çalışıyor ama son derece sert bir dille, bu da bir noktada geri tepiyor.

Korkular bitmek bilmiyor. "John Mackenzie Edgar'dan bahsederken okulda oldukça cesur biri olduğuna ama doğaüstü varlıklar yüzünden geceleri evde yalnız kalmaktan korktuğuna şahitlik ettiğini sıkılarak anlattı. Poe'nun çocukken en çok korktuğu şeylerin gece kapkaranlık bir odada yalnızken yüzünde buz gibi bir el hissetmek veya alacakaranlıkta uyandırılıp gözlerini kendisine dikmiş bir canavar görmek olduğunu söylermiş. Kendi hayal gücünün ürünlerinden o kadar çok etkilenmiş ki neredeyse boğulacak gibi olana kadar kafasını yastığın altında tutarmış." (s. 31) Poe'nun inancı son derece zayıf, korkularının üzerine gitmekte ilahi bir yardıma el uzatmıyor. Episkopal olduğunu söylemesine rağmen okul arkadaşlarının dediğine göre ulu bir gücün varlığına inanmasına rağmen İsa'yı ilah kabul eden doktrine olan inancını yitirmiş. Deist olabilir mi?

İlk aşk acısı yine bu dönemlerde. Arkadaşı Robert'ın annesi Bayan Stanard'a tutuluyor ve kadının ölmesiyle birlikte Lenore'ı yazıyor. Biyografi yazarlarının iddiasına göre Helen'a da aynı kişi için yazılmış. Poe için yazmanın büyüsü bu ergenlik dönemlerinde ortaya çıkıyor, acısını dindirmek için yazmaya başlıyor.

West Point'ten ayrılma sebebi, o zamanlar aristokratik okul yapısının Poe için hiç de uygun olmaması. Söylentilere göre komutanların hakaretleri Poe'yu askerlikten soğutmuş ve evlatlık olduğu için bu ayıbın askerlik hayatı boyunca yüzüne vurulmasından korkmuş. Sonuçta kendini okuldan attırması babasıyla arasındaki sallantılı ilişkiyi de bitiriyor. Yine söylentilere göre Bayan Allan'ın ölümünden sonra tekrar evlenen Bay Allan, ikinci eşinin Poe'yu istememesi yüzünden yapıcı davranmamış. Oğlunu bastonla kovalayıp evden attığı söyleniyor, bunun gerçek olup olmadığını bilmiyoruz ama Weiss'a göre tartışılır bir olay, zira Bay Allan baston kullanmazmış.

Evden temelli ayrıldıktan sonra hayatının en sefil döneminden geçiyor Poe; yersiz, yurtsuz, aç ve öyküleri beğenilmeyen bir yazar. Bir müddet böyle yaşadıktan sonra halasının kızıyla evleniyor. Virginia, Poe'dan oldukça küçük ve çocuksu. Aralarındaki ilişki hiçbir zaman anlaşılabilmiş değil, Poe'nun başka kadınlara aşık olmaya devam etmesinden eşiyle aralarında bir tür sevgi ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz, fazlası değil. Hala, kızının 14 yaşında evlenmesiyle karşılaştığı kötü muameleye göğüs geriyor ve yeğeniyle kızının mutlu olmasından başka bir şey istemiyor. Yaptığı fedakarlıklar herkesin yapabileceği türden değil. "Aile her şeydir" anlayışı mühim.

The Raven... 1845'te yazılıyor ve Poe'nun da beklemediği büyük bir başarı kazanıyor. Tekrar tekrar gözden geçirilen bölümler, kelimeler, cümleler, kararsızlıklar ve diğer her şey, şiirin yaratılma aşaması için oldukça kilit bilgiler ve Weiss sağ olsun, bu şiire özel bir önem göstermiş.

Editörlük işleri, alkol, çöküntüler ve yükselişler Poe'nun geri kalan hayatını oluşturuyor. Eşi ölene kadar aşık olduğu kadınlarla ilişkileri daha çok dedikodulara dayalı bilgilerle ortaya çıkıyor. Bir noktaya kadar sadık Poe ama o nokta nerede yok oluyor, bilemiyoruz.

Ölümü şaibeli, bildiğim kadarıyla hala kesinlik kazanmış değil. Seçim zamanı gittiği bir bardan arkadaşlarıyla birlikte toplanıyor. O zamanlar seçim olayları dalavereli, tekrar tekrar oy kullandırılan, hiç oy kullandırılmayan, öldürülen, kaçırılan, hapsedilen seçmenler oluyor ve söylentilere göre Poe da onlardan biri.

Weiss, Poe'yu arkadaşları ve akrabaları üzerinden anlatmış, iyi etmiş bana göre. Bu kült yazarın hayatını merak edenler için birebir.

10 Aralık 2016 Cumartesi

Barış Bıçakçı - Aramızdaki En Kısa Mesafe

24 öyküye bölünmüş bir uzaklıktan bahsederken Proust, Knausgaard gibi benzer meseleleri ele alan yazarların, hikâye anlatıcılarının dediğini yansıtıyor Bıçakçı; hiçbir şeyin göründüğü ve hatta yaşandığı gibi olmadığını, hatırlandığı gibi olduğunu söylüyor. Bir nehrin uykuya dalması, iskete öyküsündeki detaylar nasıl hatırlanabilir, nasıl gerçekleşebilir? Sayısız nehrin karıştığı dev bir ırmak düşünüyorum ve hafızanın ne olduğunu buluyorum. Benden bağımsız olarak gerçekleşenler içinde yer aldığım, sürüklendiğim bir sel değil. Tamamen kontrolüm altında, dizginlenmiş bir hayvan da değil. Mecazlarla tarif edilecek gibi hiç değil, öyleyse hatırladığım gibi.

Bıçakçı'nın anlatıcısı, hatırladığının peşine düşüyor ve öykülerden birinde dendiği gibi, hafızanın koptuğu yerden bir başka bağlantıyla tekrar kendine ermesini olanca inceliğiyle dile getiriyor.

Mevzuyu kitabın ortasına gelirken çözdüm, hazırlıksız okursanız işler biraz daha zorlaşıyor. Üç kardeş, felsefe profesörü bir baba ve anneden oluşan ailemizin akrabalarla, Ankara'yla ve siyasi karmaşayla çevrili dünyasında yaşananlar hepimizin az buçuk bildiği zamanlara kapı aralıyor. Anlatıcı ortanca kardeş, küçük kardeşinin doğumuyla hafızasının ilk gömüsünü buluyor ve anlatısına başlıyor. Küçük kardeşin hatırlanan ilk sesi, anlatıcının sahip olduğu isketenin ötüşünü andırıyor ve dünya naifleşiyor, incelikler kazanılıyor, hatırlandığı gibi. Baba ortada yok, teyze ve diğer akrabalar çocukların yetişkin dünyasının parçaları olarak beliriyor.

İlk öykülerden birinde anne ve babanın ölüp ölmeyeceğini düşünen anlatıcı, sonlara doğru onların gerçekten ölebileceğini anlıyor ve yaşamının üst üste binip eklemlenen anlarını kolaylıkla hatırlayabileceği şekilde kodlamış oluyor. Sarmal bir yapı; aradan geçen yılların birbirinden uzaklaştırdığı anların ortaya çıkana kadar bilinmeyen çağrıştırıcıları, hatırlamanın ve dolayısıyla hatıraların ne işe yaradığını da ortaya koyuyor. Belki sekizinciye yazıyorum, Bilge Karasu'nun bir öyküsünün sonunda, "Hatıralar ne işe yarar?" gibi bir cümle vardı. Şu an çözdüm, unutmak istemeyeceğim bir an bu, hatıralar hikâyemizin kaynaklarını oluşturur ve hikâyeler anlatılmalıdır, anlatılmadığı müddetçe var oluşumuzu bütünleyemeyiz. Bence. Sanırım. Birlikte top oynadığımız çocukluk arkadaşımızın adını hatırlayabildiğimizde -yaşlandığımız zaman bu olay daha mühimdir- henüz hafızamızdan şüphe etmemiz gerekmemesinin sevinci bir yana, hikâyemizde bir gediğin oluşmamasının mutluluğu da yabana atılacak gibi değildir.

Ortancanın inceliklerinden biraz bahsetmek isterim. Sakız satmak için dolanırken mahallenin bıçkın çocuklarından birine denk gelir. Eve gitmek ister, çocuk sakızları götürmesine gerek olmadığını, kutuyu eski bir arabanın altına koyup daha sonra geri alabileceğini söyler. Bizimki karşı çıkamaz, kutuyu bırakır, ağlaya ağlaya eve gider. Başka bir öyküde babasının verdiği metal parçalara kaynak yaptırmak için ustaya gider ama anlatmayı beceremez, beceremeyecektir. Birden çok zeka türü var ve bunların bazılarında çok, çok kötü olabiliriz. Ortanca kardeşimizin zaten anladığımız üzere sezgileri, duyarlığı oldukça gelişmiş ama mantıksal zeka biraz sıkıntılı veya babanın felsefe profesörü olmasından kelli -ehehe, bayılırım bu kelimeye- analitik zekasının uçmuş seviyeye ulaşmasından ötürü devrelerde bir karışıklık olur. Bu da bir öykü olur işte, ne olur ki başka? Öykünün sonunda baba elini çocuğun omzuna koyar, çocuk babasının tokat atacağını düşünüp irkilir, sonra durumun saçmalığını düşünüp utanır. Baba her şeyin farkındadır, o da utanır. Aralarındaki baba-oğul ilişkisi boyut değiştirir, onlar tam farkına varamamıştır belki ama bir şeyler yerinden oynamıştır. Bu oynamanın hikâyesi babanın ölümünün anlatıldığı öyküde anlatılır. Bir öyküdeki nesne, bir başka öykünün konusunu oluşturabilir, öyküler birbirini anlatabilecek niteliktedir.

Sezin'im pek sevmemiş kitabı, Bıçakçı'nın diğer kitaplarının yanında biraz sönük olduğunu düşünüyor. Ben bu kitabı Bıçakçı yazınının içinde ayrı bir yere koyuyorum. Yazarın bir meselesinin olduğunu, bu meselenin durmak bilmez bir dürtüye dönüştüğünü düşünüyorum, sonuç olarak da bu güzel hikâyeyi okuyabildik. Herkes okumalı diyorum.

Anneanneli öyküyle bitirmek istiyorum, biraz özel bir şey olacak. Babamın hayatımızdan çıktığı, annemin henüz emekli olmayıp hastanede çalıştığı günlerde abimle bana anneannem baktı. Çok küçüktüm, belki dört yaşındayken anneannem bizi Bostancı'ya, gemilerin kalkışını izlemeye götürürdü. Zaman geçti, 28 yaşına geldim ve anneannemin elinden tutup tuvalete götürüyorum, geri getirip yerine oturtuyorum. 90 yaşında, yürüyemiyor, yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirmede oldukça zorlanıyor. Geçtiğimiz aylarda ambulansla hastaneye kaldırdık, yediği bir şey dokunmuş. Serum bağladılar. Annemle dönüşümlü olarak başında durduk. Gecenin dördünde hastane kalabalığı azaldı, sandalyelerde yatabildim. Beşe doğru kalktım, bahçeye çıktım. Hafif bir rüzgar, ağaçlar bir şey anlatıyor ama dinleyemeyecek kadar üzgünüm. O zaman bu kitabı okumuş olsaydım şu cümle mutlaka aklıma gelirdi: "Anneannem ve ben... Biz... Biz ölüme karşıyız." (s. 63)

7 Aralık 2016 Çarşamba

Hervé Le Tellier - Bar Sonatları


Cheers çok tatlı bir diziydi, ilerleyen sezonlarda cozutsa da ilk sezonlarda oradakilerden biri olmak istemiştim. İş çıkışlarında, yorgunluktan öldüğüm bir günün akşamında konuşabileceğim insanlarla dolu bir yer...

Cennetin yeni giysisi: Bar.

Dizide insanların çeşit çeşit problemi, aranan çözümler, sıcak ilişkiler kısaca, dışarıdaki dünyanın soğuğundan korunma hissi yaratıyor. İşin bu kısmı güzel, tanıdığınız insanlarla gününüzün yorgunluğunu unutabilirsiniz. Diğer tarafta bilinmeyenin sayısız olasılığı yatıyor. Binlerce insan bir şeyler içmek için bara gelecek, belki müdavim olup kalacaklar, belki sizi soymaya çalışacaklar, belki daha ne belalar açacaklar, belli değil. Kaos; bu kez anlaşılmaya kapalı bir düzen.

Le Tellier, OULIPO'ya dahil oyuncu bir abimiz olduğu için baştan sevdim. Bilim gazetecisi, deney gözlermiş gibi yazıyor, öykülerdeki detaylar baş döndürebilir.

Haftalık bir dergide yazdığı 120 öyküden 86'sı derlenmiş, kitap haline getirilmiş.

Epigraf: "Gökyüzü çok yüksek, yeryüzü çok alçak / Bar tam doğru yükseklikte"

Barda çalışanların ve bara gelen insanların öyküleri, yaklaşık bir buçuk sayfalık onlarca öyküde yukarıda bahsettiğim olasılıkların bir bölümünü görebilirsiniz. Bir de insanların unutmaya ne kadar dirençli/meyilli olduğunu, acıyı, mutluluğu, kokteyllerle duygular arasında derin bir bağ olduğunu... Ben kokteyl tariflerini bir bir not ettim, her öyküde farklı bir kokteyl var.

İlk öyküde Jay, barı açıyor. Adam hakkında pek bir bilgi edinemiyoruz, zira o da mekanı derinleştiren aynalardan sadece biri. Orta yaşı oldukça geçkin, bunu söyleyebiliriz. Archie siyahi bir üzgün adam, blues piyanisti. İlk öykünün sonunda beliriyor, mahalle için iyi bir şey yaptığını söyleyerek Jay'i kutluyor ve piyanosu için iyi bir yer seçiyor, Jay'e söz hakkı vermeden.

Rose Singer, barmaid. İlan asıldığı anda bara geliyor ve Rose içiyor, haliyle. İkinci öyküde anlatıcı odur. Bazen böyle küçük oyunlarla da karşılaşırız; Archie hikâyesini pentatonik gamlarla değil de anlatıcı olarak anlatmak ister.

Kemik tayfa toplandıktan sonra bara insan yağmaya başlar, hikâyeler de... Tezgahta unutulan bir kitaptan birkaç sayfa okuyan Jay, sahibi geri dönüp kitabı aldığı zaman hikâyenin sonunu merak eder. Kitabın ve yazarın ismine bakmamıştır. Yarım kalan bir hikâye, bir diğerinin içinde. Sadece birkaç dakika içinde yaşam o noktada gerçekleşir; bütün duygular bu olaya sıkıştırılmış gibidir. Parıltı işte, siz hissetmediniz mi hiç? Çok özel bir şey yakalanmış gibidir, kaçırılmak üzere.

Diğer pek çok öyküde olduğu gibi bara gelen kadınlardan biriyle de aynı parıltı görülür. "Elini uzattı, dudaklarının ucunu ıslattı ve bu bir öpücük kadar güzeldi. Bana baktı ve hafif bir iç çekişle başını salladı. Gülümsedi, bir dolarlık bir banknot koydu, bir kedi gibi tabureden kaydı, Jay's'in kapısının ardından yavaşça kapandığını gördüm ve yaşamı ıskalamış hissiyatına kapıldım. Ama onu yakalamaktan korkmuştum." (s. 36)

Bunun üzerine biraz gevezelik yapmak isterim. Asaf'ın tek kadın-çok kadın hakkında söylediği yeterince özgeci bir bakış açısıyla darmaduman edilebilir. Sevilecek, aşık olunacak çok kadın/erkek var ve insan her an güzel bir rüyadan uyanırmış gibi hissedebilir. Uyanın zaten, sizin gibi o rüyayı görecek çok insan var, rüya belki birinin gerçeği de olabilir. Bu düşünceyle rahatlardım, gerçekten sevmek konusunda yetenekli insanlar var, umarım denk gelirler. Ben Sezin'e denk geldim mesela, daha da sevda istemem. Seven adam/kadın gitsin konuşsun arkadaşım. Neyse.

Barda elektriklerin gitmesinden bir ritüel çıkmazsa çok yazık olur. Kaybedenlerin filminde çakmaklar çıkıyordu, hatırlayın. Jay'in mekanında adamın biri yanan viskiyi içmeye çalışırken ışıklar geliyor. Adamın dediği: "'Korktum, çok aptalca. Tam da şunu düşünüyordum: ışık olsun.'" (s. 40) Tanrı'nın bir anlığına olsa dahi gücünü ödünç vermesi uzak ihtimal mi?

Ayrılan çiftler, evli insanların imkansız aşkları her zaman üzücü seyirler doğuruyor. Ayrılan bir çiftten geriye kalan hep açık bırakılan bir kapı oluyor. Geri gelebilirler. "Çünkü hayat söz konusuysa, hiç belli olmaz." (s. 42) Arkada Archie zamanı dondurmada notaları kullanıyor, eksik olan duyuyu tamamlamak ve anı boşluğun zeminine kazımak için: "Neredeyse gerçekdışı, bir duygu gibi yoğun bir nota kapladı odayı ve dışarıda şehir var olmayı bıraktı." (s. 96) O an yani, her şey o anda duyumsanan dünyadan ibaret. Jay'in eski yaralarından biri o dünyalardan birinde hiç kaybolmamacasına yer edenlerden biri. Çocuğu olmuş, gelmemesi gerektiğini bildiği halde bara gelmiş ve Jay'in karşısına çıkmış.

"'Ne gülünç. Tüm hayatları yaşayamıyoruz...' Sonra gülümsedi, gözlerini kaldırdı: 'Nostalji dedikleri galiba bu.'" (s. 94) Olasılıklar...

Büyücüler, sihirbazlar, katiller, haydutlar... Jay'in son öyküde uğradığı saldırıdan yırtıp yırtamadığını bilemiyoruz. O da okuduğu kitabın sonunu bilemiyor. Tanrı da bizle ne yapacağını bilemiyorsa tamam bu iş.

Bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum, yakalanmış birkaç parıltı görmek isterseniz edinin.

2 Aralık 2016 Cuma

Jimi Hendrix - Sıfırdan Başlamak: Benim Hikâyem

Kafası karışık bir adamın sezgilerinden başka güvenebileceği bir şey yok. Yapmak istediklerini yapmaya başladıktan sonra şirketlerin devreye girmesiyle yoldan çıkıyor ve sonunu kendi elleriyle getiriyor ama hayattan alacağı bir şey kalmamış, kafasında dönüp duran melodileri tamamen canlandıramamışsa da elinden geleni yapmış. Mutlu bir adam Jimi, yorgunluktan bitkin düştüğü son zamanlarında bile.

Jimi'nin hemen her yere -sigara paketlerinden otel eşyalarına- yazdığı notlarından oluşturulan bu kitapta büyük adamı ilk ağızdan dinliyoruz. Dönemin diğer müzisyenleriyle tanışması, onlar hakkındaki görüşleri gerçekten ilginç.

Özgür ruhun izindeyiz.

Kronolojik bir potpuri yapayım, en kolayı bu ama başta söylemem gereken şey; Voodoo Child, Jimi'nin çocukluğunu en iyi anlatan şarkı. Adamın kökleri kızılderililere uzanıyor. Kurtlarla Koşan Kadınlar'da Jung'ın doğa-insan etkileşiminden çıkardığı derin bağların, ritüellerin ve bu tür olabildiğince doğal yaşam biçimlerinin yansımalarını taşıyan Hendrix için yaşadığı zamanın değerlerinin pek bir önemi yok. Parayı sadece yaşlılığında zor günler geçirmemek için istiyor, onun dışında müzik yapmak dışında hırsı olmayan bir adam Jimi. Müziği kiliseyle -ilahi araçlarla- birleştirerek kutsal bir yol olarak benimsemesinde bahsettiğim doğanın ruhuyla kurduğu ilişkinin etkisi büyük.


* Sıfır yaşında doğdu, bir hemşirenin altına çocuk bezi bağladığını ve gökyüzünü hatırlıyor. 4 Temmuz, havai fişekler. Jimi'nin hayatı daha ilk günden belirleniyor; rengarenk bir şov ve hemen sona eriyor.

* Seattle. Nüfusun yarısı alkolik, diğer yarısı sefil. Öğretmenler bütün kızılderililerin kötü olduğunu, hepsinin bel soğukluğu kaptığını söylüyor. Jimi pek okul çocuğu değil zaten; beyaz bir kızla konuştuğunu gören öğretmenin azarına karşılık, "Ne o, kıskandın mı yoksa?" diyor ve okuldan şutlanıyor. Bir de öğretmeniyle şu diyaloğu var:

"Kendini nasıl hissediyorsun?"
"Bu Mars'ta insanların kendilerini nasıl hissettiğine bağlı."

Jimi BK okumayı seviyor ve roman yazmak istiyor ama zaman bulamıyor sanırım. onun yerine şunu yazıyor:


Gitar Flying V. Jimi iki gitar kullanıyor; Fender Stratocaster ve Flying V. Strat'ı dayanıklılığından ötürü seviyor, konserlerde daha çok Strat kullanıyor. Adamlar her konserde boş geçmeden birkaç kabini haşat edip gitarların anasını ağlatıyor, dayanıklılık mühim.

* Annesi erken bitmiş bir rüya, Jimi küçükken ölüyor. Babasının Jimi'den pek umudu yok, Jimi doğru olanı yapmayan çocuk.

* Jimi evdeyken üst katta yetişkinler parti veriyor ve Jimi, Muddy Waters, Howlin' Wolf ve Ray Charles gibi ustaları ilk kez dinliyor. "Fark ettiğim ilk gitarist Muddy Waters oldu. Küçükken plaklarından birini duymuştum ve bütün o sesler ödümü patlatmıştı. Vay canına! O neydi öyle? Müthişti." (s. 21)

Gitar çalmaya on dört yaşında başlıyor. Evin arka bahçesinde çalarken arkadaşları gerçekten iyi olduğunu söylüyor. Gazlıyorlar. "Öğrenebildiğim bütün riff'leri öğrendim. Hiç ders almadım. Gitar çalmayı plaklardan ve radyodan öğrendim. Müziğimi seviyorum, dostum. Seattle'da sürekli evde oturmak istemediğim için arka balkona çıkar, gitarla Muddy Waters plaklarına eşlik ederdim. Başka hiçbir şeyle ilgilenmiyordum, anlıyor musun, sadece müzikle. Chuck Berry ve Muddy Waters gibi çalmaya çalışıyordum. Her şeyi öğrenmeye çalışıyordum." (s. 22) Ustaları dinledikçe morali bozuluyor ama gitarı elinden bırakmıyor, bütün bunlar öğrenmenin bir parçası. Her zaman senden daha iyisi olacaktır ama sen biriciksin, yaptığın sadece sana özgüdür. Tekniğini geliştirdikten sonra her şeyi unut, kendin olarak bir şeyler yap. Coltrane'in dediği bu, Jimi'nin dediği de aşağı yukarı aynı.

Jimi ilk grubunu kuruyor, 18 yaşına gelince er ya da geç gideceğini bildiği askerliğe yazılıyor. Paraşütçü. Yine gökyüzü.

Acemilik eğitimi korkunç, Jimi için hayatının en kötü dönemleri. İnsanın pul kadar değeri yoktur orada.

Atlama safhası tam Jimi'lik, yalnız bir deneyim. "Çok kişiseldir, çünkü bir kez oraya çıktın mı her şey o kadar sessizdir ki. Duyduğun tek şey rüzgarın sesidir -şışşşşşşşşşşş- böyle. Dünyanın en yalnız duygusudur." (s. 31)

Askerden kırık bir bilekle dönüyor, iyileştikten sonra kendini yollara vuruyor ve o dönemde hemen her yetenekli adamın uğradığı Nashville'e geliyor. Herkesin gitar çalmayı bildiği yer, sadece en iyiler kendileri için bir yer bulabilir. "Güney'de funky kulüplerden birinde açlıktan ölmek üzere olan biri hayatında duyduğun en iyi gitarist olabilir ve sen adını bile bilemeyebilirdin." (s. 39) Jimi kelimenin tam anlamıyla gitar çalmayı Nashville'de öğrenir, müzikle ilgili görüşleri de burada şekillenir. Ahmet Ertegün de kariyerinin başında buraya gelip müzisyen avına çıktığına göre cennet gibi bir yer. Herkesin kendine has bir blues'u vardır ve Jimi de kendininkini bulur. Little Richard'ın orkestrasına girer ve tonlarca egonun altında ezildikten sonra New York'a gelir.

Macera bundan sonra başlıyor.

* Bob Dylan'la tanışması: "Ben Village'da iken Bob Dylan da orada açlık çekiyordu. Bir kez görüştüm onunla, fakat ikimizin de kafası bir tondu. (...) İkimizin de kafası iyiydi ve orada takılıp gülmüştük. Evet, gülmüştük sadece.

Dylan'ı ilk dinlediğimde bu kadar detone söyleme cesaretine sahip olduğu için adama hayranlık duymak gerektiğini düşünmüştüm. Fakat sonra sözlere dikkat etmeye başladım. Çarpıldım.

Eskiden herkesten ve her şeyden çok çabuk sıkılırdım. Dylan'a doğru gitmemin nedeni de buydu, bana tamamen yeni bir şey sunuyordu. Etrafında gördüklerini not etmek için yanında sürekli not defteri taşırdı.

(...) Ben asla onun yazdığı sözleri yazamam, fakat bana yazma konusunda yardımı oldu, çünkü hiçbir zaman bitiremeyeceğim binlerce şarkım var." (s. 47)

Ben bunu başın üzerinde dönen yaratma bulutundan çekilip alınacak, biçimlendirilecek toz olarak görüyorum. Jimi'nin başında onlarca nota, yüzlerce kelime dönüyor ve hepsini biçimlendirmeye ömrü yetmeyecek, kendi de biliyor. Dylan'ın All Along The Watchtower'ını yorumluyor Jimi, seviyor adamı. Onda da özel bir şeyler var, keşfetmiş. Zamanın şiirine ne olduğunu soran insanlara gidip birkaç Dylan plağı almaları gerektiğini söylüyor.

* Curtis Knight'la kurduğu grubu ortada bırakıp İngiltere'ye gidiyor, satıyor adamları bir bakıma. "Ardımda bıraktığım arkadaşlarım iyidir umarım. Gece üç dolar falan kazanıyor, açlıktan ölüyorduk. Gidiş biçimim pek hoş olmadı. Onlar da benimle geleceklerini sanmışlardı, fakat benim yalnız gitmem çok daha kolaydı. Bu şekilde çekip gittiğim için suçluluk duydum çünkü fazla bir hayatımız yoktu zaten, anlıyor musun?" (s. 49) Knight'ın yazdığı kitabı anlatmıştım, ayrıntıları orada bulabilirsiniz.

* İngiltere günleri, Hendrix efsanesinin doğduğu zamanlar. İlk olarak Cream'e eşlik ediyor. "Eric Clapton'ın çalışını beğenirim. Soloları Albert King'in sololarını andırır. Eric müthiştir." (s. 53)

Mitch Mitchell ve Noel Redding'le Experience'ı kuruyor.

* Beatles ve Stones, Jimi'yi izlemeye geliyor. McCartney çekmeyi düşündükleri filmde Jimi'ye de rol vermek istediğini söylüyor ama filme kadar almış yürümüş oluyor Jimi zaten. Bir de İngiliz gruplarında o özel şeyin olmadığını düşünüyor. Herkes bir ailenin üyesiymiş gibi davranıyor, biriciklik yok, bu yüzden bütün müziklerin birbirine benzeme riski var. Böyle olmuyor tabii, zaman ilerledikçe farklı türler ortaya çıkıyor ama Jimi bunları görecek kadar uzun süre yaşamıyor. Bir de McCartney'e gönül borcu var, zira grubun Amerika'daki başlangıcı McCartney'nin eseri. Jimi'nin Monterey'de çalmasını sağladıktan sonra Jimi evine dönebiliyor artık, kendi ülkesinde konser vermeye başlıyor.

Başka birçok mevzu var ama çok önemlileriyle bitireceğim.

* Konserlerinde hareketlerinin cinselliği çağrıştırması şikayetlerine dair: "(...) Müzik o denli kişisel bir ifade ki cinselliği yansıtması kaçınılmaz. (...) Bizi iğrenç bulan bu insanlar aynı zamanda Joan Baez'in konserlerinde savaş karşıtı şarkılar söylemesini engellemeye çalışırlar." (s. 70)

* "Sevdiğin şeyleri kurban edersin. Ben gitarımı severim." (s. 89) Enstrüman şovlarıyla alakalı başka bir söze gerek yok herhalde. Bu arada, Jimi'nin Wilde okumuş olma olasılığı nedir?

* The Monkees ve ilk Amerika turnesi. Kerim Çaplı'yla bu turne sırasında takıldılar. "Plastik Beatles" benzetmesi yapıyor Jimi, eline pek bir şey geçmeyince Monkees'le turlamayı bırakıyor.

* Jeff Beck'in tek albümünü dinliyor ve pek etkilenmiyor. Albert King ve Elmore James en beğendiği müzisyenler.

* Jimi'nin doğaçlama çalmakla alakalı söyledikleri pek çok yönden açımlanabilir. "Bugünlerde insanların yarısı doğaçlama çalmayı bilmiyorlar. Birlikte çalmıyorlar, diğer çalanları düşünmüyorlar. Oysa doğaçlama çalmanın özü bu, herkesle birlikte çalmak. Müzikle sevişmek ya da birlikte resim yapmak gibi. Bir süre çaldıktan sonra müziğin akışını hissetmeye başlarsın, ton değişikliklerini, zamanlamayı ve esleri. Sonunda üstünde iki hafta aralıksız çalıştığın plak kayıtlarında bütünleşemediğin kadar bütünleşebilirsin. Bunu yakalamak için gerekli zamanın varsa dünyanın en güzel şeylerinden biridir." (s. 161)

Bana göre günümüzde farklı tarzları sentezlemede en yetenekli adamlardan biri olan Guthrie Govan beş sene önce falan Kadıköy'de workshop tarzı bir şey yapmıştı. Orada Govan'a ne tür egzersizler yaptığını sordular. Şöyle cevap verdi: "Yani şu parmak egzersizlerini çok uzun süredir yapmıyorum, onun yerine yanıma bir bas gitarist ve davulcu arkadaşımı alarak stüdyoya giriyorum. Girerken ne olacağını bilmiyorum ama çıktığımda daha farklı, daha yetkin bir gitaristmiş gibi hissediyorum."

Müthiş. Bir aileymiş gibi hissetmemek ama ilerlemek, bireysel olarak. Dave Grohl'un şu müzik yarışmalarıyla ilgili söyledikleriyle bitireceğim:

"When I think about kids watching a TV show like American Idol or The Voice, then they think, ‘Oh, OK, that’s how you become a musician, you stand in line for eight fucking hours with 800 people at a convention center and… then you sing your heart out for someone and then they tell you it’s not fuckin’ good enough.’ Can you imagine?” he implores. “It’s destroying the next generation of musicians! Musicians should go to a yard sale and buy and old fucking drum set and get in their garage and just suck. And get their friends to come in and they’ll suck, too. And then they’ll fucking start playing and they’ll have the best time they’ve ever had in their lives and then all of a sudden they’ll become Nirvana. Because that’s exactly what happened with Nirvana. Just a bunch of guys that had some shitty old instruments and they got together and started playing some noisy-ass shit, and they became the biggest band in the world. That can happen again! You don’t need a fucking computer or the internet or The Voice or American Idol."

Jimi, olduğu gibi. Edinin.


28 Kasım 2016 Pazartesi

Karl Ove Knausgaard - Çocukluk Adası

Sezin'imle ev taşıyoruz, öldük. Abimin sponsorluğunda beyaz eşya aldık, yerleştirdik. Yaşam alanımız on katına çıktı, kız ayakkabılarını koyacağı bir sürü rafa kavuşunca mutluluktan ağladı falan, kısacası yazmaya zaman bulamadım. Bu ay da böyle geçsin. Sıklıkla okumaya devam ediyorum, yazacaklarımdan küçük çaplı bir dağ oluştu, 15 tatilde eritmeye bakacağım artık.

Anıların işlenmeden aktarılması zor. Bilincin parladığı anın biricik peteğine sıkışmış olanlar haricinde anılar olabildiğince kurgulanır, hikâyeleştirilir ve paketlenir, sonrasında bir uyarıcıyla birlikte ortaya çıkacak biçimde depoya kaldırılır. Bir şarkı, bir koku, algıların anahtarları her türlü kodu çözer ve yıllar bir anda aşılabilecek mesafeler haline gelir.

Aynı mevzuyla alakalı Hafızadan Kurtulmanın Beş Kadim Yolu diye bir öykü yazıyordum, adam kitabını yazmış. Ben bitireyim de dergiler yine basmasın. Knausgaard'ın üçüncü kuşatması tamamen çocukluğundan ibaret. Bir bölümü olduğu gibi çocukluk, şu parıltılı anlar, diğer bölümler çocukluğun yetişkin yorumlaması şeklinde okunabilir.

Yeni bir mahalleye taşınan ailenin küçük çocuğu, manzarayı hiç unutmayacağı şekilde zihnine kazıyor. Küçük Karl Ove, çocukluğundan bir anda yetişkinliğe adım atıyor ve geçen zamanla birlikte kişiliğinin nasıl değiştiğini, nasıl değişebileceğini merak ediyor. Kitabın yazıldığı ana kadar böyle pek çok an yaşanmış, çoğu hatırlanıyor ve zamanın henüz işlenmemiş bölümü bir bilinmez olarak ortaya çıkıyor. Çocukluk, ölüme dair sahte anılar yaratabilir. Cenaze evinde masaya yatırılan bedenle yeni mahallesini keşfedilmiş bir dünya gibi inceleyen aynı: Karl Ove.

"Bellek, yaşam için güvenilir boyutlarda değil. Üstelik belleğin gerçeğe öncelik vermemesi gibi basit bir nedeni yok bunun. Belleğin bir olayı doğru veya yanlış hatırlamasını gerçeklik gereksinimi belirlemiyor hiçbir zaman. Öz çıkarlar belirliyor bunu." (s. 21)

Bazen karıştırıyorsunuz; anıların anlatıcısı hafıza kodlarını bu çıkarların peşinde çözüyor gibi görünürken çocukluğun doğal anıları bir anda ortaya çıkıyor, karma bir yapı oluşuyor. Güzel bir şey bu, çok katmanlı yapıyı kendiniz aralamalısınız. Hemingway'in buzdağı metaforunu anımsarsanız daha derinlere inebilirsiniz.

İnsanın söylemedikleri olduğunu kim söylemişti?

Tek bir sözcük olsun israf edildiğini düşünmüyorum, Knausgaard okuruna sunduğu şemada anılarının yazınını nasıl etkilediğini anlatıyor aslında. Bu yüzden uzun uzun anlatılan ve anlamsız/değersiz görünen bölümler bile bir amaç uğruna yazılmış. Fark edersiniz ki büyük bir felaketin öncesi ve sonrası uzun uzun anlatılmıştır, zira felaket unutulsa bile ardılı ve öncüsü asla unutulmaz, hafıza eklektik bir şekilde çalışır ve bazı parçaları daha çok parlatır. Bu parlamalardan sıkça görürüz, zira Karl Ove'ın babası, özellikle ilk kitapta ölümünün ardında bıraktığı boşluğa düştüğümüz adam, tam bir sığır olduğu için çocuğa etmediğini bırakmıyor. Bunun yanında ergenlik problemleri, akran despotizmi derken kimsenin yabancısı olmadığı bir dünyayı, orman yasalarının yaşam boyunca en geçerli olduğu zamanları izliyoruz. 60'lı yılların Norveç'i oldukça ıssız, yeşil ve depresif. Despot baba, sessiz anne ve kendi halindeki abi ile birlikte Karl Ove için onlarca kez damgalanmış bir çocukluğu yazmak zor olsa gerek.

Cinsellik, edebiyatın ve müziğin keşfi, okul, arkadaşlar, hepsi bir yerden çocukluğa tutunmuş. İlk öpüşmede arkadaşın öpüşme rekorunu kırmak için salyalarını kızın üzerine akıtan bir beceriksizin hallerini izlerken aynı herifin okuldaki başarılarını ve evdeki hayatta kalma mücadelesini saygıyla izliyoruz.

Tekrar söylemek istiyorum, baba tam bir sığır. Ortaokul öğretmeni olup çocuk psikolojisinden bu kadar uzak kalan bir adam olamaz. Mesleki deformasyon mu diyeyim, ne diyeyim, bilemedim.

Müthiş. Üç kitap kaldı, hemen bassalar keşke.

12 Kasım 2016 Cumartesi

Sam Kean - İnsan Beyninin Gizemi

Beynin hikâyesi en iyi fantazyaları çöpe atacak kadar heyecan verici ve fantastik. "İnsan Beyninin Gizemi, binlerce benzeri arasından seçilmiş, modern sinirbilimin kurulmasını mümkün kılan kral, yamyam, cüce ve kaşiflerin yaşamlarını yeniden canlandıran, insan beynine dair en iyi hikâyelerin bir derlemesidir." (s. 19) Her bölüm, insan beyninin en iyi anlayabildiği form olan öykü şeklinde kurgulanmış, beyinle alakalı farklı olayların çözümünü okumadan önce geride yatan olağanüstü hikâyeleri öğreneceğiz, sonrasında başa gelenlerin sinirbilimde açtığı çığırı inceleyeceğiz. Kean'in seçtiği örnekler gerçekten akla zarar ölçüde etkileyici. Fiziksel beyinden bilinçli bir zihnin ortaya çıkmasının hâlâ sinirbilimin temel paradoksu olduğunu söyleyen Kean, hikâyelerin beynin yapabilecekleri konusunda fikir vereceğini belirtiyor.

Deli deli işler var, ben üçün beşin lafını yapmam ama çok hadise anlatmayacağım. Beş diyelim, lafını yapalım. Önce mevzuyu anlatayım. Beyin hakkında kesme biçme işlemleriyle başlayan bilgi edinme sürecinin kısa bir tarihçesi bu kitap. Eklemlenen araştırmaların beyin hakkında çok şey söylemeleri bir yana, takip eden bir diğer araştırma tamamen farklı bir telden çalınca önceden bilinenler de tekrar düzenlemeye ihtiyaç duyuyor tabii. Dolayısıyla beyin hakkında her an yeni bir şey bilinebilir, mesela beynin çalışmayan bir bölümü, görevlerini başka bölümlere aktarabiliyor, algılananlar beynin farklı bölümlerinde işlenebiliyor, bir sürü şey. Görseller de hoş; beynin neresi ne iş yapar, beyin çizimleriyle anlaşılabiliyor.

Vaka vaka ilerliyoruz, her bir vakada beynin farklı bir özelliğini ve olguların bilimsel açıklamalarını da öğreniyoruz. Ne güzel. Söylemek gerekir ki çoğu buluş, sezileri ve öngörüleri kuvvetli birkaç bilim insanının omuzlarında yükseliyor. Yaratıcı düşünce, sanatla bilimi bir noktada birleştiriyor.

Paré ve Vesalius'la tanışıyoruz; beyin cerrahisinin önemini dünyaya tanıtan ilk cerrahlar. Tıbbın hurafeden çok daha fazlası olduğunu gösteren bu adamlar, görünenler kadar görünmeyenlerin de mühim olduğunu söylüyorlar. Kafaya alınan darbe, görünür yaralanmalara yol açmasa da ölümcül olabilir, bu bile tıpta başlı başına bir devrimdir kanımca.

İkinci aşamada, görülebilen davranış bozukluklarının temelinde yatan rahatsızlığın beynin kimyasını darmaduman etmesi var. ABD başkanlarından birini katleden şizofren kardeşimizin frengisinin beynin yapısını nasıl cortlattığı anlatılıyor. Güzel.

Üçüncü bölümde beynin yeniden yapılanması, James Holman'ın olağanüstü yaşamında vücut buluyor. Teğmen Holman, İngiliz Donanması bünyesinde çalışırken bütün dünyayı geziyor. Homurtuların sebebi, Holman'ın görme özürlü olması. Görmeyen bir insanın dünyayı gezmesindeki amaç nedir, anlaşılmadığı için adamın anıları görmezden geliniyor, birçok tantana... Olay şu; nöronlar algıları derleyip toparlayarak kendi arzularımızı da katar ve ortaya yeniden yorumlanmış, yaratılmış bilgiler ortaya çıkar. Geçmişi yeniden yaratırız, algıladıklarımızı yeniden yaratırız ve bunu yaparken algı çeşitlerini olabildiğince değerlendiririz, bir kanal hepten kapalı olsa bile. Birçok ses görsel olarak beynimizde yankı bulabilir, bir nevi sinestezi. Bir de ekolokasyon denen nane var, Daniel Kish bu işin üstadı. Daredevil dostumuz ve yarasalarda gördüğümüz ses dalgalarıyla görsel harita çıkarma olayı. Çok az insanın böyle bir yeteneği var. Gözlerinizi kapayın ve dilinizi şaklatarak önünüzdeki manzaranın görselini oluşturmaya çalışın. Ses dalgaları geri gelecek ama algılamada problem yaşayacaksınız, hiçbir şey olmayacak. Görme yetisini kaybeden insanlar zamanla bu kartografi işinde kendilerini geliştirip bir ölçüde görebiliyorlar.

İşin bilimsel açıklamasını geçip garip hadiselere değineyim, merak eden kitabı alsın. Virüsler yüzünden canlı varlıkları tanıyıp cansız varlıklara hiçbir tepki vermeyen insanların hikâyesi ürkünç. Renk hafızasının yitirilmesi, yuvarlak şekillerin algılanamaması, çeşit çeşit rahatsızlık...

Kayıp organ ve organ nakilleri başlı başına bir araştırma konusu. Hayalet (fantom) uzuv sendromunun sebebini az çok biliyoruz; yitirilen bir uzvun kaşınması, acıya yol açması gibi olaylar, beyindeki nöronların o kayıp uzvun hala var olduğunu hissettirmesi sonucu gerçekleşiyor. Organ nakillerinde yeni organın beyin tarafından kabul edilmesi, beynin yapısıyla alakalı. Kısaca, yeni bir organ ne kadar çok kullanılırsa o kadar çok benimseniyor. Tırnak yeme alışkanlığı olan bir insan yeni elinin tırnaklarını yerse bu iyi, zira insan başkasının elinin tırnaklarını yemez. Freud sürçmeleri de engellenmeye çalışılıyor söz gelimi; "bu el" değil de "elim" denmeli falan, bir sürü şey. Aklıma Robocop geldi.


Burada işin farklı bir boyutu var. Kişi yeni organına tamamen kendi özünü döküyor, duygularının yol açtığı kimyasal değişikliklerle yeni organın uyum sağlaması çok önemli. Gerçi burada organların maddesi farklı ama mantık aynı. Kısacası yüz nakli mi yaptırdınız, hemen tıraş olun, gülümseyin, öpün, öpülün, en küçük kasınızı bile çalıştırın. Beynin yeni yüzü kabul etmesi kolaylaşır.

Fantom uzva ek: Ön kolu olmadan doğan bir kız çocuğunun okulda olmayan parmaklarıyla parmak hesabı yapmasına ne dersiniz? Tüm bedenin beyinde zihinsel bir temsili var ve bunun bozulması kolay değil. Şu nefis bölüm de olayla oldukça alakalı zannediyorum:


İngilizce alt yazılı olarak izleyebilirsiniz. Ben de The Animatrix'i en kısa zamanda 30. kez izlemeliyim.

Bedenin zihinsel temsili beyinde olduğu gibi var, peki beyindeki yüz bölgesinin ayak ve el bölgesine komşu olduğunu biliyor muydunuz? İşte şimdi ayak ve el fetişleri daha anlamlı hale geldi.

Son olarak korku hissetmeyen kadını anlatıp bitiriyorum. Bir bombaya kafa atabilir ya da üstüne benzin döküp kendini yakabilir. Bunları yapmamasının sebebi can acısından, ölmekten korkması değil, sadece yaşamanın dikkate değer olduğunu düşünmesi.

Hikâyeler alıp yürüyor, size de okuması kalıyor. TÜYAP'ta iyi bir indirim yakalarsanız alacaklarınızdan biri bu kitap olabilir. Pişman olmazsınız.

11 Kasım 2016 Cuma

Gary A. Haugen & Victor Boutros - Çekirge Etkisi

Veysel Karani Keleşoğlu, inşaattan düşüp ölen bir işçi. Patronlar şirketin ticari itibarına gölge düşmemesi için cesedini molozların arasına sakladılar ve bundan kimsenin haberi yoktu, hala yok.

Kitabın iki yazarından biri, Ruanda'daki katliamların ardından bölgede inceleme yaparken palalara indirgenmiş insan yığınlarını anlatıyor, sıkı bir yumruk yemiş gibi olursanız devam etmeniz için bir yeşil ışık. Yaşadığınız, bitmez gibi gözüken sonsuz hayatın, her şeyin ardından sonunuz şu: Erkek-pala. Kadın-pala. Çocuk-pala. Boğazınız kesildi, yüzlerce cesetten birisiniz.

Başarılar. Yarın bir manyak tarafından bıçaklanmamak için mücadele ederken, şöyle bir bakıp geçen insanlardan haykırarak yardım etmelerini isterken başarıya ihtiyacınız olacak.

Gary A. Haugen, International Justice Mission (Uluslararası Adalet Kurulu) adlı organizasyonuyla hukuksuzlukların peşine düşüyor ve deneyimlerini anlatıyor. Korkunç hikâyeler var, insanın kanını donduracak cinsten. Hikayelerin ardından tam olarak neler döndüğünü anlıyoruz, Haugen hukuka yatırım yapılmadığı sürece toplumların refah düzeyine ulaşmasının imkansız olduğunu anlatıyor. Sömürge toplumlarının ani özgürleşmelerinin altyapısızlık sonucu daha büyük bir çürümeye yol açmasının yanında gelişen ülkelerdeki çarpık yapılaşmaya -sadece mimari değil- da yer veriliyor ama önce muşta ve biber gazı.

Biber gazı hala gelmedi de muştayı aldım, ne olur ne olmaz diye evde tutuyorum. Silah yerine geçtiği için dışarı çıkarken şimdilik yanıma alamıyorum, yine de varlığı güven veriyor.

Haugen, BM'de ülkelerin temsilcilerine kamu güvenliğinin rezil durumda olduğunu söylerken kendilerinin şiddete karşı nasıl bir önlem aldıklarını soruyor. Cevap: "Güvenlik satın alıyoruz." Güvenlik şirketleri milyar dolarlık bir piyasa haline geleli çok oldu, şık sitelerin etrafında duvarlar yükseleli de öyle. Eh, öyleyse benim muştam, benim kararım. Yarın güvenliğimi tehdit eden bir durum olduğunda önce kafa kırıp sonra tehdit etsem herhalde bir ay tutuklu kalıp serbest bırakılırım. Mahkemeye giderken şöyle güzel bir giyinirim, pişman gözükürüm. Yırttık.

Ben güvenliğimden endişe duyuyorum, psikolojisi bozuk adamlar başkalarından endişe duyuyor ve ortada kullanılacak mis gibi bir silah duruyor. Nuh Köklü'yü öldüren insanlığın ilk halkası, geçen aylarda müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Demek ki benim gibi sığırları caydırıcı pek çok örnek olay var ve beyinsizliğimden kurtulabildiğim sayılı anlarda silah almamaya karar verebiliyorum. Bu eğitimsiz insanlar içinse çok uzun bir zaman boyunca beklememiz gerekecek, zira toplumsal çürüme öyle boyutlarda ki mahkemelerden meclise her yer kokuyor. Yani yarın öküzün teki beni bıçaklayabilir, ben böbreğimi kaybederim, adam bir ay sonra hapisten çıkar ve her şey devam eder. Yani ben yanıma silah almalıyım ve kendimi korumalıyım. Bireysel silahlanmanın önünü açma zamanı geldi. Kolluk kuvvetlerinin bir halt yiyemediği noktada bireyin kendi kolluğunu kendi tutması gerekiyor. Polise güven sıfır, hukuka güven sıfır, öyleyse orman kanunlarının işlerlik kazandığı noktada av başlayacak demektir.

Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens nam kitabında hukukun ulusal ve evrensel düzeyde niçin çok önemli olduğunu Bilal'e anlatır gibi anlatıyor. Şöyle diyor kısaca: "Birader, sen uluslararası hukuku sallamazsan zaten bittin, kanon abilerin seni ezer ama iç hukukun bitmişse senden korkmaya gerek yok, sen zaten kendini er geç bitireceksin. Kimse seninle ticaret yapmak istemeyecek, insanlarının temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geleceksin ve kelleni uçuracaklar."

Hukuk çok önemli bir şey kardeşim. Neden, çünkü senin güven içinde yaşamanı sağlar. Güvenlik, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde ikinci sırada gelir, birinci sırada su, oksijen gibi yaşam için şart olan maddeler var. Senin güvenliğin yoksa yarın için umudun da yoktur, işinde verimli olamazsın, ilişkilerin tavsar, rezil bir toplumun rezil bir ferdi olursun. Yaşadığının farkına varmazsın bile. Ne acı!

Kitaptaki üç örnekten ikisini vereyim, ilki Peru'dan. Küçük bir yer, herkes birbirini tanıyor, zenginler ve fakirler süregelen şekilde yaşıyorlar. Bir gün 8 yaşındaki bir kıza tecavüz ediliyor ve kızın cesedi yol ortasına atılıyor. Kızın ailesi fakir, haltı yiyeninki zengin. Sonuçta hukuk sistemini, polisinden mahkemesine satın alıyorlar ve yırtıyorlar. Kızın annesi çok yoksul, avukatlara bir dünya para dökmesine rağmen sonuç alamıyor ve elindekilerden de oluyor.

Hindistan. Öncelikle söylemem gerekir ki günümüzde köle olarak yaşayan insanların sayısı, köleliğin hukuken kaldırıldığı zaman yaşayanlarınkinden çok daha fazla. Nüfus korkunç bir şekilde arttı, kölelik kanunlarca yasaklandı ama kimin kanunları? Kanunların gücü nedir, kanunlar gücünü nereden alır? Erdemli insanlardan alır, alması gerekir. Peki, sen çıkarın için insanları erdemden uzaklaştırırsan, onları ot gibi yaşatır ve alım gücünü sürekli azaltırsan ne olur? Sana bumerang gibi döner, semtinde bombalar patlamaya başlar. Yüzlerce koruman ailelerini geçindirememeye başlar, elindeki maddi güç giderek erir, dış baskılar artar, iç baskılar artar. Despot olursun, diktatör olursun. Hindistan'daki patronlardan farkın kalmaz. Hindistan dedim, aynısı Gazap Üzümleri'nde var, ABD'nin batı kıyılarında 100 yıl önce yaşanan insanlık dramından bahsediyorum. İşçiyi borçlandır, haklarını unuttur, hatırladıkları noktada kaba kuvvetle bastır, gözünün önünde çocuğunu öldür, eşine tecavüz et.

Bugün değil, yarın değil, bir gün tepenize çökülecek.

Sinirlendim yine, neyse. Bir iki örnek daha veriyorum, farklı kalemlerdeki problemleri inceledikten sonra çarpıklığın sebebi nedir, ne yapılabilir ve ne yapılıyor, bunları inceleyelim. Önce Kenya'ya gidiyoruz, polislerden korkulan tipik bir gelişmekte olan ülke. 80 yaşında bir kadının evine komşusu tarafından el konuyor ve kadın sokağa atılıyor. Ülkede mülkiyet yasaları oldukça yetersiz olduğu ve yürütülemediği için kadın evsiz kalıyor. Düşünsenize; gece vakti evinizi basan eli sopalı adamlar, "Dessekterget lan buradan!" diye sokağa atıyorlar sizi ve kanun sizin tarafınızda değil.

Filipinler'de kadınlar kaçırılıyor ve zorla hayat kadını olarak çalıştırılıyor, çocuklar satılıyor, neler neler.

Bu kadar korku filmi yeter.

Büyük bir sistem düşünün, kitapta kanalizasyon sistemi ele alınmış. Her şey çok iyi çalışıyor ama son parça eksik olduğu için sistemin hiçbir değeri yok. Devletlerle, uluslararası organizasyonlarla ve sivil toplum kuruluşlarıyla kanunsuzluk/şiddet arasında böyle bir ilişki var. Maddi yardımlar görünürde fark yaratsa da çarpık düzeni değiştirmek için yapılan hiçbir şey yok, dolayısıyla her geçen gün daha çok mağdur türüyor. Sonuçların umut kırıcı olması doğal, zira değişen bir şey yok.

Bunun iki sebebi var, alıntılarla olabildiğince özetliyorum:

"Görünüşe göre iyi insanların yıllardır yaptığı gibi yoksullara her türlü eşyayı ve hizmeti sağlayabilirsiniz, fakat eğer toplumdaki zorbaların şiddet ve hırsızlıklarını zapt etmiyorsanız (yıllardır yapamadığımız gibi) çabalarımızın sonuçlarının oldukça umut kırıcı olduğunu göreceğiz." (s. 11)

Bu bir. Kanunların üstünlüğünün sağlanabilmesi için yapılması gerekenler, hukukun her bir mekanizması incelenerek son derece açıklayıcı bir şekilde anlatılıyor. Polisliğin oluşumu ve farklı versiyonları karşılaştırılıyor, tarihsel verilerle destekleniyor. Polis oldukça önemli, zira herhangi bir yasa dışı durumla karşılaşan ilk birim. Buna rağmen hukuksuzluğun önde gideni polis sayesinde ortaya çıkıyor. Rüşvet, iktidar maşalığı, pek çok işi var adamların. İş yine dönüp dolaşıp iktidara, devlete geliyor. Devletin hukuk sistemini kamu yararına kurması gerek, öbür türlü aylar boyunca tutuklu kalmalar, yıllar boyunca süren davalar derken korkunç tablolar ortaya çıkıyor. Bir örnek var kitapta, adamın biri dosyası kaybolduğu için yıllar boyunca hapishanede kalıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Oluyor, inanın.

İkinci mesele: "Görünüşe göre sömürgeci güçler gelişmekte olan dünyayı yarım asır önce terk ettiklerinde kanunların çoğunun değişmesine rağmen kanun yürütmesi; yani sıradan insanları şiddetten korumak için değil, rejimi sıradan insanlardan korumak için tasarlanmış olan sistemler değişmemiş. Bu sistemler, anlaşılıyor ki, asla yeniden düzenlenmemiş." (s. 13)

Vurgu bana ait. Bunun için zamanında sömürge olmaya gerek yok, kendi insanını sömürge olarak gören hükümetler için de aynısı söylenebilir. Sonuçta halkına yeterli hukuki eğitimi vermiyorsun, vatandaşın kanuni haklarını bilmiyor ve bu durumdan kendine kazanç çıkartıyorsun. Bu sadece senin için geçerli değil, çanağını yalayan adamlara da gücünün bir parçasını veriyorsun ve kan emici patronlar çıkıyor ortaya. Devlet, mafyaya dönüşüyor. Mücadele edilen yapı bu. "Sonuç itibarıyla, hukukun korumasının dışında yaşayan yüz milyonlarca yoksul insanın suiistimale uğramasının ana nedeni, genellikle iyi yasaların eksikliği değil, o yasaları uygulamak için gereken işleyen bir kamusal adalet sisteminin eksikliği." (s. 211)

Dilini anlayamadığınız bir kanunlar topluluğunuz olsun ister miydiniz? Hemen Afrika'daki bir memleketten vatandaşlık alın. Kanunlarınız anadilinizde olmayacaktır. Bir ara çevirirler. Kendi ülkemizden konuşalım, sizi gözaltına almak isteyen bir polisle münakaşa ediyorsunuz. Haklarınızı söyleyemezsiniz, daha doğrusu adam sizi dinlemez. Zira kendini bağlayan kanunları en iyi ihtimalle görmezden gelecektir, tabii bunları bildiğini varsayıyoruz. Siz Türkçe konuşacaksınız ama adamın dili başka bir şey, geceyi nezarette geçirmeniz yüksek ihtimal. Sebep? Polise mukavemet. Örnekleri var.

Son bölümde yozlaşmış bir sistemin yavaş yavaş nasıl dönüştürülebileceği ve yazarın hukuk organizasyonunun yaptığı işler var, bir model sunabilir.

Toprağı ilaçladınız, sürdünüz, bin bir emek harcadınız ve mahsulü kaldırmak için bekliyorsunuz. Çekirgelerin saldıracağından haberiniz yoktu, her şeyinizi yitirdiniz. Çekirgeler de bu sistemin bir parçası oysa, hatta Dünya'yı yok edecek bir meteor da öyle. Tehlikeyi yok etmek herkesin iyiliğine, devletin de. Dünyada kamu düzeninin sağlanması yine ele alınıyor, bu kez 150 yıl öncesine göre daha bilinçli bir şekilde. Bizse bir 150 yıl daha bekleyeceğiz gibi gözüküyor.