31 Ağustos 2014 Pazar

Douglas Coupland - X Kuşağı

Son büyük savaştan sonra doğanları büyük bir sürpriz bekliyordu: Hayatlarında pek bir şey olmayacaktı. Belki de her şey çok hızlı gelişip sona erdiği içindir. Yeni bir dünyaya uyanmak, savaşın izlerinin silindiği hızla büyümek, medyanın bombardımanı altında olaylara yetişememek, buna rağmen büyük bir şeyin, belki toplumsal bir hareketin bir parçasıymış gibi hissedememek, en büyük yaratıcılığın video kaset kiralamadaki seçimler olması, küçük odalara tıkılmak, tüketmek... Bu kirlilikte çöl birçok hayatı kurtarabilir. Oldukça minimal bir ortam. Hayırlısı.

Claire, Andy, Dag, birkaç insan daha, birkaç hikâye, geçici veya kalıcı işler, belki bitmeyecek bir moratoryum ve yine çöl. Çöl arı, dingin. Birbirini bulmuş kaçaklar için sıcak bir ev. Küçük klikte yapılacak belli başlı şeyler var, bir tanesi hikâye anlatmak.

"'Ya hayatlarımız hikayelere dönüşecek ya da onlardan kurtulmanın bir yolunu asla bulamayacağız.'" (s. 13)

En başta hepsinin bir kaçış hikâyesi var. Ofisin küçük kutucuklarından, aileden, ilişkilerden, rahatsız hissettiren her şeyden kurtulma çabası onları bir araya getirmiş. Claire'ın aileden direkt kaçışının yanında Andy de olan bitenden pek memnun değil: "(...) Onlara kendi yetiştiriliş tarzlarının ne kadar temiz, gelecek kaygılarından ne kadar uzak olduğunu kabul ettiğimi söylemek istiyorum. Ve dünyayı içine edip bize öyle bıraktıkları için de acımadan boğmak." (s. 93)

Yeni dünya düzeninde tutunmaya çalışan arkadaşlar da mevcut. Bunları daha sonra Fight Club, American Psycho gibi örneklerde görebiliriz. Bence bu kitaptaki karakterler, onların abileri falan. Kafayı kıracak kadar parçalara ayrılmamışlar, tek parça kalmaya çalışıyorlar. Hastalıklı bir toplumda münzevi olmakla meczup olmak arasında pek ince bir çizgi var. Her neyse, bu arkadaşlardan biri Andy'nin kardeşi. Son derece gösterişçi vs. bir adamken Andy'yle konuşurken yaşadığı hayatın sahte olduğundan yakınıyor ama kurtulması imkansızmış. Alışkanlıkları kırmak zor. Bir diğeri Claire'ın sevgilisi, ayrılık anında fena bozuşuyorlar ve Claire, düzene ayak uydurmadığı için bir dünya laf yiyor. Böyle şeyler.

Olaysızlık. Yıllar sonra Andy otobanda giderken büyük bir mantar dumanı görüyor. Çok büyük. Şaşkınlık içinde arabadan iniyor, belki düşünceler eskimiş, atom bombasının patlamasına şahit olmak eskiden büyük bir olaydı. Özlemle bekleniyordu, büyük bir arınmaydı, büyük bir yenilikti. Olmadı, anız yakılınca ufku duman kaplamış, o kadar. Bunun yanında zihinsel özürlü kızların Andy'yi sarıp sarmalaması, sevgi göstermesi biraz... Eh işte, karşılıksız sevgi. Kaos beklentisinden sonra bununla yetiniyor.

Bu kuşakla birlikte ortaya çıkmış olan bazı sinir bozucu olaylara dipnotlar şeklinde değinilmiş. Bir örnek mesela, şunu okuduğumda şaşırmıştım, yakın arkadaşlar arasında yapıyoruz şu geyiği çünkü:

"TELE-KISSADAN HİSSE: Günlük yaşama dair, televizyonlardaki komedi dizilerinin senaryolarından çıkarılan ahlaki değerler. 'Bu tıpkı Jan'ın gözlüklerini kaybettiği bölümdeki gibi bir durum.'" (s. 128) Sıfır bir duygu yok, yaşayacaklarımız zaten yaşanmış, hatta televizyon dizilerinde yer alıyor? Bireyselliğin ölümüne hoş geldiniz; duygularımız bile paylaşılmış, kolektif bilinçaltının yeni prototipi iletişim aygıtlarınca üretiliyor.

Bir de Sayılar bölümü var sonda. İstatistiklerle Amerikan toplumunun geçirdiği değişimler var, boşanma oranları, gelecek kaygısı gibi mevzular.

Böyle. Bir şey de diyemiyorum, daha gelişmiş bir teknolojinin haricinde farklı bir şey yok gibi bizim için.

"Biliyor musunuz, orta sınıftan biri olduğunuzu fark edince, tarihin sizi görmezden geleceği gerçeğiyle yaşamak zorunda olduğunuzu da kabulleniyorsunuz. Tarihin izi hiçbir zaman bir şampiyon ilan etmeyeceğini ve sizin için asla üzülmeyeceğini fark ediyorsunuz. Bu, günübirlik mutluluklar ve sessizlikler yaşamanız yüzünden ödemek zorunda olduğunuz bedel. Bu bedel yüzünden bütün mutluluklar steril, bütün üzüntüler tesellisiz." (s. 156)

28 Ağustos 2014 Perşembe

Ingvar Ambjörnsen - İnsan Postuna Bürünmüş Köpek

İlse'nin peşinde -ki İlse'yle Godot'nun akrabalığının bir yerlerde, bilim adamlarınca ispatlanmış olması lazım- sürüklenişler, alkol, belki tanrıların, cinlerin, meleklerin yaşında, aydınlanma anları, bad trip, yaşlı kadınları tartaklama sporu, İlse yok, İlse nerede, cehennemlik bir gidişat, arkada bırakılan her şey kaos, kurtlarca kemirilmiş kanepeler, parkeler, kırık camlar, pis bir yer yatağı, camların düşeceği bir yerin olmaması, belki duvardan duvara yürümenin ya da eller kucakta öylece oturmanın yaşamaya bir faydası olabilir, yanılsamalar acıları dindirmeye yarar bazen, ruha saplanan bir kıymık, Sir Henry'nin evinde alkoller geçidi ve kadınla -Wilma ki boku çıkmıştır artık; beyni falan yanmış olabilir çünkü fazla kimyasal demek fazla yangın demektir ki bunun çaresini aramak için Sir Henry çok yanlış bir yerdir- geçirilen bir gece, Sir Henry sürgün eder, Wilma onundur, basit bir seksin başa açtığı dertler için başlı başına bir saga yazılabilir, kendilerinde İlse'nin bulunduğu insanlar Hollanda'da da bulunabilir, belki bir kadındır biri ve içindeki gerçekliği söküp çıkarmak, kanatmak, haykırtmak gerekiyordur, kalacak yer sıkıntısı için sarhoş edip peşkeş çekmek de gerekiyordur ama her şey tamamlanmamıştır, kadın tam olarak ne olduğunun farkında değildir ve bu durum gerçeği aramak için gereklidir, yargılamak ve yetersizliğe karar vermek için gereklidir, köpekliğin ilk adımı, ilk adıdır bu ve her şey yeni başlıyordur, aslında kadının sahip olduğu güzellik, farkında olmadığı güç ve genç bir adamın içindeki karanlık ilginç bir karışım ortaya koyabilir, daha nasıl demek lazım, insanlara kendilerini tanıtmak lazım, belki acı verici bir biçimde olur bu, belki uyuşturucuya bağımlı kılarak, aydınlık bir zihne ihtiyaç vardır çünkü, spot ışıklarından daha kuvvetli bir şeyler gerekmiştir, kadın yangının ortasında kaldığını anlayıp kaçtıktan sonra uzun dişler peşine düşer, Norveç'e dönüşte küçük bir yer, uyuşturucu satıcılığı yapılamaz, çok tehlikeli, kadının arkadaşının adı neydi, onun evine gidildiğinde belki o arkadaşın asılı vücudunu görmek vardır, kim bilir kaç gündür oradadır, boynu garip bir açıyla bükük, ayaklar yere dik, omuzlar çökük, zayıf bir çocuktur orada sallanan, nasıl yenik, nerelerden darbeler almış, en çok neresine çalışılmış, İlse yokken Mita işte o kadının adı, onun peşinde dişler, Moztak diye bir Türk pub işletiyor, o nasıl bir isimse artık, Mita'yı yeni bir yıkım beklerken hamile, akıl hastanesine düştüğü zaman bir tekme daha yer, bir diş daha geçirilir omzuna ve son, köpekler insana daha ne kadar benzeyebilir, ilahi eza, kişisel ceza ve kürkün altında düşünen bir şey, ne olduğu belli değildir, X Kuşağı belki, belki korku, öfke, çok derin, mutlak kötülük değil, başka bir şey, can sıkıntısı, yaşam sıkıntısı, bir bunaltı her şeyi halleder, Getsemani'de bir öğle vakti, sular kanlara dönüşür, kötülük kim bilir daha kimlere, nelere dönüşür, çürümenin izleri en derinde gizleniyor, sis basmış, kimse kimseyi tanıyamaz. Hesse der bunu. Herkes yalnız.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Mustafa Kutlu - Zafer Yahut Hiç

Abdülhak Hamit Tarhan'ın Eşber adlı manzum piyesinden alınmış bu söz. İskender'e yenilen Eşber, cesaretiyle hayranlık yaratır ve İskender, Eşber'in hayatını bağışlayıp kılıcını ona geri verir. Eşber intihar eder, İskender bunun anlamını hocası Aristo'ya sorar ve Aristo noktayı koyar: "Zafer yahut hiç!"

Kutlu'dan bir kolaj bu; hızla yayılan şehir, bu şehirde zorlukla yaşayan ve bambaşka hayatlar yaşayıp bir araya gelmiş insanlar. Kır-kent geçişinin sancıları.

Tam öküzce anlatıyorum şimdi, kitabı bitireli altı ay olmuş ve pek bir şey hatırlamıyorum dsf. Ferit var bir tane, doktor. Tepeköy'e gidiyor, dayısı mı amcası mı neyse, belediye başkanı. Ferit yurt dışında ihtisasını tamamlayıp gelmiş, alanında uzman. Memleket hasreti ağır basıyor, dönüyor işte. Bir de gönül yarası vardı, hatırlamıyorum mevzuyu.

Samet Görmüş, belediye başkanı. Çalışkan bir adam ama hızla serpilen kente bürokrasi yüzünden ayak uyduramıyor. Yapmak istediği çok şey var, Ankara'ya gidip geliyor epey ama devletin işleri işte, elinden geldiği kadar. Halk onu çok seviyor, ideal bir idareci denebilir. Sağlık ocağını, okulu falan kendi ayarlıyor. Mevzuyla alakalı, oranın yerlisi bir arkadaş şöyle diyor: "Durum umutsuz. Devlet hazırlıksız, para kıt. Devlet halkın dinamizmine yetişemiyor. İşte şurda bir semt kurulmakta. Beş on seneye kalmaz şehirle birleşir. Ama ne alt yapısı var, ne üst yapısı. Bizim devlet ilk günden bu yana böyle galiba. Kervan yolda düzülür misali. Vatandaş kendi işini kendi görmek zorunda kaldı. Nüfus artıyor, ekmek aslanın ağzında. Kentleşme böyle mi olur? Azgelişmiş denince kızıyoruz. Hiç hakkımız yok. Balık Ankara'dan kokuyor. Yıllarca seçildiği ili milletvekili olarak ziyaret etmeyen, tanımayan mebuslarla geçirdik zamanı. Milletle devletin arası açıldı, bir türlü kapanmıyor." (s. 24)

Tepeköy'de durum bu. İçme suyu tankerle geliyor. Fabrika yüzünden akan dereler hastalık yuvası. İstanbul'dan bir örnek, Orhanlı mesela. Sabancı Üniversitesi'nin kuzeyi. Anket yapmaya gitmiştim de. Her yer çamur, yol yok, yaşam standartları inanılmaz düşük, insanlar üç beş paraya çalışıyor. Öyle işte.

Başka, Neriman Hemşire var. Arkadaşı Oya var ki esas kadın. Öğretmen. Pek gençken kocası Almanya'ya gidiyor, gidiş o gidiş. Çocukla kalakalıyor Oya, sonra Tepeköy'e geliyor.

Bulut, onun da kişisel trajedisi pek acıklı. Pek sevdiği eşinden boşanıyor, Oya'ya aşık oluyor. Ferit geliyor, o da Oya'ya aşık oluyor. Tepeköy aslında bir kaçış yeri olmuş, bir yeniden başlama noktası. Çoğu karakter, Tepeköy'le birlikte kendi yaralarını sarmak için orada aslında.

Böyle bir yerin iti kopuğu da eksik olmaz, Kolsuz var. Bulut bir türlü suç üstü basamıyor Kolsuz'u, çomak sokuyor en fazla.

Bulut'la Ferit, Oya'ya aşık oldukları için aralarında inceden bir gerilim var ama mantıklı, aklı başında adamlar. Bu gerilim hiçbir zaman kavgaya vs. dönüşmüyor. Yalnız kitabın sonu tam bir sürpriz. Kutlu, mevzuyu sonda patlatmayı seviyor. Kitabın adına yaraşır bir son.

Kutlu'nun yaralı insanlarını sevenler için güzel bir roman.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Abdülhak Şinasi Hisar - Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği

Bundan sonraki on küsur kitabı turboya bağlayıp yazıyorum, tatilim bitti ve yazarım dediğim hiçbir şeyi yazmadım. Öğretmenlik yaptığım yere de götüremem hepsini. Eh, bodoslamadan iş böyle olur.

Büyükada'dan Altunizade'ye uzanan bir serencam, bir zıtlığın Hisar'ın anılarında tekrar biçimlenip kağıda dökülmüş hali. Özenle çizilmiş bir Büyükada tablosunu takiben alafrangalığıyla nam salmış Ali Nizami Bey'le tanışırız. Hisar, beyefendiyi anlatmaya başlamadan önce sanatının temelini oluşturan anı hazinesini ve üslubunu ele alır önce: "Bir geçmiş zamanı böyle bütün hususiyetleri, renkleri, şekilleri ve insanlarıyla göstermek bütün bir felsefe ayarında tutulacak bir muvaffakıyet değil midir? Zira bütün iddialarına rağmen felsefe sistemleri bile, olsa olsa filozofların zamanlarını ve ruhî hâletlerini göstermek ve söylemek değil midir? Siz bütün kâinatın esaslı sırrını bulup asıl hikmetini söylediğini umarsınız. Halbuki ifade ettiğiniz ancak kâinatın bir tek köşesinde, bir an için açmış bir tek ve muvakkat hakikatten ibarettir. İşte, muvaffak olunca, sanat da, en yüksek felsefe gibi, bunu mükemmel olarak gösterir!" (s. 17) Ardından Ali Nizamî Bey'in bütün alafrangalıkları bir bir ortaya dökülür; çapkınlığı, giyimi, musikişinaslığı, çapkınlıkları, her şeyi. Çapkınlık yapmak için kuvvetli akıntılara göğüs gerer, yalıdan yalıya yüzermiş de bana mısın demezmiş.

Anlatıcının çocukluğunda bildiği beyefendi böyle. İkinci bölüm şeyhlik bölümü. Anlatıcı, yıllar sonra Ali Nizamî Bey'le karşılaşır. Beyefendi çok değişmiştir; serveti çarçur olmuştur ve ağır bir rahatsızlık geçirmiştir. Olanlardan sonra yanına çocukluğundan beri kendisiyle ilgilenen Hüseyin Ağa'yı da alır ve Bektaşi babası olarak tekkesine çekilir. Anlatıcıya göre Bektaşilik ruhundan anlayacak kadar ince bir insan olmamasına rağmen başına gelen büyük bir felaket, onun dünyaya daha farklı bir gözle bakmasını sağlar.

"Böylelerinin biraz derince duymak, biraz serbestçe düşünmek için, bir parça buhranlı bir hassasiyete geçmeleri, bira hasta olmuş olmaları lâzım geldiği, fazla ince sayılan bazı his ve fikirlerin ruhlarına ve kafalarına ancak duydukları bir elemin, çektikleri bir ıstırabın delâletiyle ve âdeta geçirdikleri bir hastalığın süzgecinden geçerek gelebildiği hakikati bu defa bu vakada bir karikatüre benzeyen bir katiyet ve mübalağa ile meydana çıkmış, öyle ki âdeta iyiliğin ancak biraz tereddî ve inhitat mahsulü olabileceğini zannettirecek şekilde gözlere çarpmış oluyordu." (s. 54)

Ali Nizamî Bey, akrabaların birer ikişer ortadan kaybolmasıyla yalnız bir hayat yaşamaya başlar. Bütün vaktini ibadete verir, dünya işlerinden elini eteğini çeker. Ölümüyle birlikte bir ihtimal, alafrangalığı zamanında pek korktuğu Karacaahmet'e gömülür. İroni.

Hisar, beyefendinin yaşamının daha gençlik yıllarında kendisine hemen her şeyin gelip geçici olduğu fikrini yerleştirdiğini belirtir. Anıları işleme fikri böyle mevzulardan sonra ortaya çıkmış olsa gerek.

Nefis bir Hisar metni.

Patrick Rothfuss - Rüzgarın Adı

Rothfuss bir hikâye anlatmaya başlamış ki insan durduramıyor kendini, Kvothe'yle birlikte yollara düşüyor, Medeniyetin Dört Köşesi boyunca yaşayan hikâyelere, mitlere ve gerçeğe dönüşebilme ihtimali yüksek efsanelere kaptırıveriyor.

Umut verdi bunu bana, geçen ay oturmaya gittiğimde elime sıkıştırdı. Uzun bir süredir sıkıştırmaya niyeti vardı ama bu çabaları bir şekilde savuşturuyordum, okuduğum başka şeyler vardı. En sonunda aldım kitabı, Umut'un zevkine güvenirim. Serinin ilk kitabı 700 küsur sayfa, ben bitirdiğimde adam tatildeydi. İkincisi için dönmesini bekleyemedim, gittim aldım. Neyse.

Rothfuss'un evreni çok geniş, tembel bir adam olduğum için evrenin yapı taşlarının özetlerini vereceğim; simyasından Alar'ına, efsanelerden karakterlere geniş bir alan var ama önce hikâye.

Kote, yardımcısı Bast'la birlikte sakin bir yerde han işletiyor. İşte hanın müdavimi üç beş kişi var, o kadar. Bu tayfa, içlerinden birine saldıran örümcek benzeri yaratıklardan bahsederken Kote rahatsız oluyor, sanki bu varlıkları önceden bilirmiş gibi. Bu noktadan sonra ortaya Tarihçi çıkıyor. Yolculuğu sırasında soyuluyor, kendisini soyanlar kralın askerleriydi galiba. Paralı askerler de olabilir. Kralın yönetiminde dünya giderek boka sarıyor. Her şey pahalanıyor, yağma yaygınlaşıyor falan. Neyse, bir yerde mola veriyor ve o örümcek benzeri şeylerin saldırısına uğruyor. O sırada kızıl saçlı, fırtına bir herif çıkıyor ortaya ve dayıyı kurtarıyor, yaralanıyor da. Hana geliyorlar, Bast Kote'un yaralarını temizliyor falan. Tarihçi, Kote'un efsanevi Kvothe olduğunu anlıyor. Kvothe, hikâyesini anlatabileceğini söylüyor, dayıdan üç gün istiyor. Dayının çok mühim bir işi var, gitmesi lazım ama Kvothe'un hikâyesini kaleme almanın her şeyden daha önemli olduğuna karar veriyor ve Kvothe'un kişisel tarihi başlıyor. İki farklı zaman kurgusu var; biri kişisel tarih ve diğeri güncel zaman. Kvothe geçmişini anlatırken birkaç defa ara veriyor ve güncel zamandaki olayları izliyoruz. Geçmiş, güncel zamandaki olaylar üstünde etkili ama ne kadar etkili, son kitap çıkana kadar bilemeyeceğiz bunu.

Kvothe, ailesinin başını çektiği bir kumpanyayla birlikte gezip duran bir Edema Ruh. Edema Ruhlar hakkında olumsuz söylenceler var; hırsız, katil, adi, kalleş, eşek vs. olduklarına dair ama gerçek Edema Ruhlar son derece iyi insanlar. Edema Ruh kılığında gezinen eşkıyalar yüzünden isimleri kötüye çıkmış. Oysa lordların hamiliğinde gezip gösteriler yapan bu arkadaşlar bilge, kibar falan. Ya ilk kitabı ayrıntılara dikkat ederek okumadım, çok yüzeysel anlatıyorum, mevzular bundan çok daha derin. Okurken anlarsınız.

Kumpanya dolanırken Abenthy'ye rastlarlar. Yaşlı Abenthy bir gizemci, üniversiteye gitmiş ve guldenini almış, bir nevi diploma bu. Kvothe çok zeki bir velet, Abenthy'den Alar, sempati, simya falan bayağı bir şey öğreniyor. Alar bir çeşit zihin kontrol zımbırtısı, zihni beş parçaya bölme işleri falan var. Sempati bir çeşit enerji aktarımı, bizim fizik yasaları temelini oluşturuyor. Enerji yoktan var edilemez gibi şeyler. Birbiriyle özdeş cisimlerin, enerjilerin arasında bağ kurmaya dair bir olay. Bir bozuk para yardımıyla ona denk başka bir bozuk parayı hareket ettirebiliyorsunuz. Bunun için enerji harcıyorsunuz, bu vücut ısısı bile olabiliyor. Tabii ölümcül sonuçlar da doğurabiliyor. Kvothe, gücünü ispatlamak için kendi vücut enerjisini kullanıyor bir seferinde mesela, kriz geçiriyor ve Abenthy çocukla arasına mesafe koyuyor. Kvothe zehir gibi bir çocuk ama ihtiraslı da. İlerleyen bölümlerde başına dertler açılacak bu yüzden.

Neyse, Chandrialılar olayı işin efsane boyutu, korkunç bir efsane. İsimleri anıldığı zaman yere bira dökülür, demire dokunulur. Geldikleri zaman demir paslanır, alevler maviye dönüşür. Çocukları oyalamak için uydurulmuştur sanki. Abenthy ile Kvothe'un ailesi Chandrialılar hakkında konuşurken Abenthy isimlerini anılmamasını ister. Bir şeylerden korkar. İşin kötüsü, Kvothe'un babası onlar hakkında bir şarkı yazmaktadır.

Abenthy bir kasabada kumpanyadan ayrılır, kumpanya yoluna devam eder ve Kvothe kamptan biraz uzaklaşıp geri döndüğünde tanıdığı herkesin öldürüldüğünü görür. Chandrialılar gelmiştir, "biri kendileri hakkında söylenmemesi gereken şeyler söylemiştir" falan. Kvothe, Köz'le Haliax'ı ilk kez orada görür. Geldikleri gibi giderler, havada çözünür gibi. Sonrasında Kvothe kimsesiz kalır, büyük şehre gider, üniversiteye girebileceği yaşa kadar birkaç yıl dilencilikle vs. geçinir. Orman yasalarının geçerli olduğu bir yerde hayatta kalmaya çalışır.

Üniversiteye girince bir dünya insan giriyor devreye; Ambrose, hocalar, Devi, Denna. Kvothe'un aşkı Denna ve daha bir sürü insan. Bir sürü olay. Pek uzun. Üşendim.

Şarkılar çok önemli, şarkılarda gerçeklik payı var, efsanelerde olduğu gibi. Dikkatle okunmalı.

Chandrialılar, bir eski çömlekte kendileri hakkında bilgi var diye çömleği gören ahaliyi katlediyorlar, bir kız hariç. Kvothe'a onlar hakkında bilgi veren de bu kız oluyor.

Denna'nın hamisi. Dedikodular çok, ikinci kitabın açıklamasında bir link vereceğim, çoğu teori orada var.

Deli bir macera, o kadar çok detay var ki bir yerlere not almak isteyeceksiniz. Bir yandan bulmaca gibi. Bir yandan büyük bir serüven. Geç buldum, erken kaybettim, son kitaptan önce Auri'nin spin-off'u çıkacakmış, onunla oyalanacağız bir süre. Son kitaba daha var. Şimdi Auri kimdir anlatırdım ama dalgayı alın okuyun. Çok güzel lan.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Albert Caraco - Kaos'un Kutsal Kitabı

Düzen'e duyulan tiksinti, ailenin yok edilmesi gerekliliği, sefillerin çocuk yaparak sefaleti içinden çıkılmaz bir hale getirme rezilliği, Tarih'in reddedilmesi, şehirlerin cehenneme benzerliği ve ölüm; mutlak, kaçınılmaz, gerekli son.

Caraco'yu Türkçeye kazandıran Işık Ergüden, Caraco için hiçbir umuda, hiçbir pozitifliğe yer vermediğini söyler ama Caraco uygarlıktan vazgeçeli çok olmuştur, çürümenin sebeplerini açıklarken tarihi, bilimi, her şeyi yıkıp geçer ve umudun başladığı yere götürür okuru: Bildiğimiz dünyanın sonuna. Başa dönmek ister; anaerkil toplum kurallarının hüküm sürdüğü, ataerkil öfkenin bastırılmış olduğu bir dünya. Az nüfus, modernizmin sahte umutlarının kandıramadığı zihinler, her şeye yeniden başlama enerjisi başlı başına bir umuttur. Günümüzün insanının hayal edemeyeceği şeyler bunlar. Aile, toplum, kapitalizm ve onca bok, insanı zincirlere vurmuştur. "Yirminci yüzyılın son peygamberi" bu zincirlerin bir gün kırılacağını, bu olurken Ölüm'ün ayak seslerinin duyulacağını söyler. Büyük bir yok oluşun ardından yeni bir yükseliş. Bu sefer saptırılmamış bir şekilde.

Caraco 1919'da İstanbul'da doğdu, ailesiyle birlikte Avrupa'ya gitti ve II. Dünya Savaşı çıkınca Uruguay'a yerleşti. 1947'de Fransa'ya dönüp 1971'e, intihar edene kadar günde altı saat boyunca yazdı. Ardında 22 ciltlik metin ve aydınlanmanın yerine getirmediği vaatler yüzünden duyduğu derin bir öfke bıraktı. İntihar fikri çok önceden olgunlaşmışsa da ailesini üzmek istemedi; annesinin ölümünün akabinde babasının ölümünü bekledi ve birkaç saat sonra intihar etti. Kokuşmuş bir dünyaya katlanamıyordu, şehirlere katlanamıyordu, sefilliğe katlanamıyordu, dinlere ve topluma katlanamıyordu. Ergüden, "Dünyada en çok sevdiği şeyin, uygarlığın ihanetine uğramış birinin öfkesidir onunki," diyor arka kapakta.

Ölüm olgusuyla başlıyor mevzu, dünya bir cehennem ve ölüm insan için sıradan bir şey, her şeyin anlamı. Cehennemde kendini tanımayı reddeden insan için ölüm doğal bir sonuç olacak. Böyle düşünen insan yüceliğin bir parçası haline gelecek. Ya yok olup gitmek, ya da öldürmek. Üçüncü bir olasılık yok. Ölümle ilgili Oruç Aruoba'nın pek güzel metinleri vardı ama hangi kitaptaydı, hiç hatırlamıyorum. Tabii Caraco ölümü farklı bir şekilde anlamlandırıyor, çözümlüyor.

İçteki cehennem şehirlere de yansıyor, dünyanın koca bir şantiye haline gelmesi an meselesi. Yapılar zevksiz, işlevsiz. İnsanların güdülmesi için değişmez biçimlerde yapılıyor. Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü'sünde vardı yapılarla ilgili bir inceleme. Kutularda yaşıyor insanlar, istiflenmiş bir şekilde. Nüfus artışı artık boylamasına yerleşimi zorunlu kılıyor. Yaklaşık 100 yıldır gökdelenler dikiyoruz. Babil Kuleleri yükseliyor her yerde. "Delilik artık elli katlı konutlarımızın altında kuluçkaya yatıyor. Deliliğin kökünü kazıma yönündeki aciliyetimize rağmen, yeni tanrı odur, ona bir tür ibadette bulunsak bile yatıştıramayız onu: Ölümümüzdür o; hiç durmadan her şeyi talep eder." (s. 9) Caraco'ya göre bu dünya, ancak harabelerin ortasında yeniden düşünülecek. Yıkımdan sonra.

Ustalarımız, dinler, iktidar sahipleri en büyük düşmanlar. Yıkılmaları lazım, yeni düzen için feda edilmesi gereken çok şey var. Putları yıkıyoruz olayı. Yeni bir vahye, yeni bir ahlaka ihtiyaç var. İmanın yitik kitle karşısında hiçbir etkisi yok. "Yitik kitle kaosun eseridir, o kaostur ve kaosa geri döner." (s. 19)

Anaerkillik. Meryem'in dönüşü bütünlük içinde olmalı diyor Caraco; bakire, anne ve fahişe olarak. Böylece eksiksiz, tam bir anaerkil düzen kurulabilir, erkeğin öfkesinden uzak. Bilge Adamın Korkusu'nu okurken de benzer fikirlere rastlamıştım. Kvothe Ademlerle konuşurken erkeklerin öfkesinin yıkıcı olduğu, bu yüzden kadınların yönetimindeki düzenin insanın doğasına daha yatkın olacağı söyleniyordu. Caraco için tarih öncesine dönülecekse böyle bir düzen şart. Kibele'ye tapınılan dönemlerde dünyanın daha barışçıl olduğu söyleniyor. Sonra tanrılar bile değişmiş, Zeus ve şürekası başa geçince savaşlar neyler. Bayağı bir eski zamanlar. O zamanlardan beri babalar, iktidardakiler öfkeli tanrıların suretinde ve bu yitik kitleyi ortaya çıkardı. Hep çocuk kaldık, ataerkil aile yapısını ortadan kaldırmak için boşluğa atlayıp kanatları denemenin vakti geldi.

Her şey yenilenecek, hiçbir şey affedilmeyecek ve her şeyin öncesinde mutlak bir yıkım yaşanacak. The Fifth Element'i bir de tersten okuyalım, düşünelim. Şehirler pislik içinde, yüzeyde yaşam bitmiş ve uygarlık giderek göğe doğru yaklaşıyor. Tehdit unsuru uzaylı varlıklar var, bu yüzden bir güvenlik duvarı oluşturulmuş. Belki korku üzerine kurulu, orasını bilemiyoruz. V for Vendetta'da olduğu gibi. Mr. Zorg'un repliğini hatırlarsak büyük bir yıkım olacak, ardından yeni bir düzen kurulacak. Caraco, anarşistleri ve nihilistleri desteklerken sadece yıkımla kalınmayacağını, yeni bir ahlak sisteminin getirileceğini savunuyor. Eh, bu durumda iyi adamlar düzenin koruyucuları haline geliyor, kokuşmuşluğun gardiyanları. Kadın İsa, insanoğlunun yıkımlarını görünce insanlığın kurtarılmaya değmeyeceğini düşünürken yakışıklı abimiz Bruce Willis, aşk uğruna yaşamın sürmesi konusunda beşinci elementi ikna ediyor. Sonra kötüler yeniliyor, iyiler kazanıyor falan. Bildiğimiz son. Caraco'nun dediği: "Biz onarmak istiyoruz ve bu nedenle yok etmeyi düşünüyoruz, uyuma yeniden kavuşmak istiyoruz ve bu nedenle kaosu sevgimizle silahlandırıyoruz, her şeyi yenilemek istiyoruz ve bu nedenle hiçbir şeyi affetmeyeceğiz. Çünkü eğer canlılar böcek olma ve karanlıklarda, uğultu ve pis koku içinde üreyip çoğalma tercihinde bulunursa bile, biz onları engellemek ve İnsan'ı soyunu kurutarak kurtarmak için buradayız." (s. 39)

Kurtarıcılar konusuna da değinip bitireceğim.

"Kurtarıcılar kuşakların dengi geçinirler ve düzen kalır, onlara teslim olmuş gibidir ve onların eserleriyle silahlanmayı amaçlar, Tarih bize her kurtarıcıdan sonra düzenin daha güçlü olduğunu öğretir, bütün kurtarıcıları inanılır ve güvenilir kılmak için hizmet ettikleri umut ve imandan daha güçlü olur." (s. 76)

The Matrix Trilogy'de Neo kaçıncı kurtarıcıydı, altı mıydı neydi. The Architect'le olan diyaloğunu hatırlatmak istiyorum. Bayağı bir şeyler diyorlardı ya, o işte. Çok üşendim şimdi hatırlatmaya dsf. Bir de son zamanların efsane filmlerinden Snowpiercer var, orada metaforik pek çok mevzu var, özellikle kahramanla ilgili. Kahramanlar ne işe yarar, hı? Toplumu nereye sürüklerler? The Matrix Trilogy ile ilgili makalelerin toplandığı bir kitap vardı Kırmızı Hapı Yutmak diye, orada sistemin bu tür kahramanlara, filmlere, herhangi bir başkaldırıya ihtiyacı olduğunu söylüyordu bir akademisyen. Hava sibobu gibi düşünebilirsiniz. Fazla gerilimi alırlar. Sistemin yıkıldığı her türlü film, insanların öfkesini dindirir, bir yanılsama sunar onlara. Her türlü sistem yıkılabilir, öyleyse kırın kıçınızı evinizde oturun, günde 12 saat çalışın ve sistemi yıkma hayaliyle yaşayın. Ben bu V for Vendetta hayranlarına çok gülüyorum ne yalan söyleyeyim. Her sene "rimimbir rimimbir di fift if di nivimbir" diye dolanıyorlar ya fdfs.

Ne diyeyim, kaosu iliklerinizde hissedin ve kırın kıçınızı oturun diyeyim fdfs, çünkü bu kitap da bir hava sibobu. Yitik kuşaktan olmayanlar için.

İnternette PDF formatında bulabilirsiniz, kitap sitelerinde vs. yok. Ben yine sahaf sahaf gezerken bulmuştum. Nadirkitap'ta 50 TL, bir tane kalmış.

O kadar kaos dedik, Caraco müzik yapsa nasıl bir müzik yapardı, nasıl sözler yazardı diye düşününce, aha:

5 Ağustos 2014 Salı

H. G. Wells - Dr. Moreau'nun Adası

İnsan çok acayip bir şey, biliyorsunuz. Onca hormon, güdü, duygu falan derken oho, şamata gırla. Buradaki mevzular teknoloji, iktidar ve başka bir sürü şey. İnsan bir curcunadır.

Charles Edward Prendick, kimi coğrafyalarda anlatıcı da denebilir, amcasının başından geçen bir mevzuyu anlatıyor. Bir gemi kazasında ortadan kaybolan Edward Prendick'in kayboluşu ve ortaya çıkışı arasındaki zamanda geçen serüven, insan olmanın nasıl sıkıntılı bir şey olduğunu anlatacak okura. Olay örgüsü tipik Wells anlatısı aslında; orada olmaması gereken bir adam, gizemlerin açığa çıkması/çıkarılması ve kurtuluş. Bir de hafiften tezli bir roman. Wells, hayvanların kesilip biçilmesine karşıymış, bilimsel amaçlar güdülse bile. Metinde bunun biraz geliştirilmiş haline cephe aldığı açık. Geliştirilmiş halinin ne olduğu kapaktan belli. Bence kapak başarısız. Oğlum biraz gizem olsun, mevzu direkt kapağa konur mu?

Neyse, amca Edward anlatıcı rolüne bürünüyor ve başından geçen olaylara girişiyor. Bindiği gemi battıktan sonra Moreau'nun adamı olan ayyaş Montgomery'nin bulunduğu başka bir gemi tarafından kurtarılıyor. Bu geminin kaptanıyla Montgomery arasında büyük bir nefret var. Kaptan, Montgomery'nin yardımcısını sevmiyor, korkuyor hatta. Belki de insan gibi davranmasına rağmen pek başarılı olamadığını fark edip tiksinti duymaya başlamıştır, öyle bir şey olsa gerek. Replikalarına karşı insanın bir nefret duyması ilginç bir şey aslında. Bize özgü bir bencillik olsa gerek. Biz insanız ve bizi ne kadar başarıyla taklit ederseniz edin, bizden biri olamayacaksınız. Gibi.

Neyse, Moreau ve Montgomery'nin yaşadıkları adaya geliyorlar. Montgomery Edward'ı istemiyor. Kaptan da Edward'ı istemiyor. Edward kendi çabalarıyla yola devam etmeye çalışırken geberecek gibi oluyordu galiba, Montgomery alıyor bunu yanına. Zorunluluktan.

Moreau ve Montgomery doktor, Moreau'nun bazı çalışmaları yüzünden kötü bir şöhreti var, inzivaya çekilip araştırmalarını Pasifik'teki bir adada sürdürmeye karar vermiş. Montgomery ayyaşı da bunun peşinden. Adadaki 10. yılı. Edward'la kıyıya çıkarken yanında bir sürü tavşan var, adanın doğal ortamına salıp çoğalmalarını ve besin kaynağı olmalarını sağlayacak. Adada başka hayvanlar da var, ne kadar hayvan denebilirse onlara.

Edward bir zaman parçalanmış bir tavşan görüyor, ardından takip edildiği hissine kapılıyor. Gerçekten de bir şey kovalıyor onu, zorlukla kaçıyor. Sonra iki çatlak profesörün hayvanlarla yaptıkları deneylere şahit oluyor, hayvan-insanların çığlıklarını falan duyuyor ve bir odaya kapatıldığı için kobay gibi hissediyor ve uzuyor oradan. Eh, mevzu bundan sonra başlıyor.

Moreau, Edward'ı geri dönmesi konusunda ikna etmek için konuşurken mevzuları anlatıyor. Şöyle; acıyı yok edip yapay bir insanilik yaratmak. Hayvanları açıkçası kesip biçerek insanlaştırma çabası. Elbette isyan çıkıyor ve iki doktorumuz insanlaştırılmaya çalışılan hayvanlarca öldürülüyor. Wells'e göre "ayağına insanlık prangası takılmış hayvanlar" (s. 162) öze dönüyor ve Moreau'nun koyduğu Kanun'a, Acılar Evi gibi soyut cezai engellere rağmen, eh, hayvan hayvandır arkadaş. Moreau, yapabildiği için tanrılığa soyunur bir bakıma. Kendi yarattığını düşündüğü kullarına ödül ve ceza sunar, onlara karşı müşfik ve zalimdir. Olay hayvanlar için daha zor aslında, yaratıcısını sezen insanın zaman zaman hissedebileceği korkunç yalnızlık belki üstesinden gelinebilir bir şey, ama yaratıcısı somut bir şekilde karşısında duran insanlaşmış hayvanların daha ne olduklarını bile bilmemesi, yani insanın kendini arayışından -bence- daha derin bir mevzu olan biçimsizlik diyeceğim, gerilemeye yol açmayacak da ne olacaktı? Biz cenin pozisyonunda uyuruz, insanlaşmış hayvanlar kendi doğalarını hatırlayıp eski tanrılarını parçalar. Özgürlüğün yolu parçalanabilecek bir tanrıdan geçiyordur belki.

Böyle. İktidarla, babalıkla belki, çoğunlukla toplumla ve en önemlisi insan olmayla ilgili güzel bir mevzu. Tavsiye ederim. Şunları da tavsiye ederim:



Cessie: Playlist bizim işimiz, istersen beş dakikada hazırlanır, hemen teslim edilir. Hanımların dikkatine, overlok makinesi ayağınıza geldi.