30 Nisan 2013 Salı

Hakan Günday - Malafa

Bu, KPSS'ye kadar muhtemelen son yazım. Belki arada bir iki tane daha eklerim ama Piç'i eklemeyeceğim, onu bir kere daha okumam lazım. Neyse, günde altı saatlik çalışma bana göre yetmeyince iyice münzevi hayatı yaşamaya karar verdim, bilgiler falan karışmasın diye kitap mitap hiçbir şey okumayacağım. Şimdilik gutbay bulu sıkay.

Günday'ın edimsel ve tepkisel koşullanan insanlarını laboratuvar ortamında izlediği bir başka roman. Düzenek hazır, denekler hazır, sal ortama. Araya da rapor sıkıştır, "Şu şöyledir, bundan dolayı bu böyledir," diye. Mis gibi bir Hakan Günday romanı. "Beş Adımda Hakan Günday Gibi Yazma Rehberi", Cem Yılmaz'a özel teşekkür notuyla birlikte kitapçılarda. İyi ekmek çıkarır lan aslında, biri yapsa ya bunu. Gerçi akademisyenlerin işi bu ama pazarlama olayı sıkıntılı olduğu için cukka da alamıyor garipler.

Kozan adlı bayımız okumuş etmiş bir baydır. Elçilikte torpille iş falan bulur, İsviçre'de çalışırken bir hanımla çeşitli ilişkileri olur, sonra meslekten uzaklaştırılır. Tezgahtarlık yapmaya başlar, turist tokatlar. Roman bunun üstüne. He, tokatlama olayı takı üstünden. Ederinden çok daha fazla bir fiyata takı kakalar Kozan, bu esnada dükkandaki diğer tipleri görürüz, satış olaylarını görürüz, ayaküstü gömüşenleri görürüz mesela. Tehditle adam silkme vardır, katakullilerle para sızdırma vardır. Fikret Altuğ'yla Kemal Sunal'ın Tokatçı'sını izlediniz? Oradaki olaylar gibi.

Günday romanlarının en büyük sıkıntısı, okuru bir fanustaymış gibi hissettirmesi. Özgürlüğünüz yok. Olaylar Günday'ın açıklamalarına bağlanır, açıklamalar olaylara bağlanır. Kullanım kılavuzunu okuyarak bir aleti çalıştırmak gibi. Diyaloglar aynı tornanın ürünüdür, karakterlerin söyledikleri sizi bir yere götürmez. Farklı insanların benzer üsluptaki konuşmaları can sıkıcıdır, yaptıklarıysa bahsettiğim açıklamalarla belli doğrultulara yönlenir, bir yan yol yoktur. Günday'ın aforizmalarından etkilendiniz etkilendiniz, etkilenmediniz, Billur Tuz'ı hatırlayalım: Bayar, bayar, bayar...

Böyleyken böyle. He, Piç, anlatıcının aynı bunaltıcı monologlarından başka, adamın ağzına orta yerinden vuran bir konu içerdiği için onu baş köşeye koyacağım yazdığım zaman. Onda da sıkıntılar bol ama ben adamın böğrünü mengeneyle sıkıştıran başka bir roman daha okumadım. Gırtlağa kadar parasızlığa batmış bir adam olduğum, bir de KPSS'ye ne yazık ki ölüm kalım sınavı olarak baktığım için deli vurdu.

Görüşesi.

26 Nisan 2013 Cuma

Ali Ünal - Alaca Dünya ve Yalnızlığım

Ali Ünal'ın ilk romanı. Çocukluğun büyülü dünyası ister istemez bu temelde şekillenen bir gerçekçiliğe götürüyor insanı. Geçmiş zamanın güzel insanları, çocuklukta yer edip kaybolan yerler bir süre sonra sihirli bir dünyanın kahramanlarıymış gibi geliyor. Mutlu bir dünyadan geriye kalanlar bunlar, acılar bir şekilde güzel anılara bırakıyor yerini, tabii her zaman değil. Çocukların hafızaları berraktır ve yer yer acımasızdır, her şeyi olduğu gibi anımsarlar. Piaget namlı dayımıza göre somut işlemler dönemi var bir tane, çocuklar bu dönemde hayalmiş, empatiymiş, alayından çakmazlar. Somut dünya, algılanan dünya her şeydir. Katı bir gerçekçilik. Sosyal yaşamla yeni yeni tanışan çocukların zamanı. Hitler Oyuncağımı Çaldı mesela. Buram buram gerçeklik kokar, acı kokar. Ünal'daysa bahsettiğim sihirli dünya var, lakin böyle anlatılarda bir sıkıntı mevcut; geçmişin ne kadarı çocuk gözüyle aktarılıyor? Ya da şöyle diyeyim, çocukluk sadece bu somut dönemden ibaret değil, dolayısıyla bir adam çocukluğunu tahribata uğratmadan nasıl anlatabilir? Yıllar içinde çok şey yaşanmış oluyor, hele o dönemlerde. Hafıza da son derece eklektik bir şey olduğu için o anıların doğallığının bozulması büyük tehlike. Yani hepimiz bir şekilde kaybettiğimiz, hatırlamadığımız duygularımızın çöplüğünü de taşımak zorundayız. Sapla çöpü karıştırmadan nasıl olur bu işler, derdimiz bu.

Antakya'dayız, sıcak bir iklim ve sıcak insanlar. Şimdinin mumla aranan mahalle ortamı o zamanlar had safhada. Sevecen bir anne, ailesi için çabalayan bir baba ve küçük bir çocuk. Çocuğun bacağında sıkıntılar var ne yazık ki, ameliyat üstüne ameliyat oluyor. Bu süreçte babanın hayatta ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Valla ben göremedim, kendisi ben üç yaşındayken uzamış ama isterdim böyle bir babam olmasını. Her neyse, bu bölümlerde Necati Tosuner'in sancılarına benzer sıkıntılar mevcut, tabii o derece yoğun değil, sevecen bir anneyle baba birçok şeyin atlatılmasında, hele çocuklar için çok önemli.

Çocukluğun sıcak geceleri, aileyle geçirilen güzel zamanlar. Okul arkadaşları, mahalle sakinleri, süper ortam. "Yalnızlığım" kısmı böyle. Alaca Dünya'ysa... Gerçek bir sihir ve ne yazık ki kurgunun dokusunu  bozan bir dünya bu, zaten kendi sihriyle işlenen anıların yanında keskin bir dönüşle alınan viraj gibi. Öyle keskin bir dönüş ki From Dusk Till Dawn'u bildiniz mi, orta yerde filmi alıp nerelere götürür, adeta beyin yakar, onun gibi. Sıkıntı şu ki bilinçli bir tercih değil bu; iki dünya bir şekilde tutturulmaya çalışılmış ama gedikler var, diyaloglar bile doğallığın oldukça uzağına düşmeye başlıyor bir süre sonra.

Mahiyar, anlatıcımızın arkadaşı bir büyülü çocuğumuz. Alaca Dünya'nın kapılarını anlatıcı için aralayan kız. Mahiyar'la birlikte o dünyanın kapıları aralanıyor, fantastik olaylar başlıyor. Anlatıcı da değişiyor bir anda, çocuğumuz kendi hayatını anlatırken hoop, diğer insanları anlatmaya başlıyor, bütün ayrıntılarıyla. Bu da ilginç.

Bir ilk romana göre güzel, gayet okunabilir. Çocukluğunuzu seviyorsanız bu kitabı da seversiniz.

21 Nisan 2013 Pazar

Hakan Günday - Zargana

Türk işi Gecenin Sonuna Yolculuk'un yazarı Günday'dan bir edebiyat bombası! Hayat, varlık, oyun, yokluk, varlık, hiçlik!

Fdfs, yok lan. Arka kapaklara kalsaydı edebiyatımız, Nobel almayan metnimiz kalmazdı. Kitaplar reklam panolarında, gazetelerde, kitaplar süpermarketlerde, parıltılar içinde sahip bekleniyor.

"Oku bunu okur! Seni çarpacak, kıçını arşa değdirecek mükemmel bir kitap!"

"Bu kitap 102 baskı yaptı, hâlâ okumayacak kadar embesil misiniz?"

Reklamlar adamın beynini yiyor ve reklamların ölümüne eleştirildiği metinler delice patlatılıyor, her yerde. Otobüs duraklarında, kitap eklerinde, televizyonlarda. Yularını kaptıran yandı.

Şunu aklımızdan çıkarmayalım: Zargana insan değildi. Bundan sonra her şey anlam kazanacak. Kazanabildiğince. Zargana'nın insan dışılığı o kadar çok tekrarlanıyor ki ister istemez, "Bu gencimiz hayvan çocuğu bir mahluk, tamam anladık," diyor okur. Metnin en büyük sıkıntısı bu; göze sokmak. Bir Ellis'e bakın; asla böyle bir şey bulamazsınız, karakterler ne kadar arıza olursa olsun.

Koma namlı gencimiz, Zargana'yla bir kerata kursunda göz göze geliyor. Sonra Zargana bunu takip ediyor, Koma lüks bir restoranda çalışan arkadaşı Zo'nun mekanına gidiyor. İçeride yemek yiyen zengin abiler var. Büllüğü çıkarıp cama işiyor bizimki. İşte zenginlere çarşı çeşitli nefretler. Falan. Zo bakıyor ki yine kovulacak, kovulduğu 20. restoran falan. Cama işeyenin arkadaşı olduğu anlaşılınca sağ eliyle makara sararmış gibi yapıyor, sol eliyle tuttuğu balığı kaldırıyor. Orta parmağını. İşte bunlar hep ecnebi filmleri, dizileri... Bir tane de ben söyleyeyim; kız çözmek veya erkek etkilemek için kullanırsınız: Sol elinizin parmaklarını açın, sağ elinizle tabanca yapın. Dört el ateş edin, parmakları yavaş yavaş indirin. Orta parmağınız havada kalsın. Tebrikler, bayan/bay etkilediniz.

Zo ve Koma sıkıntılı gençler. Mesela Zo. Yaşı tutmadığı için gözetim evi mi ne, öyle bir yerlere girip çıkmış sorunlu bir kardeşimiz. Bir Çinlinin tecavüzüne uğramış. Koma, bu da dertli. Derdini hatırlamıyorum ama garanti ya kendisi, ya bir tanıdığı tecavüze uğramıştır. He, aklıma gelmişken, kurguda karşımıza çıkan çoğu karakter, hatta Günday'ın küçük bir hikâyecik yarattığı tipler bile, garanti tecavüze uğramış/uğrayacak. Garanti. Sonra yarısı intihar edecek, yarısı da kafayı yiyecek. Günday çok sert, söylediği her şeyi ekstrem bir hadiseye bağladığı için okur bir süre sonra yoruluyor, çünkü her şey penis ve vajina etrafında yürüyor. Her şey demek aşırı olur, on olaydan dokuzu. Hiçlik, yokluk anlatılırken bunların ötesine geçilebilseymiş ne güzel olurmuş. Olmamış.

Zargana takip etmiş bunları, yanaşıyor ve bir teklifi olduğunu söylüyor. Senaryoları var, oynamaları için bu ikisini tutuyor. İkisi de ayrı rollere bürünüyor, biri anarşik oluyor mesela. Diğeri de bir eşcinselin sevgilisi oluyor. Sonda rollerinden kopmadıklarını, mayışlarını da almadıklarını öğreniyoruz. Yani roller değişebilir, değişirken hayatımız da değişebilir. Hepimiz bir oyuncuyuz ve hayat da bir tiyataah lan vurmayın tamam sustum. Anti Klişe Timi geldi.

Çift zamanlı bir metin bu; diğer kurgusal zaman Zargana'nın çocukluğuna ait. 12 yaşındaki gencimiz tecavüze uğruyor, bir kızla karşılaşıyor ve beraber katakullilere giriyorlar. Sonra yakalanıyorlar, kız hapse giriyor. Romanın sonunda zamanlar birleşiyor; herkes rolünü oynarken Zargana hapisten çıkan kızı alıp başka bir memlekete doğru yelken açıyor. He, Zargana'nın bok gibi zengin olduğunu söyledim miydi? Ailesinde bir para var, yok böyle bir şey.

Özet geç diyenler için:

* Sırf anlatıcı sayesinde bile kapkara kesilen bir dünya. Baygınlık verici. Anlatıcının olaylara pek karışmadığı romanlar okuru da koşullamıyor haliyle, eğer bir oyun amacıyla karışma yoksa tabii. Bu güzel bir şey işte, özgür okur. Öbür türlü tecavüz tecavüz üstüne, öeeh.

* Şarkılar... Genelde şişkinlik yapan ayrıntılar bunlar. Gotik bir mekanda Sisters Of Mercy çalması belki bir şeyler çağrıştırabilir okura, belki. Lakin Death mi çalacağıdı mesela. Eklemlendiğini söylemek zor, bu konuda Hakan Bıçakcı'yla yarışıyor Günday. Evet, güzel müzik dinleyen adamlarsınız ama tohum serper gibi serpmeyin gözünüz sevem.

* Düşünceler falan. İlk kez bunlarla karşılayanı etkiler. Hiçlik, anarşi, kaos, insanlar. Gibi. Meeh.

* Hakan Günday bunun bir aşk romanı olduğunu söylemiş, 12 yaşındaki Zargana'yla Betty arasındaki aşkın romanı. Değil. Bunların aşkı öyle aman aman üstünde durulacak bir şey değil, zaten kurguda da durulmamış. Bence Koma'yla sevgilisinin aşkı sayesinde buna bir aşk romanı denebilir, o birkaç sayfada olayı iki çocuğun aşkıyla kıyaslanamayacak kadar güzel anlatmış Günday.

* Çift zaman var dedik ya, Zargana'nın çocukluğu bariz daha başarılı, bir noktaya kadar. Olabildiğince zorlama hadiseler olsa da okuru o dünyaya çekebilen bölümlerdi onlar, diğerine oranla. Haplanma bölümleri var, gayet başarılı. Çaresiz bir çocuk böyle anlatılır, helals.

* Devrik cümleler... Canımdan can gitti. İki satırlık mı, üç satırlık mı ney bir tanesi, "dafuq did I just read" tepkisine rahat gebe.

Eh, meraklısı için tatmin edici. Ben para vermediğime sevindim, blog yazarı bir arkadaşla kitapları takas edip aldım bunu ve iki Günday kitabını daha. He, diğer kitapları da merakla okuyacağım, çünkü ucundan Hikmet Temel Akarsu dışında bu işi deneyen... olmuştur, ben bilmiyorum, sonuçta Hakan Günday bize bir şey anlatmaya çalışıyor, beğenmesek de bizde pek görülmeyen bir şekilde anlatmaya çalışıyor, sırf bunun için dinlemeye çalışalım.

20 Nisan 2013 Cumartesi

Clive Barker - Kabal

Clive Barker'ı Clive Barker's Undying'le duyanlar, gözümsünüz. Şimdi oyundan sahneleri izleyince komik geliyor ama o zamanlar deli gibi korkardık. Öcüler, yaratıklar, kesik kelleler... Of, gece vakti oynayamazdım. Sonradan Karanlıkta 33 Yazar'da karşılaştık Clive Barker'la, şimdi hikâyenin adını hatırlamıyorum ama psikopat bir şeydi. Deneyci bir dayımız vardı, bu dayı bir arkadaşını hapsedip palyaço fobisi yoluyla kafayı yedirtiyordu, kafayı yiyen dost da intikam falan alıyordu. Acayip bir şeydi.

Kabal benim ilk Clive Barker kitabım. Canısı kız arkadaşım almıştı. Yine söylemeliyim; size güzel kitaplar alan birini bulduğunuz zaman evlenmelisiniz. Ruh ikizi, kıç beşizi, hiç bilmiyorum. Her zaman nokta atışı kitaplar alanı buldun mu evleneceksin. Yap bunu.

Kabal... Gecenin efendisi olmuş. Okuyunca pek öyle bir şey göremesek de gayet gaz bir giriş. Yani sonda bir şeyler oluyor ama efendilik kurumuyla bir alakası yok sanıyorum. Neyse, görürüz.

Boone, Decker namlı psikoloğuyla görüşürken aklına Lori geliyor, sevgilisi. Lori'ye veda etmek zorunda, çünkü Decker'ın gösterdiği fotoğraflar insan anatomisiyle ilgili ilginç çalışmalar içeriyor. Kesik dalaklar, işte efendime söyleyeyim, kopuk bacaklar. Kelleler falan. Decker, bunların hepsini Boone'un yapmış olabileceğini söylüyor. Boone için kayıp zamanlar var ve bu kayıp zamanların neyle dolu olduğu konusunda Decker yardım ediyor. Tabii diyalogların arasında ayrıntılara dikkat etmek lazım, en baştan bir rota çiziyor bize bunlar: "(...) Masanın üzerindeki mezarlığa baktı, hafif yamuk duran bir fotoğrafı orta parmağıyla düzelterek diğerleriyle aynı hizaya getirdi." (s. 19)

Eh, obsesif psikolog fikri orijinal değil, öylesine konduğunu söylemek de kolaycılığa kaçtığı için burayı aklımızda tutuyoruz. Bir silah gösterilmişse o silah patlayacak.

En sonunda Boone cinayetleri işlediğini kabul ediyor, tabii bunda Decker'ın yönlendiriciliğinin başarılı olması da var. Seanslar dört yıldır sürüyor ve Decker, tanı koymak için Boone'a biraz daha sabırlı olmasını söylüyor. Boone da bu sabrı intihar etmek için kullanıyor, lakin ölmüyor. Hastaneye kaldırıyorlar bunu, orada Narsis'le karşılaşıyor. Boone, Midian'ı birçok hastadan duymuş, Narsis'ten de duyuyor. Midian, bazılarının kabul edildiği, ait olduğu bir dünya. Nerede olduğunu söylüyor Narsis. Kafayı yemiş bir herif, Midian'a almamışlar bunu. Yaşıyormuş çünkü. Adam öyle delirmiş ki suratını kesiyor, o hengamede Boone hastaneden uzuyor. Midian'a gidiyor. Midian terk edilmiş bir kasaba, mezarlığı falan var ve sadece bir mezarlık değil orası; yerin altında ayrı bir dünya var.

Peloquin ve Jackie, Boone'u görüyorlar. Bu ikisi Gecedölü, yani yer altına ait. Neyse, Peloquin Boone'a dalıyor, kurt gibi bir şey zaten. Bir dişliyor, kasları, etleri, meme ucunu falan hep götürüyor. İkinci dişlemeden önce polislerin geldiğini görünce uzuyor arkadaşıyla birlikte. Polislerle birlikte Decker da geliyor ve Boone'a cinayetleri kendisinin işlediğini söylüyor. Kendisi bir seri katil, işini çok iyi yapıyor ve ardında hiçbir iz bırakmıyor. Hastalıklı derecede özenli bir herif. Düğme gözlü ve fermuar ağızlı bir maskesi var, onu kullanıyor. Bu maskeye kimlik vermiş, konuşuyorlar falan. Doktor akıl hastası, zevk için cinayet işlediğini söylüyor falan. Boone bir katakulliyle Decker'ı atlatıp mekandan dışarı kaçıyor, o sırada sırtına kurşunu yiyor ve Decker, "Silahlı!" diye bağırıyor. Barker'ın yarattığı atmosfer gayet başarılı, bunun için bir dünya örnek vermek istemiyorum ama şunu almadan edemedim:

"Otomobillerinin arkasında toplanmış adamlar yalnızca onun kanlı ellerini gördüler. Suçlu olduğu yeterince açıktı. Silahlarını ateşlediler.
Boone kendisine doğru gelen kurşunları gördü. Soldan iki, sağdan üç, tam karşıdan kalbini hedefleyen bir tane. Kurşunların yavaşlığına, seslerinin uyumuna şaşacak kadar zamanı oldu. Sonra kurşunlar tek tek saplandı: Bacak, kasık, dalak, omuz, yanak ve kalp." (s. 52)

"Yalnızca", bir kelime sağa kayacak, onun dışında bir sıkıntısı yok. Neyse, The Matrix'ten önce yazılmış bir şey bu. Şahane.

Her şey böyle başlıyor. Sonrasında Boone'dan haber alamayan Lori, sevgilisinin peşine düşüyor. Eh, aşkla karışık korku hikâyesi bu. Gerçi öyle aman aman korkutmuyor ama türü sevenler için tatmin edici. İşte bu Decker'ın yediği haltları öğreniyor Lori, adamdan kaçıyor, Midian'a gidiyor, Boone'un izini sürüyor falan. Öldürülmek üzereyken Boone kurtarıyor bunu, tabii artık aşağıdakilerin arasına karıştığı için insan değil, yaşamıyor. Ölü ve şekil değiştirebiliyor falan. Sonrasında olaylar. Boone yakalanıyor, Narsis sayesinde uzuyor, Midian açığa çıkarılıyor, ufak çaplı bir savaş oluyor falan. Sonunda aşk kazanıyor deyip gayet bayık bir şekilde noktalıyorum.

Yani güzel; karakterlerin değişim geçirdiği sahneler vardı, anlatımı oldukça zor ayrıntılar gayet güzel aktarılmış, çevirmenin de başarısıyla. Boone'un dönüşümü mesela. Bir seks sahnesi vardı... Haa, yazınca hatırladım. Şimdi bu Boone ölü, kalbi atmıyor. Ele geçirildiği zaman doktorlar falan şaşırıyorlar haliyle. Her neyse, Lori'yle Boone sevişiyorlar bir sahnede. Beyimiz, çok affedersiniz, küsküyü gayet normal bir şekilde kaldırıyor. E bu adam ölü değil mi, oraya kan pompalanmıyor yani. Nasıl kalkıyor o çavuş? Herhangi bir kan dolaşımı yok?

Gayet okunması, korkulması. Öyle birinci elini falan almayın da ucuza düşürürseniz...

17 Nisan 2013 Çarşamba

80'lerde Çocuk Olmak

Ayfer Tunç'un Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek'ini okurken sepya fotoğrafları yanınızda tutun ve dikkatlice bakın. Her bir eşyanın, her bir ağacın, her bir binanın canlandığını görürsünüz. Öylesine detaylı anlatmıştır 70'li yılları Tunç, milenyuma on kala doğan çocuklar için bile o yılları canlandırmayı başarabilmiştir. Büyük bir duyarlılık ister bu, gözlem yeteneği ister. En başta sabır ister, çünkü koca bir 10 yılı her yönüyle incelemek hiç de kolay değil.

80'lerde Çocuk Olmak'ın güzelliği, 10 yıllık bir dönemi farklı şehirlerde, farklı sosyal statülerde yer alan insanların incelemiş olması. Çok büyük bir zenginlik bu; apartmanda büyümüş, yazlıkta oradan oraya koşturmuş çocukların yanında köyde ağaçtan meyve koparıp yemiş, geçim sıkıntısı ve siyasi baskılar yüzünden hayatın korkunç bir şey olduğunu düşünmüş çocuklar da var. Erkenden olgunlaşmak zorunda kalmış çocuklar... Kimi 70'lerden 80'lere geçişi yadırgamıyor,  arada pek bir fark yok çünkü. Yaşam devam ediyor. Kimiyse 12 Eylül'le bambaşka bir dünyaya gelindiğini düşünecek kadar korkmuş.

Eh, 70'lerden 80'lere geçişte belki saydam bir duvar var kimileri için ama 90'lara girildiğinde kimse bir farklılık hissetmemiştir sanıyorum. 1988 doğumlu bir adam olarak bazı şeyler yabancı gelmedi bana, uzantıları bizim çocukluğumuzu da etkilediği için sanıyorum. Bazı şeyler biz büyürken de devam ediyordu, bazı şeyler biz büyürken sona eriyordu. Eh, anlatırken kendi anılarımı da araya sokuşturabilirim.

Anlatılanlar çocukluğun sihirli dünyasıyla bütünleşmiş yeni hadiseler, yeni eşyalar etrafında toplanıyor. Bir bölümü. Diğer bölümde geçmişin mahalle ortamı, insanları fena özlenmiş. Buram buram eski kokan şeyler var. İlk bölümden girelim, televizyon mesela. Clementine, Tsubasa, Voltron, Heidi, Şeker Kız Candy, çizgi filmlerle ilgili bir dünya anı var. Bunlardan önce televizyonun yarattığı büyülü bir ortam var. Kapıcılar Kralı'nda görmüştük biraz; komşulara çıkıp televizyon izlemeler mesela. Canım Kardeşim adlı kalp öğütücü filmde de renkli televizyon vardı hatırlayacağınız gibi. Televizyon yani, çok büyük bir olay. Yalan Rüzgarı, Bizimkiler, o yıllarda ne varsa. Bizimkiler'i yakaladık biz, Voltron can vermişti ne yazık ki. Diğerleri duruyordu, Şirinler falan. Biz pek garipsemedik, doğduğumuzda evimizde televizyon vardı. 70'lerde doğanlar içinse mucize bir alet.

Okul, öğretmenler. Biz 90'ların çocuklarının önlük rengi açılmıştı yine, maviydi. Adamlar kapkara önlükler içinde, öğretmen teröründen çok çekmişler. Korku dolu bir ortamda neyin eğitimi olacaksa artık. Andımız, İstiklâl Marşı, anlamadığımız neler neler okuduk, neler ezberlettiler bize öyle, aklım hayalim almıyor. Bayrağın ipini düzgün tutamadı diye tokat yiyen arkadaşlar, sizin için çok üzüldüm, hâlâ da üzülürüm. Cetveller, kulakta tebeşir ezmeler, öf. Çok çalışmalıydık, Atatürk geleceği bizlere bırakmıştı, Türkiye kendi kendine yeten bir ülkeydi, Almanlar kaybettiği için biz de kaybetmiştik sayılmıştık. Oğlum ne zırvalar öğrettiler bize lan, düşününce sinirleniyorum, bu kadar beyinsizlik olur mu?

"(...) La Fontaine ya da Aysel Öğretmen protein bakımından gezegendeki en zengin canlı türü olan bu saz şairi flörtöz böceğin yıllarca yerin altında bir kozanın içinde beklediğini ve nihayet yer üstüne çıktığında ömrünün bir kelebekten daha kısa olduğunu, bu yüzden ağaçlara tüneyip tabiatta eşi benzeri görülmeyen, desibeli yüksek bir çiftleşme şöleni için canını verdiğini (çiftleşme sonrası ölürler çünkü) ve toprağı beslediğini bilseydi ne yapardı acaba? Çalıp oynayacak tabii ki hayvan. Çünkü ömrü kısa. Hayvanın ekolojik misyonu bu. Ayrıca sanatçı, saz şairi. Üreten sınıf sırf bu zibidi ile özdeşlik kurup da kalkınma hamlesi sekteye uğramasın diye böyle resmedilmiştir. Bence tarihteki ilk bankacı bu masaldaki karınca. Temkinli, garantici, hesapçı... Ve ağustos böceğini kışın ayazında kapı dışarı edecek kadar da merhametsiz." (s. 33)

Kargayla Tilki de böyle değil mi? Katakulliye getirip karganın ağzındaki peyniri alan tilki, "İşte babuş, bu dünyada uyanık olmayanı öperler," diyerek uzuyordu. Bize dikkatli olmamız değil, karganın aptallığı ve tilkinin akıllılığı öğretildi. Tilki gibi olmalıydık. Ensesine vurulacakları iyi belirlemeli, peyniri alıp uzamalıydık. İnsanlar kerizdi, devletin malı denizdi, yemeyen domuzdu. Rezillik.

Misketler, gazoz kapakları, ezik kutu kolalarla yapılan maçlar, niteliksiz anne babalar, karışık kasetler, ilişkiler... Her şey var, sosyokültürel bolluktan başınız dönüyor.

Darbenin etkileri tabii, ilk bunu yazmalıydım belki. Evi basılanlar, dayısı, babası götürülenler, dehşet dolu bir ortamda büyüyen masum çocuklar... Her ne kadar geçmişe özlem kitabı da olsa belki de bazıları için geçmişe veda kitabı bu, son bir yüzleşme kitabı. Yazarların bazıları çocukluklarını özlese de bazılarında o yılları geride bırakmış olmanın rahatlığı seziliyor. Kitabı zenginleştiren bir şey bu.

Çok güzel, bunun 90'lar versiyonu da var. Onu merak ediyorum asıl. Nasip, kısmet, mukedderat. Şurada ne yazıyorsa o.

Müge Sandıkçıoğlu - Diş ile Düş Arasında

Yitik Ülke Yayınları var, bildiniz? Kapakları ilginç hani. Görseniz garanti bilirsiniz. Yayınevinin kurucusu Kadir Aydemir'e Ekşi Sözlük'ten ulaştım, dedim böyle böyle bir blog var, sizden kitap alıp da yazayım mı? Çok sağ olsun, kabul etti ve altı tane kitap verdi. Onları yazacağım bir süre. Mesela İthaki'ye de mesaj atmıştım ama dönüş olmadıydı. Yayınevlerinden çıkan bir incelemenin link'ini gönderince onu yayıyorlar gerçi. Her neyse, Kadir Aydemir'e deli teşekkür ederim, selam ederim.

Müge Sandıkçıoğlu'nun denemeleri. Arka kapağa Mario Levi'nin yazara destek verici cümleleri alınmış. Güzel de olmuş; bir yazarla tanışırken referans önemli. Sandıkçıoğlu'nun referansı gayet sağlam, Mario Levi'nin ve Murat Gülsoy'un yaratıcı yazarlık atölyelerine katılmış. Diş hekimiymiş, yazıdır çizidir pek severmiş, blog sahibiymiş, böyle şeylermiş.

Zannediyorum ki yazılar kronolojik olarak dizilmiş, çünkü ilk bölümler pek parlak değil. Nasıl diyeyim, üniversitede bir hocamız vardı ve sonradan öğrendiğime göre çoğu hocanın yaptığı bir şeyi yapardı: Heyecanla bir şeyler anlatan öğrencisini dikkatle dinledikten sonra, "Evlat, ilginç şeylerden bahsediyorsun ama bilmediğimiz/farklı bir şeyden bahsetmiyorsun," derdi. Biraz böyle; mesela yazma güdüsü, yabancılaşma, kendini bulma çabası, hayat-bir-tiyatro-ve-hepimiz-oyuncuyuz gibi metaforlar. Eyh diyoruz ama fark ediyoruz ki olay başka bir boyuta doğru kaydı kayacak. Bir şeyler geliyor ağır ağır, o yüzden şevk kırılması yaşamadan okumayı sürdürüyoruz. Zaten giriş bölümünde yazarın düştüğü notla beklentilerimizi aşırı yükseltmediğimiz için bir sıkıntı olmuyor.

O gelen şey, Biraz Gülse Birsel, biraz Gani Müjde kokan nefis yazılar. Kronolojik diye tahmin etmemin sebebi bu; Sandıkçıoğlu sonradan, yaza yaza açılmış sanıyorum. İkinci kitabı da çıkmış, daha yeni. Onu da okurum umarım.

90 küsur sayfa bir şey, maksimum iki saatte okursunuz. Kafa dağıtmak için birebir.

16 Nisan 2013 Salı

Peter Straub - Yitik Oğlan Yitik Kız

Çoğumuz Stephen King'le tanımışızdır Straub'ı, Tılsım ne kadar güzeldi mesela, Kara Ev ne kadar güzeldi. Jack adlı çocuğumuzla, ikinci kitapta yetişkin Jack'imizle sırlardan sırlara, maceralardan maceralara düçar olmuş idik. Güzel anılar korunuyor, hatırlayınca mutlu oluyor insan. Kitapları okumuş kariler, Jack'i düşününce hepimiz mutluyuz sanıyorum.

Yitik Oğlan Yitik Kız, Straub'ın okuduğum ilk kitabı. Stephen King, okuduğu en iyi Straub kitabı olduğunu söylemiş. Bu şöyle süperdir, böyle manyaktır, en kraldır olayı riskli, çünkü umduğunuz şeyle karşılaşmazsanız önyargı öyle çabuk oluşur ki anlamazsınız bile. Eh, biraz da reklam kokan hareketler tabii, bu yüzden tekrar şans verebiliyorsunuz. Bir süre sonra. Konu Straub'sa ben vereceğim. Ki şans vermelik bir olay da yok, sevdim ben bunu.


Nancy Underhill'ın ölümüyle giriyoruz. Nancy, mutsuz bir evliliği sürdürmeye çalışan bir bacı. Kendisinin de hayattan pek bir beklentisi yokmuş zaten, lakin kocası Philip de biraz öküz çıkınca var olan minik umutlar da yok oluyor. Bir gün, oğlu tarafından bilekleri kesik bir vaziyette bulunuyor, kafaya da bir naylon poşet mi ne geçirilmiş. Oğul Mark için ne kadar travmatik bir hadise olduğunu düşünün ki Mark da gayet hoş bir çocuk. Babasının hödüklüğünden zerre geçmemiş buna, gayet yakışıklı ve normal bir genç. 15 yaşındaki gençler nasılsa öyle bir genç yani.

Tim var, New York'ta yaşayan bir yazar. Philip'in kardeşi. Zamanında kasabadan gitmiş, kardeşini orada bırakmış. Bu yüzden Philip beyinsizlik sebebiyle zaten zor bir insanken Nancy'nin intiharını araştırmak için kasabaya gelen Tim'e daha da uyuz davranıyor. Tim, Mark'ın ne kadar hayat dolu bir çocuk olduğunu gördüğü için sallamıyor kardeşini, Mark'la mail'leştikleri için çocuğu da biraz biraz tanıyor. Amacı çocuğun kötüye gitmesini önlemek, bir de işte hadiseyi aydınlatmak. Cenaze merasimi, şu bu. Bir şey bulamıyor ve New York'a dönüyor, Mark'la irtibatı koparmadan.

Bir süre sonra Mark ortadan kayboluyor, Tim kasabaya dönüyor yine. Bu sefer ellerinde incelenecek iki olay var. Biri, ailenin yaşadığı evin arkasında yer alan metruk ev. Mark, bu evde katakullilerin döndüğünden şüpheleniyor ve yakın bir arkadaşıyla evi inceliyor. Cenaze yemeğinde, sokağa çıktığında falan arkası dönük, korkunç bir adam görüyor; dev gibi ve kapkara giyinmiş. Bir gece evden arka bahçelerine atlayan ucubemsi şeyi de görünce ikisini birbirine bağlıyor. Sonradan ortaya çıkıyor ki evde manyağın teki kaçırdığı çocukları öldürmüş, saçlarını kesip saklamış. Böyle şeyler. Bu psikopat kardeşimiz de Nancy'nin kuzeni. Aile bağları... Diğer hadise de kasabada çocuk kaçırma olaylarının tekrar başlaması. Nöbetçi polislerin sayısı artıyor, aileler endişeli. Kasabanın başında böyle bir dert de var. Sonuçta bu iki hadise ileride birleşiyor, gizemler bir şekilde ortadan kalkıyor.

Bu ne bir korku/gerilim romanı, ne bir polisiye, ne de başka bir şey. Belgesele daha yakın; korkulu ve polisli bir davanın nasıl çözüldüğüne dair bir anlatı. Mesela Mark'ın öcülü evde dolandığı ve bir şeyler bulduğu bölümlerde korkuyoruz, öcülü evden arka bahçeye atlayan ucubeli sahnede gerim gerim geriliyoruz, Tim'in dedektif dostuyla yaptığı beyin fırtınalarında, polislerle ailelerin toplandığı bölümlerde polisiye tadı alıyoruz. Sonuçta elimizde metruk bir ev ve çocukları kaçıran bir manyak var, her şey birbiriyle bağlantılı olduğu için meyve kokteyli gibi bir şey bu roman. Her şeyden bir parça, lakin ortaya çıkan tat hiçbir şeye benzemiyor.

Anlatımda Tim'in günlüklerinden faydalanılmış, lakin ağırlıklı olarak olayları dışarıdan izleyen bir anlatıcı var. Belgesel gibi düşünün işte. Beklediğinizden çok farklı bir kitapla karşılaşıyorsunuz ama paradigmanıza ölümüne bağlı değilseniz kaldırıp bir kenara atmıyorsunuz, devam ediyorsunuz. Çünkü bir annenin ölümü, bir çocuğun ortadan kayboluşu, kasabaya dönen bir yazar, her şey sizi hikâyenin içine çekiyor.

Güzel, gayet okunabilir.

12 Nisan 2013 Cuma

Murat Menteş - Korkma Ben Varım

Murat Uyurkulak demiş ya işte karnavalda katliam çıkması gibi bu kitap diye, öyle değil. Bu kitap karnavalın ta kendisi. İster kuytuda adam öldürün, ister söylediğiniz yalanlara inananlara kıkır kıkır gülün. Tamamen size kalmış.

Murat Menteş'in söyleşilerini kıyısından köşesinden dinledim. Kendisi mesela odada oturan bir adamı anlatmanın artık meeh olduğunu söylüyordu. Katılmıyorum. Herkes odada oturmuştur, oturacaktır ya da bazı okurlar oturanın halinden anlayacaktır. Güneşin altında söylenmemiş bir sözün olmaması noktasından yola çıkarsak her yazarda o adam değişecektir, güneşin aynı kalmasına rağmen. Tanımadığımız biri olacaktır o, tanıdıklarımızdan bambaşka biri, dolayısıyla oturan bir adam, başka bir oturan adam değildir. Bunun dışında söylediği bir şey daha var, tamamen katılıyorum. Oyunlar oynamak lazım, bilerek ve isteyerek. Oulipovari. Uzun zamandır Perec'ten, Yaşam Kullanma Kılavuzu'ndan etkilenip etkilenmediğini düşünürdüm Menteş'in, bu romanda Perec Amca'ya rastlayarak doğruladım kendimi. Aynı şekilde reklam dünyasında yıllarca çalışıp en sonunda öeeh diyerek sektörden ayrılan ve güzel güzel şeyler yazıp aklımızı alan Frédéric Beigbeder'den de bahsedebiliriz. Menteş için karnaval yaratıcısı diyebiliriz bu konuda; Beigbeder'nin reklam dünyasına giydirmeleri, ki Palahniuk da buna dahil, Perec'in yapboz parçaları olan hikâyecikleri ve insanları, Tarantino'nun Tarantinoluğu ve adı geçen geçmeyen bir sürü şey. Kolaj, postiş, ne derseniz deyin, bir yerlerde Murat Menteş de mevcut, bütün ağırlığıyla. Güldüğü şeylere başka insanların da gülmesini sevdiğini söylüyordu bir yerde. Ben gülüyorum, biri yumruk yedikten sonra, "Buna bayıldı" gibi bir cümle vardı. Güldüm, sonra akışa kaptırdım kendimi. Okuduktan sonra nasıl bir tat kalıyor biliyor musunuz, uzun bir yolculukta verilen molalardan birinde yenen lezzetli bir yiyeceğin yola tekrar çıkınca unutulmuş tadı. Çok hızlı, belki de bu yüzden Murat Menteş'in romanlarının kısmen unutulma eşiği daha düşük. Yani Dublörün Dilemması'nda Baudrillard'ı unutmadık, meyve suyu hadisesini unutmadık ama bunlar oyun olmalarıyla yer etti. Edebiyatın ne olduğunu tartışmak gibi bir niyetim yok, çağın isteklerine de olabildiğince kulak tıkamak istiyorum. Sadece şunu söyleyeceğim; Murat Menteş'in romanında insana dair bir şeyler varsa da hız yüzünden flulaşıyor. Kaos, reklamlar, hız... Bunların arasında biz ne kadar varız, ya da ne kadar var olmak istiyoruz, okur ne kadar var olmak istiyor, ya da karakterler ne kadar var olmak istiyor, sıkıntı burada. Ruhi Mücerret elimde, onu da okuyacağım kısa bir zamanda, umarım Menteş o romanda farklı bir şeyler denemiştir diye düşünüyorum, zira tüm insanların bu keşmekeşi yaşıyor olması mümkün değil. Günümüzün edebiyatı bir şey istemiyor, verileni alıyor sadece. Tabii şu da var:

http://birazdabenkonusayim.wordpress.com/2013/04/11/murat-mentese-ovgu/

Doğru, yanlış, kafanıza göre. Bir reklam patlaması yaşıyor Ruhi Mücerret, Murat Menteş hiç durmadan alıntılar yapıp derdini anlatmaya devam ediyor, bu dertlere de katılıp katılmayabilirsiniz. Diyeceğim; yazar ne söylerse söylesin, okur nasıl yaklaşırsa yaklaşsın, doğum günü pastasının içine konmuş bomba gibi bir kitap bu.

Olaylar çok karışık. Aşk Bakanlığı diye bir şey var, aşık olanlar bu bakanlıktan AŞKart alıyorlar. Bakanlığın üst düzey çalışanları öldürülüyor, Fu lakaplı basın danışmanı bu ölümlerin ardındaki gücün peşine düşüyor. Bütün oklar Hayati Tehlike'yi gösteriyor. Tehlike, mafyanın en baba adamlarından biri.

Müntekim Gıcırbey, Fu'nun liseden arkadaşı. Ünlü bir düşünürün söylediği gibi, bir insanın hayatı lisede nasılsa ilerleyen zamanlarda da öyle galiba. Ünlü bir düşünür olayını salladım ama söz doğru. Neyse, Müntekim de Menteş'e özgü ilginç şirket çalışanlarından biri. Haksızlık yapanların canına okuyor. Meşhur bir reklam patronunun altına sıçırtıyor bir konuşma sırasında, adamı yok ediyor falan. İşte neyse, Müntekim Şebnem Şibumi'ye aşık oluyor. Hayati de Şebnem'i elde etmek için bazı güzel numaralar çekiyor, sadece filmlerde olacak cinsten. Numaraları da mafyanın katakullilerinden aynen alıyor. Müntekim ve Hayati birbirine düşüyor falan. Acayip olaylar.

Bitmedi, süper kahramanlar grubu var, yaşlı aktörler, aktrisler. Hayati'nin evladı bir telekinetik. Müntekim'in II. Abdülhamit'ten kalma bir papağanı var. Bu bölümler Ersin Karabulut tarafından çizilmiş, metinsel bir anlatı yok. Bu da güzel, bu da bir oyun. Ondan sonra başka ne var, bir adet doktor zebellah zenci var, Müntekim'in adamı. Bir dünya insan.

Şey de var, daha gizli alıntılar, isim vermeden. 42. sayfada "sırlar mezarlığı kalp" hadisesi var. Menteş'in Halil Cibran okuduğunu düşündüm, Cibran'ın sırlara mezar olmakla ilgili bir iki güzel sözü var. Arayıp bulmaya üşendim şimdi.

Beigbeder dedik, al: "AŞKart'ınızı her üç yılda bir yenilemeniz gerekiyor." (s. 46) Hemen Aşkın Ömrü Üç Yıldır'ı hatırlayıp sırıtıyoruz.

Eh, ironik hadiseler de mevcut: "Kalabalık, intikam alamadığı için suça yönelen ilkel bir yaratık. Muğlak bir töhmet altında kalmak pahasına, şu karmaşık dünyada basit bir yaşama razı. Reklamlarla fişteklenen yığınların tek bildiği, örümcek ile sinek arasında pazarlık olmayacağı. Kitleleri etkileyen her söz yalan." (s. 161) Sayın kari, nasıl bir yorum çıkarırsan çıkar. Ben buram buram ironi kokusu aldım, alıyorum.

Roman içinde roman, ya da gerçek içinde roman, ya da tam tersi. Hayati Tehlike'yle Şebnem Şibumi tanışırken Şibumi kendini Dilara Dilemma diye tanıtıyor, Tehlike de bayanın çok nüktedan olduğunu, zira o romanı kendisinin de okuduğunu belirtiyor. Sonra bir de bakıyoruz, Müntekim işte liseden Nuh Tufan'ın arkadaşı, hatta Nafile Filinta olarak geçiyor. Kurgunun nerede bitip gerçeğin nerede başladığını ya da başlamadığını bulun da söyleyin bakalım.

Böyle. Birçok karakter sırayla anlatıcı rolüne bürünüyor, bu geçişler konusunda Menteş başarılı mı, eh. Üslubun dışına pek taşmamakla beraber yarattığı farklılıklar garipsetmiyor. Mesela Şibumi, tarih mezunu bir ablamız. Anlattığı gün tarihte neler olduğunu söyleyerek başlıyor lafa. Güzel bu, lakin en güzeli Hayati Tehlike'nin telekinetik evladı Gerçek Tehlike'nin anlattığı bölümler. O yaşlarda bir çocuk tam olarak öyle konuşur, birebir. Süper.

Böyle. Her karakter bir kurgu dünyasında bulunduğunu biliyormuş gibi, her birinin söyleyeceği erdemli, ağır bilgili sözleri var. Her biri küçük bir Ahmet Midhat Efendi. Her şeyi bir yana bıraktığımızda elimizde bir panayır var, okuyup keyfini çıkartalım ve Menteş'in ağır ağır istikamet değiştirmesini dileyelim.

5 Nisan 2013 Cuma

Necati Tosuner - Yalnızlıktan Devren Kiralık

Necati Tosuner'in ikinci romanı. Sancı.. Sancı... sonrası bir modern zaman bunaltısı. İsim değişse de insanların yaşadıkları sancılar benzer, hatta romanın dili birebir aynı. Pek bir değişikliğe gitmemiş Tosuner, sesini korumuş. Kurgu da korunmuş, bir dünya birbiriyle alakalı, alakasız insan ve bir dünya sıkıntı. Bu sefer yaş aralığı geniş, dedelerle torunlar bir arada. 32 kısım tekmili birden.

Burada da Okan var, kambur bir oğlan yine. Yazar olmak istiyor, kuzen Pınar'a aşık. Okan'ın babası Kadir biraz ayıca bir kardeşimiz, oğlunu seviştiriyor bir kadınla falan çok affedersiniz. Tabii böyle değil, hepsi bir sıkıntı içinde veriliyor. Evet.

Pınar'ın abisi var bir tane, adını unuttum. Ayrı eve çıkmak istiyor, annesi perişan oluyor falan ama her şeyi içinde yaşayan bir kadın. Güçlü görünmek istiyor, çünkü eşinden ayrılmış ve oğlu da bırakıp gidiyor işte.

Ekrem, Pınar'ın babası ve esas adamımız. Ortağı olduğu şirketten şutlanmış, mutsuz sonlu ilişkilerin adamı. Kendi sonu da mutsuz olduğu bir anda gelecek.

Diğerleri, bir sürü insan. Bir sürü ev, bir o kadar hikâye. Yalnızlar, iç dünyaların ilişkilere yansıması kaynaklı bir yolculuk bu roman. Pek hoş.

4 Nisan 2013 Perşembe

Necati Tosuner - Sancı.. Sancı...

Necati Tosuner'in ilk romanı. Tosuner hikâyeciliğiyle biliniyor daha çok, lakin romanları da gayet başarılı. Şey gibi, Uşaklıgil'in karşı kutbu. Halid Ziya, "Yav romanlarım da güzel, tamam ama hikâyelerimi ayrı bir severim, ayrı bir güzeldir onlar," der mesela.Ters çevirin, Necati Tosuner'i bulacaksınız.

"Toplumsal etkilerden kaynaklanan yoğun duygu yoğunluğuna 'ağrı' diyemeyeceğim için 'sancı' demek daha uygun geldi. Vücudum belli bir yaşa geldiğinde ağrılar kesildi ama ondan sonra toplumsal bir sancı başladı."

Alıntı Tosuner'in bir röportajından. Kendisi gençken bir rahatsızlık sonucu kambur oluyor ve insanlara katlanmak zorunda kalıyor. Garip bakışlar, duyarlı olmaya çalışılırken devrilen büyük çamlar, böyle şeyler. Bu temelden yola çıkarak Tosuner'in sancı izleğiyle, somut olarak karşılaşırız sık sık.

Roman, Almanya'daki bir grup insanın yaşama çabasını ele alıyor. Maddi kaygılardan çok duygusal sıkıntılar söz konusu.

Giriş şöyle:

"Sabah.
Esintisiz, kıpırtısız ortalığın serinden serine ağarması. Ve sıcak bir gün olacağı sezgisini birlikte getiren bir sabah. Sessizlik. Ve kentin gri uzantısı üstünde sessizliği yöneten güneş. Güneş ve sessizlikte ağır ağır çözülen kırağı. Sonra bir de bakılacak ki, yeşil üstünde -çalıda, çimende, yaprakta, deli otta- bir ıslaklık... Kırağı çözülmüş, ısınmış bir sabah olmuş, -olacak." (s. 9)

Bir sabahla başlıyor her şey, bir geceyle sona erecek. Tosuner, bir zamanı, bir mekanı, bir ilişkiyi sayısız sözcüğe bölüp tane tane veriyor okura. Edilgen bir anlatımdan çok olayların en ince detaylarının bile izini süren, yaşayan bir anlatım. En küçük sancı bile büyüyor da büyüyor, okuru kıskıvrak kavrıyor. Bazı yaşlı ninelerimiz, "Aha tam böğrüme öküz oturdu sanki," derler ya, öyle.

Çok hikâye var, çok karakter var, ben sadece Osman'la Petra'yı alacağım. Diğer şahıslar hakkında söyleyeceğim tek şey, Tosuner'in karakter yaratmadaki başarısı olacak. Küçük hesapların adamlarının dünyasını çok iyi biliyor ve farklı sosyokültürel ortamlarda yetişmiş insanların düşüncelerini, hayata bakış açılarını falan, okurda hiçbir garipseme yaratmadan hepsini son derece başarılı bir şekilde işliyor. Anadolu'dan gelen, tutunmaya çalışan küçük bir adamla varoluş sancısı çeken bir adamın arasındaki fark, kurguyu çatan onca kelimenin arasında kendini gösteriyor. Ne kadar hoş. Mesela Arif diye bir velet var, çocukları bilmeden söylediklerini yazabilmek mümkün değil. Yaşamdan sızan şeyler bunlar, Tosuner, bana öyle geliyor ki çok güzel yaşamız bir abimiz.

Osman. Tosuner'in ta kendisi zannediyorum. Almanya'ya okumak için gelmiş, küçük işlerle geçimini sağlamaya çalışan bir kambur. Petra'yla tanışıyor ve kapılıp gidiyor kıza. Petra Alman, genç bir öğrenci. Aralarında aşağı yukarı 10 yaş fark var, Osman otuzlarında. Kaybetmeye tahammüllü bir insan olmadığı için Petra'ya gidecekmiş gibi bakıyor. Petra da gidecek ve sancıdan başka bir şey kalmayacak elinde.

İkisinin diyalogları için... Başarılı işte. Yani duyarlılık seviyesi çok yüksek insanlar bunlar, bu şekilde konuşabilirler. Olabilir. Okura garip geldiyse yeterince insan tanımadığı içindir. Osman'ın Beckett'e "serseri" diye çıkışması, Godot'dan dolayı, bir de solucana dönüşme metaforu... Sancı büyük.

"'Romatizmalı olmayı niçin isterdin? Acıdan kurtulmuş olmayacaktın ki..'
'Acının niteliği değişecekti. İnsanlardan sızan, süzülen bir sancı yerine, yağmurla gelen...'" (s. 93)

Başka bir karakterin sancısı mesela, Reyhan. Kocası bir baltaya sap olamamış, korku çok büyük.

"Sokağa çıktığında sancıyı içinde duydu Reyhan. Karanlık bir şeydi gelecek. Korkutan, tüyleri diken diken eden, boğazda düğümlenen bir çığlıktı." (s. 159)

Finalle de süper bir nokta koyuyor Tosuner, aha:

"Islak, yapışkan bir gece. Ve serin. Ve arada bir vuran esintinin keskinliği. Yağmakta hiç de nazlanmayan bir yağmur dinmiş şimdi. Her yerleri basmış ve az önce çekilmiş sel. Yerlerin sel çekilmiş gibi yapışkan ıslaklığında parıldayan ışıklar ve.. karanlıkta yitmiş bir umut.

Olmayan bir umut." (s. 274)

Kendi sesine sahip bir roman. Kaçmasın, görüldüğü yerde tutuklayın.

3 Nisan 2013 Çarşamba

Tarık Dursun K. - Aşk Allahaısmarladık

Tarık Dursun K. okumak için sanırım yanlış bir başlangıç oldu ama yapacak bir şey yok.

Epigraf:

"Sana büyük bir sır söyleyeceğim. Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam

Aragon"

Adından da anlaşılacağı üzere aşk üstüne. İlişkiler, kavuşamayanlar, kıymet bilmeyenler falan, bu tarz. Çoğu hikâyenin biçemi bir. Yani söyleyiş, üslup, içerik benzer. Bir iki fark yaratan hikâye var, onlar gayet başarılı.

Yaz Öpüşleri: Kumsaldaki ayak izlerinden bir ilişkinin seyri.

Hikâyenin başında havaya dair bir detay yok, anlatıcı izleri görüyor ve takip ediyor. Bir kadınla adamın izleri bunlar. Sonra diyalogları canlandırıyor, hava kapıyor ve ilişkiyi bitirdiği gibi yağmur başlıyor, sonbahar geliyor. Eh, aynı şey sayılır. Bu arada bütün hikâyeler yazdan. Ağustosta Tatil gibi.

Ne yazacağımı da bilemedim, geri kalan öykülerin olayları aşağı yukarı aynı. Ayrılıklar, yıllar sonra buluşmalar. Parantezlerle götürülen iç diyaloglar. Falan. Ne leş bir yazı oldu bu ya dsfd.

Böyle. Yani hoş. Gayet ilişkiler. Süssüz, kendi güzelliğinde bir anlatım. Evet.

Hermann Hesse - Kaplıcada Bir Konuk/Nürnberg Yolculuğu

Hesse'yı Gecelerin Yargıcı'na benzetsem biliyorum ki ağır sopa yerim. Lakin elden gelen bir şey yok. Zamanında Küçük Onur'a maruz bırakılan çocuklar büyüdüğü zaman, işte biz o gün tükeneceğiz. Hadi öyle olmasın da şey olsun, güzel güzel bir şeyler anlatan pamuk dedeler vardır ya, mesela yaşadıkları bir hikâyeyi anlatırlar ve cümlelerin arasına şahane düşünceler sığdırırlar. İşte Hesse'nın bu anlatısı tamamen böyle. Çok keyifli. Bir kaplıcaya ve yolculuğa dair anılar var, bir de yaşananların psikolojik çözümü var. Güzel bayağı.

Bir özdeyişle giriyoruz: "Aylaklık bütün psikolojinin başıdır." Nietzsche'den. Hesse, kırkıncı yaşın ortalarından sonra kendisine bir hal geldiğini, havada durduğunu ve o yaşlarda kendisine bir bilgelik, bir düşünce sistemi geldiğini söylüyor. Çok entelektüel bir evrim. Bir diğer dikkat çekici yorum da yazarın kendisi hakkında. Bir psikologun incelemesi sonucunda yazarın şizofren falan çıkması mümkünmüş, çünkü çevreye ve yazgıya karşı konan tepki normal bir şey değilmiş.

"Kendi düşünce ve duygularıma 'doğru' ve haklı gözüyle bakmak gibi bir hazzı elimden kaptırmak istemem; oysa çevre bunun tersinin doğruluğuna beni inandırmaya çalışıyor. Çoğunluk bana karşıymış, umursamıyorum hiç; kendimi değil, daha çok çevremi haksız görüyor, bu konuda büyük Alman yazarlarına ilişkin yargıma uygun davranıyorum; yaşayan Almanların büyük çoğunluğunun tersini yapması, füzeleri yıldızlara yeğlemesi bu yazarlara daha az saygı beslememe, onları daha az sevip gereksinmeme yol açmıyor. Füzeler göz alıcıdır, füzeler büyüler insanı, yaşasın füzeler! Ama yıldızlar, ama sessiz ışıklı titreşimlerini çok uzaklara yollayan, evrensel müzikle dolup taşan bir göz ve bir düşünce - aman dostlar, bundaki güzellik bir başkadır!" (s. 10-11)

Şekillendirilmemiş bir dünya, doğaya kadercilikten çok sadelikle yaklaşma, bunlar güzel şeyler. Aydınlanma sonucu tabii. Bu aydınlanmayla anti-entelektüel bir ortamın ilişkisinden de kaplıcalara, insanlara dair bu güzel metin ortaya çıkmış. Füzeler arasında yıldız avı, Hesse'ya göre. Saflık, Pamuk'a göre.

İlk gün geliyor mekana Hesse, insanlara bakıyor. Herkes gutlu, işte yürüyemiyor falan. Kaplıcanın suyundan medet uman insanlar. Hesse, onlardan daha iyi durumda olduğunu görüp iyi hissediyor kendini, bir gülümsüyor. Otele geçiyor sonra, bir oda ayırtıyor. Oda konusunda son derece seçici ve otel odalarına takık. Eh, milyon tane şiir, roman, hikâye var otel odalarıyla ilgili. Standart eşyalar, standart hadiseler. Bir gün kalıyorsun, duvarlara bakıyorsun, uyuyorsun, rüya görüyorsun ve ertesi gün gittiğin zaman geride sana dair hiçbir şey kalmıyor. Sanki hep orada yaşadın, sadece kendin için. Senden sonraki için, orası özel olarak ilk kez yapılmış bir yer. İlk kez o kalacak. Böyle bir döngü. Bunları ve benzerlerini anlatıyor Hesse. Yazgıyla yine sorunu var; kimimiz evleniriz, kimimiz iş buluruz, kimimiz bilmem ne yaparız. Varılacak yer belli olduğu halde durmuyoruz hiç, sürekli bir şeyleri kovalıyoruz. Hesse, bunun çok boş bir hadise olduğunu söylese de diğer insanlardan, en azından bu açıdan ayrılmadığını anlatıyor.

Kaplıcanın hekimiyle görüşürken de bir sıkıntı var, hekimin Hesse'yi anlamayacağı ihtimali. Hesse, hekimlerin maddi problemlere maddi çareler bulmak dışındaki olaylara pek karışmadığını söyleyip bu hekimden de çekiniyor, lakin korktuğu gibi olmuyor. Paylaşılan bir bilgelik, bir bakış açısı var ve iki adam iyi anlaşıyor.

Günler geçmeye başlıyor böylece, Hesse yaşadıklarını anlatırken araya sokuşturuveriyor bazı şeyleri. Mesela yemek yiyen insanlar. Mekan, yiyecek açısından zengin. Pastalar, çörekler, şahane yemekler falan. Yaşlı insanlar için bir tedavi değil bu aslında, yani o amaçla gelmediklerini söylüyor Hesse. Onların amacı, nerede ve ne koşulda olursa olsun iyi, mutlu yaşamak. Kumar oynamak da böyle, öküz gibi yemek yemek de böyle. Bir haz olayı. Sıcak sular arasında dinlenirken bile doğayla akıl arasındaki ilişkiyi incelemeden edemiyor yazar. Us, kısıtlayıcılık ve ölümsüzlükle bir. Doğaysa güzel, ölümlü. Eh, yaşamla ölümün bir araya gelişiyle güzellikler ortaya çıkıyor. Hesse'nın sevdiği şey bu; iki zıtlığın birleşmesindeki güzellik.

Delicesine tüketimi yerme olayı var ki ayakta alkışladım. Çok samimiyim, mesela ayda yılda bir televizyonu açıp reklamlara denk gelince geri zekalı yerine konmuş gibi hissediyorum kendimi. Oğlum onları izleyerek nasıl yaşıyorsunuz lan? Beyniniz yanmıyor mu? Biri çıkıyor, "Bin can fedağağa bir tek dostunağağağ!" diye beyin eritiyor, ondan sonra türlü masallar. En hızlı internet bizde, çok fena boru döşedik, en kralı biziz. En ağır geçiren de sizsiniz, tebrikler. Bir metrobüs reklamı vardı, akıllara zarar. Ondan sonra banka reklamları, ramazanda kola reklamları. Böyle paçalardan akan bir rezillik olamaz. "Sizin en yakın arkadaşınız biziz, ÖÇF Bank." Çok affedersiniz, bir siktir git keke. Sinirim hopladı iki dakikada. Neyse, Hesse bir gün çarşı pazar geziyor, bir dükkanın önünden geçiyor. Bir sürü ıvır zıvır görüyor, hiçbirinin ne olduğunu bilmiyor ama kapış kapış gidiyormuş bunlar. İnsanlar tam bir beyinsiz sürüsü, moda olan bir şeyin peşinden yardırıyorlar. Final tabii ki şu olacak:

"(...) Ne var ki, hangi düşünceler, hangi gereksinim ve ruh durumları girişimcileri bu tür öteberiler üretmeye ve müşterileri bu zırva şeyleri almaya yöneltiyor, bunu bilmeyi doğrusu çok isterdim, ama bir türlü öğrenemiyorum. Ya da saat beşte insanlarla dolup taşan sosyetik bir kafeterya! Varlıklı kişilerin böyle bir yerde çay, kahve ve kakao içmekten, kremşanti kaşıklamaktan, nefis bisküvi ve kekleri tıkınmaktan hoşlanmalarını hiç yadırgamıyorum. Gel gelelim, bu özgür ve aklı başında insanlar böyle şeyleri yer içerken nasıl tıklım tıklım, daracık, bana göre tümden gereksiz süslemelerin doldurduğu mekanlarda anlatılmaz ölçüde sıkışık, bey ve hanımefendilere yakışmayacak biçimde adeta iğne üzerinde otururlar, sırnaşık, yaltaklanan, bayıltıcı tatlılıkta bir müziğin verdiği rahatsızlığı sineye çekerler, daha doğrusu bütün bu rahatsızlık, eziyet ve çelişkiler insanlar tarafından nasıl gerçek kimliğiyle algılanmaz da sevilip aranır, nedenini bir türlü ele geçiremiyorum.

(...)

Gerçekte bütün bunlara hiç de doğru, hiç de tanrının istediği şeyler gözüyle baktığım yok, kaçıkça ve iğrenç buluyorum hepsini." (s. 50-51)

Hay ver ben senin ellerinden öpeyim.

Hollandalı var bir de. Yan odada kalan bir adam. Hesse, sese karşı çok duyarlı bir adam. Yazarken, çizerken falan rahatsız olmamak istiyor, uyurken bile. Lakin yandaki adam sıkıntı çıkarıyor. Çok gürültü yaptığından değil, normal yaşayıp gidiyor adam ama Hesse için sıkıntı bu. Sandalye sesi, çalınan hafif bir ıslık ve daha bir sürü şey. Bence yakınlarda bir insan olmasıyla alakalı bu, insan rahatsızlığı yani. Bilemedim. Bayağı bir yer tutuyor ama Hesse çok çekmiş. Anlatının genelinde de bu var zaten; yaşadıklarıyla nasıl yaşanması gerektiği arasındaki ilişki. Sürekli bir sorgulayış, dinsel hadiseler, paranın egemenliği, insanlar. İnsanlar özellikle. Hesse pek sevmediği bir adamla konuşuyor mesela ve şöyle diyor: "Siz bayım, siz bir düşünceler, fikirler çöplüğüsünüz, çünkü yaşamıyorsunuz. Hiçbir şey yaşamadığınız için kelimelerden ibaretsiniz. Biraz da öküzsünüz zannediyorum. İşte, şimdi içinizden geçip gidiyorum, çünkü yoksunuz." Harbiden de içinden geçip gidiyor Hesse. Böyle küçük oyunlarla da karşılaşmak mümkün.

Bu böyle, yaşamaya dair üç beş küçük şey. Veya büyük.

Nürnberg hadisesi de böyle. İmza günü, okuma günü falan için yolculuğa çıkıyor Hesse, pek de istemeyerek. Eh, evden daha güzel bir yer yoktur. Bu yolculuk. Tanıdıklar, şehirler, trenler... Salonda oturup yolculuk anlatan bir amca adeta. Süper. Şununla bitiriyorum, iyi günler diliyorum: "(...) Sözleri bende canlı olarak yaşayan, düşünceleri beni eğitmiş olan, eserleri kuru dünyayı güzelleştirip yaşanır duruma sokan hanidir ölüp gitmiş bu insanların tümü de başkalarına benzemeyen, hasta, çilekeş, sorunlu kimseler değil miydi? Mutluluktan değil, sıkıntıdan yaratıcılık aşamasına ulaşmamışlar mı, dünyaya ayak uydurduklarından değil, gerçeğe karşı besledikleri nefretten dünyanın mimarları arasında yer almamışlar mıydı?" (s. 168)

Şarkıyla bitsin hatta, güzel bir adamdan güzel bir şarkı.

Alfred Kubin - Diğer Taraf

Sevgililer güzeldir. Dolmuş paranız çıkışmaz, üstünü tamamlar. "Hadi gel dondurma ısmarliyim," dersiniz, deli sevinir, mutlu eder. Lüküs bir restoranda meyve kokteyli ikram ederler, "Tipitip gibi bunun tadı ya," der, güldürür. İşte bu kitap da canısı sevgilimin kitabı, ödünç verdi. Kendisine buradan selam ederim. Sayın hanım, ellerinizden öperim.

Nice nice kitaplar okundu da yazamıyorum bir. KPSS yaklaştıkça insan kafayı yiyor. Nadiren çıktığım sokakta konuşmalar duyuyorum, kafa direkt gidiyor.

X: Ödevleri beraber yapıyoruz ama artık kendisi yapmalı, seneye elimi sürmem.
Ben: Hmm, Vygotsky'nin Yakınsak Gelişim Alanı. İskele ve saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar.

X: Valla etrafta polis yoksa kırmızıda durmam papoş.
Ben: Hmm, Kohlberg'in Ceza ve İtaat şeysi.

X: Rusya süper yer lan.
Ben: Hmm, Çanakkale sonrası Brest-Litovsk ile savaştan çekilen ülke.

Böyle oluyor genelde, arkadaşlarım yüzümü görmek istemiyor bunlar yüzünden. Aklım gitti.

Öncelikle şunu vermeliyim, süper bir yazı: http://birgaripvampir.blogspot.com/2009/01/alfred-kubin-ve-dier-taraf.html

Arkadaşın özel ilgi alanı olduğu için Kubin'in hayatını, resimlerini ve romanını nefis inceliyor. Benim yazacağımdan bariz daha güzel bir yazı, o yüzden burada zaman kaybetmeyip oraya gidin dsfsd.

Bachelard namlı bilgin bayımız der ki... Yani aşağı yukarı şöyle bir şey diyor, bakmaya üşendim şimdi: "Çok sevdiğimiz bir kitabı okumayı bitirir bitirmez tekrar okumalıyız. Böylece çeşitli ayrıntıları falan fişman görürüz." Ben tekrar okumadım ama kafayı kurcalayan bir tanesi görülüyor mesela. Çabuk unutan, dikkatsiz okurun gözden kaçıracağı bir hadisenin gelişi en baştan belli: "(...) Fakat hikâyemi anlatırken tuhaf bir şey oldu. Gerçeği titizlikle hesaba katarak deneyimlerimi kağıda dökerken bir de baktım ki, farkında olmadan, bizzat şahit olmamın ya da ikinci bir şahıstan duymamın mümkün olmadığı kimi olayları ayrıntılarıyla anlatmışım. Patera'nın varlığının, bir topluluğun bütün bireylerinin hayal gücünde yarattığı tuhaf etkileri daha sonra göreceksiniz, dolayısıyla sözünü ettiğim gizemli kahinlik gücünün de Patera'nın işi olduğundan hiç şüphem yok." (s. 11)

Yazım aşamasında aşırı bir planlamanın olup olmadığını bilmiyoruz, sonradan eklenmiş gibi duruyor. "Ben bir şeyler yazacağım ama sanki ben yazmamışım gibi olacak, ambiyansın sihrine verin," diyor okuyucuya. Yönlendiriliyoruz, yiyen yesin.

Anlatıcıyla Claus Patera liseden arkadaş. Beraber takılıyorlar, sonra yollar ayrılıyor. Yıllar geçiyor, Patera'nın bir yardımcısı çıkıyor ortaya. Patera'nın deli zengin olduğunu, Orta Asya'da kallavi bir arazi aldığını, bu arazide bir ülke kurduğunu söylüyor. Amaç bir ütopya yaratmak değil, bir distopyaya doğru evrilen dünyadan soyutlanmak. Bu sebeple Patera her türlü bilimsel ilerlemeye karşı, ülkesi duvarlarla çevrili ve tek bir giriş kapısı var. Tamamen yalıtılmış bir coğrafya.

"Rüya Ülkesi çağdaş uygarlığın mutsuz ettiği herkes için bir sığınak, onların her türlü günlük ihtiyacını sağlayan bir barınaktır." (s. 13)

Buna bağlı bir olay daha var. Franz adlı yardımcıya göre "olağanüstü insanlar için var olan olağanüstü durumlar" Rüya Ülkesi için en önemli yapı taşı. Rüya Halkı'nın değer yargıları da farklı haliyle. Bayımızın söylediğine göre bir anti-dünya burası. Rüyalar, bütün bir halkın inandığı tek şey falan. Böyle ilginç bir yer. Franz'ın geliş amacı, anlatıcıyı Rüya Ülkesi'ne davet etmek. İlgi çekici olsun diye üzerinde muazzam bir miktar olan bir çek de yazıyor. Öncesinde Patera'nın hikâyesi var. Dayımız ava mı ne gidiyor Orta Asya'ya, orada yaralanıyor ve bir kabile tarafından tedavi ediliyor. Bu kabiledekiler beyaz tenli, mavi gözlü. O topraklar için garip tipler. Pek kimseyle ilişkileri yok, altı üstü 100 kişiler zaten. Kendi yağlarında kavrulan, modernlikten zerrece nasiplenmeyip mutluluk içinde yaşayan şeker insanlar. Şehir inşa edilince mekanlarında yaşamaya devam ediyorlar. Mistik tayfa diyelim bunlara.

Evler, binalar getirilmiş Avrupa'dan. Parça parça. Hepsi eski, duvarları kararmış. Birleştiriyorlar ve şehri oluşturuyorlar. Tamamen yapay bir dünyada, yapboz gibi parçalardan oluşan bir ülkede teknolojiden kaçmak biraz zor olsa gerek, zira teknoloji de haliyle yapaylıktan geçiyor ve görünüşü değil, özü bildiği için rahat bir yaşam süremeyecek insanlar. Şehirde orta sınıf var, ordu var, gecekonducular var. Son derece başarılı bir yapay dünya. Yapay. Rüyaları bu yapaylıkta değerlendirecekler ve bu yüzden her şey tepetaklak olacak. Bütün bunları anlatıcının asla bitmeyen melankolikliği arasında göreceğiz. Anlatıcı kendisi söylüyor bunu, böylece mekan atmosferi için koşullanıyor okur. Özgür olmak isteriz ama merakımız cezbedildiği için devam ediyoruz.

Anlatıcı, eşini yolculuk konusunda ikna ediyor ve ver elini Orta Asya. Trenle gidiyorlar, haliyle oldukça fantastik ortamlarla karşılaşıyorlar. Kendilerine göre böyle, yoksa anlatıcının söylediği bir şey var, iyi güldüm: "Sanırım doğuya özgü şehirlerin nasıl olduğunu biliyorsunuzdur. Tıpkı vatanınıza benzerler, sadece doğudadırlar." (s. 36) Böyle dediğine kanmayın, Binbir Gece Masalları'yla karşılaştırıyor yolculuğu. Neyse, şehre yaklaşıyorlar ve eşyaları alınıyor. Yeni olanlar sadece, eskilerine müsaade var.

Şehir haliyle garip. Güneş hiç görülmüyor, hava hep bulutlu. Ve en önemlisi, insanların hepsi biraz rahatsız. Alfa Ayının Kabileleri'ndeki gibi, her çeşit. Nevrotikler ve bu nevrozlar rüyaların zenginleşmesi için önemli. Sanki bir rüya fabrikası kurulmuş gibi düşünebiliriz. Almanlar için, Fransızlar için mahalleler var. İnsanlar dediğim gibi garip; çocuk yapmıyorlar ve geleceği düşünmeden yaşıyorlar. Gelecek bir tuzak, kaygılarla dolu bir zaman. Bu insanlar uyuşmuş gibiler.

Anlatıcımız ressam, iş falan buluyor ve arkadaşlar ediniyor. Mesela filozof bir berber. Sınıfsal bir ayrım sezinlense de insanları tanıdıkça kesin çizgilerle bir ayrım olmadığını görüyoruz. Ayrım oluşturacak bir bilinç de yok aslında, bütün şehir bir büyünün etkisinde sanki. Mesela bir saat kulesi var, insanlar bu kuleye girip çıkınca arınmış gibi hissediyorlar. Din, felsefe, sosyal hayat, her şey görünürde var, fakat ölü bir şekilde. Anlatıcı, bunu her yerde kokusu alınan bir maddeye bağlıyor. Ülkenin ruhu da diyebiliriz buna. Patera'nın hiçbir zaman ortaya çıkmayışı da buna bağlanabilir elbet, anlatıcının durmadan aramasına rağmen. Bir iki kez görülüyor, onda da yüzünden sayısız yüz geçiyor, sisli misli. Bir haller olmuş yani. Adamın kendisi rüya olmuş. Anlatıcı, özünün sonsuz öze dönüştüğünü söyleyerek her şeyin bir olmaya doğru gittiğini söylüyor falan. Böyle işler.

Bizimkinin karısı ölüyor, ondan sonra şehir yavaş yavaş çözülmeye başlıyor. Bu çözülmede ülkeyi yıkmak için yollanan Amerikalı bir ajanımızın da katkısı oluyor. Amerika-teknoloji-gelecek. Çıkarın bir şeyler işte. Her neyse, hayvanlar ve böcekler şehri ele geçiriyor, insanlar delirip birbirini öldürüyor, böyle şeyler. Sonuçta hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor, en baştaki o mavi gözlü falan kabilemiz hariç. Onlar bir ideal, varlıklarını sürdürecekler. Ne olursa olsun.

Böyle ilginç bir roman. Pek hoş.