3 Nisan 2013 Çarşamba

Alfred Kubin - Diğer Taraf

Sevgililer güzeldir. Dolmuş paranız çıkışmaz, üstünü tamamlar. "Hadi gel dondurma ısmarliyim," dersiniz, deli sevinir, mutlu eder. Lüküs bir restoranda meyve kokteyli ikram ederler, "Tipitip gibi bunun tadı ya," der, güldürür. İşte bu kitap da canısı sevgilimin kitabı, ödünç verdi. Kendisine buradan selam ederim. Sayın hanım, ellerinizden öperim.

Nice nice kitaplar okundu da yazamıyorum bir. KPSS yaklaştıkça insan kafayı yiyor. Nadiren çıktığım sokakta konuşmalar duyuyorum, kafa direkt gidiyor.

X: Ödevleri beraber yapıyoruz ama artık kendisi yapmalı, seneye elimi sürmem.
Ben: Hmm, Vygotsky'nin Yakınsak Gelişim Alanı. İskele ve saksıya fesleğen gibi oturturum anlamı da çıkar.

X: Valla etrafta polis yoksa kırmızıda durmam papoş.
Ben: Hmm, Kohlberg'in Ceza ve İtaat şeysi.

X: Rusya süper yer lan.
Ben: Hmm, Çanakkale sonrası Brest-Litovsk ile savaştan çekilen ülke.

Böyle oluyor genelde, arkadaşlarım yüzümü görmek istemiyor bunlar yüzünden. Aklım gitti.

Öncelikle şunu vermeliyim, süper bir yazı: http://birgaripvampir.blogspot.com/2009/01/alfred-kubin-ve-dier-taraf.html

Arkadaşın özel ilgi alanı olduğu için Kubin'in hayatını, resimlerini ve romanını nefis inceliyor. Benim yazacağımdan bariz daha güzel bir yazı, o yüzden burada zaman kaybetmeyip oraya gidin dsfsd.

Bachelard namlı bilgin bayımız der ki... Yani aşağı yukarı şöyle bir şey diyor, bakmaya üşendim şimdi: "Çok sevdiğimiz bir kitabı okumayı bitirir bitirmez tekrar okumalıyız. Böylece çeşitli ayrıntıları falan fişman görürüz." Ben tekrar okumadım ama kafayı kurcalayan bir tanesi görülüyor mesela. Çabuk unutan, dikkatsiz okurun gözden kaçıracağı bir hadisenin gelişi en baştan belli: "(...) Fakat hikâyemi anlatırken tuhaf bir şey oldu. Gerçeği titizlikle hesaba katarak deneyimlerimi kağıda dökerken bir de baktım ki, farkında olmadan, bizzat şahit olmamın ya da ikinci bir şahıstan duymamın mümkün olmadığı kimi olayları ayrıntılarıyla anlatmışım. Patera'nın varlığının, bir topluluğun bütün bireylerinin hayal gücünde yarattığı tuhaf etkileri daha sonra göreceksiniz, dolayısıyla sözünü ettiğim gizemli kahinlik gücünün de Patera'nın işi olduğundan hiç şüphem yok." (s. 11)

Yazım aşamasında aşırı bir planlamanın olup olmadığını bilmiyoruz, sonradan eklenmiş gibi duruyor. "Ben bir şeyler yazacağım ama sanki ben yazmamışım gibi olacak, ambiyansın sihrine verin," diyor okuyucuya. Yönlendiriliyoruz, yiyen yesin.

Anlatıcıyla Claus Patera liseden arkadaş. Beraber takılıyorlar, sonra yollar ayrılıyor. Yıllar geçiyor, Patera'nın bir yardımcısı çıkıyor ortaya. Patera'nın deli zengin olduğunu, Orta Asya'da kallavi bir arazi aldığını, bu arazide bir ülke kurduğunu söylüyor. Amaç bir ütopya yaratmak değil, bir distopyaya doğru evrilen dünyadan soyutlanmak. Bu sebeple Patera her türlü bilimsel ilerlemeye karşı, ülkesi duvarlarla çevrili ve tek bir giriş kapısı var. Tamamen yalıtılmış bir coğrafya.

"Rüya Ülkesi çağdaş uygarlığın mutsuz ettiği herkes için bir sığınak, onların her türlü günlük ihtiyacını sağlayan bir barınaktır." (s. 13)

Buna bağlı bir olay daha var. Franz adlı yardımcıya göre "olağanüstü insanlar için var olan olağanüstü durumlar" Rüya Ülkesi için en önemli yapı taşı. Rüya Halkı'nın değer yargıları da farklı haliyle. Bayımızın söylediğine göre bir anti-dünya burası. Rüyalar, bütün bir halkın inandığı tek şey falan. Böyle ilginç bir yer. Franz'ın geliş amacı, anlatıcıyı Rüya Ülkesi'ne davet etmek. İlgi çekici olsun diye üzerinde muazzam bir miktar olan bir çek de yazıyor. Öncesinde Patera'nın hikâyesi var. Dayımız ava mı ne gidiyor Orta Asya'ya, orada yaralanıyor ve bir kabile tarafından tedavi ediliyor. Bu kabiledekiler beyaz tenli, mavi gözlü. O topraklar için garip tipler. Pek kimseyle ilişkileri yok, altı üstü 100 kişiler zaten. Kendi yağlarında kavrulan, modernlikten zerrece nasiplenmeyip mutluluk içinde yaşayan şeker insanlar. Şehir inşa edilince mekanlarında yaşamaya devam ediyorlar. Mistik tayfa diyelim bunlara.

Evler, binalar getirilmiş Avrupa'dan. Parça parça. Hepsi eski, duvarları kararmış. Birleştiriyorlar ve şehri oluşturuyorlar. Tamamen yapay bir dünyada, yapboz gibi parçalardan oluşan bir ülkede teknolojiden kaçmak biraz zor olsa gerek, zira teknoloji de haliyle yapaylıktan geçiyor ve görünüşü değil, özü bildiği için rahat bir yaşam süremeyecek insanlar. Şehirde orta sınıf var, ordu var, gecekonducular var. Son derece başarılı bir yapay dünya. Yapay. Rüyaları bu yapaylıkta değerlendirecekler ve bu yüzden her şey tepetaklak olacak. Bütün bunları anlatıcının asla bitmeyen melankolikliği arasında göreceğiz. Anlatıcı kendisi söylüyor bunu, böylece mekan atmosferi için koşullanıyor okur. Özgür olmak isteriz ama merakımız cezbedildiği için devam ediyoruz.

Anlatıcı, eşini yolculuk konusunda ikna ediyor ve ver elini Orta Asya. Trenle gidiyorlar, haliyle oldukça fantastik ortamlarla karşılaşıyorlar. Kendilerine göre böyle, yoksa anlatıcının söylediği bir şey var, iyi güldüm: "Sanırım doğuya özgü şehirlerin nasıl olduğunu biliyorsunuzdur. Tıpkı vatanınıza benzerler, sadece doğudadırlar." (s. 36) Böyle dediğine kanmayın, Binbir Gece Masalları'yla karşılaştırıyor yolculuğu. Neyse, şehre yaklaşıyorlar ve eşyaları alınıyor. Yeni olanlar sadece, eskilerine müsaade var.

Şehir haliyle garip. Güneş hiç görülmüyor, hava hep bulutlu. Ve en önemlisi, insanların hepsi biraz rahatsız. Alfa Ayının Kabileleri'ndeki gibi, her çeşit. Nevrotikler ve bu nevrozlar rüyaların zenginleşmesi için önemli. Sanki bir rüya fabrikası kurulmuş gibi düşünebiliriz. Almanlar için, Fransızlar için mahalleler var. İnsanlar dediğim gibi garip; çocuk yapmıyorlar ve geleceği düşünmeden yaşıyorlar. Gelecek bir tuzak, kaygılarla dolu bir zaman. Bu insanlar uyuşmuş gibiler.

Anlatıcımız ressam, iş falan buluyor ve arkadaşlar ediniyor. Mesela filozof bir berber. Sınıfsal bir ayrım sezinlense de insanları tanıdıkça kesin çizgilerle bir ayrım olmadığını görüyoruz. Ayrım oluşturacak bir bilinç de yok aslında, bütün şehir bir büyünün etkisinde sanki. Mesela bir saat kulesi var, insanlar bu kuleye girip çıkınca arınmış gibi hissediyorlar. Din, felsefe, sosyal hayat, her şey görünürde var, fakat ölü bir şekilde. Anlatıcı, bunu her yerde kokusu alınan bir maddeye bağlıyor. Ülkenin ruhu da diyebiliriz buna. Patera'nın hiçbir zaman ortaya çıkmayışı da buna bağlanabilir elbet, anlatıcının durmadan aramasına rağmen. Bir iki kez görülüyor, onda da yüzünden sayısız yüz geçiyor, sisli misli. Bir haller olmuş yani. Adamın kendisi rüya olmuş. Anlatıcı, özünün sonsuz öze dönüştüğünü söyleyerek her şeyin bir olmaya doğru gittiğini söylüyor falan. Böyle işler.

Bizimkinin karısı ölüyor, ondan sonra şehir yavaş yavaş çözülmeye başlıyor. Bu çözülmede ülkeyi yıkmak için yollanan Amerikalı bir ajanımızın da katkısı oluyor. Amerika-teknoloji-gelecek. Çıkarın bir şeyler işte. Her neyse, hayvanlar ve böcekler şehri ele geçiriyor, insanlar delirip birbirini öldürüyor, böyle şeyler. Sonuçta hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor, en baştaki o mavi gözlü falan kabilemiz hariç. Onlar bir ideal, varlıklarını sürdürecekler. Ne olursa olsun.

Böyle ilginç bir roman. Pek hoş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder