28 Ekim 2017 Cumartesi

Orhan Duru - Yoksullar Geliyor

Duru'nun denemelerini seviyorum, yazarın kendine has mizahı ve nostaljisi her deneyişinde görülebilir. Öyküleri de iyi ama üç beş hususta sıkıntı var, anlatacağım. Şurada gördüm de hatırladım, yeni eve gelirken kitabı yanımda getirmiştim. Okuma sırasının en önüne alıverdim. İyi oldu, iki vapur yolculuğunda bitiverdi.

İlk mesele öykülerin bilimkurgu olup olmadığı. Eh, bilimkurgusal öğeler olsa da tam olarak bilimkurgu değil, bence. Şimdi adını hatırlamadığım -evet, bilinçli bir tercih- ululardan bir ulu -Clarke olabilir, Heinlein olabilir, Le Guin olabilir- bilimkurguda bilimin insanoğlunu olduğundan başka bir şeye dönüştürmesi, aynı şekilde insanoğlunun bilimi kullanışında cüretkarlığının sınırlarını zorlaması gibi birçok öğenin yer alması gerektiğini, türün bu temeller üzerinde yükseldiğini söylüyordu. Henüz ortaya çıkmamış ahlaki, sosyal vs. problemler için henüz bilinmeyen çözümler üretmek veya üretememek... Bu açıdan bakınca Marslı'yı bilimkurgu olarak göremiyorum, bir survivor hikâyesi olmaktan öteye gidemiyor hatta artırıyorum; bir Cuma eksik teknolojik Robinson Crusoe olmak için. Fantazya diyebilirim sanırım, Duru'nun öyküleri fantazyaya daha yakın.

İki, yeterince yabancılaşamamanın getirdiği özdeşim yoksunluğu. Duru'nun öyküleri yazıldıkları döneme göre iyi, evet ama günümüzden bakınca, bilemiyorum, katharsis için gerekli olan mesafeyi yıkan bir şeyler var. Öykünün içinde versem daha iyi olacaktı ama dayanamadım, şu: "En sonunda bir çıkmaza erişti Öğrenci K. Karşısındaki kapının üzerinde 'ÖĞRETMEN A. yazılıydı. Derin bir nefes aldı. Önünü ilikledi, kapıya vurdu ve içeri girdi." (s. 81) Parodik bir hadise desem değil, Duru'nun mizahından bir tutam desem, anlatım buna müsaade etmiyor bu sefer. Dışarıda kıyamet kopuyor, öğrenciler katlediliyor, tanklarla savaşılıyor falan, bizim eleman bir çözüm bulabilmek için öğretmen adlı yetkili abinin odasının önüne geliyor ve içeri girmeden önce önünü mü ilikliyor? Kapıya da vuruyor, herhalde izin kağıdı falan alacak. Yani iliklerimize kadar işlenmiş bir koşullanma bu, evet ama bunu görmek böyle bir kurguda komik oluyor, ne bileyim. Bundan başka bir de öldürülen adama yapılan açıklama var, aslında okura yapılmış ama Duru bunu iyi yedirememiş açıkçası. Bir parola söyleniyor, karşıdaki parolayı kabul ediyor ve iki dakika sonra öldürülüyor. Kahramanımız adamın kafasını kırdıktan sonra "Parola kuş değildi, mandaydı!" gibi bir açıklama yapıp yoluna devam ediyor. Ölünün, "Eyvallah abi, pardon ya karıştırdım!" deyip tekrar ölmesini beklemiyorsak bu mevzu bizi yanılsamadan çıkartıyor, seyirci konumuna sokuyor. Kurgusal bir zayıflık. Epik tiyatro değil bu sonuçta.

Sürekli, sürekli yinelenen makineli tüfeklerin çatırtısı da bir diğer rahatsız edici etken. Son olarak da dünyamıza gelmeyi başarabilmiş, canavar gibi teknolojisi olan uzaylıların mesajlaşmaları sırasında cümleleri "stop" ile ayırmalarını yazayım. Telgrafla haberleşir uzaylılar, bilirsiniz, en büyük zevkleridir bu. Sarkazm etmeyeyim, eylemeyeyim diyorum ama kendimi kontrol edemiyorum, bütün cinler tepemde, şaka yapmayın dostlarım, bugün biraz var bende.

Linkteki yazıyı yazan arkadaş da değinmiş, devrik cümleler... Ölümlerden ölüm beğendim. Bu sefer gerçekten sonuncuydu bu.

Dört öykümüz var.

Yoksullar Geliyor: Anlatıcının açıklamaları hakkında bir iki malumatım oldu, aktardım. Araya girip açıklama yapılması hoş değil.

Dünya ayvayı yemiş, şirketler birleşmiş, Şirket adı altında tek bir yönetim ortaya çıkmış. Tolon ve Almo nam iki elemanımız paralı asker gibi dolanıyorlar, İskender Herkül nam bir tiranı alaşağı edecekler. Güç dengeleri, entrikalar, kafa kırmalar, baş kesmeler gırla. Post apokaliptik bir ortamda Conan'ın silahlısı geziyor, seçilmiş kişi oluyor, işin dini yönü de kuvvetli. Eh, orta karar bir kahramanın yolculuğu. Sonuçta yoksullar isyan ediyor, hadi bakalım.

Kamuoyu Oluşturma: Dünyayı işgal edecek olan bazı uzaylılar önden bir hazırlayıcı yolluyorlar. Bu hazırlayıcı, uzaylılar ve dünyalılar hakkında akıl alıcı bir kitap yazıyor ve dünyalıları işgal edilmeye hazır hale getiriyor. Tanrıların Arabaları yazılıyor, milyonlarca kişi okuyor, iş tamam. Hoş bir öykü ama üç bin ışık yılı uzaktan gelmişsin, "stop" nedir ya.

Harita: İki haritacı. Biri uzaylı, evrenin haritasını çiziyor. Diğeri kaptan, Dünya'nın haritasını çıkarmaya çalışıyor. İlginç bir hikâye.

Osmanlı zamanında Reis bir gavur gemisini ele geçirir ve kürek mahkumu bir ecnebiyi kurtarır. Bu adama veremli muamelesi yapılır, çok garip bir görünüşü vardır. Haritacı olduğunu, tepedeki sabit bir yıldızın aslında yıldız olmadığını, gemi olduğunu ve o gemiye dönmesi gerektiğini söyler. İkisi bir anlaşma yapar; uzaylı Reis'e Dünya'nın haritasını gösterir, Reis de elemanı serbest bırakır. Söylememe gerek yok sanırım, Pirî Reis meşhur haritasını böyle çizer. Günümüzde bile konuşuluyor, Kolombo denen gavurun Amerika'yı henüz keşfettiği zamanlarda tam bir dünya haritasının nasıl çizildiği muamma. Belki çözülmüştür, araştırmak lazım. Öykü iyi yani.

Öğrenciler: Duru, öyküyü eşi Sezer Duru'ya ithaf etmiş. Çalkantılı zamanlarda birlikte barikat kurmuş olabilirler, polisle münakaşaya girmiş olabilirler, bilemiyorum.

Darbe zamanlarının alegorisidir aslında. Öğrenci olaylarının dünyayı kasıp kavurduğu zamanlardan bir mevzu. Düşmanına dönüşmek, kontrol altındayken bile kurtulmaya çabalamak gibi pek çok hadise hakkındadır.

Güzel, okunsun tabii.

27 Ekim 2017 Cuma

Thomas Bernhard - Goethe Öleyazıyor

Bernhard'ın uyandırdığı öfkeyi bilmem neyle alt etsek. Soru değil.

Goethe Öleyazıyor: Zamanda bir kırık. Wittgenstein İngiltere'den gelmek zorunda çünkü Goethe öyle istiyor. Goethe'nin kurduğu dünya Wittgenstein'ınkinde eriyince, ikinci birincisini kapsayınca Goethe bu büyük düşünürü görmek istiyor, kendisinden daha kudretli bir düşünür Cambridge'te. Oxford cenahlarında veya, Wittgenstein Goethe'den etkilendiğini hiç söylememiş olsa da bu doğru; makaleler yazılmış ve durumun böyle olduğu, durumun böyleliğinin Goethe'yi ne kadar üzeceği söylenmiş. Üzülen Goethe ne yapıyor, Wittgenstein'ı görmek istiyor ve bunu etrafındakilere söylüyor, ölmeden önce, anlatıcı ölümden az önce geldiği zaman Riemer'den duyduğuna göre. Büyük yazarın etrafına yerleşmiş diğerleri, Goethe'nin yakın çevresi. Wittgenstein getirilecek, nasıl? Eckermann karşı çıkıyor ve şutlanıyor. Felsefi oğul, Avusturya'nın biricik filozofu, Wittgenstein getirilecek, Riemer'in dediğine göre. Az bir zaman kaldı, Mart'ın yirmiikisinde Wittgenstein gelmeli, Goethe ölecek. Alt katta bekleyen kadınları yola çıkacak Kräuter için kürk çıkarıyorlar, boydan boya geçilecek soğuk memleketler, tapılan bir adamın son isteği var. Son istek de geçilmelidir; adam bir başkasını istiyorsa kalbe giren bıçakla birlikte getirilmelidir. Ne ki Wittgenstein ölmüş, Kräuter oraya varmadan az önce. Goethe'nin Alman edebiyatını öldürdüğü gibi ölmüş, Goethe'nin şiiri öldürdüğü gibi ölmüş, Faust'a eş tutulan sayfaları gibi ölmüş. O ölmüşse Goethe de ölecektir demiş Riemer, yanındaymış da ölürken, Mehr Nicht! (İstemem Artık!) diyerek ölmüş Goethe, "Mehr Licht" (Biraz daha ışık) diyerek değil. Bu bir sır, çözülmeyecek, sadece okurlar biliyor, bir de Bernhard. Dahi Goethe.

Montaigne: Kütüphanenin solundan çekilen bir kitap, Montaigne'in, yaşam bilgeliğiyle dolu ve keyif veriyor, yaşamayana, sakat olana ve ailesinden nefret edene, kuleye kendini kapatana, aranana. Yüzyıllar öncesinden gelen bir sesin dostluğu her acıya yeter, her acıyı perdeler, her hastalığı yenemez, o kadar değil. Zayıf ciğerler ömürlük bir hastalığın ilk ve son adımı, bir yere gidilmiyor, en fazla kuleye çıkılabilir, onun dışında ailenin bakımına muhtaçlık ölümcül. Kötü bir çocuk olduğu kafasına kakılmış, kötü, bakılmalı, ölür, ölürse yaşatamamanın beceriksizlik duygusu, ailenin nefretinin doğuşu. "Onların yıkımı olmuşum, öyle dediler bugün yine, bense onlara durmadan diyorum ki, asıl siz benim yıkımım oldunuz, beni peydahladığınız noktadan beri de mahvetmeyi sürdürüyorsunuz." (s. 25) Güzel bir ev, güzel bir aile, hasta bir çocuk. Kötü giden her şeyin sebebi bu çocuk, ciğerlerinin de sorumlusu, sorumluluktan sorumlu, kırkiki yıldır, kırkiki yıldır ellerinden gelen tek şey nefret kusmak, mutsuzluğa doyum, mutluluğa inanmak gibi değil mutsuz olmak, aileden nefret etmek bir doyum. Her sabah aynı döngüye. "Beni gerçeği söylediler diye suçladılar deyim yerindeyse. Ama ara sıra gerçeği de söylemek üzere güzelsiniz, akıllısınız dediğimde de yalan söylemekle suçladılar. Yani yaşam boyu beni kâh gerçek kâh yalan yüzünden suçladılar, sonuç olarak beni hem yalan yüzünden hem de gerçek yüzünden suçladılar, ben de onları yaşam boyu yalanla ve gerçekle suçladım aynen." (s. 28) Ağlamak ve gülmek, bir adım geriye gidip kendini ağlarken izlemek ne kadar gülünç diyor anlatıcı, gülünç duruma sokulmaktan daha da gülüncü. Kuleye yaklaşan ayak sesleri ne kadar da gülünç, aradığını bulanlar için, bulunmamak istemesine rağmen. Onun.

Yeniden Görüşme: Aileden kaç türlü nefret edilebilir? Anlatıcı arkadaşıyla, dostuyla, biriyle konuşur. Dağlara çıkmak, yılda iki kere, iki yılda bir kere başka coğrafyaların dağlarına çıkmak, huzursuzluğu yenebilmek için, evden uzaklaşmak için, huzursuzluğu yenebilmek, huzur bulabilmek için. Anlatıcı sürekli hatırlatır, hatırlar mısın, bizi hep dağlara çıkarırlardı ve annelerimiz, babalarımız aynı kişiler, aynı ruhlar, aynı gölgeler tarafından üretilmişti, bir taraf dikkat çekmek istemezken bizimkinin tarafı cart kırmızı, cart yeşil kıyafetler giydirirdi, annenin başka kumaşı yokmuş gibi hep o renklerde örerdi öreceğini, anababa zindanı kurtuluşsuz zamandır. Anlatıcı yıkmıştır, kaçmıştır, onlu yaşlarının sonu onun için kurtuluştur ama öfkenin büyümesine engel değildir, diğeri kaçamamıştır, ellili yaşlarında babasının pardesüsünü giymektedir, neden, çünkü baba aşılamayacağı için, doğurduğu öfke öldürülemeyeceği için, annenin suskunluğu alt edilemeyeceği, susarak işlenen cinayet dili kemirdiği için. Her şeyin onlara benzediği için; enstrümanında uzmanlaşamaman onların berbat müzisyenliği yüzünden, Mozart'ı başka türlü dinleyememen de, başka türlü yaşayamaman da. Ölülerin evinde bir evlat, hayaletlerle kavgalı, duvarlardan çocukluğunu kazıyor ve yeni bir katman çıkıyor, hep yeni bir katman çıkıyor, adamçocuk duvarı yıkacakmış gibi, yaşamı buna bağlıymış gibi kazıyor ama her seferinde yeni bir manzarayla, yeni bir öfkeyle karşılaşıyor, eskimiş olanlar, yere dökülenler duvarda tekrar beliriyor. "Bizim anababalarımız gibi insanlar asla huzur bulmaz, dedim, huzursuzluğun ta kendisi oldukları için dedim, bu huzursuzluk bulundukları her yere gittiği, onu gittikleri her yere beraberinde götürdükleri için." (s. 43) Kopamadıkları için kendilerinden, bir şeylerden, yaşamlarından, evlerinden, dağlarından. Dağlar, gezintiler yüzünden ölen kardeşler, çürüyen ruhlar belirir, her biri parlak bir gridir, hatırlandıkça parlar. Parladıkça öldürür, aileler gibi, anababalar doğurdukları gibi öldürürler, gebertirler, kendi leş kokularını bulaştırırlar, çocuk pisliğin içinde büyür, anababaların çarpık ruhları onu eğip büker, rezil bir çocukluk, ergenlik, yetişkinlik, otuz yaşındaki adamın sekiz yaşından kurtulamaması, annenin ağlaması ve otuzundaki adamın kurtulamaması, otuzundaki adamın kurtulmak için kendisinden kurtulmayı düşünmesi için bir anne yeterlidir, baba olmasa da olur, bir tane başkası yeterlidir, her şeyin kötüye gitmesi için bir tane ne düşündüğünü iyi düşündüğünü düşündüğümüz insan yeter, her şeyin iyisini başkasının bildiğini düşünmek yeter, bunun için ne yeter, bir adet kötü yaşanmış yaşam yeter. Sona erdirilmeli, kimse böyle bir şey yaşamak zorunda değil.

Alev Alev Yandı, Kül Oldu. Sabık Bir Arkadaşa Gezi Raporu: Avusturya ve Norveç ne kadar rezil, ne kadar kepaze yerler.

25 Ekim 2017 Çarşamba

Gustav Meyrink - Kardinal Napellus

Belki Çin anlatılarında olduğu gibi sokakta köşeyi dönerken bir hayalete çarpınca özür dileyip yolunuza devam etmezsiniz belki ama Meyrink'in öykülerindeki hayaletler, umacılar, olağanüstü olaylar da son derece gerçektir. Neden? Çünkü saçma. "Albert Soergel'in tahminine göre Meyrink, dünyanın absürt, dolayısıyla da gerçek dışı olduğunu hissetmekle başladı işe." (s. 8) Gerçek dışı da gerçek kadar gerçekse, eh, bunda Bavyera'da bir göl kıyısında, Alpler'in gölgesine yakın bir yerde gotik ortamların bir numaralı adamı olmanın rolü mutlaka var.

Golem'in ve adını hatırlamadığım, Can'dan çıkan başka bir metnin yazarıdır, daha da yazmıştır ama basılma durumunu bilemiyorum. Neyse, Borges Almanca öğrenmeye çalışırken Meyrink'e rastlıyor ve iç içe geçmiş düşlerle kabuslara hayranlık duymaya başlıyor, ardından Meyrink'in bir öyküsünü çevirip yazara gönderiyor. Meyrink çeviriyi öven bir mektup gönderiyor, portresini de. Sonrasında Avusturya'nın kaynayan ortamında Meyrink unutulup gidiyor, tabii tamamen unutulmuyor. Hayaletleri hâlâ yaşıyor.

Papini bir öyküsünde gelmiş geçmiş bütün öcüleri toplamaya çalışır, böylece insanoğlu için elle tutulur ve anında bırakılır korkular varlıklarını kanıtlar, sanki kanıtlanmaya ihtiyaçları varmış gibi.

J. H. Obereit'ın Zaman Sülüklerini Ziyareti: Anlatıcının büyükbabası mezarlıkta yatıyor, mezarında vivo yazıyor, "yaşıyorum". Çok az mezar taşında bu yazı vardır, gizemli mevzu. Anlatıcı araştırmaya girişir ve büyükbabasının masasının gizli gözünde bir tomar kağıt bulur. Dede okültizme bulaşmıştır; Philadelphialı Biraderler nam bir teşkilatın üyesidir, bu teşkilat Antik Mısır'daki kadim büyüleri, unutulmuş şehirleri, kolektif bilinçaltı dahil her yerden silinmiş zamanı bir araya getirmiştir, öyle çılgın bir oluşumdur. Kağıtlarda Obereit adı vardır, anlatıcı dedesinin ve bu arkadaşın mezarını bulur, arkadaşın kendisini de bulur. Adam kendi torunu olarak bilinmektedir, yaşlanmadığı ortaya çıkmaz.

Anlatır. Tasavvuf bilenler bunu daha iyi anlatır aslında; hiçliğe varmadan bir şey olunmayacağını, karanlığa bakılmadığı müddetçe bir şey görülemeyeceğini söyler Obereit. Her türlü umuttan, beklentiden vazgeçildiğinde gerçekten yaşandığını söyler. Ölüm alt edilmiştir, bir nevi zât makamı. İstenenle istenmeyen aynı şey olunca, boş bir levha olarak doldurulmayı bekler halimize dönersek... Mitolojiye bağlar Obereit; Kızıldeniz, Eski Ahit derken anlatıcı kendini paralel bir dünyada bulur. Herkesin ikizi mutlu mesut yaşamaktadır, bizim dünyamızdaki umutlardan doğan acılarla beslenmektedirler. Obereit olayı görür, yaşayan bir robot olur, duygularını öldürür ve kötü ikizini, kıskandığı kopyasını yok eder. Obereit ne yaşar ne yaşamaz.

"Size şunu söyleyeyim; dünyada neleri başarmışsak başaralım, bunlar hep yeni bir bekleyiş, yeni umutlar doğurur; bir türlü doğamayan bir şimdiki zamanın cesedinin saçtığı pis kokuyla doludur bütün evren." (s. 25)

Kardinal Napellus: Çürümüş ağaçların inlemeleri, sisli göl, puslu zemin, melankoli ve yalnızlık... Hieronymus Radspieller bir gün çıkageldi ve harap bir köşkün katlarından birini kiralayıp oraya yerleşiverdi. Gölde açılıp iskandiliyle derinliği ölçerdi. Tuhaf biriydi.

Anlatıcı fazla bir şey söylemiyor, arkadaşlarıyla oturuyorlar ve sohbet ediyorlar ama mumlar gölgeleri koyurtuyor, sessizliğe meyil. Sonradan gelen botanikçi, son derece zehirli bir çiçeği pencerenin kenarına koyuyor, gölgeler maviye boyanıyor. Kapı hızla açılıyor, Radspieller giriyor. Dibi bulmuş. Kapandığı manastırdan kaçtıktan, büyülü ayinlerden kurtulduktan sonra reddettiği maneviyatının kontratağına maruz kalır ve ayinlerin en önemli parçası olan zehirli bitkiyle karşılaşır.

Bir öykü kaldı, kalsın. Meyrink'in gnostik, kabalistik ritüelleri, ölüleri, dirileri ve başka dünyaları Borges'in sevdiği yüzeylerde doğuyor. Su ve ayna. Ölüm. Bekleyiş. Arayış. Uzak zamanların kendiliğinden beliren tekinsizliği.

23 Ekim 2017 Pazartesi

Giovanni Papini - Kaçan Ayna

Öyküleri Düşsel Konçerto ciltlerinde okuduğumu hatırlıyorum, emin olamıyorum.

Havuzda İki Yansı: Geçmişin güzel günlerinin bir daha geri gelmeyeceğinin eğretilemesidir. Kısır bir bahçede, ölü yaprakların yüzdüğü ölü bir havuzda kendi yansımasını gören adamımız her şeyin ölü olduğu doğada kendisinin canlı olduğu zamanları hatırlamak için geçmişi yaratmaya çalışır ama başarılı olamaz. Gerçek vatanından sürülmüş kentler, müthiş bir imge bence, kentin kendisi de ölüler krallığına sürülmüştür, her şey geçmişin ayrıştırıcılığında çürümüştür, bir tek geçmiş yüzün yansıması canlı gibidir. Anlatıcının yedi yıl önceki yüzünün yansısı oracıkta bitiverir, kendisi gibi. Genç olan, yaşlıyla zaman geçirmek istediğini söyler. Geri dönmesini hep beklemiştir ve beklediği an gelmiştir, geçen yılların öyküsünü dinlemek ister. Anlatıcı kabul eder ama kendisinin canlı hali pek bön, gülünç ve sersem gelir. Başka bir zamana aittir, o olunamayacak bir yansıdan başka bir şey değildir. İnsanın kendine ulaşamayacağı noktası. Yourcenar söylüyordu; insan yarattığı bir şeye ulaşamayacağı, yaşanmış bir zamana erişemeyeceği için acı çekiyor.

Anlatıcı gençliğini öldürür, bir anlamda kendi dünyasına çeker. Aynayı parçalar, arzuyu ortadan kaldırır.

Saçma Sapan Bir Öykü: Öykünün başında anlatıcının huysuzluğu dikkat çekici; cılız vuruşlar çekingen bir insanı anlatır, kapı açılmaz. İkinci gün vuruşlar daha güçlüdür, bu kez de davranışını bu kadar çabuk düzelten birine duyulan memnuniyetsizlik kapıyı açtırmaz. Üçüncü gün yazar kendini odaya atıverir, anlatıcı için kabullenmekten başka bir şey kalmamıştır. Anlatıcı bunu anılarını yazarken yapar, Papini'nin personası olduğunu düşünürsek bu birader bir şeyler yazmazken her türlü yaşantıya açıktır; hayal eder, kovalar, yakalar, atlar, zıplar. Yazarken odasına akan yaşamın hışmına uğrar. Bir tek yazarken yaşamaz, oysa aradığı şey yaşamın ihtimalleridir. İronik adam vesselam.

Gençten bir adam yazdığı tek öyküyü getirmiştir, anlatıcıya okumak ister. Eğer öykü anlatıcının hoşuna giderse yazarı bir ay içinde ünlü yapacaktır, hoşuna gitmezse yazar kendini öldürecektir. İş burada ilginçleşir, öykü de bir nevi ayna metaforudur, aslında anlatıcının hayatını anlatmaktadır. Geçmişi, şimdiyi, her bir ayrıntı öyküde ince ince işlenmiştir. Anlatıcı öyküyü beğenmez ki Papini'niyle tutarlıdır bu, yazar intihar eder. Oradan geçmekte olan küçük bir kız intiharı görür, elindeki fındıkları yiye yiye yoluna devam eder. Absürt ve gerçek. İntiharın doğallığı ve oradalığından bahsedilecek kadar olağanüstü olan kız.

Zihinsel Bir Ölüm: Anlatıcı büyük bir olayla karşılaşmak için sıra dışı şeylerin peşine düşmese bu intihardan haberimiz olmayacakmış, hadi bakalım.

Signor Kressler aranıyor ve bulunuyor. Bu zat orijinal bir intihar etme yolu bulur, ruhunu zamanla öldürür, yaşamın içindeki ölümü keşfetmeye kalkar. Aradığını bulur, düalist felsefesinin ödülünü alır ve muradına erer. Ölü bir can. "Yaşamak için hiç durmadan isteriz, ölmek içinse hep daha az istemek, yalnızca istememek gerekir. (...) İstemek zordur, ama istememek çok daha zordur." (s. 42) Lacan'ın aynası kırılır. Kaçan Ayna nam öykü de benzer bir şekilde okunabilir.

Sen Kimsin?: Biri olmanın getirdiği sıkıntı ve biri olmamanın ölçüsüz korkusu arasında bunaltılar... Evet.

Bir bu kadar daha öykü var, hepsi benzer bir leitmotif üzerinden yürüyor. Her biri okunası.

Borges Papini için ne demiş, ona bakıyorum. On bir, on iki yaşlarında Papini'yi okuyup unuttuğundan, bunun da belleğin derin bir biçimi olduğundan bahsediyor ve ekliyor: "Şimdi, öylesine uzak olan o sayfaları hayranlıkla, gönül borcuyla yeniden okurken, kendi bulduğuma inandığım, kendi biçemimce uzamla zamanın başka noktalarında yeniden işlediğim masallar buluyorum onlarda." (s. 5) Gerçekten ikisinin de arayışı aynıdır. Bir farkla; Borges kendini suda, aynada, çölde, zamanda görmek ister, konumunu yeniden biçimlendirir, sabitler ve başka görüler arar. Papini kendini görür ve gördüğü noktada parçalar, kırar. Arayışı kırış üzerinedir, bütün replikalarını yok etmek ister. Hemen her öyküsünde karşılaştığı uçuk insanlardan -kendi suretlerinden- bir an önce kurtulmaya çalışması, kendisini öldürmesi, ağız dolusu sövmesi, kulak memesine fiske vurması bu amaçladır. Bir de şunu bırakıp gidiyorum: "Kişilerinin, sırasıyla canlandırdıkları kurmacaların dışında yaşamadıkları olgusunu öne sürerek eleştirebiliriz Papini'yi. Bu, yazarımızın onulmaz bir biçimde bir ozan olduğunu, kahramanlarının birçok değişik ad altında, onun kendi beninin yansımaları olduklarını söylemenin bir başka biçimidir." (s. 8) Papini'nin karakterleri freak show hesabı ilginç insanlardır, gerçekliklerini sorguladığımız an ihanet edeceğimiz türden. Sanırım en büyük ihaneti Papini'ye ederiz bu durumda.

Borges Papini'nin hak etmediği bir biçimde unutulduğundan kuşkulandığını söylüyor. Melankoliye ve alacakaranlığa eğilten bir çağın öykülerinin yazarı olan bu adam unutulacak gibi değil, melankoli ve alacakaranlık sürdüğü müddetçe. Borges için durum bu, iyi demiş bence.

21 Ekim 2017 Cumartesi

Marguerite Yourcenar - Alexis ya da Beyhude Mücadelenin Kitabı

"Hayatımı yeniden kurmam gerektiğini ve hiçbir şeyin, iyileşmenin bile insanı iyileştirmediğini söylüyordum kendi kendime." (s. 86)

Bunu Bernhard yazmış derdim. Üstelik mevzu Viyana'da dönüyor. Bernhard Yourcenar'dan ne ölçüde etkilenmiş olabilir? İki olasılığı birden kullanıyorum; etkilenmiş olabilmesi bir şey, ölçüsü başka bir şey.

Önsözü atladım, romanı bitirdim ve Alexis'in homoseksüel olduğunu öğrenmemle başa dönmeye karar verdim, bu gece ikinciye okurum. Ne yalan söyleyeyim, öyle olduğunu anlamadım. Belki latent mevzusu vardır, kendisi de farkında değildir diyeceğim ama okuduğumuz şey uzunca bir mektuptan ibarettir ve acı çektirilen bir kadına yazılmıştır, özre yakın bir duyguyla. Açık olunur diye düşünüyorum, okur olarak. Kaçırdığım çok şey oldu sanırım, anlatıda zaman akışını aforizmik cümleleriyle genişleten Alexis'in bu konuda söylediği bir şeyler varsa da ıskaladım, arada yitti, sevgisizliği ve sonradan "korkaklık" dediği tedirginliği üzerine kurmak zorunda kaldığı mutsuz bir yaşamı izledim sadece. Aynada kendine baktığı sahneyi hatırlıyorum şimdi de, her şey yerine oturuyor. Sadece bedenden ibaret olmayı, ruhtan kurtulmayı istediği bölümü düşünüyorum da... Belki de cinsiyet problemlerinden ibaretti, bunaltılarından kurtulmak için öldürmek istemiyordu ruhunu. Kısaca böyle bir durum var, kitabı öneren Sezin -eşim- sonlara doğru köfteyi çaktığını söyledi ve ben bir halt anlamadığım için, tamamen başka bir yöne bakıp asıl detayı kaçırdığım için benimle dalga geçti. Olur öyle şeyler, pek bir şeyden anlamadığımı baştan kabul ettiğim için dert etmedim. Bunu da nereden çözdüm, önsözde Yourcenar dile getirilemeyen cinsel yönelimden bahsediyor. Bu tamam ama asıl olay internette bulduğum bir röportajında. Açık açık söylüyor zaten.

İşin teknik boyutuna dokunacağım biraz. Gide'in metinlerinden biçimsel olarak faydalandığını söylüyor Yourcenar, klasik anlatı biçimini kullanma konusunda cesaret kazanmış ve metni yazabilmiş, aksi takdirde eskimiş bir biçimi kullanmanın mümkün olamayacağını düşünme tehlikesine karşı savunmasız kalacağını söylüyor. Bu açıdan yenilikçi; her şeye hakim olan anlatıcının içinde bulunduğu çağı genel geçer doğrularla kurguladığı klasik anlatıları alıp o zamanlar acayip tartışmalı, günümüzde bile maalesef tartışmalı bir konuyla birleştirmesi ilginç gözüküyor. Metin 1929 yılında basılmış, o zamanlar Hemingway, Woolf, Kafka, Bulgakov, Svevo gibi yazarlar fırtına gibi esiyor ama Yourcenar'nın o taraklarda bezi yok pek; babasının etkisinde yetişmiş, moda değerlere -modern değerler, biçemler, ne olursa- mesafeli durmuş ve Antik Yunan'la daha haşır neşir olmuş. Bildiği yoldan gidiyor ama benzerleri gibi tuğla kalınlığında bir metin yazmıyor. Bir mektup demiştim, o kadar, o da yeterli.

İkincisi, anlatıcı Alexis. Hangi noktada kendisine güvenip nerede güvenmeyi bırakacağımı bilemediğimden hep ihtiyatla takip ettim kendisini. Yazmaktan pek hoşlanmadığını söyler, iyi yazar. Olabilir. Cahil olduğundan bahseder ama daha başta çeviri ve metinle alakalı okkalı bir söz söyler, ardından kitap okumaktan nefret ettiğini ve okumadığını belirtir ve sonlara doğru çok okuduğundan, kitapların insanlara hiçbir şey kazandırmadığından, kazandırması için doğru anın ve duygunun yakalanması gerektiğinden bahseder. Cahillik burada mühim, mektubu yazdığı eşi Monique -bunu da metnin başında, laf arasında öğreniriz- de bu durumu bilir, o zaman Alexis'in arka arkaya dizdiği aforizmalara ne demek gerekir? Sezgiyle edinilmiş yaşam bilgisi? Kendini ifade ederken bencilliğinden, mutsuzluğundan ve sevgisizliğinden aldığı enerji? O kadar da cahil olmadığını göstermek için ayrılık mektubunda bütün hünerlerini dökmesi? Bir itiraf bu; kendini yitirmenin ve yeniden bulmanın itirafı. Yitirten ve bulduran aynı kişi, Alexis'in yaşamında etkisiz eleman haline gelmeden önce uzunca bir yolculuğun en önemli durağıydı.

Çocukluğundan başlıyor Alexis, ablalarından ve korktuğu abilerinden. Annesi oğlunu sever, ablalar da bu küçük kardeşi severler ama evde sevginin gösterileceği mutluluk ortamı yoktur. Fakir bir aile, sessizlikle kurulu odalar ve Alexis'in daha o zaman anladığı dil, sessizliğin dili. Müzikle olan ilişkisini de bu sessizlik üzerine kurar, notalarla esler arasında dengeli, mantıklı bir ikililik oluşturur. Sessizlik içle -kendisi, ailesi- kurulan bağlantıyı simgeler, müzik de bir ölçüde bu simgeyi yansıtır ama dış dünyanın varlığını da imler. "Görüyorsunuz ya, sadece bir icracıyım, aktarmakla yetiniyorum. Ne var ki, aktardığımız sadece kendi huzursuzluğumuzdur: insan daima kendinden söz eder." (s. 22) Kapalı bir ruh; dıştakileri bile kapayacak ölçüde kendine dönük. Ezilmeye seve seve razı olduğunu söyler, mutsuzluğu arar gibidir. Yatılı okula gittiği zaman diğerlerinin bayat sohbetlerinden ölümüne sıkılır, hasta olur ve eve dönmek ister. Annesi gelip Alexis'i alır ve mutsuzluktan daha az mutsuzluğa -buna mutluluk diyor Alexis- geçişte kendini masaya yatırıp inceler. Ahlaki kusursuzluk ihtiyacı doğunca arzu başka bir niteliğe oturtulur ve hemen her şeye yayılır, kendi kimliğini kaybeder. Bir nevi bastırmadır bu, ne zaman ortaya çıkacağı belli olmaz ama kişi bastırdığı şeyi bilir, bastırılmadan önce sevimli bir hayvanken aslana dönüşen arzunun kan revan içinde bıraktığı ruh buna erdem diye sarılacaktır, ta ki kurtulmak isteyene kadar. Sınır, geçilene kadar ahlak olarak görülür, geçildikten sonraysa engel. Belki bu bölümler... Düşününce bir şeyler söylüyor aslında.

Korkudur bu, Alexis içinde yüzdüğü gri, bulanık denizin adını bir türlü bilemediği için yıllar boyunca ne duyumsadığını bilmeden yaşar ve bildiği an hastalığını da çözümler. Ölmek ister ama kendi olma isteği ağır basar, kurtulur.

"Hayatım boyunca, müzik ve yalnızlık bende müsekkin etkisi yaptı." (s. 36) Soylu akrabasının yanına giden Alexis, annesinin ölümünden sonra Viyana'da müzikle uğraşmaya başlar ve prensesin koruyuculuğunda Monique'le tanışır. Tanışmaları, evlenmeleri ve ilişkileri son derece edilgendir, Alexis kurtulduğu çarklara tekrar girmeye çalışır ve önce yalnızlığından, sonra müziğinden olur. Tekrar hasta olacaktır ve bu sefer Monique'i de yanına çeker; birlikte mutsuz olurlar. Çocukları olduğunda Alexis'te herhangi bir babalık duygusu uyanmaz, uyanmadığı gibi Monique'i terk eder. Bu mektupla. Finale doğru bilgelik rolünün kusurlarıyla -yazarın kusuru gibi görmek istemediğim için böyle diyorum- karşılaşırız; olayların arasına sıkıştırılmış yorumlar, psikolojik çözümlemeler artar, yoğunlaşır ve şöyle bir hale gelir: "Bir şeyim olduğunu yine de fark etti. Karanlıkken öngörülü oluruz, çünkü gözlerimiz bizi aldatmaz. Elimle yoklayarak yanına oturdum." (s. 46) Neden araya o cümle sokuşturulmuştur, öncesindeki ve sonrasındaki cümle(ler) önemli bir olayın çatısını kurmak için onca özenliyken? Anlatıcı ya kendi parodisini yapmaktadır ya da aşırı yorumluyorum, bilmiyorum ama nihayetinde muhatap olan Monique'i pek de umursamadığını sezdirmek ister, mektubu kendine yazıyormuş gibidir. Taklitçiler'de Naipaul iki karakteri mektuplaştırır, herifler mektupların basılacağından emindir, şekilli ve artistik bir şekilde yazarlar ve içtenlik kaybolur. Burada da içtenliğin daha da içtenlik yoluyla kaybolduğunu görebiliriz; mektup bir otobiyografiye dönüşecekken asıl niyet açıklanmış olur, Alexis de arazi olur.

Muhteşem, çağla mücadele pek zor olduğu için mücadele de beyhude oluyor haliyle. Homoseksüellik mevzusu unutulmamak üzere okunması yönünde muz yiyorum.

18 Ekim 2017 Çarşamba

Jacques Attali - Gürültüden Müziğe

Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine diye bir alt ismi var. Aslında tamamen bu ilişki üzerinden yürüyen bir araştırma değil; müziğin ve gürültünün tanımlarının ötesine uzanan derinliklerde ikisinin bir araya gelip ayrıldığı noktaların da irdelendiği, parayla sanatın kol kola girdiği bölümler haricinde sanatın doğasının şiir gibi anlatıldığı müstesna bir eser. Aslan payı tabii gürültünün ehlileştirilmesi, değer kazanması ve tüketim ürünü olarak değerlendirilmesine ait. Gürültü, gösteri ve müzik kavramlarının dönemsel değişikliklerini Bruegel'in Karnavalla Büyük Perhizin Kavgası nam eserinin üzerinden göreceğiz, Attali bu resimden aldığı simgelerle incelemesini derinleştiriyor. Az sonra.

"Asla müziksiz yaşayamadığım için hiçbir şey bana müziğin insanlığın son umutlarından biri olduğunu hatırlatmak kadar acil görünmedi." (s. 12) Kayıt altına alınıp ticari amaç sağlamak için kullanılması -belki niyet bu değildi ama ticari ağa sokmadan yaymak sanal ortamda çok zor- bir yana, Bon Iver'ın bire bir konseri, bizde Siya Siyabend'in Kadıköy'de yıllardır şahit olduğumuz cengaverliği bütün kontrol mekanizmalarına rağmen müziğin dizginlenemediğini gösteriyor. Sisteme entegre olmaktan yırtamıyorsak değiştirmeye/değişmeye çalışacağız, kokuşmuş ana akımın ve niteliksiz alternatiflerin dışında bir üçüncüyü arayacağız. Sokakta, bilgisayar başında, her yerde dinleyeceğiz ve bulacağız. Bulacağımız şey gürültü halinde olabilir, diğer seslerden yalıtıp keşfedeceğiz. Bu iş olur bence.

Attali 1970'lerden beri müzik üzerine kafa yoruyor ve müziğin geleceği müjdelediğini söylüyor; telif hakları mevzusu ve kayıt teknolojisinin getirdiği mülkiyet ve özgürlük meseleleri köklü değişimlere yol açabiliyor. Kanunlar üretiliyor ve tüketiliyor, sanatçılar değişen dünyanın koşullarını uyum sağlayıp sağlamama konusunda farklı görüşler benimsiyorlar ve halkla, sınıfsal ayrımla olan bağları ortaya koydukları eserleri bir ölçüde belirliyor, sanatsal zekalarının gelişim seyrini etkiliyor. Bütün bunların ötesinde, filozofların müzikle ilgili görüşlerini paylaşan Attali için müzik halkların, sanatçıların, insanların ve tanrıların, şenliklerin ve duaların ürünü. Müziğin bu kurum/kuruluş ve şahıslar tarafından alımlanmasının farklı biçimlerinin kıyası incelemenin temelini oluşturur; Bach ve Mozart'ın elit tayfaya hitabıyla Hendrix'in milli marşı cozurdatması arasındaki manayı çözeceğiz, arada zincir şakırtıları ve zincirler kırılırken çıkan katırtıları duyulacak.

Gürültü nedir? Biçimlendirilebilen gürültü bayramların, duaların, eğlencelerin ve üzüntülerin, şölenlerin ve savaşların mayasına katılan bir yaşam kaynağıdır. Kuşların ve çobanların bölgelerini belirlemek amacıyla çıkardıkları bir mülkiyet göstergesidir. Kayıt altına alındığında tarihe hükmetmek demektir, halkın kültürü ve soyağacı bu gürültünün içinde gizli olabilir. Totaliterler için kırbaçtır, zenci müzisyenleri beyazlardan ayırır. King'in O'sunun tam metninde konuyla alakalı müthiş bir ara hikâye vardır, tavsiye ederim. Neyse, doğaçlamayı engelleyicidir, güzelin ifade edilmesinin önünde engeldir çünkü güzel gerçektir ve gerçeğin sanatsal yansımasına bile izin verilmeyebilir. Yabancıya duyulan korkunun bastırılması için kullanılabilir, bu korkuyu açığa çıkaran şeyse kendisi bastırılır. Gürültünün müzik formunun yazımı bu anlamların yarattığı müthiş bir akışı tasvir etmeye çalışmak, Attali'ye göre.

Müziklerin tarihleri incelenirken her yeni türün bir kriz anında ortaya çıkmasından hareket ediyor Attali, insanlığın şafağındaki müziğin kurban ayinleri için biçimlendirilmiş olduğundan bahsediyor. Kentlerin, imparatorlukların, dinin etkisine girmesi kriz veya büyük değişimlerin habercisi oluyor. Jonglörler, trubadurlar ve truverler gezgin müzisyenler olarak haberci kimlikleriyle de dolanıyorlar, şarkılarını söylüyorlar, son havadisleri iletiyorlar ve bölünmeyi engelleyici bir unsur olarak ortaya çıkıyorlar. Yersiz yurtsuz bir yaşam sürdürdükleri için kendilerine iyi gözle bakılmıyor, eskinin şifacıları ve şamanları oldukları zaman da çok uzaklarda kaldığı için herhangi bir büyülü yanları kalmıyor ve hor görülüyorlar ama her zaman değil, belirsizliğin yarattığı tedirginlik onlarla birlikte yürüyor. Tam bu sırada bir taşla iki kuş vuruluyor; ticari şehir burjuvası doğum sancılarını atlattıktan sonra müzik satın almak bir görev haline geliyor ve gezginlerin bir bölümü eleniyor, bir bölümü kadrolu müzisyen olarak çalışmaya başlıyor. Müzisyenlerin ikametinin belli olması ve burjuvazinin para akıtacağı bir alanın yaratılması iki problemi de çözüyor, tabii başka problemler doğurana dek.

Attali kronolojik ilerleyişin yanında ekonomi-politik üzerinden kavramlarla da incelemesine derinlik kazandırıyor demiştim, "gösteri" böyle bir kavram. Giderek daha komplike bir hale gelen müziğin fiyatı da artıyor ve doğduğu kesimden kopunca kaynağını yitirmiş oluyor, burjuvaların müzisyen olmaya başlamalarıyla iktidar aygıtına dönüşecek hale geliyor. Mozart ve Berlioz ilginç şeyler söylemişler, halkın müzikle bir ilgisinin olabileceği çok garip geliyor onlara. Sanki sadece saraya ait hale geliyor müzik, pahalı bir tüketim malzemesinden farkı kalmıyor. İktidarın inandırma mekanizması, gösteri toplumunun bir parçası olarak müzik. Susturma mekanizması olarak kayıt altına alınıp tekrarlama kullanılıyor. Unutturmak için müzik kurban ediliyor, yasaklanıyor. Bu üç yaptırım üzerinden müziğin ekonomi-politiği özetlenebiliyor.

Bruegel'in tablosu. Kural ve şenlik arasındaki kaos. Günahla tövbekarlık. Gürültü ve sessizlik. Dinin heyula gibi başlara dikildiği bir meydan, Attali için yüzlerce yıl sürmüş ve sürecek bir çatışmanın izi. Sefalet ve zenginlik bir arada olduğunda manzara normal. Karnaval alanındaki curcunadan müziğin işlevi toplum halinde yaşamanın mümkün olduğunu göstermek oluyor, zıtlıklar bir potada eritilebilir ve sınıflara bölünmüş insanlık tekrar birleşebilir. Ütopik bir mevzu gibi gözüküyor, ekonomi bizi gayet güzel bir şekilde ayırmış durumda. Sadece neyin ne olduğunu bilenler şenliğin tadını çıkarabiliyor, en arkada eğlenenlere bakın. Kadıköy iskelelerin orada halay çeken, horon tepen insanları izleyin. Birleştiricilik bu ama ayıran da bu, iktidarın bir silahı olarak kulanıldığında aynı kaynaktan çıkan türler farklı bağlamlara sokuluyor ve çatışma unsuru oluyor. Güzellikten doğan korkunçluk.

İşin felsefi boyutuna girdim, tarihsel dokuya bulaşmayacağım. Antik Yunan'dan günümüzdeki Napster olaylarına kadar müziğin yaratımı, kaydı, dağıtımı ve korsanlığına kadar pek çok hadise, gerek müziğin kendisi, gerek güçle sanat arasındaki ilişki hakkında deli bilgiler var. Müziğin matematiğinin keşfi, armoninin gelişimi ve sonuçta atonal müziğin, noise dalgasının ortaya çıkması bir yönetme-iktidardan kurtulma döngüsü içeriyor. Tanımlanamayana doğru bir eğilim var, tanımlanabilen kolaylıkla etki altına alınabiliyor ama etiketsizlik özgürlüğü de peşinde getiriyor. Başka, Fransız İhtilali ve müzik, protest hareketler ve müzik, krallar ve müzik, devrimler ve müzik, içi dolu turşucuk bir araştırma. Kıyısından köşesinden müzik üzerine kafa patlatan kim varsa tavsiye ederim, kuru dinleyiciden bir adım ötesindekilere müthiş bir hediye.

16 Ekim 2017 Pazartesi

Michio Kaku - Olanaksızın Fiziği

Güneş ışığına yine yabancılaştım. Ne zaman bilimsel bir şey okusam cisimlerin bendeki anlamı kayboluyor.

Kaku çok meşhur bir fizikçi, Sicim Teorisi ve muhtelif teoriler hakkında kafa patlatmış, patlatmakla kalmayıp çalıştırmış, mesela lise yıllarında evinin garajında parçacık hızlandırıcı yaparak Harvard'a tam burslu olarak girmiş. Bu sırada Star Trek ve türevlerini izlemiş, Heinlein ve Asimov gibi ustaları okumuş, bu kurgulardaki zamazingolara kafa yorar olmuş. Dünya çapında bir fizikçi olmasının başarısı bir yana, bizim gibi amatör bilimcilere ve meraklılara fiziği, uzayı falan anlatarak amme hizmeti yapmıştır, bu konuda Sagan gibi, Tyson gibi eli sıkılası bir abimizdir. Mevzuları son derece basitleştirir, eğitimsiz bir zihnin değerlendirebileceği hale getirir. Bu incelemesinde olanaksızı tanımlar ve inceler. Işınlanma, zaman yolculuğu, paralel evrenler gibi pek çok ilginç konu hakkında anlaşılır açıklamalar yapar. Ben şahsen anladım ama her şeyi anlatamayacağım, çok ilginç bölümleri alıp teknik mevzuları okura bırakacağım.

Olanaksızın göreceli olduğunu söyleyerek başlar Kaku, bilim adamları pek çok şeyin olanaksız olduğunu söylemişlerdir çünkü onların zamanında bilimsel gelişmeler bazı olanaksız şeylerin olanaklı olabileceğini göstermemişti. Lord Kelvin'in çıkışları meşhur, kendisi uçakların uçmayacağını, bazı ışınların var olmadığını ve bazı şeylerin şey olmayacakları hakkında ilginç yorumlar yapmış mesela, tabii öyle olmamış. Einstein diye bir adam çıkmış ve Newton fiziğinin yanına göreliliği yerleştirivermiş. Kendisinin de boşa attığı adımlar olmuş ama objektifliğini kaybetmediğinden geri adım atmış. Hawking'in de böyle geri adımları var, aslında çoğu bilim adamında olması gereken bir erdem bu. Yeni şeyler bulunuyor ve bulunduğu sanılan şeyler aslında yok, o zaman geri dön ve başka bir şey bul. Adım adım oluyor bu işler. Faraday ve Maxwell mesela. Çok güzel olaylar aslında, aç kalmayacağımı bilsem garanti fizik okurdum. Neyse, Kaku romanlardan ve dizilerden, filmlerden sıkça teknoloji alıntısı yapıyor demiştim, arada bir iki ilginç örnek de veriyor. Wells'in tek bir atomun gücünü öngörmesinden sonra Szilard'ın çekirdek parçalamasıyla muazzam bir enerji açığa çıkabileceğini, Wells'in öngörüsünün doğru olduğunu keşfetmesi müthiş. Gerçi Manhattan Projesi'ne önayak olması iyi değil ama o insanoğlunun aptallığı. Aynı şekilde BK yazarları da bilimsel gelişmeleri kullanıyorlar tabii, bazen yazarlarla bilim adamları zaten aynı kişiler oluyor. Clarke, Asimov mesela. Clarke'ın kozmik gelişmeleri yorumlayıp romanlarına koyduğunu röportajlarından biliyoruz.

Olanaksızı üçe ayırıyor Kaku; I. sınıf olanaksızlıklar günümüzde olanaksız ama fizik yasalarına göre olanaklı. Bu yüzyılın sonunda veya önümüzdeki yüzyılda olanaklı hale gelebilirler. II. sınıftakiler binlerce, milyonlarca yıl içinde gerçekleşebilirler. III. sınıftakiler fizik yasalarına aykırı düşenler. Kaku'nun dili her ne kadar anlaşılabilir olsa da III. sınıfa doğru işin içine deneysel işler, sayısal veriler giriyor ve kafa patlatmak gerekiyor. Tanrı zar atmaz, matematik öğretir ve hayal kurdurur. Hayali kuvvetli olan okur anlar, yoksa sıkıcı.

I. sınıf olanaksızlıklardan başladım. Bütün olanakları yazmıyorum, üşenmediğim ölçüde geniş tutacağım.

Kuvvet Alanları: Kalkanları kaldırtmak, indirtmek, Kaptan Kirk'ün ata sporudur.

Faraday'le doğar, elektromanyetizmayla alakalı çizimlerde görünür. Faraday sayesinde dört kuvvet tarif edilmiştir; kütleçekimi, elektromanyetizma, zayıf ve güçlü nükleer kuvvetler. Bu kuvvet alanlarının kullanımı için plazma pencereleri kullanılabilir Kaku'ya göre. Bir nevi çelik yelek, onlarca kat plazma ve lazerden oluşan örüntü. Bomba momba geçirmez, sağlamdır, kırılmaz. Bir de süperiletkenler var ama bunları elde etmek için mutlak sıfır tarzı bir şey lazım. Oda sıcaklığına getirilebildikleri zaman füzeyi müzeyi anında iletip tehlikeyi bertaraf edebilirler. Süpermiş.

Görünmezlik: Frodo'nun belalısının gücünden Wells'in başka boyutta titreşen adamına çok örneği var, çok da olanağı.

Maxwell'in ışığın bir elektromanyetik düzensizlik olduğunu keşfetmesiyle göreliliğe giden bir yol açılmıştı ama genç sayılabilecek bir yaşta gelen ölümün ardından bu onur Einstein'ın oluyor, o da Maxwell'in çalışmalarını sürdürdüğü için. Görelilik 1860'larda bulunabilirmiş, çok ilginç. Neyse, Maxwell'in denklemleri sayesinde hayalet uçaklar üretiliyor ama görünmez değil bunlar, dalgaları yansıtacak köşelerden ve malzemeden yoksun bir şekilde inşa ediliyorlar sadece. Asıl görünmezlik için metamalzeme denen nane var mesela. Elektromanyetik dalgalar alışılmışın dışında bükülecek, cisim görünmeyecek. Aşağı yukarı bu. İkinci yol da nanoteknoloji ama bunun gelişmesine de zaman var.

Fazerler ve Ölüm Yıldızları: Ölüm Yıldızı ateş eder, prensesin gezegeni havaya uçar. Günümüz teknolojisiyle mümkün değil ama teorik olarak mümkün. "Belki inanması zor olabilir fakat gerçekte bir ışık demetinin içine sıkıştırılabilecek ham enerji için fiziksel bir sınır bulunmamaktadır. Bir Ölüm Yıldızı veya ışın kılıçları yapılmasını engelleyecek hiçbir fizik yasası mevcut değildir." (s. 39) Süper bir şey.

Mevzunun tarihteki hallerini de inceler Kaku, Antik Yunan'dan alır, mitolojilerdeki benzerleri inceler. Mesela Zeus'un yıldırımları, Thor falan. Kuantum devriminden sonra mikro boyutta her şeyin düzensiz hale gelmesi bizi bir Zeus haline getirebilir, eğer devrimin "eylemsiz hapsetme" denen nanesi kullanılabilirse. İşin teknik boyutu derin, tatmin edici açıklamaları okursanız bulursunuz, ben bir çocuğun aklıyla ilerliyorum. Gama ışını patlamaları da bir başka ciyuv ciyuv silahtır; ölmekte olan bir yıldız canımıza okuyabilir.

Işınlama: Kuantum, direkt. Atomun yerini tam olarak bilmek önemli ama Heisenberg'in belirlemeyle sıkıntısı olan ilkesi yüzünden şimdilik mümkün görünmüyor. Bilgiyi aktarabilmek/ışınlayabilmek için gereken süre birkaç on yıl, Kaku'ya göre.

Bu grupta telepati, psikokinez, robotlar, dünya dışı yaratıklar, yıldız gemileri, antimadde ve anti evrenler var. II. grupta ışıktan hızlı olmak, zamanda yolculuk, paralel evrenler, III. sınıfta da devridaim makineleri ve önsezi mevcut.

Wells, Heinlein, Asimov, Herbert ve daha pek çok yazarın, fütüristin yaratılarıyla ilerlenen bir ihtimaller denizi, pilim çabuk bittiği için detaylara zerre giremedim ama aklınız alınacak. Meraklı olanlar kaçırmasın.

14 Ekim 2017 Cumartesi

Junichiro Tanizaki - Bir Kedi, Bir Adam, İki Kadın

Cuniçiro mu, Juniçiro mu, Junichiro mu, nedir bilmiyorum. Adamın Türkiyede üç farklı ismi var, hangisi tutuyorsa artık. Adamın metinlerinin isimleri de problem; İhtiyar Çılgın olarak okuduğum sonradan Çılgın Bir İhtiyarın Güncesi olmuş. Değişik.

Tanizaki'nin kedili fotoğrafı meşhur, kedileri seven birinin kedi ruhunu anlayıp benimsediği ön kabulüyle bakarsak Şozo alığının da bir kedi olduğunu söyleyebiliriz. Büyük bir kedi. Keyfine düşkün. Kolaylıkla yönlendirilebilir, keyfi kaçmasın diye kolaylıkla yönlenir. Çatışmalardan uzak durur, bulaşmaz. Mesela Şozo'nun anası Orin ve Fukuko arasında tartışma çıktığı zaman, tartışmanın sebebi kendisi olmasına rağmen aralarına girip konuya açıklık getirmez, oradan topuklayarak kaçar. Kedi davranışı. Şu da var, "Aslına bakarsanız, bu uyumsuzluğun nedeni, ikisinin de karakter sahibi olmasıydı." (s. 27) Karakterler çatışıyor ve anlaşmazlıklar çıkıyor, bunlar da kedi işi değil mi? Karakterlerin hemen hepsini koca kediler olarak görmeye başladım, Lili'nin etrafta olup bitenlere biraz şaşkın ama bildiği olaylara bakarmış gibi baktığını düşünüyorum.

Lili, kedi. Şozo, oğlan. Anası Orin. Eski eşi Şinako. Yeni eşi Fukuko, kuzeni. Dördü arasında hesaplı kitaplı davranışlar, itmeler, çekmeler, üstünlük kurma çabaları... Tam bir çatışma. Neden? Şozo yelkenli olduğu için. Şinako bu herifi niye geri istiyor? Savaşı çok erken bıraktığı, Orin'le Fukuko karşısında erken pes ettiği için. Kendisine yamuk yapılıyor ve ne kadar şapşal bulsa da kocasından ayrılmak zorunda kalıyor. Araya nifak sokacak ve ikisini ayırmaya çalışacak, altta yatan plan bu. Fukuko'ya mektup yazıyor ve aslında istemediği Lili'yi istediğini söylüyor. "Kendi hayatından daha değerli olan o adamı" vermiş, karşılığında kediyi almak çok bir şey olmasa gerek. Şinako'nun dırdırını katlanılır kılmak için Lili vardı, şimdi sevdiği kadınla birlikte olan Şozo'nun kediye neden ihtiyacı olsun? Yoksa yine mi var, Fukuko'yu da terk etmek istiyor olabilir mi? "Ama sen yine de dikkatli ol, alt tarafı kedi deyip geçersen o kedi de senin yerine geçer." (s. 9) Şinako akıllı kadındır, bunlara pabuç bırakmaz ama rezillik çıkmasın diye evden gider ama saatli bombayı bırakır böylece. Şozo kediyi çok sevdiği için Şinako'ya vermek istemiyor ve Fukuko'yu bahane ediyor. Bunu öğrenen Fukuko zaten Lili'yi pek sevmediğinden kediden kurtulmaya karar verir ama Şinako'nun zafer kazanacağı düşüncesiyle duraksar, işin hesabını yapar. Şozo'nun Lili için aldığı yiyeceklerin kendi öğünlerini de oluşturduğunu dehşetle fark eden Fukuko için sonrası kolaydır, kocasına dünyayı dar eder ve bir haftalık alışma süresinin sonunda kediyi yollamayı kabul ettirir.

Fukuko, Şinako'ya duyduğu öfke ve Şozo'ya duyduğu öfke arasında kaldıktan sonra doğru kararı verdiğine inanır. Pek sabırlı değildir, düşünmeye de zaman ayırmamıştır, doğru karara çabucak varıp onun arkasında durur. O da bir nevi Şozo'dur zaten, paraları olduğu zaman gezip tozarlar, geri kalan zamanda kavga ederler. Evde huzursuzluk havası eser, Orin'in eseri. Bu Şozo biraderimiz hiçbir yerde dikiş tutturamaz, babasını kaybeder, sonra hayta olup çıkar. Zücaciye dükkânları zarar etmeye başladığında Fukuko'nun sahip olduğu parayı düşünen Orin, Şinako'nun ayağının evden kesilmesi için Şozo'yu doldurmaya başlar, bir yandan da Fukuko ve babasıyla sıkı fıkı olur. Şinako her şeyin farkına varsa da mücadele edecek gücü kendinde bulamaz. Hikâyeleri bu. Pek bir şeye kıymet vermeyen Şozo'nun Lili takıntısı bu gidişatı durduracak tek etkendir, Şinako hassas noktadan saldırmıştır.

Lili'yle Şozo'nun on senelik mazisi vardır. Kedi uzaklara gönderildiğinde kilometrelerce yolu yürüyerek geri döner, köpekler gibi. Huyu suyu uzun uzun anlatılır, Şozo'yla münasebeti uzun uzun anlatılır, aralarındaki bağın kuvvetini anlarız. Kedi Şinako'ya gönderildiğinde Şozo çok üzülür, çok endişelenir ve yasağı yer; hamama gitmesi haricinde evden çıkması Fukuko tarafından yasaklanır ki Şinako planında başarılı olamasın, Şozo'yu kedi bahanesiyle yanına çekmesin.

Şinako'nun kediyle ilişkisi de ilginçtir; Lili kadına önceleri yüz vermez hatta yağmurlu bir günde evden kaçar ve kadına tekrar terk edilmiş gibi hissettirir ama en sonunda yorgun, ıslanmış olarak geri döner. Yaşlanmıştır, Şozo'nun coşkulu sevgisine ulaşmaya çalışmaktan vazgeçer ve huzuru bulduğu yerde kalır. Bu da kedinin insanlaşması olsa gerek. Şinako da değişir; eski evinde Lili'ye birazcık olsun ilgi gösterseydi yuvasının dağılmayacağını düşünür. O zamanlar Lili'nin kakası kötü kokar tabii, bacaklarına kum yapışır, yağışlı günlerde evin kokusu ağırlaşır, bilmem ne. Aslında son derece itici ama iş sevilenler uğruna katlanılanlara dönüyor zaten. Özgecilik, fedakârlık, bu nevi işler ilişkilerin sürdürülmesini sağlıyor. Özgeci olmayanlar, benciller ilişkiyi cehenneme çeviriyor. Bir odunla birlikte olduğunuzu fark etmeye başlıyorsunuz falan, burada durmalıyım çünkü Şinako odun değil. En azından hepimiz kadar, bazı şeylere katlanamayanlar kadar odun. Suçlu yok.

Şozo'nun Şinako'nun evine gelmesiyle sona ulaşırız. Gizli gizli gelir, Lili kendisine yüz vermediğinde yıkılır ve kedinin yediği yiyeceklerin kabuklarını gördüğünde kafasında bir ışık yanar. Metnin karakter değişimi üzerine olduğunu da söyleyebiliriz, şöyle ki Şinako artık çalışmak zorundadır, Lili'yi beslediği yiyecekler de pahalı olduğuna göre fedakârlık yapmaktadır. Kadının ruhunda vardır bu, Şozo görememiştir ve etrafındaki herkesin hayatını kendisinin zorlaştırdığını anlar. Şapşallığının farkına vardığı an etrafındaki herkesten daha kötü bir duruma düştüğünü anlar, Şinako'nun ayak seslerini duyar duymaz ön kapıdan kedi gibi fırlar.

Değişimli, kavgalı bir Japon mucizesi. Tanizaki'nin kadınlarıyla erkekleri arasındaki husumet çok yeni ve yaratılış kadar eski. Bu duygu varsa iyidir. Tanizaki çok iyidir.

13 Ekim 2017 Cuma

Daniel Wallace - Büyük Balık: Efsanevi Ölçülerde Bir Roman


Tim Burton filmi kendi aleminde çekmiş, roman yine büyülü ama filmi kadar değil. En azından filmi kadar masallı değil. İki ayağı değil de bir ayağı yerden kesilmiş bir Edward var, geri kalanı aynı. Çocuğun diğer kadını sorgulaması, babasını sorgulaması burada yok, mesele sadece olağanüstülükle bürünen bir yaşamı çözümlemeye çalışmak. Edward ölüm döşeğindeyken gerçek yaşamı hakkında ne söyleyebilirse o kadarı. Pek bir şey de söylemiyor. Rüyasında görüyor onca gerçek dışı tanıdığını, tanıştığını söylediği. Geliyorlar, bahçeyi şenlik yerine çeviriyorlar ve Edward gücünü toplayıp cama gelirse çılgınca bir alkış kopuyor, tezahüratlar, ıslıklar, Edward selam verip yatağına geri dönüyor. Yorgun, kurduğu onca masal, yaptığı onca espri yaşamını çekip götürmüş gibi.

Her yaşamın bir mucize olmasıyla ilgilidir, daha doğrusu bu bilginin farkında olan nadir insanlardan birinin bu bilgiyle ne yaptığıyla ilgili. Çocuğunun anlatıcılığında ilerleriz ama çocuk -adam aslında ama yaşayan bir mitin dünyasına bir kez girince zamanın ortadan kalktığını düşünüyorum- babasının hikâyelerinin çemberinde büyümüştür, Edward'ın dili haline gelmiştir. Kendi kişiliği oluşurken yeterli özgürlük alanına sahip olduğunu sanmıyorum, dünyayı kurgulayıp ortaya bırakan babanın gölgesinde süren yaşamdan biraz olsun kurtulabilmek, belki de o yaşamı parçalayıp kurtulmak ister gibidir, babasına sorduğu soruların temeli budur. O dünyayı parçalama şansını elde ettiğinde karşısında ölmek üzere olan bir baba vardır, parçalayamaz ve o da bir fıkra anlatır, babası gibi. Babasının oğlu.

Sondan başlar, Edward'ın mite dönüşmek üzere olduğu göl kenarında. William, babasının geçirdiği dönüşümü görünce yaşamın ucuna geldiklerini anlar. Göl kenarı, mavi ve yeşil. Edward çocukluğunu hatırlar ve William'ın gözlerinin önünde imgeler uçuşur; küçücük bir oğlan, yapraklar, yetişkin bir adam, denizler, balığa dönüşmek üzere olan yaşlı bir adam, göl. Artık açık denizlere çıkacak zamanı ve gücü olmayacaktır, onun için göl yeterlidir.

Başa... Son kırk yılın en kurak yazında, Alabama'da doğan Edward, doğumuyla birlikte yağmuru da peşinde getirir. Mucizevi oğlan. Hiç kar yağmayan kasabaya Edward dokuz yaşındayken kar yağar. Yollar kapanır, binalar görünmez olur, kardan adamların medeniyet kurma zamanı gelmiştir. Edward ve babası bin bir zorlukla okula ulaşırlar, saatler boyunca çabalayıp yorulmuşlardır. Edward ödevini unuttuğunu fark edip eve geri dönmek için yola koyulur. Sorumluluk mu, ne bu? Maceraya atılmasının sorumluluklarının önüne geçmediğini, sorumlulukları yüzünden olduğunu mu gösterir? Yaşam onun için gerçekten büyülüyken belki ikisini birden yürütebiliyordu ama büyüdükçe, dünyanın pek de ahım şahım bir yer olmadığını gördükçe kendi masallarını yaratma ihtiyacı hissetmiş ve sorumluluğu tavsatmış olabilir. Edward aslında bir çocuğun heyecanını taşır; kolaylıkla aşık olup aşkını bir masala dönüştürebilir, ailesiyle birlikte mutluluk içinde yaşarken gidip görmediği yerlerin özlemiyle tutuşup kimseye haber vermeden yollara düşebilir. Yerleşik yaşama, yerleşik ilişkiye gelememek. Nedir? Doyumsuzluk? Hep daha fazlasının olduğunu bilmenin huzursuzluğu? Mutluluk arayışı, yeninin heyecanı, bilinmeyenin gizemi, nedir çekici olan? Edward için hepsi. Gidişlerinin hesabını vermemiştir, son anlarında bile vermemiştir ve yaşamının ürettiği miti görürüz sadece, iç dünyası hakkında pek bir bilgi sahibi olamayız. Zaten niyet edilen bu olmadığı için problem yok, bize bir hikâye anlatıldığına göre takip etmeliyiz.

Aralarda Edward'ın muhteşem yeteneklerinin anlatıldığı küçük bölümler vardır, bunlar da çok güzel. Hayvanlarla konuşması, doğayla iletişimi, okuduğu binlerce kitap... Kasabaya kendini sevdirmesi bile başlı başına bir mucize aslında, Ashland bu genci seviyor çünkü bu genç herkesi seviyor. Kolayca olacak bir şey değil bu. Herkesi sevdiği için herkes de onu seviyor. Sandra'yla tanışması, sığır heriften kurtulması, iş yaşamında başarılı olması, her şey insanları sevmesi sayesinde gerçekleşir. Filmle arada birkaç fark var, onları söyleyeyim. Yukarıda izlediyseniz sığırla dövüşmüyor, romanda dövüşüyor. Sığır çok kuvvetli, canavar gibi ama kendisi de az değil, babasının çiftliğinde çalışa çalışa kuvvetlenmiş. Herifi deviriyor, Sandra'yla evleniyor. Sandra'nın babası da bir çeşit Edward, iyi anlaşıyorlar. Başka, şey, şu aşk olayı o kadar deşilen bir mevzu değil. William gidip kadınla konuşmuyor mesela romanda. Anlatmayayım.

Baştan kurulan ölüm bölümleri var, dört kez sanırım. William'ın anlatıcılığında dört farklı zamanda Edward'ı görürüz. Yaşamıyla, dinle, siyasetle alakalı mevzuları tekrarlarda anlatır ve anlatmaz. Bazı günler inançsız, bazı günler inançlı olduğunu öğreniriz. Oğluna hayat dersleri vermektense hikâye anlatmanın daha iyi olduğunu düşünür, söyler. Sanırım mutsuzluğunu perdelemek için yapıyor bunu; belli belirsiz bir şekilde babasının alkolik, ağır alkolik olduğunu söyler. Sadece iyi şeyler hatırlanıyorsa uzun vadede, o zaman babasının kötü yanlarından hiç bahsetmemesi, hatta yaşanmış olabilecek travmaların sessizliği çok şey anlatır. Sürekli bir gitme, keşfetme isteği ve hikâye anlatıcılığı... Çok kötü şeyler yaşandığını, Edward'ın bu şekilde aklını kaçırmadan yaşamını sürdürebildiğini düşünüyorum.

Maceraları hakkında söyleyecek sözüm yoktur. Hepsi çok heyecanlı, acılı ve mutluluk verici. Devle kapışması, kimsenin kurtulamadığı kasabadan kurtulması, modern dünyaya uyum sağlaması ve tabii dünyayı kendine uydurması, bir dünya hikâye. Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam'la birlikte okunmalı, olabilmiş ve olamamış iki baba kıyaslanmalı. İkisi de aynı ruha sahip ve ikisi de mitik.

Ne diyeyim, filmini seven alıp okusun, okumayı seven zaten okusun.

Jean-Louis Fournier - Kuzeyli Annem

Anne soğuk ama sadece bundan ibaret değil. Anne yüreğini soğutmuş çünkü kocasının çekilmezliğinin yanında üç çocuk var, büyütülmeyi bekliyorlar, çok hareketliler ve çok yiyorlar, para az, anne çalışsa baba dayak atıyor, çalışmasa başka dert.

Çocuklarına dediği: "'Yanınızdan ayrılırken size hayatımın temeli olduğunuzu ve sevinçlerin kederlere her zaman ağır bastığını söylemek isterim.'" (s. 7) Söylemek istersiniz ama bu sizin için geçerlidir, kederinize şahit olan çocuklarınız tam tersini düşünecektir. Annenin veya babanın saf üzüntüden ağlaması dünyanın sonu gibi bir şey, teraziyi onmayacak şekilde bozar. Neyse, Fournier babasını, ilk eşini, ikinci eşini ve çocuklarını farklı metinlerde anlattıktan sonra sıra anneye geliyor, babasını anlatırken arkada çocuklarıyla ilgilenen, çoğu zaman ne yapacağını bilemeyen annenin fotoğraflarından bir zamanlar ne kadar mutlu olduğu görülebiliyor ve baba karelere girer girmez ışıldayan gözler sönüyor, dudağın kenarında bir kırışıklık beliriyor, bir sürü şey. Fotoğraflardaki anne imajı italikle anlatılmıştır, asıl anlatının bir parçasıdır ve başka bir zamana ait olduğu için belki de en yabancı parçadır. Çocuklar için de yabancıdır; o anne çocukları tarafından bilinmez. "Yapbozu yeniden kurmaya çalışıyorum." (s. 11) Annenin parçaları birleştirilecek ve yeni bir anne yaratılacak, sonsuza kadar yaşayabilmesi için.

Yaşlı bir çiftin kızıymış, çok hayal kurarmış. Edebiyat öğrenimi görmüş, sanatla ilgiliymiş. Mauriac, Verlaine, Baudelaire, eski bir evde yaşlı ebeveynle büyümek melankoliyi getirmiş, yaprakların düşmesi ve yağmur yağması eskisi gibi değilmiş artık. Her şey büyülenmiş. Henri'yi sevmiş, kendisi gibi edebiyat öğrencisiymiş o da. Kasırga ortaya çıkınca genç adam sepetlenmiş. Paul'müş kasırganın adı. Doktor, güven verici, çekici... Adam anneyi altüst etmiş. Selçuk Baran'ın söylediğiydi, aşık olunan adamla evlenilmemesine dair. Adam sınır tanımayan doktor olabilirmiş ama taşrada bir hiçmiş, sınırlarını yıkabilmek için içmeye başlamış. Aile babası, eş, üzerine yapışan ne kadar kimlik varsa hepsinden kurtulmak istemiş. Bu sırada etrafında kim varsa mahvetmiş. İyi bir adammış aslında, Fournier'nin babası hakkında yazdığı metinde dediği şey geçerli; hassas insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için kötü şeyler yapabilirler, anlaşılabilir bir şey. Telafi için annenin gözyaşlarını siliyor baba, başlarda. Sonrasında alkole battıkça kendi yaşamından da geçiyor. Hastalarından para almıyor, karısına para bırakmıyor, anne babanın cebinden para yürütmek zorunda kalıyor, işe girmeye niyetlendiğinde sağlam bir sopa yiyor. Evlendiğinde yirmi yaşındaydı, taşıyamayacağı yükü yirmi yaşında omuzladı ve yaşamını kaybetti, bir daha bulamadı. Bir başka yaşamı sürmeye başladı, uyumsuz kaldı.

Kocasından utandı, onu eve almamak için kapıyı sürgüledi ve adamı soğukta bıraktı ama gönlü elvermedi, içeri aldı yine, adamın her türlü kırığını onarmaya çalıştı ama beceremedi. Öldüğünde rahatladı, rahatladığı için ağladı çünkü ölen adama hâlâ aşıktı. Aşkını kaybedince, kendini çoktan kaybettiği için elinde çocuklarından başka bir şey kalmadı. Çocuklarını yetiştirirken çektiği sıkıntılar çeşitli; taksimetrelere sıkıntı dolu bakışlar, geçim derdi, geçmeyen günleri neyle dolduracağını bilememesi, bir dünya dolusu kararsızlık... Kamplara, tatillere gidildiğinde, en mutlu anlarda ağlayan annenin sessiz iç çekişlerini işitmek kadar öldürücü bir şey yoktur çocuklar için. "Hayatı kötü bir rüya olduğu için ağlıyordu o. Elinden bir şey gelmezdi." (s. 69)

Tekrar evlenmedi, garip huylarıyla barışarak yaşlandı. Torunlarının dilinden onu okumanız lazım, kendine özgü bir nine olarak farklı kimliklere bürünmeye devam etti. Bir tek kocası hakkında kibarlığı elden bıraktı gibi geliyor bana; Fournier babasını anlattığı metni annesine okutur. Annenin cevabı belki de onca kabuktan sıyrıldığı tek anı gösteriyor olabilir. "'Ona nazik davranmışsın.'" (s. 140)

Öldüğünde yakılır, hatıra bahçesine konur. Fournier küllerin Kuzey Denizi'ne atılmasını tercih eder ama uzun vadede her şey birbirine karışacağı için önemi yoktur bunun, diğer her şey gibi küller de akıştadır.

Tipik Fournier metni; fragmanlardan oluşan yaşam. Anne sevgisi, acı çeken bir kadın olarak annenin gölgeli yüzü.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Dorthe Nors - Karate Vuruşu

Aslında tam Yüz Kitap işiymiş ama kaçırmışlar sanırım Nors'u. Kuzeyden bir soğuk. Pencerenin önünden geçen ayakların kararlılıkları ve hızları nereye gidildiğini sezdirebiliyorsa eğer, bir okur olarak pamuk adımlarıyla cinayete yol yapan Nors'a dingin anlatısına gizlediği karmaşa için teşekkür etmeliyiz, yaşamanın çetinliği gündeliğin içinde ancak bu kadar eriyebilirdi.

Corri'yi Tanıyor Musunuz?: Erkekleri tanıyor musunuz? Ev halidir, yemek kokuları arasında televizyonda kayıp arama programlarından birinin kötü kurgularına denk gelir kız, az önce seviştiği adam kızın annesine veda edip gider. Corri Bey'i arama çalışmaları kızın televizyonu kapamasıyla yarım kalır, kız kendi Corri'sini arar ve kendi kurgusunu oluşturur. Babasının iş yerinde saati beş kurona abisiyle birlikte yaladığı zarfların içindekiler erkeklere gidecektir, bir sürü erkek. "Bunlar yabancılardan çok, üzerine yazılmasını bekleyen boş kağıtlardı onun için." (s. 11) Birini kurar kız, bir adam, aynı programı izliyor, kız orada, adamın kokusunun sindiği yorganın altında ağlamaklı, adama arabasının olup olmadığını soruyor ve gün düşünden uyanıyor, Janus'tan hiçbir mesaj yok, telefonu sessize alıyor. Boşlukta her şey birbirine karışıyor, gerçeğin kurgusuyla kurgunun gerçeği arasındaki çizgi inceliyor.

Karşılıklı İtlaf: Av arkadaşlığı, birbirinin köpeklerini vurmak için anlaşmış iki erkek. Henrik düşünüyor, Morten'in karısıyla yaşamak hiç kolay değil. "Her şeyde ufku arayan biriyle evli olmak herhalde kolay olmamıştı Morten için." (s. 13) Ah! Ufuk geçmiş zaman ufku da olabilir, daha doğrusu ufuk sadece ileride, önde değildir, tam arkada da bir adet ufuk bulunur, her yerdedir. Neyse, Morten aldığı kadar vermeyi de sever ama karısı istifler, karısı her zaman bir yabancılık duygusu uyandırır, zaten kadın çekip gitmiştir en sonunda, herkes bunu beklediği için sürpriz olmaz. Vurduğu köpekleri düşünen Henrik, Morten'in içinde kokuşan şeyi bulduğunu hisseder; dışarı çıkmayı reddeden bir ruh. Hayati kararlar almayı, tepki göstermeyi reddeden bir yan. Öylece, uzun zamandır durduğu için bayat.

Budist: Bu tam bir karakter öyküsü, orijinal. Dış İşleri Bakanlığı'nın sözcülüğünü yapan adamımız eşi tarafından terk edilir, küçük bir odada yaşamaya başlar ve Budist olur. Acı çekerek yükselme, içgörü kazanma, öbür yanağı da çevirme işi içselleştirilir ve kokuşarak dışsallaştırılır. Daha fazla acı edinmek için adamımız ilginç işler yapmaya başlar; başbakanın yalancı olduğunu, dış işleri bakanının tuvaletten elini yıkamadan çıktığını vs. haber eder ve şutlanır, eski eşiyle eski bakanını takip etmeye başlar. "Dünyayı kurtarmak için, güçlü ve yalnız bir adama gereksinim olduğu duygusunu da taşıyor uzun zamandır." (s. 18) Büyük bir hayır kurumunun müdürü olur, hasbelkader. Birkaç ay sonra yemediği halt kalmaz ve yattığı kadınla bir bidon benzini odasında misafir eder, kapıyı kilitler, çünkü dans eden bir yıldız doğurabilmek için kaos lazımdır, rüyada görülen Dalay Lama böyle söyler.

Gogol tarafından yazılan hatıra defteri beni güldürmemişti, bu da güldürmedi. Delilik, yavaş yavaş delirmek çok hüzünlü bir şey gibi gelmiştir bana.

Kış Bahçesi: Ayrılan eşler ve çocuklarıyla ilgilidir, bir de çocukların kutsallaştırdığı annenin veya babanın o kadar kutsal olmadığını fark etmeleriyle. Bunun için başka bir çocuğun babaya dil çıkarması yeter.

Karate Vuruşu: Nors'un erkekleri tanıma meselesiyle başladığı, tarafların birbirlerini anlama çabasına yöneldiği, Annelise'in özgeciliğiyle Carl Erik'in emiciliğini karşılaştırdığı ve ikisinin düşüncelerini irdeleyerek anal sekse zorlanan kadınla karnı deşilmiş, kanlar içinde yatan adama ulaştığı nefis bir öykü. Bu iki kişiyi öyle küçük parçalar halinde kuruyor ki tahmini gerçekten güç bir sona ulaşıyoruz, tahmini güç olduğu kadar da kaçınılmaz bir son çünkü parçaların birleştiği noktalar hep bir gerilimle, acıyla yüklü ve yeterince acıyla yüklenen kişi için aşağılamak, tecavüz etmek, bıçağı ete saplayıp çevirmek alelade bir olay haline geliyor.

Kadın Sık Sık Mezarlıkları Ziyaret Etti O Yaz: Bir öncekiyle benzer tarzda, Nors'un üslupçu yanı baskın. Kadın mezarlıkları ziyaret eder, ünlü şairlerin, yazarların ve şürekasının mezarlarını geçip arkalara ilerler, aradığı adam orada olabilir. Kimdir? Bilmiyoruz, o da pek bilir gibi değil. Arkadaşlarına açıklaması gereken bir durum bu ama anlamayacaklarını düşünüyor kadın, anlamayacaklar ve yanında olmayacaklar, yaptığı normal bir şey değil ama yaptığı bir şey, öyleyse neden anlamayacaklar? Belki de hiç o kadar yalnız kalmadıkları için.

Anne, Anneanne ve Ellen Teyze: Anne ve teyzenin benzer huyları, çocuklarını mahvetmeye hazır aptal bir anneanne. II. Dünya Savaşı ortamı, belki o hiçliği ortasında olma hali, bombardıman uçaklarının altında korku içinde geçen yaşam aptallaştırmış olabilir ama sırıtarak tavşanların boynunu kırmak, bunu çocuklara izletmek hoş değil. Annenin ölümüne yakın ortaya çıkıyor bunlar, torun her şeyi hatırlıyor ama anneannenin bu ilginç olaylarından haberi yok. Bir tek kendisine atılan bakışlardan haberi var. Yaşlı kadının yiyecekmiş gibi bakışı... Bir şeyler yolunda değil kadında. Kızları için aptal biri, torunu için her şeyiyle yeniden kurulması ve annesiyle teyzesinin yapamadığı yüzleşmeye hazırlanması gerek.

Nors'un Danimarka'sı yalnız, kenti boğucu. Savaş olmasaydı taşrası eğlenceli olabilirmiş ama ona pas. Modernin kalbinde hayatta kalma çabalarına kısa ve tam yerinde bakışlar atmamızı sağlıyor Nors, iyi öykücü.

Nathaniel Hawthorne - Büyük Taş Yüz

"Ayrıca, tüm yaşamı bir dizi düşten başka bir şey değildi." (s. 8)

Melville'in yazmasını sağlamıştır, Hawthorne'un bize bu kıyağı yeter. Onun dışında öyküleri hayal gücü tetikleyicidir, Borges'e göre Kafka'yı müjdeleyenlerden biridir Hawthorne. Poe tarafından alegorinin savunulamaz kolaycılığına kaçmıştır ama Poe gibi yakıp yıkan bir eleştirmenden sağ çıkmayı başarmıştır, kötü öykülerinin yanında iyilerinin çok olması kurtarmıştır onu sanırım, Borges'ten yola çıkarak. Gölge, su ve ayna imgesini kullanarak gönüller yapmış, yüzeye bırakılan izlerin adını koymuş, öykülerini yazmıştır. Kendince. Yansıma alegorisi diye bir terim uydurabilirim; şeyler kendi dünyalarından bizimkine farklı biçimlerde dokunurlar ve Hawthorne onları görür, insanların ve nesnelerin farklı nelikleri ve ne yapabilecekleri üzerinden yürür.

Salem'de büyümüştür, dedelerinden biri cadı yakan yargıçlardandır. Kendisi de o coğrafyanın ata sporu olan püritenlikten nasibini alır, çıplak heykellerin yapılmasına karşı çıkar. Kendi dünyasında büyümüştür, babasının ölümünden sonra annesi üç çocuğunu eve kapatır, kendini de. Sevdiklerini ölümden bu şekilde koruyabileceğini düşünmüştür belki. Hawthorne öykülerini bu izole ortamda yazar, arkadaşlarına yazdığı mektuplarda kendini bir hücreye kapattığını, anahtarı bulamadığını ve bulsa da herhalde çıkamayacağını, dışarının kendisine korku verdiğini söyler. Sonradan o memleket senin, bu memleket benim diye gezenti olup çıkmıştır, normaldir. Eseceği yeri bilmeyen rüzgar...

Wakefield: Kafka'yı önceleyen budur. Anlatıcı/inandırıcı eski bir gazetede okuduğu bir öyküden bahseder, bahsetmese inandırıcı olamayacaktır. Hikâye gerçekten gazetede yer almış olabilir, bilemiyoruz, zaten özdeşim kurmayı bu bilinmezin tam kalbinde bulabiliyoruz. Neyse, Londra'da yaşayan evli bir çift var, adam birkaç günlüğüne bir yere gideceğini söyleyip gidiyor, yüzünde bir gülümseme. Yirmi yıl boyunca hemen yandaki, tuttuğu evde yaşıyor ve eşini gözlüyor. Dönüyor sonra, hiçbir şey olmamış gibi.

İnandırıcılıktan anlatıcılığa geçiş bu noktada oluyor, anlatıcı Mr. Wakefield'ı kuruyor. Hayal gücü gelişmemiş bir adam, yoldan çıkmış düşünceleri yok, karısına göre durgun bir bencilliği var, kurnazlığı uyuyor, uslu uslu yaşıyor. Tanımsız. Her şeyi yapabilir ve hiçbir şey yapamaz, yüzeyin altındaki akıştan haber yok. Sonuçta adam gidiyor, karısını gözlüyor, kılık değiştirip karşısına çıkıyor, binbir türlü iş. Arada yapay mesafelerle ilgili güzel şeylere denk geliyoruz. "Seni sevenlerle aranda böyle uçurumlar yaratmak çok tehlikelidir; nice uzun ve geniş olmaları bir yana çabucak kapanıp unutuluverirler de." (s. 16) Bu, sınırları sezilmemiş, az da olsa tanımlanmamış sevgiler için geçerli olsa gerek. Zaten adam da kendi sınırlarını yitirir, herkes olabileceğini keşfeder keşfetmez dünyadan tamamen kopar, sorumlulukları, düşünceleri ve ruhu kaybolur, yitip gitmeye yakın aniden evine döner çünkü biri olmak ister. Anlatıcı, gündeliğin getirdiği ağırlıktan kurtulmanın anlık olduğunu ve toplumdan tamamen dışlanmaya varabileceğini söyleyerek öyküyü bitirir. Küçük ilişkilerin giderek daha büyük bir sosyal yapı oluşturmasının sebebi, bireyleri her gün kontrol edecek bir sisteme ihtiyaç duyulmasıdır, kendi hapishanemizden, odamızdan, yakınlarımızdan kurtulabiliriz ama o zaman da gözlemlenmenin "kötü ama emin" duygusundan uzak kalacağız ve doğduğumuzdan itibaren bu sisteme uyum sağlayacak biçimde yontulduğumuz için köşelerimiz özgürlüğe denk gelmeyecek, grotesk bir saçmalığın orta yerinde uyumsuz bir manzara oluşturacağız.

Sanıyorum bir ölçü ondan, bir ölçü bundan iyidir.

Büyük Taş Yüz: Büyük Taş Yüz, kasabadan görüldüğü kadarıyla gerçekten de büyük ve manası çok derin. Bolluk ve bereket bu çizgileri belli, soylu bir sıfata sahip, sevecen yüzün eseri. Bu yüzü sevmeyen yok, tam yanaklarından öpülesi, makas alınası bir yüz. Ernest de tatlı bir çocuk, annesinden dinlediği kehanete göre, Kızılderililerin söylediğine de göre, hatta bana da göre, şu uçan kuşa da göre bir çocuk gelecekmiş, büyüdüğünde yüzü Büyük Taş Yüz'e benzeyecekmiş, her şey çayır çimen olacakmış. Ernest bu olayı görebilmek ister ve gerçekten çok saf, iyi ve gözlerinden öpülesi bir kardeşimiz olduğu için görebilir de. Soylu yüze soylu çocuk. Aslında sonu belli de üç beş alegorik dayı çıkacak ortaya, onlara bakalım. Biri zengindir, biri savaşçıdır, biri bilgindir ama halkın inancının aksine hiçbiri Büyük Taş Yüz'ün hatlarını taşımaz. Anlatıcı araya Washington'ı falan da sıkıştırır ki inanalım. Tamam tamam, inandık, he he... Sonra ozanla karşılaşır, ozanların yaşamın sırlarını sezme gibi bir olayları vardır, bilirsiniz, biraz mistik, büyülü olurlar. Akışı görürler, yaprağın düşeceği yeri bilirler, her neyse, bu ozan arkadaş Ernest'e düşlerini yitirmemesini, düşlerini yitirmiş bir adam olarak Büyük Taş Yüz'e asla benzemediğini ve benzemeyeceğini söyler. Belki o an aydınlanmıştır Ernest, başkasının değil de kendisinin Büyük Taş Yüz olabileceğini düşlerini yitirmediğini düşündüğü zaman fark eder.

Ateşe Verilen Dünya: Ünlü şairin eşya konulan masasının tersidir, her şey ateşe atılır, her şey arınır ve dünya yeniden kurulabilecek hale gelir. Dinler dahi yanar, kutsal kitapların alevleri göklere yükselir, para ortadan kalkınca yoksullar sevinir, yoksullar yanınca zenginler sevinir, entelijansiyadan itiraz çığlıkları yükselir, anarşistler bayram yapar, acı çekmek istemeyenler kalplerini yakmaya kalkarlar, darağaçları yakılır, giyotinler küle döner, felsefi metinleri ve dolayısıyla yaşamın anlamının sayısız biçimini rüzgar alır götürür, değersiz olduğunu düşünen insanlar kendilerini ateşe atmaya çalışırlar. İnsanın yeniden doğuşunun şenliği.

İki öykü daha var, biri Borges'e göre Poe'nun öykülerinden dört yıl önce polisiye türünü müjdeler. Karakterler ve olaylar arasındaki bağıntılar sezilirse kolaylıkla açığa çıkacak bir sonu vardır ama yine de eğlenceli ve gizemlidir. Sonuncusu da yine alegorik bir öykü, ona hiç girmiyorum.

Ateşe atılan İngiliz yazarların kitapları iyi yanar, kutsal kitaplar en parlak alevi verir, Hawthorne da bir çatırdayıp sönmeye yüz tutar, bir alevlenir, garip bir şey olur sanırım.

9 Ekim 2017 Pazartesi

Thomas Bernhard - Bitik Adam

Lokantaya giriş, lokanta sahibi kadınla konuşma, Wertheimer'in evine yolculuk, hizmetçi Franz'la konuşma ve Wertheimer'in ucuz piyanosunda Glenn Gould'un Goldberg Varyasyonları'nı çalma, eski dosta bir hediye, anlatının zamanı bu kadar. Wertheimer'in evinde Gould'un izi, anlatıcı olan üçüncü dost tarafından. Yakınlıkları asla o kadar yakın olmamalarından, aralarındaki daimi soğuktan ve iki Avusturyalının onmayan yıkıntısından geliyor, hatta birbirlerinin acılarını taklit ettikleri söylenebilir, Gould hariç, o Rockefeller veya benzeri bir bursla Kanada'dan gelmiştir, Mozarteum'da Horowitz'in öğrencisi olmuştur diğer ikisiyle birlikte. Gerçek kadar gerçektir, Bach ve Mozart yorumları müthiştir, dehası keskindir, dünyanın en iyi piyanisti olarak görülür, dahiliği çocukluğundandır ve şüphesizdir, ne olacağını bilir ama onu olmak ister mi, o da bellidir, birlikte okumaları otuz yıl öncesine dayanır, bu otuz yıllık süre içinde bir kez görüşebilirler, o da Wertheimer ve anlatıcı New York'a, birkaç konser verip en iyisi olduğunu ispatlayarak inzivaya çekilen, ormanın içinde inzivaya çekilen, kentten uzaka inzivaya çekilen Gould'u ziyarete gittikleri zaman. Gould aileden zengin ve kendine yaptırdığı ev otuz yıl öncesinin nefret ettiği dağ evlerinden birine benziyor, doğanın içindeki bir doğa yapıtına benziyor ki kentten kaçış bu boğucu doğayaydı, otuz yıl evvel, otuz yıl sonra ise bir kurtuluş, sadece piyano, kayıtlar ve yeşil, 1950'lerden 1980'lere kadar bir ziyaret, az kalacaklardı ama iki hafta kaldılar, sonra New York'a geçtiler, Gould onları üç haftada bir ziyaret etti ve piyano başında beyin kanamasından ölene kadar dost olarak kaldılar. Düşman olarak kaldılar çünkü Wertheimer'in en iyi olmamasını sağlayan Gould'du, Wertheimer böylece en iyi olamadı, en iyi olamayacağını bildiği halde piyano çalmaya devam etti ve yıllar sonra bıraktığında düşünsel bilimler, bilimsel düşler veya ona benzer bir uğraş buldu ama öfkesi dinmedi, ailesinden nefret eden çoğu benzer Bernhard karakteri gibi ailesinden nefret etti, yaşadığı şehirlerden ve köylerden nefret eden çoğu Bernhard karakteri gibi yaşadığı şehirlerden ve köylerden ve insanlardan ve müzikten ve piyanodan ve Gould'dan ve anlatıcıdan ve anlatılan hikâyesinden ve kız kardeşinden ve kız kardeşinin evlendiği adamdan ve kızkardeşleşmekten ve Viyana'dan, Avusturya'dan, İsviçre'den, Salzburg'dan, kendinden, kendini dışarıdan görenden, kendine katlanmak zorunda olan kendinden, onca kibarlığına rağmen, insanların onun hakkında söylediği onca güzel şeye rağmen, onca iyi özelliğine rağmen nefret etti çünkü onu tanıyanlar onun ne kadar kıskanç, despot, kırıcı ve daha bir sürü şey olduğunu söylediler, kardeşi kırklı yaşlarına kadar dayanabildi ve İsviçreli bir zenginle evlenip evden kaçarcasına gitti, Wertheimer bunu hiçbir zaman kaldıramadı, kardeşiyle eniştesinin yaşadığı evi buldu ve yüz adım ötesinde bir ağaca astı kendini, ruhunu çıkarıp astı, elli yaşına gelmişti, Gould beyin kanamasından ölmüştü, çoktan Madrid'e taşınmış anlatıcıya yolladığı mektuplardan cevap gelmiyordu, kardeşi gittikten sonra o insan sevmez haliyle eve topladığı işe yaramaz okul arkadaşlarını iki hafta beslemiş, akordu ve psikolojisi bozuk piyanosuyla Bach çalıyordu, parmakları doğru pozisyondaydı ama teller doğru gerginlikte değildi, herkes evden kaçtı, Wertheimer piyanoyu çoktan bırakmıştı ve uzun zamandır hiçbir şey çalmamıştı ama o iki hafta boyunca küle dönüşene dek yakmıştı kendini, en sonunda asmıştı kendini, en iyiye ulaşmayı düşünüp ulaşamayan, notlar çıkarıp tek bir metne dönüştüremeyen, kusursuzun yakınına bile varamayacağını anlayan diğer Bernhard karakterleri gibi, öfkesi ve düşmüşlüğü aynıydı, o Gould'un "Amerikalı-Kanadalı açıklığıyla söylediği gibi" bitik adamdı, bitik, Gould'a kabullenmeyen denirdi ama bu onun umrunda değildi, benlik algısı katı ve sarsılmazdı, kim olduğunu ve ne yapması gerektiğini iyi biliyordu, yaptı ve dünyanın en iyi piyanisti oldu, anlatıcının piyanoyu anında bırakmasına ve Wertheimer'in yıllarca acı çekmesine yol açarak, üstelik Wertheimer için aileye bir isyandı piyano, sanat ve ailenin istemediği onca şey, anlatıcı içinse bir yapabilme denemesiydi, yapıldı ve bitti, anlatıcı Steinway'ini hediye etti, Wertheimer Bösendorfer'ini sattı, ikisi de şehir değiştirdiler, mektupların arası açılmaya başladı, Gould her kaydını onlara yollamaya devam etti, o çürümüş yere, nemin her yere yapıştığı, adaletin birkaç aptalın emrinde olduğu, sosyalist hükümetin halkı çöküşe sürüklediği, sosyalistlerin sosyal söğüşe giriştiği, müzik öğretmenlerinin dehaları mahvettiği, dehaların müzik öğretmenlerini yücelttiği, bütün nefretin hedefi olan o yere kayıtlar gitti ama anlatıcı artık orada değildi, Madrid yeni eviydi, dönmeye niyeti yoktu, ta ki Wertheimer'in intiharını duyana kadar. Otuz yıllık arkadaşının izini sürmeye karar verdi, bütün zorluklarına rağmen o leş kente katlandı, geçici bir süreliğine, Gould hakkında yazdığı kitabı bitirmek istiyordu, Wertheimer'in yapmaya bir türlü girişemediği bir olay ki çok not almıştı ve hepsini yakmıştı, kendini asmadan az evvel, cenazeden daha da evvel, anlatıcının Wertheimer'in gömülüşünü izlememesi anlaşılabilir zira sıra artık kendisine geldi, isyan edeceği bir ailesi yok, Madrid'e dönmek dışında başkaca bir isteği de yok, Wertheimer'in bağ evine ne olacağını düşünüyor, uşağa evin satılmayacağını söylese de kız kardeş evi satar, eşyaları ortadan kaldırır, Wertheimer dünyadan silinir gider ki silinmek kendi tercihidir, ikinci olan silinmelidir, Gould varken kimse birinci olamaz, elli yıl geçse de bu değişmeyecektir. Gould kendini New York'a kapatır, büyüklük deliliği. Diğer ikisinin umutsuzluk deliliği.

"Kendini sonuna kadar yaşamıştı, varlığını sona erdirmişti." (s. 31)

Dedi, diye düşündüm.

8 Ekim 2017 Pazar

Mahir Öztaş - Korku Oyunu

Mahir Öztaş iyi öykücü. Bu bir dursun. Anlatacağını iyi bilir, hesaplı diyebileceğim öyküler yazar. Belki mimarlığıyla ilgilidir, bilemiyorum. İmgelerin ulaştığı nokta, sözcükler, cümleler tasarruf sonucudur, örüntüden başka bir şey sezilmez, okur ayağını sağlam basar ve yürür. Güzel yürür, Öztaş'ın meseleleri çeşitlidir. Anlattığı coğrafyaların yabancılığını sezdirmez, bilinçli bir şekilde okurunun elinden tutar, tekinsizliğe izin verdiği ölçüde bulaştırır. Son öyküsü mesela, Bağışlanmış Olanın Cenneti tam bir Borges öyküsüdür, Cezayir veya Fas dolaylarında ikinci ağızdan bir hikâye dinleriz, karakterlerden Türkçe dinleriz, bağlandığı nokta zamanın neliğini ve bilincin bu neliği anlamlandırma çabasını aydınlatır. Yabancı topraklarda bize yakın bir iz, bulutları ve zemini tanımasak da.

Sessizlik Kuleleri: En iyi öykü buydu benim için. Fransa sanırım, psikoloğun karşısında anlatıcımızın itiraflarını dinleriz ve hemen ardından iç sesini duyarız. Sarah adlı kadın hakkında bir anlatıdır, öğreniriz ama terapinin anımsamayı parça parça sunmasına benzer şekilde her bir cümleyi yerine oturtmaya çalışırız, olay örgüsü bu biçimde açığa çıkar, zaman ve mekan çok bölümlüdür.

Sarah ve anlatıcının geçmişleri ayrı ayrı incelenir, önce Sarah açığa çıkar. Hindistan'dalar, Sarah'ın ruh sağlığı bozuk, ölümleri geciktirmek dışında elinden bir şey gelmemesi her şeyini sorgulamasına yol açıyor. Doktor olarak çalıştığı Kalküta'dan getirdiği karanlığı da aklının bir köşesinde. Ölümlere engel olamayan bir doktor, daha fazla ölüm karşısında çaresiz. Bir de Farisi Tarikatı çıkıyor, Sarah'nın bir arkadaşının anlattığına göre bu tarikatın mensupları ölülerini kargalara ve akbabalara yem ediyorlar. Bombay'ın yakınlarında bu tarikatın kuleleri var, Sessizlik Kuleleri. Orayı bulmaya çalışıyor Sarah, bir yandan Paz'ın kargalı şiirini hatırlıyor. Kargalar, ölümler, yaşam bir arada. "Sarah, Farisileri, Tata İmparatorluğu'nu, Kalküta'nın acı anılarını, küçük kara kızları ve kargaları birbirine karıştırmıştı." (s. 14) Birlikte yolculuk ediyorlar, anlatıcı paylaşmadan yoksun yaşamında Sarah'nın etkisini merak ediyor, fazlasını değil.

Terapi ilerledikçe insanlara yardım etme konusunda Sarah'yı donatanın anlatıcı olduğunu, kızı Hindistan'da bırakıp gittiğini ve Sarah'nın bulaşıcı bir hastalık sonucu öldüğü için akıl sağlığının bozulduğunu öğreniyoruz. Yolda gördüğü bir kızı Sarah'ya benzetince ip kopuyor, başka bir kule yaratmak için kızla tanışmak ve ona aşkla ölümü sunmak istiyor.

Yaşam bulaşıcı bir hastalıktır, böyle insanlarla bulaşır diye tırışkadan bir söz söyleyip bitiriyorum.

Öyküye Açılan Kapı: Barın hep aynı yerinde, hep aynı saatte oturan bir adam öykü çatar, hikâyeyi öyküye dönüştürür ama bunu da bir üçüncü kişi için, kendi yarattığı okur için, belki bizim için yapar. Katmanlıdır bu da. Öztaş'ın öykü çatarken anıları kullanma biçimini duyarız, birkaç sözcükle anılardaki insanlar melekten şeytana geçiş yapabilir. Neyse, bara bir çift gelir ve kız gider, adamla anlatıcı konuşurlar. Anlatıcının İdil'ini öğreniriz, anlatıcı en güzel parçasını İdil'e vermekte ve giderek eksilmektedir. İdil her şeyi kendi dünyası içinde eritir, yeniden kurmaz, anlatılanları süngermiş gibi emer ve yaşamına devam eder. Karşı taraf için hayalet olmaktan farksız, korkunç bir şey bu. Sorunun ne olduğunu tekrar tekrar soran, duymasına rağmen, bilmesine rağmen soran birini düşünün, sadece duyacak ve yaşamına devam edecek. İçim daraldı. Zaten dardı.

Birbirlerinin tutkularını, zevklerini, kimliklerini unuturlar, sonuç budur. Diğer adamın Füsun'u da böyledir, aslında ikisi aynı kadındır, tekilliğe indirgenmiş kadın ruhu.

Gizli Ağlarında: Anlatıcının kim olduğuyla alakalı bir öyküdür. İş yeri karşı yakada olan anlatıcı iş yerindeki bir odayı düzenler ama odanın kime ait olacağı hakkında hiçbir bilgisi yoktur, kimse bu bilgiyi vermez. Bir akşam evinden karşı kıyıdaki odayı izlerken ışığın açık olduğunu görür, ertesi gün odaya gider ve kendi evine çevrilmiş bir teleskop görür. İzlenmektedir, izlediği kadar. Anlatılmaktadır belki, anlattığı kadar. Düşlerinde veya gerçekte düşman gözlerin kendisini izlediğini sezer ama bilinmezlikten doğan bir düşmanlıktır bu belki, anlatıcıya zeval olmaz.

Bir tane daha.

Korku Oyunu: Kundera esinlidir belki, Otostop Oyunu benzeri. Bir korku oyunu yaratılıyor, arka planda sokağa çıkma yasağı, dehşetin kol gezdiği sokaklar falan var, darbe dönemlerinden biri. Anlatıcının Sedat nam arkadaşı bir oyun icat eder, malum. Kurbanın kim olduğu belli değildir, korku kaynağının ne olduğu belli değildir, arkadaş toplantılarında oynanır. Önceleri spontane ilerler, sonrasında kurallar konur. Gerçekle oyun arasındaki ipince çizgi bu kurallar belirlenene, oyunun doğası iktidar kaynağı olana kadar aşılmaz ama Sedat nam kişi işi bir adım ileri götürür, anlatıcının yanındaki adamı öldürür. Kıskançlık cinayeti olduğuna yorulur ama Sedat hukukun pek de sıkı olmayan elinden kurtulur, kaza olduğu söylenir zira öldürülen B, oyunun sınırları dahilinde anlatıcıya silah doğrultmuş halde vurulur.

Oyun çerçevesinde ahlak kurallarının ortadan kalkması incelenir, bir yandan insanın kendi sınırlarını çizmesi de anlatılır, nefis öyküdür.

Diğer öyküler de güzel. İnsanın kendini ve diğer insanları tanıma çabaları hoş. Tanıyamaması da.

7 Ekim 2017 Cumartesi

Joy Williams - İyilik

Carver'ın övgüsüne mazhar olan Williams, karakterlerini acıyla değişik yollardan baş etmeleri için kurar. Kayıpların gündelik içinde büründüğü kimlikler çeşitli; eşyalar veya başka insanlar üzerinde büyür, önemli olan onlarla ne yapılacağı veya ne yapılacağının bulunmasıdır. Bulunabilir, kesin bir çözüm sunmaz ama yaşama denklendiğinde her şey gibi bir şeye dönüşür. Bütün duygular her şey gibi bir şey, bir daha görülemeyecek birinin evin kıyısına düşmüş, geride kalan kirpiği. Mesela.

Şeref Konuğu: Kanser olan annesiyle yaşayan Helen. Saatli bomba patlamak üzere ama beklemesi daha kötü. İntiharı düşünmüyor, intihar eden arkadaşları alay konusu oldular. Tedavi sürüyor ama evden çıkmak istemiyor anne, Helen düşünüyor ve düşünceleri bütün öyküler için geçerli. "Annesi yakında ölecekti ve Helen onun evde ölmek istemesini anlayabiliyordu, gayet iyi anladığını söylüyordu ama aslında o kadar da iyi anlayamıyordu ve anlaşılması gereken şeyin bu olmadığı da zaten ortaya çıkmıştı. Ortada anlaşılması gereken bir şey yoktu." (s. 11) Bu kadar, geri kalanı bu durumun çevresinde gelişiyor. Hastalığın gerilediği söyleniyor ve Lenore ölmeyeceğini düşünüyor ama ölür, ölebilir, bu beklenen bir şeydir, yaşam akıp giderken her an başa gelebilecek bir mevzudur da insanlar bunun farkında değildir. Helen ve Lenore farkında, bu da onları öykü kahramanı yapabilecek bir özellik. Ölüm üzerine konuşurlar, Helen ne yapacağını bilir gibidir ama alışkanlıklarını sürdürmede annesi olmadan ne kadar başarılı olabileceğini bilemez. Ölümden sonra da bilemeyecektir bir süre, bunun farkındadır, bu yüzden annesinin varlığını sürdürmesini ister, onun garip sözlerini, garip huylarını kabullenmek ister ama hayatına devam edecekse onlardan kurtulmak zorundadır. Nihilist olur zaman zaman. Şeref konuğu olmanın hikâyesini anlatır Mickey, dışarıda tanıştığı bir kadın. Aynuların bebek ayı adetlerine göre bu hayvancıklardan biri beslenir, ısıtılır, sonra kurban edilir. Helen anneyi çoktan kurban etmiştir, onun kış vakti dondurma yiyişinden yazı çıkartamayabileceği düşüncesinin izlerini bulmuş olabilir, duyarlı çocuktur ama nihayetinde kimsenin ölüme dair kesin bir bilgisi yoktur. Yaşamın bitimliliğini anlayabilmek diye bir şey yoktur, saçmalığın daniskasıdır bu, yaşamın bitimliliği yaşam bittiğinde anlaşılır, gerisi eğretileme ve imlemedir. "İnsanlar ölüme dair kitaplar yazmıştı. Neden söz ettiğini bilen yoktu tabii." (s. 25)

Buluşma: Jack üniversitede adli antropolog, davaları falan çözüyor, analitik zekası bomba gibi. Miriam, Jack'le yaşıyor. Jack'in baskın kişiliği ve ülke çapındaki ünü onu boğmuyor, adamın bazı huyları ve yargılayıcılığı itici olduğundan tam bir yakınlık kurulamasa da öyle veya böyle birlikteler. Kaybolan insanları bulan Jack'i düşünür Miriam, kendi yakınlarından biri kaybolsa onun muazzam bir uzaklığa aşık olduğunu düşünmeyi tercih edeceğini, ölüsünü bulmak istemeyeceğini düşünür. Muazzam uzaklığa duyulan aşk... Kimileri sadece bunu istiyor. Miriam da bunu istediğini fark edecek.

Jack bir av sırasında kendi okunu gözüne sokmayı başarır ve beyninin işlevlerini büyük oranda yitirmesine yol açar. Bu sırada Carl ortaya çıkar, Jack'le ilgilenir. Üniversiteden öğrencisidir, Jack'e tutuktur. Miriam da geyik ayağı lambasına tutulur, lambanın kitap zevkinden görünüşüne kadar pek çok şeyi sever. Uzun bir yolculuğa çıkarlarken lambanın arkada, bagajda gitmesini istemez. Lamba bir başka ihtimaldir, olabilir olasılıktır, bunu nasıl anlatacağımı bilemedim ama şöyle; diğerlerinden daha olası bir olasılık dersem yine olmuyor, olmaya mahkum olasılık, belki. Neyse, Miriam'ın yolda karşılaştığı bir çiftten duyduğu söz de bu öykünün anahtarıdır sanırım. "Vern hayatın tek bir şey olduğunu ama kendini eğlendirmek için şekilden şekle girdiğini söyler." (s. 40) Sonuçta Carl ve Jack aracı alıp Miriam'ı geride bırakırlar, Miriam lambanın kendiliğinden yandığını görür ve küçük mucizeler de her şey gibi bir şeydir.

Marabu: Anne oğlunu gömer, onun anılarıyla mücadele edecekken eve oğlunun çeşit çeşit arkadaşı gelir. Gitmelerini ister, gelenleri içeri almamaya çalışır ama başarılı olamaz. "'Harry biziz artık, dedi içlerinden biri. 'Alışsan iyi edersin. Hikâyelerini doğru dürüst anlatsan iyi edersin.'" (s. 55) Acı her yere, Harry'nin tanıdığı ve etkileşime geçtiği her şeye dağılmıştır ve dağılanlar Harry'yi oluşturur. Zaman da Harry'dir; çalan telefonu açmayan anne, oğlunun öldüğünü bildiren telefon görüşmesini hatırlar ve bütün zamanları o ana indirger. Kalbinin kemirilmesi bitince devam edebilir, belki.

Üç öykü yeterli, fikir verebilir. Geri kalan öyküler arasında çok çok iyiler var, insanların kendilerine has dünyalarında kendilerine has tepkileriyle dolu. İnsanlar, diğerlerinin yerini alan insanlar, bunu denerken yitiren insanlar, sanki hepimiz bir başkasının boşluğunu doldurmak için yaşıyormuşuz gibi.

Yüz Kitap'a sonsuz teşekkür. Telos'a da. İkisi de gizli hazineler barındırıyor, benden söylemesi.