1 Ekim 2017 Pazar

J. G. Ballard - Gökdelen

Rezidansların, lüks sitelerin etrafında konuşlanmış gecekondular. Kaosun ne zaman doğacağını merak ederim. Güvenlik de gecekondularda yaşayanlardan, herkesi içeri alıyorlar ki yığınları durdurmak mümkün değil. Delilik ve açlık çılgınlığa yol açmış, yüksek duvarlar aşılıyor, sanki feodal beyler yıkılıyor. Zenginlik sayılara dönüşmüş durumda ama dijital ortamın dışında da bir şeyler olmalı, mesela yiyecekler, belki evlerde saklanan paralar, altınlar, bilmem ne. Tam bir kargaşa. Bu şekilde olması şart değil, kameralara yakalanmadan girişilen birkaç soygun vakası. "Münferit" şiddet. O kadar münferit ki şiddet olaylarının artması istatistikten öteye gidemiyor.

Çekirge Etkisi'nde bütün bu duvarların, özel güvenliklerin, kameraların falan kanunların yürütülmesinden çok daha pahalıya geldiği anlatılıyor. Polis işini düzgün yapsa, hukuk seksen yerinden delinmese hem daha eşit ve huzur dolu bir toplum ortaya çıkıyor hem de ekonomik olarak daha makul bir gider tablosu yaratılıyor. Böyle bir şey günümüz dünyasında mümkün değil, üst düzey bürokratlardan tutun biraz parası olan herkes yırtıyor bir şekilde. İki çözüm görüyorum ki ilki ütopik, ikincisi zaten çözüm değil. İlki kinik biraderlerin dediği gibi felsefe öğreteceğiz. Felsefe suç işlemenin neden kötü bir şey olduğunu anlamamızı sağlayacak, kanunlar suçun cezasını verir ama felsefe suçu işlememeyi öğretir gibi bir şey. Gülüp geçiyoruz. İkincisinde suç oranının azalması için izole edilmiş dünyalar yaratmak, sınıfsal farklılıkları demografik alanlara yığmak. Gerçekçi ama sorunu çözmedi, çözmüyor.

Ballard'ın deney ortamında bu demografik coğrafya hiper gökdelene indirgenir. Tanrıya ulaşma çabası, kapitalizmin görkemli heykeli, gücün somutlaşmış hali gökdelen. Birinin sözü; yukarıya çıktıkça tanrıya yakınlaşılır. Dini sömürünün temeli gibi gözüküyor. Bu gökdelende yüzlerce daire, onlarca kat ve bozulmaya müsait binlerce psikoloji var, zenginlik yukarılara doğru artıyor ve arada basamaklarla asansörlerden başka hiçbir sınır yok. Alt katlardaki orta sınıfın gelir dağılımında aldığı yer pek önemli değil, kapalı bir sistemde en altı temsil ettikleri için paryalardan farksız görülüyorlar. Beyaz yakalıysanız ve en altta yaşıyorsanız yakanızın rengi önemsiz, bir hiçsiniz. İşe giderken farklı asansörlerden inen insanlar yüzünüze bakmaz, lüks arabalarına binip giderler. Otoparkları farklı, okulları farklı, her şey onlar için daha iyi. Sınıflandırıldığınızı ve onların dışında tutulduğunuzu hissediyorsunuz. Ne kadar tatmin edici bir hayatınız olsa da bu dışlanma öfkenizi çoğaltıyor ve her şey oldukça karmaşık bir hal alıyor.

Dr. Laing orta katlarda, balkonuna bir şişe şampanyanın düşmesiyle birlikte tetik çekiliyor. Üst katlardan düşenler, atılanlar önce balkonları, sonra aşağıda sıralanmış sayısız arabayı pert edecek, çılgınlık yeterli boyuta ulaşınca insanlar da aşağı atılacak ama zamanı var. Laing eşinden boşanınca gökdelende ev tutuyor ve beton denizinin ortasında yaşamaya başlıyor, umduğu hayat bu değil ama geçici olarak orada. Kendi düşüncelerinden gökdelenin bir organizma olarak var olduğunu öğreniyoruz, misal şu: "Gökdelenin içsel zamanı alkolün ve uykusuzluğun etkisiyle, yapay bir psikolojik ortammış gibi kendi ritimlerine göre ilerliyordu." (s. 11) İş yaşamının zorluğu gibi pek çok dış etken zaten oldukça zorlayıcı, bir de evin yarattığı zorluklar belirince ipler kopacak ama tempo yavaş yavaş yükseliyor. Karakterleri tanıyoruz, misal Anthony Royal ve şürekası. Kendisi gökdelenin mimarı, en üst katta oturuyor. Kendine ait küçük bir koruluğu var, doğanın bir benzerini yarattığı katında tanrı gibi yaşıyor. Bir de Wilder var, aşağılardan. Laing'le birkaç defa karşılaşıyorlar ama iletişim kurmuyorlar, gerginlik tırmanıyor, üst katlardan atılan şişeler alttakilerin arabalarının camını parçalıyor, zenginlerin köpekleri öldürülüyor, Laing alttakilerin arabalarına gidip gelmek için yürüdükleri uzun yola bakıp keyifleniyor. Alt kat sakinlerinin beceriksizliği ve uydurulan palavralara inanma eğilimi "ırkçılığı çağrıştıran" düşüncelerin doğmasına zemin hazırlıyor.

Ballard, gökdelenin tam bir id özgürleştirici olduğunu söylüyor. Dizginsiz güdülerin ortaya çıkması, süregiden sıkıcı yaşamın bir alternatifi olabileceğini düşündürüyor ve insanlar diledikleri gibi davranmakta serbest olduklarını düşünüyorlar. "Gökdelen, teknolojinin gerçekten 'özgür' bir psikopatolojinin ifadesini mümkün kılma yolunda yaptığı her şeyin bir modeliydi birçok açıdan." (s. 36) Asansörlerin işgal edildiği, insanların birbirine saldırmaya başladığı zaman kolluk kuvvetlerinden medet umuluyor ama kimsenin geldiği yok, sanki gökdelen kendi kanununu da oluşturmuş gibi. Polis ekipleri rutin kontrolü tamamlayıp geri dönüyor, binanın içinde yaşananlar kimsenin umrunda değil, içeridekiler hariç. Wilder ve Laing arasında polislerle alakalı bir konuşma geçer, Wilder polislerin gelmesinin an meselesi olduğunu söyler ama Laing için üst katlardan atılıp öldürülen birinin soruşturmaya değer pek bir şeyi yoktur, her şey komşular arasında halledilebilir. Belki de bulunmaması gereken katlara çıkan bir adamdır atılan, ait olmadığı bir dünyadan yollanmıştır sadece. İlkelliğe dönüş yaşanır; herkesin bölgesi ayrılır, asansörler ayrılır, başka sınıfın katında bulunanlar saldırıya uğrar. Sözüm ona ortak yaşam alanları herkes içindir, herkes huzur içinde ve birlikte yaşayabilir. Çöp delikleri bu eşitliğin bir simgesi gibidir; herkes çöpünü bu deliklerden atıp aynı noktada biriktirir ama buraya atılan eşyaların delikleri tıkaması mümkündür, lüks tüketim malzemeleri bu delikleri tıkar ve hassas temele oturan eşitlik ortadan kalkar.

Nihayetinde Wilder tepeye çıkmaya karar verir, Royal'in yanına. Royal bu binayı sanki kendini gökyüzüne hapsetmek için tasarlamış gibidir, özel asansörü vardır ve ulaşılması zor bir adamdır ama yeterince uğraşılırsa ve yeterince şey feda edilirse bu mümkün. Snowpiercer'ı hatırlayalım, burada gökdelen varsa orada tren var. Royal'i Ed Harris olarak düşünmekten keyif alıyorum, kendisi The Truman Show'da da harikaydı bence. Filmde Royal'i Jeremy Irons canlandırmış, eh. Neyse, bu Royal şahsımız kendi kişiliğini binada tekrar kurmuştur, kusursuz olarak. Elektronik aksam, havalandırma sistemleri, her şeyiyle muhteşem bir yapı. Bu yapının bozulmasını ilgiyle ve bir parça rahatsızlıkla, bir bilim adamıymış gibi izler. Er geç saldırıya uğrayacağını düşünür ama önlem aldığını söyleyemeyiz, kendini bu binaya hapsederek her ihtimale açık olduğunu gösterir. Ballard'ın sembolik olarak serpiştirdiği olaylardan bir iki tanesini de buraya alayım; alt katlardan Royal'in dairesine girmeyi başarmış bir kedinin ölüsü, Royal'in yapay tabiatının kuşları tarafından didiklenmektedir. Bir de martı ölüsü vardır orada, Royal birkaç adım koşarak kuşu havaya fırlatır. Soru işareti koymuşum buraya, sebebi Royal'in bacağının sakat olmasına rağmen koşması olabilir. Bilemiyorum, kitabı haziranda okumuşum, detayları hatırlamıyorum. Bir de Royal'in alt katlara indiği nadir anlarda boğulma duygusu yaşaması da kayda değer.

Final de kayda değer; Royal ve Wilder'ın sonları günümüz dünyasında karşılığını bulabilir. Önderler ve orta sınıf ezilir, Laing yırtar.

O kadar da modern değiliz, toplumun üzerimize yıktığı modernlikten, ahlak kurallarından sıyrılmak çok kolay. Dışlanırız, hapsediliriz, bir sürü yaptırımla karşılaşırız ama böyle "özgür" bir habitatta neysek oyuz. Cinsellik de önemli bir yer tutar tabii, hiç değinmedim, okuyacaksanız size kalsın. Ballard üzerimize yapıştırılan etiketlerden kurtulduğumuzda aslında kim olduğumuzu anlattığı için nazarımda muhteşem bir yazar, kendi beğenime göre en sevdiğim yazarlar arasında ilk onda yer alır. Alsın, gerçek kimliğimizi düşünmeye devam.

Ek: Şöyle bir bakıyorum da, anlatmadığım çok şey var. Modern toplum dedik, iletişim kanalları, sosyal medya, şu bu. Gökdelende geriye, uygarlıktan çok öncesine doğru bir gerileme vardır. Katlar arasında savaş çıkar, insanlar öldürülürler, aç kalırlar, bir dünya şey. Şuna bakalım: "Wilder onunla konuşmaya çalıştı, ama ağzından homurtular çıktığını fark etti; kırık dişleriyle yaralı dili yüzünden sözcükleri telaffuz edemiyordu." (s. 169) Düşünceyi dil yaratıyorsa eğer, dil yapısı oluşturamamış ve haliyle düşünemeyen insanları, insanoğlunun ilk zamanlarını görüyoruz uygarlığın geldiği son nokta olan gökdelende. Müthiş bir ironi. Bence.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder