8 Ekim 2017 Pazar

Mahir Öztaş - Korku Oyunu

Mahir Öztaş iyi öykücü. Bu bir dursun. Anlatacağını iyi bilir, hesaplı diyebileceğim öyküler yazar. Belki mimarlığıyla ilgilidir, bilemiyorum. İmgelerin ulaştığı nokta, sözcükler, cümleler tasarruf sonucudur, örüntüden başka bir şey sezilmez, okur ayağını sağlam basar ve yürür. Güzel yürür, Öztaş'ın meseleleri çeşitlidir. Anlattığı coğrafyaların yabancılığını sezdirmez, bilinçli bir şekilde okurunun elinden tutar, tekinsizliğe izin verdiği ölçüde bulaştırır. Son öyküsü mesela, Bağışlanmış Olanın Cenneti tam bir Borges öyküsüdür, Cezayir veya Fas dolaylarında ikinci ağızdan bir hikâye dinleriz, karakterlerden Türkçe dinleriz, bağlandığı nokta zamanın neliğini ve bilincin bu neliği anlamlandırma çabasını aydınlatır. Yabancı topraklarda bize yakın bir iz, bulutları ve zemini tanımasak da.

Sessizlik Kuleleri: En iyi öykü buydu benim için. Fransa sanırım, psikoloğun karşısında anlatıcımızın itiraflarını dinleriz ve hemen ardından iç sesini duyarız. Sarah adlı kadın hakkında bir anlatıdır, öğreniriz ama terapinin anımsamayı parça parça sunmasına benzer şekilde her bir cümleyi yerine oturtmaya çalışırız, olay örgüsü bu biçimde açığa çıkar, zaman ve mekan çok bölümlüdür.

Sarah ve anlatıcının geçmişleri ayrı ayrı incelenir, önce Sarah açığa çıkar. Hindistan'dalar, Sarah'ın ruh sağlığı bozuk, ölümleri geciktirmek dışında elinden bir şey gelmemesi her şeyini sorgulamasına yol açıyor. Doktor olarak çalıştığı Kalküta'dan getirdiği karanlığı da aklının bir köşesinde. Ölümlere engel olamayan bir doktor, daha fazla ölüm karşısında çaresiz. Bir de Farisi Tarikatı çıkıyor, Sarah'nın bir arkadaşının anlattığına göre bu tarikatın mensupları ölülerini kargalara ve akbabalara yem ediyorlar. Bombay'ın yakınlarında bu tarikatın kuleleri var, Sessizlik Kuleleri. Orayı bulmaya çalışıyor Sarah, bir yandan Paz'ın kargalı şiirini hatırlıyor. Kargalar, ölümler, yaşam bir arada. "Sarah, Farisileri, Tata İmparatorluğu'nu, Kalküta'nın acı anılarını, küçük kara kızları ve kargaları birbirine karıştırmıştı." (s. 14) Birlikte yolculuk ediyorlar, anlatıcı paylaşmadan yoksun yaşamında Sarah'nın etkisini merak ediyor, fazlasını değil.

Terapi ilerledikçe insanlara yardım etme konusunda Sarah'yı donatanın anlatıcı olduğunu, kızı Hindistan'da bırakıp gittiğini ve Sarah'nın bulaşıcı bir hastalık sonucu öldüğü için akıl sağlığının bozulduğunu öğreniyoruz. Yolda gördüğü bir kızı Sarah'ya benzetince ip kopuyor, başka bir kule yaratmak için kızla tanışmak ve ona aşkla ölümü sunmak istiyor.

Yaşam bulaşıcı bir hastalıktır, böyle insanlarla bulaşır diye tırışkadan bir söz söyleyip bitiriyorum.

Öyküye Açılan Kapı: Barın hep aynı yerinde, hep aynı saatte oturan bir adam öykü çatar, hikâyeyi öyküye dönüştürür ama bunu da bir üçüncü kişi için, kendi yarattığı okur için, belki bizim için yapar. Katmanlıdır bu da. Öztaş'ın öykü çatarken anıları kullanma biçimini duyarız, birkaç sözcükle anılardaki insanlar melekten şeytana geçiş yapabilir. Neyse, bara bir çift gelir ve kız gider, adamla anlatıcı konuşurlar. Anlatıcının İdil'ini öğreniriz, anlatıcı en güzel parçasını İdil'e vermekte ve giderek eksilmektedir. İdil her şeyi kendi dünyası içinde eritir, yeniden kurmaz, anlatılanları süngermiş gibi emer ve yaşamına devam eder. Karşı taraf için hayalet olmaktan farksız, korkunç bir şey bu. Sorunun ne olduğunu tekrar tekrar soran, duymasına rağmen, bilmesine rağmen soran birini düşünün, sadece duyacak ve yaşamına devam edecek. İçim daraldı. Zaten dardı.

Birbirlerinin tutkularını, zevklerini, kimliklerini unuturlar, sonuç budur. Diğer adamın Füsun'u da böyledir, aslında ikisi aynı kadındır, tekilliğe indirgenmiş kadın ruhu.

Gizli Ağlarında: Anlatıcının kim olduğuyla alakalı bir öyküdür. İş yeri karşı yakada olan anlatıcı iş yerindeki bir odayı düzenler ama odanın kime ait olacağı hakkında hiçbir bilgisi yoktur, kimse bu bilgiyi vermez. Bir akşam evinden karşı kıyıdaki odayı izlerken ışığın açık olduğunu görür, ertesi gün odaya gider ve kendi evine çevrilmiş bir teleskop görür. İzlenmektedir, izlediği kadar. Anlatılmaktadır belki, anlattığı kadar. Düşlerinde veya gerçekte düşman gözlerin kendisini izlediğini sezer ama bilinmezlikten doğan bir düşmanlıktır bu belki, anlatıcıya zeval olmaz.

Bir tane daha.

Korku Oyunu: Kundera esinlidir belki, Otostop Oyunu benzeri. Bir korku oyunu yaratılıyor, arka planda sokağa çıkma yasağı, dehşetin kol gezdiği sokaklar falan var, darbe dönemlerinden biri. Anlatıcının Sedat nam arkadaşı bir oyun icat eder, malum. Kurbanın kim olduğu belli değildir, korku kaynağının ne olduğu belli değildir, arkadaş toplantılarında oynanır. Önceleri spontane ilerler, sonrasında kurallar konur. Gerçekle oyun arasındaki ipince çizgi bu kurallar belirlenene, oyunun doğası iktidar kaynağı olana kadar aşılmaz ama Sedat nam kişi işi bir adım ileri götürür, anlatıcının yanındaki adamı öldürür. Kıskançlık cinayeti olduğuna yorulur ama Sedat hukukun pek de sıkı olmayan elinden kurtulur, kaza olduğu söylenir zira öldürülen B, oyunun sınırları dahilinde anlatıcıya silah doğrultmuş halde vurulur.

Oyun çerçevesinde ahlak kurallarının ortadan kalkması incelenir, bir yandan insanın kendi sınırlarını çizmesi de anlatılır, nefis öyküdür.

Diğer öyküler de güzel. İnsanın kendini ve diğer insanları tanıma çabaları hoş. Tanıyamaması da.

2 yorum:

  1. Geçen sene Ay Gözetleme Komitesi'ni okumuştum. Bu kadar iyi bir öykücü olmasına rağmen o güne kadar bir kere bile adını duymamış olmam üzdü. Şimdi burada gördüğüm için çok mutlu oldum, eline sağlık.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de şairliğini biliyordum, öykülerini kaçırmışım. Bendeki diğer kitaplarını hemen sıraya kaynattım. :j

      Sil